Ölümünün 104. yılında Mustafa Suphi’nin Mirası – Mehmet Turan

“Hür milletlerin hür birliği” geçmişte olduğundan daha yakıcı bir ihtiyaçtır.

Bugün Türkiye Komünist Partisi’nin doğuşundan önceki emperyalist savaş koşullarına benzer bir sürecin içinde yaşıyoruz. Aktörlerin kimileri değişse de o dönemdeki gibi bugün de Ortadoğu’da haritalar yeniden çizilmeye çalışılıyor. Filistin’de başlayıp Lübnan ve Suriye’yi boğan, Yemen’i içine alarak devam eden emperyalist, Siyonist savaş; TC sömürgeciliği ve Körfez gericiliklerinin müttefikliği ile İran’a kadar uzanmıştır.

1905 ile 1920 arasında emperyalist kapitalizme karşı nasıl ki başta Ekim Devrimi olmak üzere yeni devrim, direniş ve isyan hatları ortaya çıktıysa bölgemiz bugün de devrim ve karşı-devrimin olağanüstü kapışmasına sahne olmaktadır. Mustafa Suphi ve TKP’yi ele alırken günümüzde gerçekleşen savaş, işgal, direniş ve isyan boyutlarıyla birlikte ele almak en doğru yaklaşım olacaktır. Ekim Devrimi kendi döneminde Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da nasıl ki yeni devrimci atılımların doğuşuna ebelik ettiyse günümüz Rojava, Doğu ve Güney Kürdistan, Lübnan, Yemen, Şia ekseni, özelde kadın gençliğin başını çektiği demokratik İran muhalefeti ve Filistin direniş hatları da benzer şekilde emperyalizm, Siyonizm ve bölge gericiliklerine karşı yeni yeni isyan dalgaları ve direniş hareketlerinin zeminini örmektedir. Bölgede eksik olan sadece Türkiye’nin emekçi ve devrimci kuvvetleridir!

Türkiye Devrimci Hareketi, ülkemizin çok zor bir dönemden geçtiği koşullarda mevcut sorunların temel nedenlerini bulmak için tarihe dönmek zorundadır. Çünkü Türk egemen sınıfları bambaşka koşullarda ama hala bundan 100 yıl öncesinin benzer resmi ideolojisiyle (Türkçülük ve neo-Osmanlıcılık) hareket etmektedirler.

*******

Osmanlı-Türk tarihi Kemalist ideoloji tarafından görülmemiş derecede halklarımızdan, hatta dünyadan saklanabilmiştir. Bu anlamda Osmanlı-Türk tarihinin saklanmış-gizli bir yüzü daha vardır. Yeterince aydınlığa kavuşturulamamış bu tarihsel dönemlerden biri de 1905-1920 arasında gerçekleşen olaylardır. Mustafa Suphi’nin mirasından bahsederken zaman zaman bu olaylara da değineceğiz.

Mustafa Suphi’nin mirası, çoğu sol çevre tarafından onun mücadele çizgisi ve ideolojik birikimi yeterince kavranmadan sadece sembolik olarak sahiplenilmiştir. Küçümseyerek sahiplenmeyenler de vardır. İttihatçılıktan sosyalizme nasıl yükseldiği, bunu gerçekleştirirken geçirdiği aşamalar, kurduğu ittifaklar, Avrupa’dan Asya bozkırlarına nasıl koşuşturup durduğu, Sovyetlerle kurduğu inişli çıkışlı ilişkiler; tüm bunların yüzeysel kavrandığını düşünüyoruz. Suphi’nin mirası konusunda tarihsel belgelere dayalı ciddi emek vermiş çok az sayıda aydın, kurum ve çevre vardır. TÜSTAV, İştiraki dergisi, Ahmet Kardan, Hamit Erdem, Emel Akal ve Yeni Kuşak araştırmaları derleyen Doğan Çetinkaya ve çevresindeki akademisyenlerin araştırmaları devrimci hareketler tarafından yeterince incelenmemiştir. Bu durum Suphi’nin tüm yönleriyle gerçek anlamda tam sahiplenilmemesini, gelecek kuşaklara bu mirasın eksik aktarılmasını da beraberinde getirmiştir.

Hilmi Ziya Ülken, Niyazi Berkes, Rasih Nuri İleri, Mete Tunçay, Faroz Ahmad, Dumont, Yerasimos, Kerim Sadi, Yalçın Küçük ve benzeri 1950-70’li yılların aydınlarının çalışmaları ise önemli olsa da hem çok eksik hem de ciddi hatalar içermektedir.

Örneğin Mustafa Suphi’nin Ermeni sorunu hakkındaki görüşleri nedir, bu pek bilinmemektedir. Galiyev ile birlikte Stalin’e karşı Doğu halklarının geleceği hakkındaki farklı görüşleri keza az bilinmektedir. Mustafa Suphi, Orta Asya Türkçülüğünün liderlerinden Zeki Velidi Togan’ı peşinde Çeka olduğu halde neden Bakü’de TKP’nin binasında saklamıştır? M. Suphi, Doğu Halkları Kurultayı’nda Enver Paşa’nın yazılı metni okunurken neden ona söz hakkı verilmemiştir? SSCB aynı zaman diliminde hem Ankara hükümeti hem Enver paşa hem de Mustafa Suphi ile ilişki kurarken bundan maksadı neydi? Mustafa Suphi, kendi tabiriyle “minimalist milliyetçilikten” demokratik milliyetçiliğe nasıl geçti? Mustafa Suphi’nin Türkiye için öngördüğü “federal bir cumhuriyet” anlayışının muhtevası neydi? Yine bu cumhuriyet içinde hangi halklara idari-siyasi bir özerklik verilmesi gerektiğini düşünüyordu? TKP kongresinde M. Suphi’ye muhalefet eden “İstanbul grubunun” amacı neydi, kimdi bunlar? Mustafa Suphi’nin Anadolu’ya geçmesi söylendiği gibi gerçekten “zamansız ve hazırlıksız” mıydı? Doğu Halkları Kurultayı gerçekten sömürge halkların kurtuluşu için ciddi bir adım mıydı, yoksa sadece Sovyetlerin emperyalizme karşı bir gözdağı vermesi miydi? Tüm bu soruların cevaplarının verildiği çok daha kavratıcı, çözümleyici bir sahiplenmenin takipçisi olmak gerekirdi.

