Ortadoğu’nun hegemonya savaşlarındaki önemi – A. Sedat Özgün | Komün 8. Sayı

Ortadoğu, dünyanın en fazla savaş görmüş, en kanlı bölgelerinden birisi olarak küresel etkileşimlere sahiptir. Hegemonya savaşının odaklarından birisi olan Ortadoğu’daki güç dengeleri, genel anlamda hegemon güçler arasındaki dengeleri de temsil edilmektedir. Bu açıdan Ortadoğu’nun çok yönlü analizi, demokrasi ve özgürlük mücadeleleri için de önemlidir. Bu da Ortadoğu’nun nasıl incelenmesi ya da değerlendirilmesi gerektiğine dair tartışmaları zorunlu kılıyor. Her bakış açısı, Ortadoğu’daki toplumsal sorunları kendi eksenine aldığında çözüm yöntemleri de çok farklı olabilmektedir. Bu farklılıkları azaltıp ortaklaşma noktalarını artırabilmek için Ortadoğu hem tarihsel hem de güncel bağlamları ile çok yönlü incelenmelidir. Bu çalışmada tarihsel bağlama kısa bir şekilde değinip hegemon güçlerin yarışında Ortadoğu’nun merkezi yer edinmesini sağlayan etkenleri incelemeye çalışacağız. Böylece güncel gelişmeleri, olayları ve olguları en geniş çerçevede anlayabileceğimiz bir büyük resmi göstermeye çalışacağız.

  1.  Tarih boyunca hegemonya savaşlarında Ortadoğu’nun yeri

Mezopotamya havzası, İndus, Nil ve Sarı Nehir havzalarıyla birlikte dünyanın ilk yerleşim ve uygarlık merkezlerindendir. İlk bitkilerin ve hayvanların yetiştirildiği bölgelerden birisi olan Ortadoğu, günümüzün devletli toplumlarına içkin olan sınıfsal, cinsel, dinsel, etnik, mesleki vb. tabakalaşmalarla mülkiyet, güç savaşları, bürokrasi, devlet, ticaret, meta üretimi, artık ürün birikimi, düzenli ordu, işgal, ilhak, soykırım, asimilasyon, sefalet vb. olay ve olguların ilk ortaya çıkıp kurumsallaştığı bölgelerden biridir. Ortadoğu, aynı zamanda ilk imparatorluğun kurulduğu ve kurumsallaştığı bölgedir. Bu açıdan insanlık tarihinin beşiklerindendir.

Ortadoğu, iki kıtanın -Asya ve Afrika- arasında kara ve deniz bağlantılarının da etkisiyle Akdeniz havzası ve Güney Asya arasındaki ticaretin gelişmesi sonrasında, dünyanın en önemli ticaret yollarına sahiplik yapmaya başlamıştır. Ortadoğu’nun; ticarete paralel gelişen entelektüel ve kültürel birikimin arttığı ve kaynaştığı bir alan olması -ki bu özelliğini Helenistik dönemle birlikte oluşturmaya, yani Ortak Tarihten Önce (OTÖ) 4. ve 1. yüzyıllar arasında kazanmaya başlar- uygarlıkların, kültürlerin ve toplumların kaynaştığı bir merkez haline getirmiştir. Bu yönüyle bölge, peygamberlik kültürüne dayalı onlarca dini inanç sistemi ve yüzlerce mezhebin/tarikatın mekanı olmuştur.

Günümüzde dünyanın büyük bir kısmına yayılan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in kökenleri ortaktır. Her üçü de Sümerlerin pek çok mitosunu (yaratılış miti, Nuh Tufanı, ilk insan çiftinin var oluşu, cennetten kovulma vb.) ve kurumunu yeni biçimlere dönüştürerek uygarlığın yayılmasında etkili olmuşlardır.

5000 yıllık uygarlık -devletli toplum- tarihinin beşiği olan Ortadoğu’nun işgallere en fazla maruz kalan bölgeleri, Arap Yarımadası’ndaki çöllerinin kuzeyinde kalan Mezopotamya, Anadolu, Doğu Akdeniz kıyıları ve İran olmuştur. Bu bölgelerin su ve yer altı kaynaklarının zenginliği, işgalci devletleri kendilerine çekerken; yarımadadaki geniş çöller, Bedevileri bir yandan yüzlerce yıl diğer devletlerin hışmından korumuş diğer yandan da Arap-İslam devletlerinin ana mekanı olmuştur. Özellikle Mezopotamya merkezli çok sayıda devlet ve imparatorluk kurulmuştur. Sümerler, Akadlar, Babiller, Asurlar, Mittaniler… vs. Mezopotamya’da devlet değişirken Urartu, Hitit, Huri… vs. Devletleri; Anadolu’da, Fenikeliler vs. de Doğu Akdeniz’de devletleşmişlerdir. Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesinden sonra (Ortak Tarihten Sonra (OTS) 395) Ortadoğu, Doğu Roma (Bizans) ile Sasani (İran) İmparatorlukları arasındaki güç savaşlarının odağı olmuştur. Tamamı toprağa bağımlı olmasının yanı sıra haraççı niteliğe sahip olan bu devletlerin güçlenme stratejilerinin merkezinde, her zaman daha fazla toprak ve şehir ele geçirmek olduğundan bu devletlerin birbirleri ile savaşları hiç eksik olmamıştır.

