Cezaevlerindeki devrimcilere ve devrimci yakınlarına yönelik baskılar ile F Tipi cezaevlerinin açılması gibi nedenlerle 2000 yılında cezaevlerindeki devrimci tutsaklar önce açlık grevine sonra ölüm orucu eylemine başladılar. Eylem devletin “Hayata Dönüş Operasyonu” ile sona erdiğinde çeşitli siyasetlerden 12 direnişçi hayatını yitirmiş ve birçok direnişçi de geri dönülmez bedensel, zihinsel hasara uğramıştı. Ölüm orucu direnişi öncesi ve sonrası gelişmeler, sürecin içeriye ve dışarıya yansımaları ve eylem sonrası kalıcı hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalan direnişçilerin durumları üzerine o süreçte Partizan davasından cezaevinde olan ve 96 ölüm orucu direnişine katılan Eyüphan Başar ile konuştuk.
19 Aralık “Hayata Dönüş Operasyonu” tanıklarından olan Eyüphan Başar, 1996 senesinde 69 gün süren ölüm orucu direnişi sonrası Wernicke-Korsakoff ve bipolar bozukluk hastalıklarına yakalanmış ve aradan geçen 21 yıla rağmen tedavi süreci hala devam ediyor. Yaşamış olduğu rahatsızlıklar denge problemi yaşamasına sebep olmuş ve hafızasını da önemli ölçüde etkilemiş. Derin bilgi birikimine ve tüm süreçleri bizzat yaşamış olmasına rağmen yaptığımız ropörtaj sırasında da bazı ayrıntıları hatırlamakta zorlandı ve “hatırlamıyorum” şeklinde yanıtladı. Bu kısımlar çoğunlukla ropörtaja eklenmedi.
Eyüphan Başar, tüm rahatsızlıklarına rağmen hayatını tek başına idame ettirmektedir. Bu direnci gösterebilmesinin temel kaynağının, kendi iç disiplini ve iç örgütlenmesi olduğunu, kendisini örgütleyememiş bir bireyin, fiziksel olarak sağlıklı olsa bile örgütlülükten uzaklaştığında sapmalar yaşayabileceğini ifade etmektedir.
Devrimci düşünceler ile tanışmanızı ve politikleşme sürecinizi anlatabilir misiniz?
Devrimci düşünceler ile tanışmam on yaşlarında başladı. Abimin arkadaşları gelip gidiyorlardı evimize, bol bol kitap okurlardı. Ben de okuma yazmayı öğrendikten sonra abimden kitap çalarak okumaya başlamıştım. Abim önceleri kendi okuduğu kitapları benim okumamı istemiyordu ama baş edemeyince kendisi bana kitaplar almaya başladı ve onları okudum. O zamanlar, o devrimci ortamda birçok şeyi yaşamış olduk. Daha sonra o dönemde Devrimci Yol gerillaları vardı; onlarla görüştük. O görüşmeler, gidip gelmelerle birlikte ben de o devrimci hayatın içerisine girmiş oldum.
Partizan saflarında örgütlenmem 84’te başlıyor. Lisede olduğumuz yıllarda biz öncelikle bir Kürt örgütü kurmak istemiştik üç arkadaş. Epey de bir insan örgütlemiştik ama sonra arkadaşlardan ikisi vazgeçti. Üniversiteye giderken “Örgütlenmeye ilişkin hangi okullarda okursak daha iyi sonuçlar alırız” diye düşünerek bölümlerimizi seçmiştik. Ben hukuku seçmiştim o zaman ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdim. Yoldaşlarımla da orada tanıştım. Öncelikle ben düşüncelerimi anlattım, sonra onlar bana işçi sınıfının öncelikli olduğunu, köylülerle beraber devrim yapılacağını anlattılar. Onlarla birlikte hareket etmenin daha doğru olacağına karar verdim ve Partizan saflarında örgütlendim.