*******

Türkiye’de modern anlamda sosyalizm 1900’lü yılların başına dayanmaktadır. O dönemden bu yana hatırı sayılır bir birikim ve deney yaşanmıştır. 68 ve 78 kuşağı, siyasi mücadelenin sıcak gündemi içinde yol alırken, doğal olarak bu büyük birikimin 2000’li yıllardan sonra farkına varılmıştır.

Son 10 yıldır yeni kuşak tarihçilerin daha derinlikli çalışmalarına baktığımızda; (Osmanlı’da Marksizm ve Sosyalizm/Yeni Kuşak Çalışmalar 2021) mesela herkesin hemfikir olduğu Osmanlı’nın ilk sosyalistlerinin ağırlıklı olarak gayri Müslim uluslardan oluştuğu, yani gayri Türk olduğu tezinin çok doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. En az gayri Müslimler kadar genç Müslüman-Türk aydınlar ve emekçilerin de sosyalist hareketler içinde yer aldığı görülmektedir. 1908 öncesi Osmanlı sosyalizminde Gayri Müslimler ağırlıktayken 1908 sonrası Osmanlı Türk halkı da mücadeleye aynı oranda katılmıştır. Yani, Osmanlı’da sosyalizmin salt gayri Müslimlere has bir hareket olduğu doğru değildir. Bunun ötesinde İstanbul’daki Rum sosyalistler, 1930’lu yıllara kadar TKP içinde aktif faaliyet göstermişlerdir.

Mete Tunçay’ın Erik J. Zürcher ile birlikte yazdığı “Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik 1876-1923” isimli kitapta gayri Müslimler dışında Müslüman Türklere ayrı bir başlık dahi açılmaması sanayi işçi sınıfının Müslümanlar arasında çok yavaş gelişmesi ile bağlantılandırılır ki bu ekonomist, sınıf indirmeci bir anlayıştır. Müslüman Türklerin neden sosyalizmle ilişkilendirilemeyecekleri, sosyalizmi sadece sanayi işçilerinin omuzlayabilecekleri ile açıklanmaktadır!

Türk sosyalizminin prelüdü” : S E L A N İ K

Yeni kuşak tarih çalışmalarında gösterildiği gibi Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1910 tarihli  “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç” romanında dönemin anarşist ve sosyalistlerinden bahsedilmesi ilginç bir ayrıntı olarak görülebilir. Ama daha önemlisi ”Yeni Kuşak” çalışmalar özellikle Selanik merkezli genç Türk aydınların faaliyetlerine dikkat çekerek tarihte pek bilinmeyen ya da üzerinde fazla durulmayan bir dönemi açığa çıkarmıştır. Selanik, İstanbul’dan çok önce erken Türk sosyalizminin izlerini taşımaktadır. Yeni kuşak çalışmalar Selanik’i 1908 öncesi “Türk sosyalizminin prelüdü” olarak görürler. Mesela TKP liderlerinden Şefik Hüsnü (Deymer) sosyalizmle ilgilenmeye 1905’te Selanik’te başlar. Bilindiği üzere 1905 Rus devrimi hem 1908 Jön Türk devrimini hem de Osmanlı sosyalizmini ciddi ölçüde etkileyen bir olaydı. 1905’deki Kavala tütün grevini de düşündüğümüzde, Selanik merkezli genç Türk aydınlarının mücadeleden geri durmayacakları daha iyi anlaşılacaktır.

Kavala tütün işçileri için bir başarı hikâyesi olan 1905 grevi, Tütün Amelesi Saadet Cemiyeti tarafından organize edilmiş olup, Osmanlı’da bir sendika öncülüğünde gerçekleştirilen ilk grevdir. Bu sendika 1901 yılında kurulmuş olan çok etnili bir cemiyettir. 10.000 civarında işçinin katıldığı 1905 Kavala grevinin örgütleyicisi de bu cemiyettir. 32 kişilik yönetim kurulunun 15’i Müslüman, 15’i Hıristiyan, 2’si Yahudi, farklı din ve uluslardan üyelerin kardeşçe bir arada örgütlendiği bir sendikadır. Cumhuriyet sonrası mübadele döneminde Yunanistan’dan Anadolu’ya sürgün edilen Türkler içinde tütün işçileri de mevcuttu. Fransızlara ait Samsun reji fabrikasında kızıl sendikacılığın öncülüğünü yapanların bir kısmı işte bu göçmen işçilerdi. TKP’li Mehmet Bozışık ve Zehra Kosova bu geleneğin sürdürücüleri içinde en bilinenleri oldular.

“Yeni Kuşak Çalışmalar” kitabında “Erken Türk sosyalizmine” dair verilen örneklerle devam ediyoruz. Bunlardan biri Narodnik lider ve militan Vera Figner’in hayat hikâyesinin tercüme edilmesidir. Bir diğeri Tolstoy çevirileridir. Selanik’te çıkarılan “Çocuk Bahçesi” isimli çocuk dergisi görünümlü yarı yasal fikir dergisi ise bize “prelüd” hakkında daha fazla bilgi vermektedir. Sendikalizm üzerine, emek-sermaye çelişkisi üzerine yazılar, Anna Karenina çevirisi, Henrik İbsen’in sosyalizm anlayışı, Fransız devriminin işçi sınıfının taleplerini karşılamaması, Hollanda edebiyatı ve köylülük, İtalyan kriminolog Cesare Lambroso’un “Anarşizme Dair” kitabının çevirisi. (Yeni Kuşak Çalışmalar)

Bu derginin yazarları, yaşları 18 ila 24 arasında olan şair Mehmet Emin Yurdakul, Rasim Haşmet, Hakkı Baha Pars, Akil Fevzi Koyuncu, Raif Necdet Kestelli, Hüseyin Hüsnü, Enis Avni Akagündüz, Yusuf Osman, Mehmet Zekeriya Sertel, Nebi-zade Ahmet Hamdi ve Ali Canip Yöntem; tüm bu şahıslar Selanik’teki erken Türk sosyalizminin genç aydınlarıdır. Bu gençlerin ailelerinin bazıları “dönme” olarak tabir edilen Sabetayist kimliğe sahip olsalar da kendilerini Türk olarak telakki etmekte, Yahudi ya da Müslüman dini ile hemen hiç ilgileri bulunmamaktadır. Ne iki dinli ne de ateisttirler. Daha çok panteist özelliklere sahiptirler. Hemen hepsi birden fazla yabancı dil bildikleri için yurtdışındaki yayınları takip edebilmektedir. Çoğu yoksul ve çalışmaya muhtaç gençlerdir. Ve en önemlisi o dönemde Selanik’te ciddi örgütlenmeye sahip İttihatçılarla çok az ortak yanları vardır. Narodniklerle, ütopik sosyalistlerle, Proudhon ve Tolstoy ile sarmaş dolaş olan bu genç aydınların eserlerinde yoksullara ve emekçilere gösterilen ilgi, sevgi, emek vurgusu ve eşitlikçi toplum ideali hep ön planda olmuştur.