Arap Yarımadası’nın büyük çoğunluğunun çöl oluşu, bu bölgeleri işgal ve ilhak etmeyi zorlaştırmıştır. Roma ve Sasani devletleri birkaç kez çöllere seferler düzenledilerse de çöle ayak uydurmuş olan Bedevilerin zayıf askeri gücüne rağmen buraları ele geçirmişlerdir. Bunun üzerine her iki devlet de Bedevilerle uzlaşma yoluna giderek ticaret yollarının denetimini sağlama çabasına girmiştir. Bu durum, Bedevilerin devletleşmesine kadar sürmüştür. Araplar, devlet kurduktan sonra hem yarımada hem de verimli hilali ele geçirirler.

Ortadoğu’dan geçen iki önemli ticaret yolunun denetiminin ele geçirilme çabası, dönemin en büyük imparatorluklarından olan Roma ve Sasani devletleri arasındaki rekabetin sık sık savaşlara dönüşmesine neden olmuştur. Bu ticaret yollarından birisi Akdeniz, Kızıldeniz, Umman Denizi ve Hint Denizi’nden oluşan deniz ticaret yoluydu. Diğeri ise Hindistan (İndus Vadisi, bugünkü Pakistan sınırları), İran ve Anadolu hattını oluşturan tarihi İpek Yolu’nun ana kollarından birisiydi. Diğer taraftan Mezopotamya’nın zengin su kaynakları ile maden yatakları ve Lübnan’ın büyük ormanları da savaşların gerekçeleri arasında yer almıştır. Antakya, Şam, Kudüs, Aden, Medine, Mekke vb. şehirlerin ticaret ve zanaat merkezleri olması da bu bölgeleri savaş ve işgal için cazip hale getirmiştir.

OTS 4. yüzyılda başlayan bunalım, Arap Yarımadası’ndaki kabile savaşlarını artırmıştır. 7. yüzyılda İslam-Arap Devleti’nin kurulmasıyla bu bölgedeki kabile sistemi büyük değişikliğe uğramış ve kabilelerin birliği görece de olsa devletlerin kurulması ile sağlanabilmişti. İslam-Arap Devleti, Arap Yarımadası’nı ele geçirdikten sonra Kuzey Afrika, İspanya, Anadolu, Güney Kafkasya ve İran’ı da ele geçirmiştir. Dönemin en büyük imparatorluklarından birisine dönüşen İslam-Arap Devleti, 1055 yılında Selçuklu Devleti’nin işgali ile zayıflamış, 13. yüzyılın ortalarında Moğol İstilası’yla yıkılmıştır.

Ortadoğu, 16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin eline geçtikten sonra, 20. yüzyılın başlarına kadar onun hakimiyetinde kalmıştır. Osmanlı Devleti, Ortadoğu’nun jeo-stratejik önemini ustaca kullanarak hem sınırlarını genişletmiş hem de diğer devletlere karşı üstünlük sağlayabileceği bir kozu elinde tutmuştur.

19. yüzyılda Ortadoğu işgaline başlayan Avrupalı devletler, buradaki dengeleri kendi lehlerine olacak şekilde bozmuştur. 1916 yılında ise İngiltere ile Fransa bütün Ortadoğu’yu işgal etmiş ve cetvelle çizilen sınırlara dayanan birçok devlet kurmuşlardır. Günümüz Ortadoğu haritasının esası, bu dönemde çizilmiştir. Osmanlı Devleti’nin 1918’de parçalanmasından sonra, hemen her kabile; hakimiyet alanında bir devlet kurmuş ya da öteki kabilelerle birleşerek daha geniş topraklı devletler kurmuşlardır. Bu devletlerin çoğunluğu, hala Amerika ve Avrupalı emperyalistlere bağımlı olarak biçimlenmeye devam ediyor.

I. Dünya Savaşı içten yanmalı motorların yaygınlaşması ve elektriğin de daha geniş alanlarda kullanılmasına vesile olarak petrolün önemini artırmıştır. Bu durum, Ortadoğu’daki hegemonya yarışının yeni bir boyuta evrilmesine neden olmuştur. Sanayi üretim hacminin genişlemesi, otomobil ve uçak sayısının geometriksel olarak artması sonucu petrole olan ihtiyaç, bağımlılığa dönüşmüş ve bu da Ortadoğu’ya ilgiyi haliyle artırmıştır.

II. Dünya Savaşı’ndan en güçlü devlet olarak çıkan ABD-Merkezi Devleti (ABD-MD), Ortadoğu’yu “Yaşamsal Çıkar Alanı” olarak ilan etmiştir. İsrail devletinin kurulmasında da önemli rol oynayan ABD-MD,1950’li yıllarla birlikte Ortadoğu’ya kök salmaya başlamış ve 1970’lerle birlikte bölgenin en önemli iktidar güç odaklarından birisi olmuştur. 1970’lerde petrol; sanayi üretimi, meta dolaşımı ve ulaşımında birincil enerji kaynağına dönüşerek hakimiyetini pekiştirince enerji kaynaklarına yönelik güç yarışlarını kızışmıştır. Bu yarışın ürünü olarak Ortadoğu’daki monarşiler ve diktatörlükler daha fazla desteklenmiştir. 1990’lı yıllara kadar ağırlıklı olarak ABD-MD ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Merkezi Devleti (SSCB-MD) arasındaki yarışta öne çıkan Ortadoğu, bu tarihten sonra Rusya ile ABD-MD öncülüğündeki blokların (NATO ile Şangay İşbirliği Örgütü’nün vs.) rekabetindeki odaklardan birisi olmuştur. ABD-MD, bu savaşta Ortadoğu’yu “ulusal güvenlik alanı” olarak ilan etmiş ve Merkez Komutanlığı’nı bu bölgeye endeksli olarak konumlandırmıştır. Bu konumlanışını, 2004 yılında ilan edilen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile daha geniş bir düzleme ( Orta Asya, Hindistan ve Kuzey Afrika’yı da içeren bir biçimde) genişletmiştir.