94 yılında bir operasyon sonucu cezaevine girdim. Dört kişiydik. Ama arkadaşlar sağlam çıktı. Gözaltına alındığımız dört kişiden bir tanesi savcılıktan bırakılırken, iki arkadaş ilk mahkemede çıktılar. Ben üyelikten ceza aldım, dokuz yıl cezaevinde kaldım. Ölüm orucunda sakat kalmamdan ötürü tahliye oldum. Zaten çıkmama da altı ay kalmıştı.
İlk ölüm oruçları 1982’de Diyarbakır Askeri Cezaevinde yapılıyor. Sonrasında 1984’te yine Diyarbakır ve İstanbul’da ölüm oruçları yapılıyor. 1987’de Eskişehir’de tabutluk diye nitelendirilen cezaevi kuruluyor ve devrimcilerin direnişleri sonucunda Eskişehir tabutlukları kapatılıyor. 1990 yılında tekrar açılmak istenince Buca, Ümraniye ve Erzurum cezaevlerinde yine direnişler yapılıyor ve açılması engelleniyor. Sonrasında Eskişehir tabutlukları yeniden açılıyor ve yeni tutuklananların Eskişehir cezaevine gönderilmesi sonucu 1996 ölüm orucu süreci başlıyor. Siz de ölüm orucu eylemine katılanlar arasındaydınız. Bugünden baktığınızda o süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
96 ölüm orucunda on ana talebimiz vardı. Bunların en önemlilerinden biri Eskişehir tabutluğunun kapatılmasıydı. Olaya şöyle bakıyorduk; Eskişehir bir tabutluk, siyasilerin Eskişehir’e götürülmesi siyasal onurumuza bir saldırıydı. Topluma yönlendirilen topyekûn saldırının bir parçası olarak değerlendiriyorduk bunu. Onun için ölüm orucuna gittik. Kırk beş güne kadar açlık grevi yapıldı, kırık beş günden sonra ölüm orucu başladı. 96 ölüm orucuna ne kadar insan katıldı bunu çok hatırlamıyorum. Burada şöyle bir şey söylemek lazım; 96 ölüm oruçlarında ölüm oruçlarının bir intihar olduğu, yapılmaması gerektiği vs. üzerine bir sürü tartışma sürdürülüyordu bir yandan da. Ölüm orucu intihar değildir. İntihar, bir insanın artık çıkmaza düştüğü an da yaptığı bir şey. Ölüm orucu ise insanın bütün silahlarını kullandıktan sonra bedenini silaha çevirme, bir savaşma yöntemi… Ölüm orucu sisteme karşı ideolojik ve siyasal bir saldırıdır. Bunları netleştirmek lazım…
Ölüm oruçlarına başlarken kişi kendisi mi gönüllü oluyordu yoksa kimlerin ölüm orucuna gireceği örgüt tarafından mı belirleniyordu?
Bizde örgüt belirlemiyordu. Ölüm orucu konusu açıldı, uzun uzun tartışıldı açlık grevlerinden önce. Bu süreçte içerinin durumu, dışarının durumu değerlendirildi. Ki o zaman ailelerin, tutsak yakınlarının destekleri ve devrimci grupların durumu çok iyiydi; birlikte hareket edebiliyorlardı. Dışarısı uygundu. İçeride ise onursuz yaşamayı kim ister! Koşullar uygun ve etkin olunca ölüm oruçlarına gitmenin zorunluluk olduğu ortaya çıktı. Çünkü o zamana kadar bütün eylemler yapıldı. Gardiyanlar rehin alındı, barikatlar kuruldu, müdür rehin alındı. Bu eylemlerden bir sonuç alamayınca ölüm oruçlarına başlandı. Süreç anlatıldı. O süreçte ölüm orucuna kimler gönüllü ise kendilerini açıklamaları istendi. Gönüllüler bir bir gözden geçirildi. Çünkü ölüm orucu basit bir eylem değil, ölüm anlık bir şeydir ama ölüm orucunda her gün hücre hücre ölüyorsun. O nedenle insanlar kendilerini önerdi, her yapı kendi örgütlülüğü içerisinde kimlerin ölüm orucuna gireceğine karar verdi. Zaten kırk beş gün içerisinde sonuç alınamazsa, eylemin ölüm orucuna dönüştürüleceği baştan belliydi.