“Erken Türk sosyalizmi” evvela insanlık/yoksulluk temasıyla ve edebiyat, daha çok da şiir formatında ortaya çıkmıştır. II. Abdülhamit’in baskıcı dönemindeki sosyalist görüşler, yazılan şiirlerin şemsiyesi altında kendilerine koruyucu bir kalkan bulmuşlardır. F. Engels’in ütopik sosyalistler için yaptığı tespit, erken Türk sosyalistleri için de geçerlidir. Sosyalizme yakınlık duyan Türk aydınları da aydınlanmacılar gibi proletaryanın çıkarları için değil, insanlığın genel çıkarları için öne atılmışlardır. Selanikli genç Türk aydınların “Türklükle imtihanı” ise Selanik’te yaşayan en yoksul kesim Türkler olduğu için, gayet sınıfsal bir nitelik taşımıştır. Yazı ve şiirlerindeki Türkler, alt sınıftan ezilen Türklerdir.

1908 Jön Türk devriminden sonra Selanik tam anlamıyla ”Kâbe-i Hürriyet” in şehri olmuştur. Bu dönemden sonra Türk aydınlarının daha sosyalizan görüşleri savunduğunu görürüz. Mustafa Nermi isimli genç “Vatan ve Sosyalizm” makalesinde “Askerlik vahşettir. Onda hiçbir mukaddeslik yoktur” diyecek kadar ileri gidebiliyordu. Yahudilerin ağırlıkta olduğu Selanik Sosyalist İşçi Federasyonuna (SSİF) bu dönemde genç Türk aydınları ve işçi sınıfı içinden de katılımlar olmuştur. Örneğin SSİF’a bağlı olan Selanik Öğretmen Sendikasında Türk sosyalistler etkin bir konuma ulaşmışlardı. “Yeni Kuşak Çalışmalar” kitabı, SSİF’in “Erken Türk sosyalizmi açısından en önemli ve etkili sosyalist yapılanma” olduğunu belirtmektedir. SSİF, Tatil-i Eşgal Kanununa (sendika ve grev yasağı getiren yasa) karşı geçekleştirdiği kitlesel mitingde konuşmacı hatip olarak genç bir Türk öğretmeni seçmiştir.

Milli İktisat İdeolojisi

Geleneksel sol kesimlerde Müslüman-Türk halk sınıflarını temsil eden sosyalistlerin dönemin milliyetçi görüşlerinden ağır şekilde etkilendiğine dair, 1990 sonrasının sivil toplumcu-liberal tezlerinin de çok geçerli olmadığı görülmektedir. Dönem gereği sadece Osmanlı imparatorluğunda değil, Avrupa’da, Balkanlarda ve Kafkasya’da milliyetçilikten etkilenmeyen hiçbir sosyalist hareket olmamakla birlikte, bunun muhtevası “demokratik bir milliyetçiliktir”. Irkçı-şoven değildir.

II. Meşrutiyet ile birlikte ortaya çıkan “milli iktisat” ideolojisinin sağdan sola tüm kesimleri etkisi altına aldığına dair inanışın doğruluk derecesi de tartışmalıdır. Millî İktisat anlayışı Osmanlı-Türk sosyalizmini gerçekten çok derinlemesine etkilemiş midir? Bu anlatı, sermaye birikiminin gayri Müslimlerin elinde biriktiğini, Müslüman-Türk toplumunun bu konuda zayıf kaldığını ileri sürer. Buraya kadar doğru, ancak imparatorluğun yarı sömürgeleşmesinde Osmanlı bizzat suçlu olmasına rağmen, tüm sorumluluk Gayri Müslimlerin üzerine atılır. Osmanlı’ya ihanet etmiş pozisyonuna getirilirler. Gayri Müslimler Osmanlı içinde zenginleşen kesimler olurken, Müslüman-Türklere düşen devlet memuriyeti ve tarımsal faaliyetlerle sınırlı işlerdir. Burada gayri Müslim uluslar kendi içindeki ezen-ezilen sınıf ayrımı gözetilmeksizin, topyekûn emperyalizmin komprador işbirlikçileri olarak resmedilmiştir. Hiç abartısız günümüzde bile etkili olan bu anlayış, içeriksiz, kof bir antiemperyalizmin de tarihsel kaynağını teşkil etmiştir. Koskoca Osmanlı İmparatorluğunu emperyalizme bağımlı kılan, topraklarının işgaline neden olan sözüm ona gayri Müslimlerdir, İstanbul’daki işbirlikçi-feodal rejim değildir, noktasına getirilen bir tarih anlayışıyla karşı karşıya kalınmıştır.

Ermeni tehciri ve soykırımı, 6-7 Eylül Olayları, tüm bunların kökünde milli iktisat ideolojisinin otarşik sermaye (ekonomik milliyetçilik) anlayışı vardır. Sözde yabancı sermayeden kendini bağımsız kılma adına, ekonomi dışı zor ve baskı ile ülke içi sömürüyü katlamaktır bunun adı. Gayri Müslimlerin mallarına el koymak, onları iktisaden ulusal pazardan dışlamak, antiemperyalizm olarak yutturulmak istenmiştir. 100 yıl sonra bile İstanbul’da Hrant Dink’i, Trabzon’da Rahip Santaro’yu, Hatay’da Anadolu Katolik Kilisesi Piskoposu Luigi Padoveseyi, Malatya’da Zirve yayınevi çalışanı iki misyoneri katleden işte bu zihniyettir.