Ortadoğu, hegemon devletlerin arasındaki güç dengelerini belirleyebilecek olan niteliklerini ve konumunu korumaktadır. Bunu ayrıntılandırarak daha geniş görebiliriz.

  1. Jeo-stratejik açıdan Ortadoğu

Ortadoğu’nun coğrafi konumu da hegemonya savaşları içerisinde kalmasında etkili olmuştur. Ortadoğu, dünyanın en önemli ticaret ve ulaşım yollarının ortasında, kara, deniz ve hava yolları açısından kritik bir merkezi bölgede ve yer altı kaynaklarıyla ekonomik üstünlük sağlayan bir niteliktedir. Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları arasında yer alan Ortadoğu, tüm bu niteliklerinden dolayı sık sık bitmek bilmeyen savaşlarla anılmaktadır.

Ortadoğu; Asya, Afrika ve Avrupa arasındaki geçiş güzergahıdır. Himalayaların geçit vermemesi ve Hazar Gölü’nün büyüklüğü, Avrupa ile Doğu Asya arasındaki karayolunun ikiye bölünerek birinin Hazar Gölü’nün kuzeyinden diğerinin güneyinden yani Ortadoğu’dan geçmesi, Ortadoğu’yu kara ulaşımı ile -kara ulaşımının hakimiyetine bağlı olarak biçimlenen- hava ulaşımı açısından stratejik bir konuma yerleştirmektedir. Afrika ile Asya arasındaki tek kara bağlantısı da -Süveyş- Ortadoğu’nun önemini artırmaktadır. Yaklaşık 5000 yıldır Akdeniz, Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi, dünyanın en büyük ticaret havzalarını ve deniz yollarından bazılarını oluşturduğu için Ortadoğu, ticaret yolları açısından da devletlerin rekabet alanı olmuştur. Avrupa ile Amerika kıtası arasında yeni ticaret yollarının oluşturulması, Ortadoğu’nun ticaret yolları açısından önemini bir süreliğine azaltmış olsa da Avrupalı ulus devletlerin Güney ve Güneydoğu Asya’yı sömürgeleştirme girişimleri, 16. yüzyıl sonrasında Basra Körfezi, Kızıldeniz ve Doğu Akdeniz’in önemini artırmıştır. Söz konusu bölge(ler), jeo-stratejik önemini hala koruduğu için, güç savaşlarının ve siyasi dengelerin merkezindedir.

19. yüzyılda Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla gemilerin Avrupa’dan Akdeniz üzerinden Güney ve Güneydoğu Asya’ya gidebilmesi için Afrika’nın en güneyindeki Ümit Burnu’nu dolanmasına gerek kalmaması sonucunda, Kızıldeniz’in ve Akdeniz’in önemi katbekat artmıştır. Savaş gemilerinin de geçebildiği Süveyş Kanalı, hem ekonomik hem de askeri güç anlamına geldiğinden ayrı bir rekabet alanı olmuştur.

Kara ve deniz hakimiyeti aynı zamanda hava yolu hâkimiyetini sağladığından 1950’li yıllarla birlikte hızla gelişen havacılık açısından da Ortadoğu, stratejik konumda olmuştur. 1950’ler ile birlikte SSCB’yi Yeşil Kuşak Projesi ile çevreleyen ABD-MD’nin hava hakimiyeti, bir SSCB uçağının Basra Körfezi’nin güneyine gitmek için 13.000 kilometre uçmasına neden olabiliyordu. Bu durumda alan hakimiyeti için büyük avantaj sağlayabiliyordu.

 Akdeniz ile Hint Denizi arasındaki deniz yolu, Doğu Akdeniz’in önemini artırırken 2000’li yıllarda bu bölgede zengin doğalgaz kaynaklarının keşfedilmesi ve Rusya’nın Karadeniz-Kızıldeniz Boru Hattı Projesi (Mavi Akım-2) için Ceyhan’dan (Türkiye) Hayfa’ya (İsrail) kadar deniz altından boru döşemek üzerine anlaşmalar imzalaması da bu bölgenin önemini artırmıştır. Petrolün Avrupa’ya ve Amerika’ya gemilerle taşınması için de öne çıkan Doğu Akdeniz, günümüzde hem dünya petrolünün %40’ının geçtiği Basra Körfezi’nden sağlanan kara ve deniz bağlantısı dolayısıyla hem de Asya’dan gelen ticaret yolları dolayısıyla güç savaşlarının merkezinde yer almaya devam ediyor. Tarihi İpek Yolu ve deniz yolunun Ortadoğu’yu jeo-stratejik açıdan öne çıkarması, onu sürekli gerilimli bir bölge yapıyor.

