Çoğu zaman, teorik yapılara ait kavram setlerinin, gerçek hayatta karşılaşılan olaylardan etkilenmediği kabul edilir. Gerçekten de, teori dünyasına ait kanunlar, teoremler veya bütünsel ifadeler; gündelik yaşantıda rastlanılan şeyler tarafından doğrulanmaya veya yanlışlanmaya kapalıdır. Örneğin, suyun kaynama noktası, gözümüzün önündeki suyun kaynama noktası olmadığı gibi, manyetik alanın etkisi altındaki bir cismin havaya doğru hareket etmesi de yerçekimi kanunu yanlışlamaz.
Yalnızca doğa bilimlerinde değil, beşeri bilimlerde de benzer durum söz konusudur. Dünyanın herhangi bir işyerindeki kapitalistin işçilerine yüksek ücret verip konforlu bir hayat sunması, kapitalist değer yasasının doğru olmadığı manasına gelmez; ya da hem ölü hem de canlı olduğu düşünülen Schrödinger’in kedisi materyalist felsefenin tutarlılığına halel getirmez.
Bilim ve felsefe, kendi nesnesini, yapılandırma sürecine dâhil ederken diğer tüm faktörleri sabit kabul eder. Ceteris Paribus denilen bu yöntemin, teorik düşüncenin temellerinden biri olması kolay kabul edilebilir bir şeydir.
Buna rağmen, hayatın kendisi sabit olmayan ve sürekli değişen olaylardan ibarettir. İdeolojiler, yalnızca dış müdahalelere kapalı, kendi içerisinde tutarlı bir bütünsel yapı oluşturmuş teorik alanda yer almazlar; aynı zamanda bir yaşam tarzı, ortaklaşma veya devlet biçimi de önerirler. Dolayısıyla tarihte gerçekleşmiş olaylar, başarılar ve başarısızlıklar öne sürülerek bir ideolojinin savunulmasında veya eleştirilmesinde mahsur yoktur. Eğer bir ideoloji, hayat tarzına dair yeni bir form öneriyorsa, bu şekilde bir doğrulama/yanlışlama sürecine mutlaka maruz kalacaktır.
Sosyalizm deneyimleri
- yüzyıl, birçok altüst oluşa ve ideolojiye sahne olması açısından, insanlık tarihin en zengin yüzyıllarından biridir. Sosyalist deneyimler, ulusal kurtuluş mücadeleleri ve emperyalist tahakkümün körüklediği savaşlar birçok ideoloji için deney alanı olmuştur. İdeolojilerin teorik tutarlılıkları için değilse de; bir insanın ideolojiyi edinmesi, algılaması, bu uğurda eylemesi veya başkasına aktarması mutlaka yaşantı üzerinden mümkün hale gelmiştir.
Şüphesiz, 20. yüzyılın hâkim alternatif ideolojisi Marksizm-Leninizm’dir. Zirvenin kaynağı pratik-politik varoluşun başarısıdır. Muzaffer Ekim Devrimi, Avrupa’ya yayılamadıysa bile ulusal kurtuluş mücadelelerine esin kaynağı olmuş, devrimsel sürecin objektif şartlarının oluşmadığı ülkelerde dahi devrimciler Marksist-Leninist doktrini rehber edinmişlerdir. Bir ideoloji lehine olan bu pozitif gidişat, bir anlamda doğrulama halini almış ve Leninizm yayılmıştır. Yüzyılın sonuna doğru ise, sosyalizm deneyimleri yıkıldığı zaman, bu sefer hızlıca yanlışlama yolu tercih edilmiştir. Hatta Marksizm-Leninizm, kapitalizmin olası iyicil alternatiflerini maskelemekle dahi suçlanmış, hızlıca gündemden düşmüştür. Teorik alan için olmasa da, bir ideolojinin pratiği nezdinde, başarılı olduğu ölçüde yaygınlaşması, başarısız olunca da kendisinden sırt çevrilmesi anlaşılabilir bir durumdur.
Dolayısıyla bir yüzyıl boyunca, devrimci pratik sayesinde kolayca kazanılan başarının, devrimci pratik ortadan kalkınca kaybolmasına şaşırılmamalıdır. Teoride güçlü ve tutarlı olmak yeterli bir cevap değildir; zaten sorunun kaynağı teorik değildir. Bahsedilen yoksunluğa, sadece pratik alandan yanıt üretilebilir.