Ölüm oruçlarında birincil talebin Eskişehir cezaevinin kapatılması olduğunu söylediniz. Eskişehir cezaevinin özelliği ve şu an ki F tiplerinden farkı neydi?
Eskişehir cezaevi özel bir cezaeviydi. Sekizer kişilik hücreler vardı ve biz hücrelere gitmek istemedik. F tipleri ise daha kötü. Tek kişilik ve üç kişilik hücreler. F tiplerinde uzun süre kalıp çıkanların durumlarının iyi olmayacağını düşünüyorum. Her yer beyaz duvar… Tek kişilik hücrelerde kendinle bile konuşamıyorsun bir süreden sonra. Ben F tipinde kalırken hücrelerde kavgalar başlamıştı. Birkaç kez yaşandı bunlar. Müdahale ettik, yatıştırdık, hücrelerini değiştirdik. Böyle şeyler de yaşandı.
Devlet toplumsal olayların geliştiği süreçlerde ilk olarak cezaevlerine yöneliyor. Sizce bunun nedeni nedir?
Devrimciler cezaevlerinde de bilinçlerini iyi koruyorlar. Devlet, devrimci militanların en iyi unsurlarını yakalayabiliyor. İster istemez onlar içeride olduğu için de mektuplarla vb. o düşünce yine dışarı ile bağ kuruyor. Ecevit, “Biz cezaevlerini teslim almadan ekonomi politiği uygulayamayız” demişti. Bunun anlamı bu yani… Başka bir anlamı yok. Çünkü cezaevlerine sürekli bir akış var. Diğer taraftan cezaevlerinde sadece dışarı çıkamıyorsun; onun dışında bütün örgütsel faaliyetlerini yapabiliyorsun. Tabii TDH’nin bir yanlışı var. Cezaevini merkezmiş gibi gören hareketler de oldu. Oradan yönetmeye, yönlendirmeye başlayan… Bu yanlışa düştüğün zaman zaten sen devletin oyununa düşmüş oluyorsun, bir yerde açık verirsin. Cezaevleri mücadeleye destek olduğu sürece bir sıkıntı yok ama cezaevleri hareketin önderliğini götürmeye kalkarsa orada yanlışa düşersin.
Ecevit’in “Biz cezaevlerini teslim almadan ekonomi politiği uygulayamayız” demesi ne anlamı geliyordu? Cezaevlerini teslim almak ekonomi politiğin uygulanabilmesi için neden bu derece önemliydi?
Biraz önce saydığım nedenler… Devrimin en direngen, en üretken elemanları cezaevinde… Bu bizim için bir gerçeklik olduğu gibi onlar da bu durumun farkındaydı. Mektup, not vs. ele geçiriliyor, dinleme yapılıyor vs. bir şekilde çalışmalar biliniyor zaten bilmeseler cezaevine atabilirler mi? O anlamda söylüyorum. İçerideki düşünce, dışarı aktığında örgütleniyor. Devlet için toplumun örgütlenmesinden daha kötü bir şey olabilir mi? Cezaevleri, dışarıyı örgütlediği için o politikaları uygulayamayacaklarını düşünüyorlar.
Ölüm orucuna katılmak irade ve kararlılık isteyen bir karar. Siz ölüm orucuna katılmaya nasıl karar verdiniz?
Önde olmak gerekiyorsa en önde olmam gerektiğini düşündüm. Hem kendi onurumu koruyacak hem de yoldaşlarımın onurlarını korumalarına yardımcı olacaktım. Birde ölüm orucunun, ölmenin hiç de bilinen bir ölüm biçimi olduğunu düşünmedim. Eylem sırasında hiç öleceğimi düşünmedim, aklıma gelmedi. Ölüm orucu bitti. Eğer iki üç gün daha devam edilseydi, ben de ölmüş olacaktım.