  1. Dünyaya hakim olma stratejilerinde Ortadoğu’nun yeri

Her hegemon güç, dünyayı tamamen ele geçirme hayalleri ve planları kurar. Elbette bu hayal ve planlar, kaynaklarla olanakların sınırlılığı ve güç dengelerinin engeline takılır. Ancak yine de hiçbir engel, hegemon güçlerin dünyayı ele geçirme stratejileri üretmesi ve bunları hayata geçirme çabasının önünde duramaz. Dolayısıyla özellikle 20. yüzyılı baz alarak şunu söyleyebiliriz: Hegemon güçlerin ya da devletlerin; coğrafi konum, hammadde kaynakları, ulaşım ve ticaret yolları ile pazarın esas alınmasına dayanan dünyaya hakim olma stratejilerini inceleyerek ve “küresel köyün” hegemon güçlerle nasıl ele alındığına bakarak, dengeler içerisinde coğrafi konumun önemini farklı açılardan görebiliriz.

Dünyanın coğrafi paylaşımı, hegemon güçlerle yeni ulaşım yolları, yeni savaş teknikleri ve araçları ile farklılaşan güç dengeleri ekseninde rekabete konu olmaktadır. I. Dünya Savaşı sonrası içten yanmalı motorlar, hem kara hem deniz hem de hava ulaşımını ve ticaretini kökten değiştirdiği için, yeni hegemonya stratejilerinin üretilmesi hasıl olmuştu. Bu gereklilikten hareketle oluşturulan “Kara Hakimiyeti Kuramı”nın öncüsü H. J. Mackinder’e göre, dünya hakimi olmak için dünyanın en önemli kara parçası olan Avrasya’ya hakim olmak gerekir. Bu bölge batıdan Volga Nehri’ni, doğudan Batı Sibirya’yı, kuzeyden Kuzey Buz Denizi’ni ve güneyden de Himalayaları sınırları içerisine almaktadır. Mackinder, bugün Orta Asya olarak isimlendirilen bu bölgeye, “Dünyanın Kalbi/Heartland” demiştir. 1990 yılına kadar SSCB hakimiyeti altında olan bu bölge, günümüzde Rusya Devleti’nin hegemonyası altındadır. Bu bölge, dünyanın en zengin doğalgaz rezervlerinin yanı sıra zengin petrol ve maden yataklarına -özellikle altın, uranyum ve gümüş madenlerine- sahiptir. Geniş coğrafyası ve birçok uygarlığın merkezinde yer alan konumu dolayısıyla, günümüzde de hegemonya savaşlarının merkezinde yer almaya devam etmektedir. Bu bölgeye, Çin Devleti de Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla etkide bulunmaya devam ediyor ve buranın enerji kaynaklarından faydalanmak için bölgeye boru hatları inşa etmesi, bunun en önemli göstergelerinden biridir.

“Dünyanın Kalbi” stratejisine karşılık Amerikalı stratejist N. J. Spykman, “Çevre Kuşağı Stratejisi”ni geliştirmiştir. Spykman’a göre dünyaya hakim olmak için, Avrasya’yı çevreleyen kuşağa (Rimland) hakim olmak gerekir. Bu kuşak Norveç’ten başlayıp Batı Avrupa, Ortadoğu, Hindistan, Çin ve Kore’yi kapsamaktadır. Bu stratejiyi -kısmi de olsa- II. Dünya Savaşı sonrası ABD- MD uygulamaya başlamıştır. Bu strateji çerçevesinde NATO (Kuzey Atlantik Paktı), CENTO (Merkezi Antlaşma Örgütü) ve SEATO (Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü) kurularak çevre kuşağı oluşturuldu. Bu strateji esasta SSCB ve Sosyalist Blok’a karşı oluşturulmuştur. NATO batıdan, CENTO güneyden -Yeşil Kuşak Projesi ile birlikte-, SEATO ise güneydoğudan Orta Asya’yı ve Sosyalist Blok’u çevreliyor ve kuşatıyordu.

SSCB ile birlikte Sosyalist Blok’un dağılması, bu stratejinin önemini azaltmıştır. CENTO’nun sonradan işlevsizleşmesine rağmen ABD-MD hala Orta Asya’ya hakim olan Rusya Devleti’ni çevrelemeye çalışmaktadır. Bu amaçla öne çıkan NATO’nun Kafkasya’ya doğru genişletilmesi çabaları, Rusya Devleti’nin 2008 yılında Gürcistan’ı işgal etmesi engeline takıldı. Daha önce aynı amaçla NATO’nun genişletilmesi çabaları, 2004 yılındaki İstanbul Girişimi aracılığıyla Ortadoğu devletlerinin entegrasyonuna öncelik vererek büyütülmüştü. Afganistan’ın ABD-MD tarafından işgali, bu çevreleme stratejisine uygun olarak gerçekleştirilmiş ve Trans-Afgan projesi başlatılarak Orta Asya’nın petrol ve doğalgazının -Rusya boşa çıkartılarak- Güney denizlerine indirilmesi planlanmıştı. Ancak bu plan Rusya ile Çin’in manevraları ile boşa çıkarıldı.