Marksist-Leninistler daha bu soruların cevaplarını veremeden, Ekim Devrimin yüzüncü yılı anmalarında uzun süredir hâkim olan değerlendirmelerin dışına çıkılmıştır. İlk defa Sovyetlerin yıkılmış olduğu bilgisiyle yanlışlama sürecine tabi tutulan Ekim Devrimi’nin başlangıcına ve devrimin nasıl mümkün olduğuna, nasıl başarılabildiğine dönülmüştür. Bu dönüş hem bir ihtiyaçtan hem de başka bir yanlışlama girişiminden kaynaklanmaktadır. Leninizm’in yerine geçmeye aday olan sol liberal ideolojiler açık bir başarısızlığa uğramışlardır. Küresel ölçekte Erdoğan, Trump ve Putin gibi neoliberal popülist liderler gün geçtikçe iktidarlarını daha da sağlamlaştırmışlardır. Faşist diktatörlüklerin inşa süreci boyunca, hâkim alternatif ideoloji olan sol liberalizm yeterli bir yanıt üretememiştir. Gezi Eylemleri, Occupy Wall Street ve Arap Baharı eylemleri ya kendiliğinden çözülmüşler ya da neoliberal sistemde restorasyona yol açan turuncu devrimlerle sonuçlanmışlardır.
Ekim Devrimi’nin, üzerinden yüz yıl geçtikten sonra dahi, somut deneyimlerin hüsranla sonuçlanmasına rağmen, kuruluş ilkelerine dönüş yapılarak bir kez daha olumlanmasındaki neden, sol liberal siyaset tarzının daha deney imkânı bulamadan yenilmiş olmasıdır. Özetle, ilkin başarılı olmuş ardından yenilmiş; yani önce doğrulamadan sonra da yanlışlamadan geçmiş Leninizm; hiç doğrulanmamış, girdiği tüm sınavları kaybetmiş yeni kuşak teorilere yeğ tutulmuştur.
Ekolojik yıkımın, göç sorununun ve gelir adaletsizliğinin tavan yaptığı çağımızda, tarihin nihai formasyonunun kapitalizm olduğuna dair atılan zafer naralarının çok erken olduğu gün yüzüne çıkmıştır. İnsanların içine düştüğü bunalım, yeni kuşak sol liberal ideolojilerin teorik alanda hiç de karşı çıkamayacağı bireyci bir nihilizm ile sonuçlanmıştır. Bu nihilist zeminin, eninde sonunda ya radikal İslamcılığa ya da neo-faşist popülist diktatörlere kaydığını izlemek açık bir hüsrandır.
Temsil mekanizması
Esasında kıymeti sonradan anlaşılan, geri dönülen şey Leninizm değil; temsil mekanizmasıdır. Yeni kuşak teorilerin ortak özelliği temsili kabul etmemeleridir. Her tür dış etki müdahale olarak algılanmakta; bireyin, birey olmaktan kaynaklanan eksiksiz kutsallığına bir leke sürülmesi olarak yorumlanmaktadır. Çokluk, özne/öznellik politikaları, içkinlik, kaçış, arzu, libidinal ekonomi kavramları üzerinden birbirini eleştirme pahasına, seviyesi yüksek bir tartışma yürütülmektedir. Bu tartışmaların ortak özelliği, kendi kendisiyle uğraşmaktan vazgeçen özne/öznelliğin, eksikli halini kabul ederek bir siyasal örgüte bilincini kaptırmasını ve hiyerarşik düzlemde eyleme geçmesini; bazen gerici ve dinsel, bazen modernist, bazen de düpedüz korkunç bulmalarıdır.
Örgütlü siyaset ancak Temsil sayesinde mümkündür ve başarı yalnızca bu yolla elde edilebilir. Temsil sadece modernizmin ve dinsel yapıların sistematiğinde yer almaz. Temsil mekanizması, politik alandaki her türden kudret için olmazsa olmazdır. Temsil, politik ontoloji alanına içkindir ve vazgeçilmez bir kategoridir. Örnek vermek gerekirse, son yıllarda ivmelenme gösteren kadın hareketinin başarısı dahi, çokça dillendirilen yatay örgütlenme sayesinde değildir. Asıl neden örgütsel formların, yalnızca bir cinsiyete ait olan ve hiç de eylemliliği bulunmayan kalabalıkları temsil etmeye cüret etmeleridir. Çağın en kuvvetli miti, ulus mücadelesi açısından da kalabalıkların temsili başarıyla işlemektedir.
Sınıf, ezilenler, halk, yoksullar veya cinsiyet kategorilerinden birini partizanca seçmeye girişmeden önce, temsil mekanizmasını modernizmin ve metafiziğin lekelerinden arındırmak gerekmektedir.