96 yılında ölüm orucu bir zorunluluktu. Bütün koşullar çok uygundu. Hem dışarıda aileler hem içerideki gruplar ortak hareket ediyordu. Böyle bir ortamı yakalamak çok zor… Böyle bir ortamda ölüm orucuna gidildiği zaman kazanacağımızı düşündüm ben. Birde az çok daha ileri insanlarız. Kendin girmeden başkasına “sen git” demek bana etik gelmedi. ‘Ben olmalıyım” dedim.
İnsani boyuttan baktığımızda ölüm orucu sürecinde veya sonrasında iç dünyanızda bir sorgulama yaşadınız mı?
Yukarıda da belirttiğim gibi öleceğimi düşünmedim ki sorgulayayım; hiç aklıma gelmedi ölmek. Ölünebilir tabii ama öleceğim de ne olacak? “Acaba ölmesem mi?” diye bir düşünce hiç aklıma gelmedi ki sorgulayayım. 69 gün boyunca ölüm hiç aklıma gelmedi.
Cezaevi dışındaki hava nasıldı, sizde nasıl bir atmosfer yaratıyordu?
Müthiş bir coşku yaratıyordu. Annelerimizin, dostlarımızın, yoldaşlarımızın yaptığı eylemler, o eylemleri televizyonda görmek bize müthiş coşku veriyordu. Sonra aydınların gelişi… Birçok aydın geldi, görüşüldü. Müthiş, değişik bir duygu… İkinci olarak, ciddi bir eylem yaptığında toplumu örgütleyeceğini düşünüyorsun. Belki şu an çok uçuk gelebilir insanlara ama ciddi bir eylem yaptığında toplumun etkileneceğini, toparlanacağını ve seninle birlikte hareket edeceğini düşünüyorsun. Ve o dönem bu düşüncelerimiz gerçekleşti. Mesela o dönemde yüzlerce Tuzla işçisi yürüdü bizim için. İyi bir şey yaptığını biliyorsun, bunun getirdiği bir duygu durumu…
Açlık grevi ile ölüm orucu arasında ki fark nedir?
Açlık grevinde bir hedef koyuyorsun, sonuç alamazsan bırakıyorsun. Ölüm orucunda sonuç alana kadar gidiyorsun, en önemli fark bu. İkincisi, kullanılan besinler… Açlık grevinde şeker, su bol bol tüketebiliyorsun. Ölüm orucunda sabah, öğle, akşam birer su bardağına bir kaşık şeker, birazda tuz atıyorsun akrilik dengeyi korumak için.
96 ölüm orucunda sonuç alınabilmişken dört yıl sonra yapılan 2000 ölüm oruçlarında bir sonuç alınamadı. Bunun nedenleri nelerdir?
96 sonrası bazı siyasal yapılar ölüm orucunu kendilerinin sürüklediğini, kendilerinin kazandığını söylemeye, yazmaya başladı. Bunun etkisi ile ister istemez içeride bir dağılma oldu. Kendi aile derneklerine bir daha diğer aile dernekleri ile birlikte hareket etmeme talimatı verdiler. Aydınlara “siz kontrgerillasınız, hesabını soracağız” diye tehdit mektupları gönderdiler. Bu gibi yaşananlardan dolayı dışarıdaki hareketlenme düşüp içeride de parçalanma olunca iki eylem arasında çok farklı bir sonuç oluştu. Ama en önemli sonuç 2000 ölüm orucunun erken başlaması, zamanlamasının yanlış olması. 2000’de ölüm orucuna gidilmesine ihtiyaç yoktu. Açlık grevine gene gidilebilirdi ama ölüm orucuna gitmenin zamanı değildi. Bizim yapı olarak düşüncemiz şuydu, ölüm orucuna gidecek insanları belirleriz, fiili olarak F tiplerine götürürlerse orada eyleme başlarız. Bu arada da F tiplerine gitmemek için de elimizden gelen her şeyi yine yaparız. Bu karara ikna ettiğimiz yapılar da oldu. Görüşmeler başladı. Son görüşmede 3 kapı 3 kilit dediğimiz sistem önerildi. Yapılar olarak kendi içimizde görüştüğümüzde olabilir dedik, kabul edilebilir bir öneri. Ama bir yapı masayı terk etti. O yapı masadan kalkınca da anlaşma olmadı.