Diğer bir hakimiyet kuramı ise “Deniz Hakimiyet Stratejisi”dir. ABD-MD’nin çevre kuşağı stratejisi ile birlikte uyguladığı bu strateji, dünyanın önemli denizlerinin stratejik noktalarına askeri güç yerleştirerek çok kısa zamanda dünyanın her tarafını denetim altına alarak hızlı askeri müdahalelerde bulunabilmeyi öngörmüştür.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra daha fazla güçlenen ABD-MD, 1921 yılında İngiltere, Fransa ve Japonya ile bir anlaşma imzalayarak bu üç devletin özellikle Japonya’nın deniz hakimiyetini sınırlamayı başarıp dünya devletlerinin hakimiyet alanını ele geçirmiş, böylece kendi hakimiyet alanını genişletmiştir.

İngiltere, dünyanın en büyük hegemon gücü olduğu bu dönemde, askeri gücünün yaklaşık üçte ikisini tasfiye etmiştir. ABD-MD ise 1920 yılında, 1914 yılına göre deniz gücünü %17 oranında artırmıştır. Bu dönemde denizlerdeki etkinliğini en fazla artıran hegemon güçlerden birisi olan ABD-MD, bu hakimiyetini bugün hala korumaktadır. ABD-MD, bütün dünya denizlerinde, deniz kıyılarındaki askeri üslerle birlikte yaklaşık 450 bin asker bulundurmaktadır. ABD-MD, bu gücü sayesinde dünya ticaret yollarını, özellikle çevre kuşağı içerisindeki yolları, denetim altında tutabilmektedir. Yanı sıra hızlı askeri müdahale ve askeri caydırıcılık olanağını sürekli diri tutan deniz hakimiyeti, ABD-MD’nin hegemonyasının temel dayanaklarından birisidir.

Bu strateji dışında esasta Avrupa eksenli olan bir strateji de Z. Brezinsky’e aittir. 1970’li yıllarda birlikte ABD-MD’de dış politika alanında etkili isimlerden olan Brezinsky, Avrasya’nın egemenliği için” Jeo-stratejik Kilit Taşı” kavramını geliştirmiştir. Bu kavrama göre kilit taşı olarak batıda Federal Almanya ile Polonya; doğuda Güney Kore ile Filipinler; güneybatıda ise Afganistan ve Pakistan öne çıkar. Almanya’nın birleşmesi sonrası bu strateji, göreceği önemini korumuştur. ABD-MD’nin öncelikleri arasında yer alır. Almanya dışındaki diğer ülkeler, günümüzde ABD-MD’nin öncelikleri arasında yer almaya devam ediyor. Almanya’nın ABD-MD’nin güdümünden çıkması sonrası, diğer “kilit taşı” ülkeler hegemonya savaşlarının odağı olmaya devam etmiştir. Afganistan ile Pakistan, BOP’un önemli bir parçasını oluşturarak Ortadoğu politikalarına eklemlenmiştir.

Yine Brezinsky’nin 1977 yılında yayınlanan “Büyük Satranç Tahtası” isimli kitabında dünya genelinde jeo-stratejik üstünlük için Avrasya’nın ele geçirilmesi ve ABD-MD’nin Rusya, Çin ve İran blogunu engellemesi gerektiği savunulur. BOP’un önemli ayaklarından biri de, bu blogun özellikle Ortadoğu’daki etkinliğini zayıflatma çabasıydı.[1]

Tüm bu strateji ve kuramlar içerisinde, Ortadoğu’nun önemli bir yeri bulunmaktadır. “Dünyanın Kalbi”ni çevrelemesi, deniz hakimiyeti ve kilit taşlar stratejileri açısından önemli konumu, farklı medeniyetlerin göbeğinde yer alması; Afrika, Asya ve Avrupa için geçiş bağlantıları oluşturmasının yarattığı ekonomik ve askeri avantajlar, “Medeniyetler Çatışması” terzinin arenası olması ve enerji – su kaynakları açısından önemli bir konumda bulunmasından kaynaklı Ortadoğu, hegemonya savaşlarının merkezinde yer almaktadır.

  1. Enerji kaynakları açısından Ortadoğu’nun önemi

Petrol, günümüzde güç dengeleri ve politikanın ana araçlarından birisine dönüşerek hegemonya savaşlarının etkin bir silahı olmuştur. Askeri araçların da petrole bağımlı olması, hegemonyanın varlık koşullarından olan siyasal zorun idamesi için, petrolü ön plana çıkarmıştır.