Galata bankerlerinden borç almayı bilenler, Düyun-u Umumiye’yi kuranlar, Alman emperyalizminin gemilerini kullanarak cihan savaşına katılanlar, Sarıkamış’ta yüzbinlerce Anadolu köylüsünü telef edenler, Ermeni tehcirinde sahipsiz kalan çocukları subay ailelerine evlatlık verenler, Karadeniz Rumlarını Topal Osman eliyle katledenler suçlu değildir! Tüm suç Anadolu’nun o dönem milyonlarca nüfusa sahip otokton halklarıdır, Rumlar ve Ermenilerdir! Her ne hikmetse gayri Müslimlerin tümü, milyonlarcası “sömüren-sömürülen ayrımı” yapılmaksızın topyekûn emperyalizmin komprador sınıfı olarak damgalanmıştır. Kendi içlerindeki her türlü sınıfsal bölünmeler göz ardı edilmiştir. Türk milliyetçiliğinin doğuşu olmasa da gelişimi Gayri Müslimlerin katli, mallarının yağmalanması ve topraklarına el konulmasıyla, Kürtlerin kurtuluş savaşındaki stratejik rolüne rağmen aldatılması ve tüm bunlara emperyalizmin göz yumması ve zaman zaman desteklemesiyle gerçekleşmiştir. Güncel tarih hala bu zemin üzerinden kendini sürdürmektedir. Oysa dönemin Müslüman Türk sosyalizminde olsun, Mustafa Suphi’ nin düşüncelerinde olsun, Anadolu’nun kardeş ve yerli halklarına karşı böylesine kin kusan bir anlayışın zerresini dahi bulamazsınız. Bu anlamda önemle belirtmek gerekir ki, Türkiye’de sosyalizmin doğuşu enternasyonal karakterdedir. Türkiye’de sosyalizm, doğuşundaki bu ideolojik karakterini Kemalizm’e yaslanarak sonradan kaybetmiş, başkalaşmıştır.

Osmanlı-Türk toplumlarındaki mevcut sosyalist akımların dönemin milliyetçilik rüzgârlarından çok derinlemesine etkilendiği inanışı bugünü anlamak açısından tartışılmaya muhtaçtır. Etkilenme ile harekete rengini verme farklı şeylerdir. Türkiye solunun kendi tarihsel köklerinde eğer çok derin bir milliyetçilik varsa bunun açığa çıkarılması gerekir. Burada temel alacağımız kişilik Mustafa Suphi’dir. Bu meseleyi onun mücadelesi etrafında inceleyeceğiz. Çünkü biliyoruz ki o da önceleri ITC (İttihat Terakki Cemiyeti) üyesiydi ve siyasal görüşlerinin şekillenmesinde Türkçülüğün izlerini taşıyordu. Tarih yazımında üzerinde en az durulan meselelerden biri de budur. M. Suphi bu görüşlerinden; Fransız sosyalizmi, İttihatçılık, Tatar Cedidciliği, Galiyevci Müslüman komünizmi, tüm bunları birer birer aşıp nasıl Anadolu Komünizmine ulaşmıştır? O kendi döneminde böylesi bir enternasyonalizmi yakalamışken Türkiye Devrimci Hareketi nasıl olur da Kemalizm’le sosyalizmi kaynaştıran millici görüşleri uzun yıllar koruyabilmiştir? Mustafa Kemal’in Mustafa Suphi’yi Ankara’ya kendi kurduğu resmi komünist partiye davet etmesi, Suphi’nin bunu kabul etmeyerek bağımsız bir yürüyüşle Türkiye’ye giriş yapması, ardından 14 yoldaşı ile birlikte katledilmesi, bu bile geleneksel Sol’u Kemalist solculuktan döndürememiştir. Mustafa Suphi’yi hem Türkiye Devrimci Hareketi’nin öncüsü olarak görüp hem de Kemalizm’le 100 yıl boyunca içli dışlı olmak, Sol’u kendi halkı karşısında yabancı bir güç haline dönüştürmüştür. Önderi olarak kabul ettiği Mustafa Suphi’yi katleden devleti karşısına alamayan bir solculuk kendi halkına nasıl güven verebilirdi ki? Türkiye’deki sağ-muhafazakâr kesimlerin Kemalizm’le ilişkilenmesi göstermelik ve pragmatisttir. Sol kesimlerde ise bu, ne yazık ki ideolojiktir!

Karadeniz Katliamı ve Sovyetler

Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye girişi hakkında nerdeyse tüm sol çevrelerin üzerinde hemfikir olduğu yanlış bir inanış vardır. Suphi’nin ülkesine dönüş biçimi ve zamanlamasının “hazırlıksız” ve “zamansız”, dolayısıyla maceraperestçe olduğu söylenir. Bu söylemin kaynağı SSCB’dir. Ve bu bilgi çarpıtmasına Türkiyeli komünistler de SSCB dünya komünist hareketinin lideri olduğu için çok sorgulamadan gözü kapalı inanmıştır. Bu konuda sadece Mihri Belli “Kemalizm karşısındaki zayıflık bize dışardan, bizzat Komünist Enternasyonal tarafından dayatıldı” diyebilmiş, ama sorunun esasına ve ayrıntılarına girmemiştir.

“Karadeniz katliamı karşısında tam bir suskunluğa gömülen Bolşevik Partisi yönetimi ve Sovyet devleti, hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyecek bu tutumunu haklı çıkarabilmek için Suphi’yi ‘maceracılıkla’ suçlar ve Komünist Enternasyonal yönetimi de Türkiye Komünist Partisi’nin 1920 Eylül’ündeki kuruluş kongresini geçersiz sayar!” (Ahmet Kardam/Karanlıktan Aydınlığa Mustafa Suphi)

“Mustafa Suphi ‘zamansız ve hazırlıksız, dolayısıyla yanlış bir Türkiye’ye dönüş macerasının acı ama kaçınılmaz kurbanı’ haline getirilerek, ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı da dâhil olmak üzere, tüm programatik görüşleriyle birlikte tarihten ve Türkiyeli komünistlerin belleğinden silinmeye çalışılır. Partinin daha sonraki yönetimleri de bu tutuma ayak uydurur.“ (Ahmet Kardam, Agos Gazetesi Röportajı)