İki ölüm orucu arasında çok önemli bir fark daha var. 2000 ölüm oruçları uzun süreli açlık grevleridir. Ölümler oldu ama uzun süreli açlık grevine dönüşmüştü. B1 vitaminin kullanılması bilinci açık tutuyordu. Bilinç gövdeye hükmettiği için daha uzun sürmüştür. Daha uzun sürmesi de birçok bakımdan darboğaza yol açmıştır. Devlet, “bunlar dört yüzlü beş yüzlü günlere kadar gidiyor. O halde o vakte kadar müdahale etmeyeceğim” demiştir. Böylece 2000 ölüm oruçları ile elimizdeki bir silahı aldık, devletin eline verdik.
Biz 96 ölüm oruçlarında B1 vitaminini bilmiyorduk. B1 vitamini 96 ölüm orucundan sonra nörologların önerdiği bir şey. Bilseydik de ben kullanılmasını istemezdim. Ölüm orucu ise ölüm orucu, o nedir dört yüz beş yüz gün… O daha yıpratıcı bir süreç. Şu andan bakınca 96 ölüm orucunu doğru buluyorum, 2000 ölüm orucunu doğru bulmuyorum. 96 ölüm orucunda sonuç alamasaydık bile yerinde bir eylemdi. Koşulları uygundu. 2000 ölüm orucunda onca yapı var; çok az sayıda yapı gidiyor ölüm orucuna. İçerisi dağınık, dışarısı dağınık…
96 ölüm orucundan kalma bir anınızı anlatabilir misiniz?
Şöyle bir anımız var. Biz ölüm orucundayken annemler Ankara’ya bakanlığa görüşmeye gidiyorlar, polis saldırıyor. O saldırı sırasında bir gencin başka bir genci dövdüğünü görüyor annem ve terliği alıyor koşuyor döven kişiyi dövmeye. Annemi falan alıyorlar spor salonuna koyuyorlar. Yanına dövdüğü genç geliyor, ana kafamı çok kötü şişirdin sen, diyor. Meğer polis diye arkadaşlardan birini dövmüş.
69 günlük ölüm orucu sürecinde bilinciniz hep açık mıydı?
Bilincim hep açıktı, kan kusmaya başlamıştım. Rıza diye bir arkadaşımız vardı. Rıza beni tuvalete götürdü bir gün. Tabii kolumuza giriyorlar, yürüyemiyoruz. Elimi yüzümü yıkadım filan. İlk defa kan kusmaya başladım. Rıza paniklemeye başlayınca elimi omzuna attım. Yoldaş bırak kızıllaşıyoruz, dedim. Böyle de bir anımız var. Devrime olan inancımız, bilincimiz bu direnci yaratıyordu.
Ölüm oruçları sırasında aydınların yaptığı arabuluculuk süreçleri nasıl bir etki yaratıyordu?
96 sürecinde aydınların iletişime geçmesi sonlara doğrudur. Zaten artık bir tarafın Eskişehir cezaevine gitmeyeceğini, bir tarafın da götüremeyeceğini anladığı bir süreçti. Aydınlar da bir katkı sağlamış oldu. Aydınlar ile birlikte bir plan çizildi, orta yol bulunmaya çalışıldı. Belli plan, programlar yapılmaya çalışıldı. 2000 sürecinde de bir arabuluculuk olduğunu, başlarda iyi gittiğini ve sonrasında bozulduğunu hatırlıyorum ama ayrıntıları hatırlayamıyorum. Bozulma sebebi de bazı yapıların tavrıydı. “Biz F tiplerine gitmeyeceğiz, F tiplerini hiçbir zaman kabul etmeyeceğiz, F tiplerini başınıza yıkacağız” söylemleri…
F tiplerine geçilmeden önce farklı siyasetler kalabalık gruplar halinde kalabiliyordu. O koğuşlarda düzen nasıl sağlanıyordu, sorunlar yaşanıyor muydu?