2006 yılı itibarıyla tüm dünyada kullanılan birincil enerji kaynaklarının %35,8’i petrolden, %23,7’si doğalgazdan, %28,4’ü ise kömürden sağlanmıştır.[2] Dünya genelindeki taşımacılığın ve dolayısıyla meta dolaşımının %95’i, petrol ve benzeri hidrokarbonlara bağımlı bir yaşamla ayakta durmaktadır.[3]

Günümüzün en büyük hegemonya güçleri, hala petrol ve doğalgaza birincil derecede bağımlıdır. Dünyada tüketilen birincil enerjinin ve ham petrolün %25’ini tek başına tüketen ABD, dünyada üretilen benzinin %45’ini tüketiyor ve tüketilen petrolün %60’ını ithal ediyor.[4] Dünya enerji tüketiminin %16’sını gerçekleştiren Avrupa Birliği (AB) ülkeleri, birincil enerji tüketiminin %37’sini petrolden, %24’ünü doğalgazdan sağlamaktadır.[5] Doğalgaz rezervlerinin -dünya genelindekilerin- yüzde 27’sine sahip olan Rusya Federasyonu’nda birincil enerji tüketiminin %55’i doğalgazdan %19’u petrolden sağlanıyor.[6] Çin, birincil enerji tüketiminin %21’ini petrolden, %2,7’sini ise doğalgazdan sağlıyor.[7] Çin, tükettiği petrolün %46’sını Ortadoğu’dan sağlıyor. Suudi Arabistan da Çin’in ikinci büyük tedarikçisidir.[8]

Petrole bağımlılık, özellikle sanayi üretimi gelişkin olan ülkelerde 1970’li yıllardan günümüze kadar katlanarak artmıştır. 1973 yılında dünya petrol tüketiminin %53’ünü OECD ülkeleri gerçekleştirirken bu oran, 1979 yılında %65’e çıkmıştır. OECD ülkeleri içerisinde G5 olarak anılan 5 ülke, bu oranın %75’ini gerçekleştiriyordu.[9] ABD, 2005 yılında petrol ihtiyacının %20’sini Ortadoğu’dan karşılıyordu. AB’de bu oran, %43, Japonya’da %68’dir.[10] Dolayısıyla askeri olarak da ABD-MD’ye bağımlı olan Japonya, Ortadoğu politikasında bu nedenle ABD-MD ile ortaklaşmaktadır. Gerek AB devletlerinin gerekse Japonya’nın hegemonya savaşlarındaki en önemli iki zaafı, askeri olarak zayıf ve enerjide bağımlı olmalarıdır. Bu sebeple enerji kaynaklarının belirleyici rolü, hegemon güçler arasındaki dengelerde öne çıkarak enerji kaynaklarının sahibi en büyük iki gücü, yani iktidar odağını, bloklaşmanın başına getirmiş ve dengelerde başat rol oynayabilme özelliğini kazandırmıştır.

Ortadoğu, dünyadaki toplam petrol rezervlerinin %62’sine -Kuzey Afrika ile birlikte %70’ine-, doğalgaz rezervlerinin ise %40,5’ine sahiptir. Üstelik dünya toplam petrol rezervlerinin ortalama ömrü 40 yıl iken Ortadoğu’nunki 81 yıl; doğalgazda ise dünya ortalaması 63,3 yıl iken Ortadoğu’nunki 100 yılı aşkındır.[11] Elektrik enerjisine dayalı sanayi üretiminin önümüzdeki 20 yılda büyük oranda artacağı öngörüsünün tamamen gerçekleşeceği kabul edilse bile, petrolün tüketim toplumunun ana hammaddelerinden birisi olan plastiğin hammaddesinin petrol olması ve doğalgazın ısıtma ve elektrik üretimi başta olmak üzere şehirleşmede merkezi öneme sahip olması dolayısıyla fosil yakıtlar açısından Ortadoğu’nun önümüzdeki yıllarda görece önemini süreceği söylenebilir.

Ortadoğu’da genel olarak gelirlerin %90 civarı, petrol ve doğalgaza bağlıdır. 1970 ve 1977 yılları arasında Gayri Safi Milli Hasılanın (GSMH) parasal artışı, Suudi Arabistan’da %1000’in üzerinde iken Birleşik Arap Emirlikleri’nde %800, Kuveyt’te %400 olmuştur.[12] Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC), 2000’li yıllarda sırf ABD bankalarına her yıl 600-800 milyar dolar para yatırmaktadır. İran haricindeki Basra Körfezi ülkelerinin Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYİH) 2009 yılında bir trilyon doları aşmıştır.

Aden Körfezi’nden Afrika ve Ortadoğu petrolünün geçişi dolayısıyla dünya petrollerinin %62’si, dünya doğalgazının %40’ı, Kızıldeniz’den geçiyordu. Sırf bu nitelik dahi Ortadoğu’yu hegemon savaşın merkezine yerleştirmeye yetmektedir.

Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına ilişkin aşağıdaki tabloda yer alan ayrıntılar bu bölgedeki dengeleri daha iyi anlamamızı sağlayabilir.

ÜlkelerPetrol üretimi Milyon varil 2017 YılıPetrol rezervinin dünya toplamında payıRezervin dünya toplamında payı %Doğalgaz üretimi Milyar m³ 2005 yılıDoğalgaz rezervi Trilyon m³ 2005 yılıRezervin dünya toplamında payı %
Irak4.6401159.53.171.7
İran3.650137,511,510528,1315,5
S.Arabistan10.460264,222,573,77,073,9
Suriye4005,50,290,2
Ürdün
Yemen2880,690,3
BAE2.79097,87,947,46,063,3
Kuveyt22101,58,512,91,361
Katar65115,21,249,525,3614
Umman90825,9980,5
Bahreyn25011,29
Mısır54444,81,941,1
TOPLAM*24.603742,261,9336,973,4740,5

Tablo1: Ortadoğu’da petrol ve doğalgaz kaynakları

*Mısır hariç İran dahil toplam veya ortalama verilmiştir. Rezerv ömrü hesaplarında üretimin sabit kalacağı kabul edilmiştir.