Oysa bu konuda SSCB asıl suçludur! 1927 yılının Ocak ayında Enternasyonal’in Doğu Sekreterliği’nde yapılan bir tartışmada Şefik Hüsnü’nün, “Kemalizm’in devrimci barutunu 1925 sonları itibariyle tükettiği” yönündeki görüşlerine Doğu Sekreterliği’ndeki yönetici kişiler karşı çıkmışlar ve hatta 1926 sonlarında Doğu Sekreterliği’nin kaleme aldığı bir raporda yapılan uyarılar sonunda “TKP’nin Kemalizm konusunda sol sekter hatalara düşmemesi” övgüye değer bulunmuştur! Suphi’nin katledilmesini sessizlikle karşılayan SSCB, TKP’nin Kemalizm karşısında sol sekterizme düşmemesinden büyük memnunluk duyuyor! Suphi meselesinin Sovyetlerin o dönem İngilizlerle ticaret anlaşması karşılığında ulusal kurtuluş mücadelelerine aktif destek vermeyeceği sözü nedeniyle, üzerinin örtülmeye çalışıldığına ciddi bir iddiadır. Eğer bu iddia doğrusu ise SSCB iki kere suçludur. Ya da o dönemde Komintern’in “ulusal kurtuluş savaşlarında milli burjuvazisinin desteklenmesi” yönünde karar alması her ne pahasına olursa olsun; mesela ulusal burjuvazi komünistleri katletse dahi uygulanması gereken bir politika mıydı, bunu sorgulamak gerekmez miydi? Çin’de Çin Komünist Partisi’nin Kuomintang’a Türkiye’de de Türkiye Komünist Partisi’nin Kemalizm’e yaklaşımında belirleyici bir ilke düzeyine yükseltilen “ulusal burjuvazilerin desteklenmesi” anlayışı, politik esneklikten yoksun ve ülkelerin farklı sosyo-ekonomik şartlarını, sınıfsal kompozisyonlarını göz ardı eden ve pratikte Sovyet dış politikası ve jeopolitiğine hizmet eden bir uygulama olmuştur. Lenin her ikisi de burjuvazinin temsilcisi olan Çan Kayşek ile Sun Yatsen’nin farkını çok kalın bir çizgi ile açıklamıştı. Ancak ondan sonra gelenler burjuvazinin antikomünist/komprador kesimi ile komünizmle ittifakı savunan ilerici kanadı arasındaki çizgiyi silikleştirdiler.

Her şey bir yana, Komünist Enternasyonal; Suphi TKP’sinin katliamdan sonra kongre ve programını da geçersiz sayma hakkını nasıl kendinde görebilmiştir? Peki, TKP’yi devam ettirme iddiasında olanlar bu saygısızlığı nasıl kabul edebilmişlerdir? Bir komünist önderlik öldüğünde onun program ve stratejisi de mi ölmüş sayılıyordu? Dünyada bunun başka bir örneği var mıydı?

Bakü Kongresi ile hedeflenen ama On beşler katliamından dolayı sağlanamayan birliğin ve merkezileşmenin, TKP’nin 1925’teki Akaretler Kongresi ile nihayet sağlanmış olduğu doğrudur. Fakat bu kongre, aynı Komünist Enternasyonal gibi On beşlerin ilk kongresini ve ortaya koyduğu program ve çizgiyi yok sayma cüreti göstermiştir.

Sovyet jeopolitiğin temeli SSCB’nin Türkiye’nin kendisine karşı tarafsızlığını korumasını içermektedir. Doğu Halkları Kurultayı’nda Lenin ile Roy (asıl adı Narendra Bhattacharya olan Hintli komünist. Meksika Komünist Partisi’nin kurucusu. Lenin onu ‘Doğu’da devrimin sembolü’ olarak selamlamıştır.) arasında bu “milli burjuvazi” meselesi çok tartışılmış, sonunda Lenin, Roy’un “milli burjuvazi” yerine “devrimci kurtuluş hareketleri” tanımını kabul ettiyse de bu pratikte hiç uygulanmamıştır. Başta da belirttiğimiz üzere, Doğu Halkları Kurultayı gerçekten sömürge halkların kurtuluşu için ciddi bir adım mıydı yoksa sadece Sovyetlerin emperyalizme verdiği bir gözdağı mıydı? Bu soruyu sormamızın nedeni, sadece kurultayın sonraki yıllarda devamının getirilmemesi değildir. Başta Türk ve İranlı komünistler olmak üzere, sömürge halkların devrimci kurtuluşçularının yerine milli burjuvaziyi temsil eden delegelerin ağırlıkta olmasıdır. Ermeni devrimciler kurultayda M. Kemal’in, Sultanların ve Pers/Fars burjuvalarının temsilcilerinin bulunmasını protesto ediyorlar, bu toplantının bir sömürgeler enternasyonali olamayacağını yüksek sesle dillendiriyorlardı. Sovyetler için o dönem sanki sömürge halkların nasyonalist güçlerinin sınıf içeriğine bakmak gereksiz bir lüks gibiydi. Adeta “ne olursan ol gel yeter ki İngilizlere karşı ol”, tarzında bir yaklaşımdı bu.

SSCB her daim Türkiye’nin Batı karşısındaki jeopolitik konumunu Türkiye içindeki sol muhalefetten ve sınıf mücadelelerinden önde tutmuş, daha önemli görmüştür. Sovyetlerin aynı zaman diliminde farklı gerekçelerle de olsa hem Mustafa Suphi ile hem Mustafa Kemal’in temsilcileriyle hem de Enver Paşa ile ilişki kurmuş olması, üzerinde ciddiyetle durulması gereken tartışmalı bir konudur. Önem sıralamasında Türkiyeli komünistler ne yazık ki en sona kalmıştır. Mustafa Kemal ne de olsa Türk milli burjuvazisinin temsilcisi, Enver ise sözüm ona İngiliz emperyalizmine karşı Ortadoğu ve Asya’daki Müslüman halkları isyana kaldırma potansiyeli olan Osmanlı’nın tanınmış bir lideridir! Sonradan Roy, Enver Paşa’nın Afganistan’a değil Türkistan’a Basmacı ayaklanmasının başına geçmek üzere, gizlice Moskova’da ayrılma niyetini Lenin’e açarak Enver’in ölümüne giden yolda önemli bir rol oynamıştır. Yalçın Küçük “Sırlar” kitabında Enver’in öldüğünde üzerinde İngiliz üniforması olduğunu Roy’dan aktarmaktadır.

Bu anlamda Suphi sonrası TKP de Kemalizm’e mütemadiyen büyük ağabey Sovyetlerin gözünden bakmıştır. Bazı konularda ise başta Kürt meselesi olmak üzere, daha da sağcılaşarak Sovyetleri bile şaşırtabilmiştir.

Süreklilik mi Kopuş mu?

Mustafa Suphi’yi Osmanlı topraklarında kendisinden önce oluşan Müslüman, gayri Müslim, tüm milliyetlerden sosyalist hareketlerin bileşkesi, taşıyıcısı olarak görebilir miyiz? Aralarında bir süreklilik mi yoksa bir kopuş mu vardır? Ne yazık ki Türkiyeli komünistler benzer bir feodal imparatorluk içinde yaşayan Rus komünistleri gibi değişik halklardan devrimcilerin bir arada mücadele ettiği ortak bir parti kuramamışlardır. Daha önce belirttiğimiz üzere, Müslüman Türk sosyalizmi her ne kadar tohumları Selanik’teki genç Türk aydınları içinde atılmışsa da daha çok 1908 sonrası kendini göstermiştir. 1905’li yıllarda Selanik’teki örgütsüz, daha çok edebiyat, sanat, tiyatro ve basın alanında vücut bulan, sadece topluluk halindeki Türk sosyalizmi, ancak 1908 sonrası örgütlü ve mücadeleci bir karakter kazanmıştır.