Ben Bayrampaşa’da kaldım. Bayrampaşa’da kalabalık yapıların kendine ait koğuşları vardı. Birden çok yapının yer aldığı karma üç koğuş vardı. Bizim yapı da karışık bir koğuştaydı; üç yapı vardı koğuşta. Koğuştaki kalan sayısı 120-160 kişilere çıktığı da oldu ama ölüm orucu sürecinde 60 kişi falan kalıyordu bir koğuşta. Ortak komün vardı. Bizim 4. koğuşta iki komün vardı. Bir yapı kendi komününü oluşturmuştu. Diğer yapılar olarak biz ortak komünü kullanıyorduk.
Ölüm oruçları sonrası tedavi süreci nasıl yapılıyordu?
Aslında tedavi özellikle su içememeye başladığın zaman başlıyor. Bir damla su bile içemiyorsun. O durumdayken arkadaşlar petleri buzdolabına koyuyorlar, ince buzlar yapıyorlar, o ince buzlarla su veriyorlardı bize. O buzları da alamayanlara vücutlarını nemlendirerek su veriyorlardı. Bu da aslında bir tedavi…
Ölüm orucu sonrasında ben epey ağırlaşmıştım. Beni yedi kişi ile birlikte Çapa Tıp Fakültesi’ne götürdüler. Çapa’da bir hapishane koğuşu oluşturdular, bize orada baktılar. 1.5-2 ay kaldık orada. Oradaki doktorlar 84 ölüm orucunda hastalanan arkadaşları da tedavi etmişler, bize de iyi baktılar. Bizi önce mamalarla beslediler, bir yandan da serumlar veriyorlardı. Sonra çorba ve katı şeyler yemeye başladık.
Bizim Mehmet Ali diye bir arkadaşımız vardı, idam verdiler, hala içeride. Bizi film çekmeye götürüyorlardı, merdivenin başında polisler duruyordu. Polislere büyük öfke duyuyordu. Korsakofflu, hiçbir şey hatırlamıyor her şeyi unutuyor ama bu sınıf bilincini unutmamıştı. Bu beni etkileyen bir anıdır.
Tedavi sonrası süreçte ne gibi şeyler yaşadınız?
1.5-2 ay kadar hastanede kaldık. Sonra devlet çok zorladı götürülmemiz için, koğuşa gittik. Biz koğuşa gittikten sonra doktorlar önce 15 günde bir, sonra ayda bir, en sonda üç ayda bir gelmeye başladılar. Ölüm orucu süreci herkesi aynı etkilemiyor; kişinin bünyesine, yapısına, bilincine göre değişiyor bu etki. Ben sese dayanamıyordum mesela, bir ses duyunca bayılıyordum. Bizim bir arkadaş vardı Ali diye… Doktordu Ali. Ondan psikiyatri kitabı istedim. Orhan diye bir hocasının çok güzel bir kitabı olduğunu söyledi, dışarıdan getirttik kitabı. Ruh hastalıkları ve Tedavileri diye bir kitap… Hiç unutmam, mavi kaplıydı. Bir yoldaş kitabı görünce, “Kim bu kitabı isteyen deli?” diye sormuştu. “Benim o deli…” diye gülüp aldım kitabı. Sonra kitapta ‘psikosomatik hastalıklar’ diye bir bölüm buldum. Kendimde olan bütün verileri bir kâğıda yazdım. Hastalığımı bulup öğrendikten sonra bir daha bayılmadım.