Batı felsefesinin ülkemizdeki trajik yansımaları
Kapitalizmin son yirmi veya otuz yıldaki bilişsel evresi, ülkemizin sosyalist teorisinde önemli bir etkide bulunmuştur. Batı felsefesini neredeyse 30-40 yıl geriden takip etmeye alışılmışken, yaygın çeviri ve paylaşım teknolojisi, tüm birikimi Türkçe’ye ve bu topraklara tümden boca etmiştir. Söz gelimi 1920’li veya 1930’lu yıllarda Batı Marksizminin kurucuları sayılan Gyorgy Lukacs veya Gramsci hiç tanınmazken veya 1960’lı yıllarda Althusser’in ismi dahi bilinmezken; şimdilerde Lukacs, Althusser, Badiou ve Zizek eş zamanlı okunmakta ve tartışılmaktadır. Bu teorik asimetrinin ülkenin tarihiyle yakından ilişkisi vardır.
Batılı ülkelere göre Türkiye modernleşmesinin güdük olduğu, sonradan geliştiği, nihai amacına ulaşamadığı, en basit deyimle bir kopya deneyimi olarak kaldığı uzun yıllardır durmaksızın tekrar edilmiştir. Türkiye aydının ortak kanaati, modernleşme hamlesinin atipik karakterde olduğu düşüncesidir. Gerçekten de sosyalistinden liberaline, muhafazakârından bürokratına neredeyse herkes, Türkiye modernleşmesinin Batılı orijinal kalıba uymadığını düşünmektedir. Muhafazakârlar yaşananların Batı’dan bir kopya olduğunu ve asla kök salamayacağını iddia etmekte, devlet sınıfları ise geç veya arazlı olsa da Avrupa kervanına girmeyi bir başarı olarak görmektedir.
Karmaşık seyirli modernleşme hamlesinin, keskin ayrımlarla etrafı çizili politik kamplaşmalardan ziyade; birbiri içine giren ve birbirine düşman kampta olsa da aynı teorik lafları eden gruplar yaratması doğaldır. Politik aktörler ve süreçler, hatta sistemler değişse bile; geçtiğimiz iki yüzyılın trajedisine, bahsedilen tarihsel anomali en büyük adaydır. Türkiye aydını bu karmaşayı çözmek şöyle dursun, hala onu sınıflamaya çalışmaktadır.
Sınıflandırma zorluğunun en önemli sebebi, modernleşmeyi yerinde görmek için Fransa’ya giden Genç Osmanlılardan -Jön Türk ile Hürriyet ve İtilaf kadroları da dahil olmak üzere- cumhuriyetin kurucu kadrolarına kadar olan süre boyunca, birincil eser verenlerin sayısının inanılmaz derecedeki azlığıdır. Yaklaşık yüz yıl boyunca, ister doğrudan politik faaliyet içinde olsun isterse de entelektüel alanda yer alsın, yaşananlar üzerine teorik-politik söz edenlerin sayısı çok azdır. Osmanlı’nın son dönemlerinde Avrupa ile doğrudan temas halinde olan aydınlar, teorik eserler vermemiştir. Aynı patolojik seyir, cumhuriyetin kuruluş yıllarında da devam etmiştir.
Döneme dair tüm entelektüel faaliyet, birbiri ile polemik yapan karşıt görüşlerin kendi kendini ifade etmesi değil de, o dönemin aslında ne olup olmadığına dair bir sınıflama çalışması olmuştur. Sözgelimi, İttihat ve Terakkiyi savunanlar ile ona karşıt olanlar veya Kemalizmi savunanlar ile ona karşı çıkanlar değil de, Kemalizmin gerçekte olduğu, İttihat ve Terakki’nin ne olmadığı tartışılmıştır. Birincil kaynak eksikliği, ikincil sınıflama çalışmaları ile doldurulmaya çalışılmıştır.
Sosyalist düşünce, atipik modernleşme sürecinde, farklı farklı bölünmeler yaşasa da belki de birincil kaynakların (Marx, Engels, Lenin vb.) verdiği güven ve güç sayesinde, bağımsız çizgi tutturmaya çalışmıştır. Elbette ki farklı sorunlar hep var olmuştur. Örneğin, burjuva aydınlanmacı çizgi, Avrupa’da yalnızca liberal bir girdiye yol açıyorken; burada Kemalist ideolojiyle alaşıma girerek yok edici etkide bulunmuştur. Sorunlar ve örnekler listesi uzun ve herkesin malumudur.
Yine de, sosyalistlerin farklı bir siyaset tarzı, farklı bir politik yönelimi, her şeyden önemlisi farklı militan eylemliliği hep başarılı olmuştur. Farklılığı, bir kök arayışıyla ifade etmek sağlıklıdır. Sosyalistlerin kökü bu topraklarda hep özgün olmuştur.
Türkiye’nin siyasal arenasında, özgün nitelikteki komünist kökün can bulabileceği, temsil imkanı bulabileceği alanlar halen vardır. Bu satıh modernist temsillere ve post-modern nihilizme terk edilemeyecek kadar da kıymetlidir.