Burada örgütsel bir süreklilikten söz edilemez. Ancak ideolojik-politik olarak imparatorluk hapishanesine karşı diğer halklarla ortak bir özgürlük anlayışına sahiptirler. TKP’nin erken dönemde Karadeniz’de öncülerinin katledilmesi bir kopuş imkânını da ortadan kaldırmıştır. Diğer yandan Mustafa Suphi ve TKP bir Osmanlı sosyalizmi mi yoksa Anadolu sosyalizmi midir? Her ikisinden ziyade kendi toprağında filizlenmeden önce Paris, Selanik, İstanbul ve Bakü gibi merkezlerde bir araya gelmiş, coğrafi sınırlarını hayli geniş tutmuş bir hareket olarak görülmelidir. Aslında bu onun büyük bir şansıdır. Çünkü Paris Komünü, Ekim Devrimi ve Alman Spartakist hareketine şahit olarak kendilerini yapılandırmışlardır. En zayıf yanı Anadolu’da teşekkül eden ve mecliste de 89 mebusa kadar ulaşan Halk Zümresi ile Çerkez Ethem ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası gibi yerel komünizan yapılarla yetersiz bağ kurmuş olmasıdır. Bu noktada M. Kemal’in taktik-politik ustalığı gayet önemlidir. Çerkez Ethem’le görüşüp onun baskı kurması sayesinde Halk Zümresinin oylamada içişleri bakanlığını kazanmasına rağmen bundan vazgeçmelerini sağlaması (M. Kemal’in adayı Refet Bele, Zümre’nin adayı Dr. Nazım Resmor’a karşı kaybetmiştir.) ve Zümre’nin halkçı kurtuluş programına benzer bir program hazırlatması (bu ileride gayet demokratik 1921 Anayasasının özünü teşkil edecek ama sadece kâğıt üzerinde kalacaktır.) bu şekilde alternatiflerini ekarte ederek liderliği ele geçirmesini sağlamıştır.

“Almanya’daki Spartakist hareketten etkilenen aydın ve işçiler Almanya’da Türkiye İşçi Çiftçi Fırkası’nı kurmuş; Spartakist Devrim’in yenilgisi ertesinde Türkiye’ye geldiklerinde Şefik Hüsnü’nün de katılımıyla Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) halinde yeniden örgütlenmişlerdir. 1920’nin Mart ayında, İstanbul’un işgali ertesinde; bu partinin faaliyetleri de akamete uğramış ve bunun içinden dar bir grup kendi arasında İstanbul Komünist Grubu olarak gizli bir örgüt kurmuştur.“ (Yeni Kuşak Çalışmalar) Bu grup daha sonra Bakü’de Suphi’nin TKP’sine katılmış ancak Suphi hakkında Rus komünistlerini manipüle etmeye çalışmışlardır.

19. yüzyıl sonunun tüm Osmanlı ve Türk siyasi hareketleri, isyanları, savaşları ve devrimleri ile iç içe büyümüşler, gecikerek de olsa 20. yüzyılın başında sınıf savaşımları içindeki yerlerini almışlardır. Osmanlı sosyalizmi, içinde Müslüman Türklerin de bulunduğu ama ağırlıklı olarak gayri Müslim ulus devrimcilerinden oluşan bir sosyalizmdir. Osmanlı’da sosyalizm ve sol ideoloji en son Türklere gelmiştir. İmparatorluk milletleri; Yahudi, Ermeni ve Rumlar tarihsel nedenlerle sosyalizmle bizden önce tanışmış ve çok yol kat etmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, gayrimüslim halklar arasında gelişmiş olan sosyalist hareketin, gelişen Türkleştirme politikaları çerçevesinde, bu köklerinden epeyce koparıldığını; Selanik’te gelişmiş olan Yahudi sosyalizminden de, İstanbul’da gelişmiş olan Ermeni ve Rum sosyalist hareketlerinden de büyük ölçüde yoksun bırakıldığını, bunlardan sadece Rum Komünist Partisi ve Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluş sürecinde de oluşturucu unsurlardan biri olarak varlığını 1930’ların ortasına kadar devam ettirdiğini görüyoruz.

Gayri Müslim azınlıkların, bizzat kurucusu oldukları Osmanlı sosyalizminden ayrılmalarının nedeni, geç gelişen Osmanlı-Türk sosyalizminin İttihatçılarla güçlü bir şekilde mücadele verememeleri ve tam da bu dönemde Avrupa emperyalizminin Osmanlı topraklarını kendi aralarında pay etmeye karar verdikleri anda Ermeni, Rum ve Yahudi sosyalistlerinin büyük bir boşluğa düşmeleridir. Oysa bir zamanlar Osmanlı Meclisinde bile kendilerini özgürce temsil ediyorlardı. Artık kendilerini dışlayan hatta katleden bir imparatorluğun devrimci değişimi için savaşmanın anlamsızlığı ile yüz yüze kalmışlardır. Yahudi sosyalistler, Avrupa’da “vaat edilmiş topraklar” (Filistin!)  için mücadele kararı almış Yahudi zenginlerinin yedeğine düşmüş, Ermeni devrimciler kendilerini Ekim devrimiyle birlikte Ermeni burjuvazisi (Taşnaklar) ve Kafkas gericileri ile (Müsavat partisi) mücadeleye adamış, Rum sosyalistlerin ise bir kısmı İstanbul’da kalarak 1930’lı yıllara kadar Türk komünistlerle mücadeleye devam etmiş, bir kısmı da ülkelerine dönmüştür.

Osmanlı sosyalizmi içinde Selanik merkezli Yahudi Sosyalist İşçi Federasyonu, Halkın Federatif Partisi (Bulgar Kısmı) adındaki Bulgar sol partisi, İstanbul Rum Sosyalist Merkezi, Sosyal Demokrat Hınçak Fırkası ve Ermeni Devrimci Federasyonu gibi başlıca partiler sayılabilir. İştirakçi Hilmi’nin Osmanlı Sosyalist Fırkası‘nı da bu dönem içinde sayabiliriz. 1910 yılında kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası (OSF) ve 1919’da devamı niteliğindeki Türkiye Sosyalist Fırkası, emekçi Türkleri ilk olarak sol ideoloji, Marksizm ve sol literatürle tanıştıran örgüttür diyebiliriz. Sistemli olarak Osmanlı hükümetinin hışmına uğramış, gazeteleri defalarca kapatılmış, yöneticileri para, hapis ve sürgün cezalarına çarptırılmış ancak her seferinde ayağa kalkacak bir yol bulmuşlardır. Mete Tunçay ve Yalçın Küçük gibi bazı aydınlar OSF’nı sosyalist saymazlar, ilerici ve liberal olarak görürler. Oysa İstanbul’da ilk kez bir deri fabrikasında grev örgütleyen, Veli Efendi çayırında grev çadırı kuran ve grevciler adına işverenle toplu sözleşme imzalayan bu örgütlerin “reisi” Hüseyin Hilmi Bey’dir.