Kaynak: Ortadoğu Yıllığı 2009 (Küre Yayınları, 2011); Türkiye’nin Doğalgaz Temin ve Tüketim Politikalarının Değerlendirilmesi (TBMMOB-MMO Yayınları, 2008); Türkiye’nin Petrol Faaliyetleri ve TPAO (Petrol İş Yayınları); Ortadoğu Yıllığı 2017 (Kadim Yayınları, 2018)

Tabloda özellikle 5 ülkenin dünya petrol rezervlerindeki payının yükseldiği dikkat çekicidir. Sırf bu ülkelerdeki hakimiyet bile dünya hegemonya savaşlarında büyük avantaj sağlamaktadır. Petrolün siyasete nasıl yön verebildiğini İngiltere Devleti başbakanlarından Churchill’in sözünde özlü olarak görebiliriz: “Bir damla petrol bir damla kandan değerlidir.”

  1. Su kaynakları açısından Ortadoğu’nun önemi

Tarih boyunca uygarlıklar, şehirler ve her türlü yerleşim yeri yoğun olarak tatlı su kaynakları veya deniz kıyılarına kurulmuştur. Su yoksa hayat da yoktur; dolayısıyla su kaynakları, daima devletler arasında savaşın odak noktalarından birisi olmuştur. Ortadoğu’da özellikle su kaynakları açısından zengin olan Mezopotamya, Anadolu ve Doğu Akdeniz kıyıları; bu açıdan da devletli/uygar toplumlar tarihi boyunca hegemonya savaşlarının merkezinde yer almıştır.

İsrail Devleti’nin, 1981 yılında ilhak ettiği Golan Tepeleri’ni (Önceden Suriye devletine bağlıydı.) savaş tehdidine rağmen geri vermemesindeki ana nedenlerden biri, Riyat’tan (Suudi Arabistan) Lübnan’a uzanan boru hattının (Trans Arabia Boru Hattı’nın bir kolu) bu tepelerden geçmesi iken, diğeri bu bölgenin zengin su kaynaklarına sahip olmasıydı. İsrail, suyu zor aracı olarak kullanıp Filistinlilerin kullandığı suyun %80’ini -elbette ABD-MD’nin icazetiyle- kontrol edip Filistin yönetiminin etkinliğini iyice zayıflatabilmiş ve Lut Gölü ve Şeria Nehri’ni kontrol eden İsrail, su kozuyla Ürdün’ün kendisini tanıyan nadir ve ilk Arap devletlerinden biri olmasını sağlamıştır. Benzer şekilde A. Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması sürecinde de Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türkiye sınırları içerisinde doğup Suriye’den geçen Fırat Nehri’nin suyunu koz olarak kullanmıştı. Lübnan’daki siyasi dengelerde de su kaynakları yine önemli rol oynamaktadır.

Yukarıdaki bütün örneklerde suyun rolünü, hegemon güçlerin dolaylı veya dolaysız etkisi ile birlikte düşünmek gerekir. Mesela Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Fırat’ın su potansiyelinin %88,7’sini, Dicle’nin ise %51,9’unu kontrol etmenin avantajıyla ABD-MD’ye karşı kozunu güçlendirirken ABD-MD de bu kozu kullanıp Suriye ve Irak devletleriyle ilişki geliştirmiştir.

Dünyanın 4/3’ü su olduğu halde, tatlı su oranı %3 ile sınırlıdır. Bu tatlı suyun %2’lik kısmının buzullarla tutuluyor olması ve %1’lik kısmının da her geçen gün kirletilmesinden dolayı, önümüzdeki yıllarda su kaynaklarının hegemonya savaşlarındaki önemi daha da artacaktır. Hidroelektrik Santraller (HES) ile en küçük derenin bile kontrol altına alınmasını ve suyun meta pazarındaki değerinin gittikçe artmasını, bu çerçevede değerlendirmek mümkün.

  1. Meta-silah pazarı açısından Ortadoğu’nun yeri

Sermayenin beka koşullarından olan pazar, meta üretiminin devamlılığı demektir. Pazar için, kısaca kapitalizmin kalbidir diyebiliriz. Kalp durunca sistem krize girer. Dolayısıyla pazar hakimiyeti, hegemonya savaşlarının merkezinde yer alır. Ortadoğu ülkelerinin ekonomilerinin %90 civarında enerji kaynaklarına dayanmasından kaynaklı pek çok tüketim ürününde dışa bağımlılık olduğu çabuk anlaşılabilir. Dolayısıyla Ortadoğu, büyük bir pazar alanıdır. Sürekli gerilim ve savaşlarla anılmasından da tahmin edileceği gibi, silahlar açısından da büyük bir pazardır. Hatta dünyanın en büyük askeri/silah pazarının Ortadoğu olduğu söylenebilir.

Ortadoğu’nun ticaret hacmine bakılarak ithalat ve ihracat dengelerindeki dışa bağımlılık, aşağıdaki tabloda net bir şekilde görülebilir.