Cezaevine gittiğimde çok yürüyemiyordum, yarı yatalak gibiydim. Ancak biri koluma girince yürüyebiliyordum. Çok utanıyordum. Yürüyeceğim ama bir bahane gerekiyor. Utancımdan yürüdüm. Yazmak konusunda sıkıntı yaşıyordum. Beynimde bir sürü şey dolaşıyordu yazılacak. Elim tam kapanmıyordu o zaman. Kalemi elime sarıp yazıyordum; koca koca yazılar… İlk bir iki ay böyle geçti. Artık kendim tuvalete gidebiliyordum. Bir akşam tuvalete giderken baktım, mutfak bölümünde Selim diye bir arkadaş üstten aşağı vurarak bir makinede yazıyor. Eğildim yukarıdan baktım, “Eyüphan ne yapıyorsun?” dedi. “Kusura bakma ben de böyle bir alet arıyordum kendime. Buldum,” dedim. Daktilo ile daha önceleri de işim olmuş ama aklımda öyle bir kavram kalmamış. Sonra daktilo ile yazmaya başladım. Geceleri durmadan yazıyorum. Yazılar, şiirler, öyküler yazıyordum. Millet rahatsız oluyordu sesten. Bir arkadaş dedi ki, “Elektrikli bir daktilo var, ses çıkarmıyor.” Dışarıdan bulup getirdiler, millet rahatladı.
Cezaevinden çıktıktan sonraki sürecinizi anlatabilir misiniz?
Normalde benim 97’de tahliye edilmem gerekiyordu, hastaydım; etmediler. Sonradan öğrendim ki meğer başka bir dava daha varmış. 2003 yılında çıkmama altı ay kala tahliye ettiler.
Ben 96’da iyileştim ancak 2000 katliamında atılan gazlar vs. beni çok kötü etkiledi ve yeniden hastalandım. 96’dan daha kötü oldum. Yarı yatalak çıktım. Tekerlekli sandalye kullanıyordum. Arkadaşım da olan bir doktora gittim ve bana tekerlekli sandalyenin artık yaşamımın bir parçası olduğunu söyledi. Ama ben “Kullanmayacağım” dedim ve tekerleğini bile çevirmedim. Bir yere gideceğim zaman birini çağırıyordum, gelirse gidiyordum, gelmezse gitmiyordum. Kullanırsam alışacaktım, rahatıma gelecekti ve yürümek için yeterli çabayı göstermeyecektim. Sonra 6 aylık süreç bitince rapor almam gerekiyordu, gidemeyince aranmam çıktı, bir arkadaşımın evinde bir, bir buçuk yıl kaldım. Bizim Tohum Kültür Merkezi vardı, dört yıl kadar orada çalıştım. Kültür merkezinde çalışırken eski eşim Nurten geldi Almanya’dan ve daha önce görmüş olduğum denge sağlayan bir aleti istedim. O aleti getirdiler yurtdışından ve o aletle yürümeye başladım, bir yıl kadar sürdü bu. Sonra tek başıma yürümeye başladım. Kültür merkezinde ayrıca bipolar bozukluk hastalığım da gelişti. Wernicke Korsakoff hastalığım zaten vardı.
Çıktıktan sonra bir süre Dayanışma Evi’nde kaldım. Annem rahatsızlandı, ona bakmak zorunda kaldım ve dayanışma evinden ayrıldım. Ayrıldıktan sonra benim gibi diğer hasta arkadaşlar ile iletişimimiz koptu. Şimdi çok nadir görüştüklerim var.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu röportajı okuyan arkadaşların şunu bilmesini isterim; insanın, bilinci istedikten sonra yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığını düşünüyorum. Onlarda böyle düşünsünler. Bu sürecin köhneliği insanların üzerine sirayet etmiş ama kimseyi yıldırmasın.
Ben hala partizanım ve kimse bunu değiştiremez…
Bize vakit ayırdığınız için teşekkürler.
Hazırlayan: Eren Arin Altay