“Hüseyin Hilmi’nin lakabı, gazetesinden dolayı “İştirakçi” veya “Sosyalist Hilmi’dir. İzmirli bir gazeteci olan Hüseyin Hilmi; siyasete liberalizmden gelmiş, 1908’den sonra İstanbul’a gitmiş ve sosyalizm davasının –onun muhalifleri ve düşmanlarının da teslim ettiği üzere– gözü kara ve mücadeleci lideri olmuştur. Hilmi Bey, 15 Kasım 1922 gecesi Kalkandereli Ali Haydar isimli bir polis tarafından vurularak öldürülmüştür. Hüseyin Hilmi’nin ölümünün ardındaki gerçekler tam aydınlatılamamış olsa da devlet eliyle öldürülmüş olduğu (özellikle de polis şefinin azmettirdiği/emir verdiği iddia edilmiştir) kabul edilmektedir.”

(Hamit Erdem / OSF ve İştirakçi Hilmi)

Suphi ve “minimalist milliyetçilik”

Suphi Üniversiteyi Fransa’da okudu. Fransız sosyalist J. Jaures’ten etkilendi. Onunla sık sık görüştüğü söylenmektedir. J. Jaures, Marksist olmamakla birlikte güçlü bir işçi sınıfı savunucusu ve I. emperyalist savaşa karşı çıkan bir anti militaristti. Savaştan hemen önce bir Fransız milliyetçisi tarafından suikasta kurban gitti.

Suphi, 1915 öncesinde sosyalist değildi. Ancak sosyalizme karşı da değildi. Daha sonra eleştirip aşacağı dönemin milliyetçi rüzgârlarından etkilendiği çok açıktı. 1920’lerde verdiği “Tarihi Vazifemiz” isimli özeleştiride “bundan 10 yıl önce minimalist birer milliyetçiydik” diyordu. Mete Tunçay ve Rasih Nuri İleri, Suphi’nin 1911 yılındaki yazı ve söylevlerinde Türkçülüğün ötesinde “Turancı fikirlere sahip olduğunu” ileri sürmüş olsalar da sonraki gelişmeler bunun “demokratik bir milliyetçilik” olduğunu göstermiştir. Elbette Suphi’nin milliyetçiliği ne İttihatçılarınki gibi Turancı ne de Ziya Gökalp’in ki gibi kültüralist ve ırkçı idi. Yine 1920 tarihli “Tarihi Vazife” isimli makalesinde geçmişin özeleştirisini verirken, “Makedon, Arnavut, Kürt, Ermeni ve Arap halklarının beynelmilel amele hareketi ile birlikte hareket etmesi” gerektiğinden bahsetmektedir. M. Tunçay bu makaleyi salt propagandif olarak değerlendirirken yanılmaktadır. (Makalenin aslı “Karanlıktan Aydınlığa” 2021 sayfa: 20) M. Tunçay meseleye anakronik bakmaktadır. O dönemin koşullarını bu dönemin kriterleriyle yargılama yanlışına düşmektedir. Cihan savaşı ve Ekim Devrimi dönemlerinde antiemperyalist nasyonalizmden komünizme geçişin ne kadar hızlı ve kolay olabildiğini unutuyor. Ya da Rus  komünistlerin ayırt etmeden her türden nasyonalisti, ulusal kurtuluşçu ya da İngiliz karşıtı olarak müttefik sayabildiğini bilmesi gerekirdi. Bunun için Suphi’nin katılımının engellendiği ama M. Kemal’in temsilcileriyle Enver Paşa’nın katıldığı Doğu Halkları Kurultayı’nın bileşimine bakmak yeterlidir.

Suphi ve İttihat Terakki Cemiyeti

Bilindiği üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti 1911 yılına kadar Abdülhamit rejimine muhalif olan bütün kesimleri içinde barındıran büyük bir koalisyondur. İTC’ni kurtuluş savaşı dönemiyle yok olup gitmiş bir hareket olarak görmek büyük bir yanlıştır. İstisnasız etkileri çok partili döneme kadar sürmüştür. Hatta AKP ile birlikte Musul gibi zamanın imparatorluk topraklarının TC’nin hakkı olduğunun açıktan savunulması ile son 10 yıldır yeniden hortlatılmıştır. Suriye’nin düşürülmesinden sonra bu fetihçi neo-Osmanlıcı hayaller daha da alevlenmiştir.

“Bu cemiyet Meşrutiyet döneminin ilk yıllarında öyle büyük bir prestije sahiptir ki, hürriyet kahramanı, devletin ruhu, mukaddes cemiyet sayılır. İttihatçı olmak bir vatan borcu, karşı çıkmak bir ihanet olarak görülür. Mustafa Suphi de daha 1908 devrimi öncesinde İTC’ne üye olur.” ( T. Zafer Tunaya)

Meclis-i Mebûsan, Meşrutiyet’in ilanı ile yeniden açıldığında farklı etnik kökene ve düşünce dünyasına sahip kişileri yeniden içinde barındırdı. Gayrimüslim sosyalist mebuslar da meclis çatısında bulunuyordu. Gayrimüslim sosyalistler Erzurum’dan, Muş’tan, Sivas’tan, Kozan’dan, Selanik ve Serez’den Ermeni, Yahudi, Rum ve Balkan sosyalizmini temsil ediyorlardı.

Bu dönem aynı zamanda Mustafa Suphi’nin Paris’teki üniversiteden “Osmanlı’da Tarım ve Köylülük“ tezi ile mezun olduğu yıldır. Bu tezinde Suphi, tarımda Avrupa sermayesinin egemenliğine karşı çıkmakta, köylülere verilecek kredilerle ülkeye özgü tarım çiftlikleri kurulmasını savunmaktadır.

M. Suphi, Paris’ten İstanbul’a döndüğünde artık İTC’nin iktidardaki etkinliği kırılmaya başlamıştır. “Osmanlı kimliği” çok uluslu imparatorluk halklarını artık bir arada tutmaya yetmemektedir. 1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’ı işgali ve Osmanlı’ya savaş ilan etmesi İTC’ni Selanik’te yeni bir kongre toplamaya zorlar. Mustafa Suphi de bu kongrenin delegeleri arasındadır. Kongrede imparatorluk uluslarının ciddi muhalefeti kendini gösterir. Birçok grup İTC’den ayrılır. İTC bu kongre ile birlikte Osmanlıcılıktan milliyetçiliğe/Türkçülüğe kaymaya başlar. Artık amaç Osmanlı topraklarında yükselen milliyetçiliklere tepki olarak “devleti kurtarmak” “kurtarılacak devletle birlikte bir Türk milleti yaratmak” sonrasında da “konfedere bir Turan ülkesi”ne uzanmaktır. Birçok grubun ayrılma nedeni işte bu görüşlerdir. Delegeler, imparatorluk dağılırken bu gerçek dışı Pantürkist görüşler de neyin nesi oluyor demekten kendilerini alamıyorlardı.

Realist olmayan bu milliyetçi görüşler karşısında Mustafa Suphi de ayrılanlar arasındadır. 1912 yılında “Türk Yurdu” ve “Türk Ocağı” dergisi çevresindeki Yusuf Akçura, Ahmet Agayef, Sadri Maksudi gibi “Cedidciler” olarak anılan Rusya’daki Tatar Müslümanlarıyla ilişkiye geçer.

Suphi, Cedidciler ve Milli Meşrutiyet Fırkası

Suphi’nin İslam’ı reformize etmek isteyen seküler Tatar Cedidcileri (yenilenmeciler) ile kurduğu ilişki onun “milli meselelere” ilgisini artıran bir etki yaratmıştır. Türk meselesine “minimalist milliyetçilikten” uzak, daha demokratik bakarken imparatorluk uluslarının özgürlük ve eşitliğine daha komünizan yaklaşımlar geliştirir. “Bir Türk meselesi, bir Arap meselesi, bir Ermeni meselesi var mı yok mu diye tartışmak anlamsızdır. Bu topluluklar vardır ve onların kolektif koşullarının ve topluluk olarak ihtiyaçlarının incelenmesi gerekir.” Demektedir artık. Suphi, 1912 yılında sosyalizme çok daha açık ve yakın hale gelmiştir.

1907 Rusya’sında Stolypin gericiliğinden kaçarak İstanbul’a gelen Tatar aydınları ”Türk ulusal uyanışında” ciddi bir katalizör olmakla kalmayıp içinde Mustafa Suphi’nin de bulunduğu Milli Meşrutiyet Fırkası‘nı kurarlar. Bu parti, imparatorluk içinde yaşayan Müslüman Türklerin çoğunluk olmasına rağmen Osmanlı tarafından daima ezildiğini, diğer halklarla aynı haklara sahip olmasını savunuyordu. İkinci olarak, diğer milletlere geniş bir idari özerklik ve her milletin anadilde eğitim hakkını savunuyorlardı. Mustafa Suphi yedi yıl sonra Şubat 1919’da Yeni Dünya Gazetesinde “Lebib” takma adıyla “milli meseleler” hakkında çok daha ileri bir formülasyon sunuyordu. “…Osmanlı İmparatorluğu Asya’da Arabistan, Anadolu’da bizzat Türkiye, Rumeli’de ise Makedonya ve Arnavutluk kısımlarına ayrılıyor. Bundan başka da Ermeni, Kürt ve Laz halklarına da muhtariyet verilmesi gerekiyor( Akt: Ahmet Kardam, 2021) Burada görüldüğü üzere, Mustafa Suphi demokratik federatif bir cumhuriyet ve ona bağlı özerk bölgeleri savunmaktadır. Hatta bu federasyonda Anadolu’nun bulunacağı bölgeyi “Trabzon’un doğusundan İskenderun körfezine çekilecek hayali bir hattın sol tarafı” olarak tarif eder.

Suphi’nin “demokratik milliyetçiliği”

Mustafa Suphi’nin Türkçülüğü, tarihsel temelleriyle çözerek nasıl demokratize ettiği, üzerinde durulması gereken çok önemli bir meseledir. Çünkü Mustafa Suphi, dönemin milliyetçi ve Turancı Türkçülüğünden çok farklı demokratik bir Türk ulusalcılığına sahiptir. Burada Ahmet Kardam’ın kitabından yapacağımız bir alıntı ile meselenin aydınlığa kavuşacağına inanıyoruz.

“Suphi’ye göre ‘Türklük Yahudilikten sonra en çok yok oluşa uğramış bir millettir!’ Burada başka bir ulus tarafından ‘ezilmişlikten’, ‘baskı altına alınmışlıktan’ değil, ‘yok oluştan’ veya ‘dağılmışlıktan’ söz ediyor olması dikkat çekicidir. Türklük Asya’da yer yer hem yoğunluk hem büyüklük olarak mevcut olsa bile, bunların Türklükleri milli değil, sadece ırkıdir. Dil birlikleri yoktur, sancakları başka başkadır. Suphi, Osmanlıdaki Türklüğün milli kimliğe sahip olamayışını, Osmanlının fetihçiliğine, o azametli zaferler içinde en elim bozgunlara uğramış olmasına bağlamaktadır.”

Suphi’ye göre, Osmanlı’nın bu fetihçi politikası, merkezde oluşturduğu devşirme bürokrasi ve ordu aracılığıyla topraklarında yaşayan halklar arasında eşitsizlik ve çatışmalara neden olmaktadır. Devletin bekası için ikide bir Kürdistan’a, Ermenistan’a veya Arabistan’a yapılan askeri seferler ana gövdeyi oluşturan Türk halkının ihtiyacı olan barış, huzur, adalet ve güvenli yaşamın tesis edilmesini yok etmektedir. Fetihçilik elbette iç siyaseti dış siyasete göre önemsizleştiren bir şeydir. İç siyaset nasılsa halkın cehaleti ve taassubuyla oynanarak, onları birbirine düşürerek idare edilebilirdi. Ama dış siyaset öyle mi? Osmanlı tarihinin tümü devletin sınırlarını ve ‘bağımsızlığını’ dışa karşı korumak üzerine kurulmuştur dersek çok yanılmayız. Zaten Osmanlı’dan TC devletine geçen en temel yönetim felsefesi budur.

Devam edecek…

Mehmet Turan