ÜlkelerNüfus (Milyon) 2016 yılıGYSİH (Milyar dolar) 2016 yılıİhracat (Milyar dolar) 2008 yılıİhracat (Milyar dolar) 2016 yılıİthalat (Milyar dolar) 2008 yılıİthalat (Milyar dolar) 2016 yılı
Irak34,7223,240,854,755,436,4
İran78,4418,770,391,957,170,5
Filistin4,412,70,50,037
Lübnan4,953,63,5416,418
S.Arabistan29,3748189,7234,382,2136,8
Mısır83,323724,223,547,536,4
Suriye21,977,412,61,714,570,5
Ürdün7,542,56,67,71217,6
Yemen24,913,85,84,7751,2
BAE9,4411,8174,7314,7144,5241,3
Kuveyt3,4135,350,2541729,3
Umman3,982,627,631,918,422,7
Bahreyn1,337,812,614,310,913,9
Katar2,2183,837,256,220,826,9
İsrail8,3373,745,7664666,7

Tablo 2: Ortadoğu ülkelerinin GSMH ve milyar dolar cinsinden dış ticaret verileri

Kaynak: Ortadoğu Yıllığı, 2009 (Küre Yayınları, 2011); Ortadoğu Yıllığı 2017 (Küre Yayınları, 2018)

Tabloda toplam ithalatın parasal bütünlüğü görülüyor. Bu rakamlara dış borçların eklenmesi ile dışa bağımlılığın çok büyük boyutlarda olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu bağımlılığa ek olarak şunu da belirtmek gerekir: Gelir düzeyleri çok yüksek olan Basra Körfezi ülkeleri vatandaşlarının menkullerinin %80 civarı, Batılı bankalarda değerlendiriliyor. Buna bakarak rant ekonomisinin mi faiz gelirlerinin mi bu ortamda ne kadar büyük olacağını kestirmek zor olmasa gerek. Özellikle körfez ülkelerinin lüks tüketiminin bu bölgeyi büyük bir pazar olarak daha fazla öne çıkardığı da rahatlıkla söylenebilir.

Ortadoğu, silah pazarı olarak da dev karların kaynağıdır. Bu özelliğini “yeniden inşa”larla öne çıkaran Ortadoğu, her işgal veya askeri müdahale sonrası askeri mühimmatın yarattığı pazar dışında, birçok alanı ve tüketimi kapsayan yeni pazar alanları da açıyor. Kuveyt’in Saddam Hüseyin’in ordusu tarafından işgali sonrasındaki “yeniden inşa”sı için 200 milyar dolar harcanması ve bu miktarın %70 civarının ABD’li tekeller eliyle gerçekleşmesi, söz konusu meseleyi yeterince açık şekilde anlatıyor.

Ortadoğu’daki devasa karlar, devasa askeri bütçelere olanak tanıyor. 1970 ve 1980 yılları arasında Arap ülkeleri, petrolden 2,4 trilyon dolar elde ettiler. Bunun 155 milyar dolarını doğrudan silah alımına, 1 trilyon dolarını ise savunma giderlerine harcadılar. 1980 ve 1988 arasında Irak Devleti ile İran devleti arasında olan savaşta, savaş tekelleri iki devlete 50 milyar dolarlık silah satmıştı.[13]

ABD-MD, 1970’lerden beri Ortadoğu’nun en büyük silah satıcısıdır; 1973 ve 1978 yılları arasında Ortadoğu’ya satılan silahların %51’ini, 1979 ve 1983 yılları arasındakilerin %62’sini, günümüzde ise %40’ını karşılamıştır.[14] Aynı şekilde ABD Kongresi, Körfez ülkelerini 2011 ve 2014 yılları arasında 120 milyar dolarlık (bunun yarısı Suudi Arabistan’a), 2017 ve 2020 yılları arasında ise 300 milyar dolarlık (bunun da 3’te 1’i Suudi Arabistan’a) silah satışına onay verdi.

Hegemon güç olabilmenin ve dünya siyasetinde rol oynayabilmenin temel koşullarından birisi, büyük bir askeri güce sahip olmaktan geçer. Bu da büyük bir silahlanma yarışı yaratmaktadır. Dünyada 2010 yılında bütün silahlanma ve savunma harcamaları 1 trilyon 630 milyar dolara tırmandı. Stockholm Barış Antlaşmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) raporuna göre, Kuzey Amerika ve Avrupa devletleri savunma harcamalarında ilk sıradadır.

BölgelerAskeri harcama Milyar dolarDünya toplamındaki oranı %
Kuzey Amerika68444
Merkez ve Güney Amerika59,21
Avrupa42427
Asya27518
Afrika27,72

Tablo 3: Dünyada bölgelere göre askeri harcamalar (2010 yılı)

Kaynak: Kaldıraç, Haziran 2011 (SIPRI’dan aktaran Temel Demirer)

 Tablodan anlaşılacağı üzere ABD-MD, dünyadaki askeri harcamaların yaklaşık yarısını tek başına gerçekleştirebilmektedir. Bu niteliğini de 1950’lerden beri korumaktadır. Bu niteliğiyle Ortadoğu’nun da en büyük silah satıcısıdır. Diğer hegemon güçler içinde Ortadoğu’nun devasa bir silah pazarı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

DevletlerSilah satışı Milyar dolarLatin Amerika %Afrika %Asya %Kuzey Afrika ve Ortadoğu %
ABD1430,62239
İngiltere4,60,10,51372
Fransa4,320,13940
Rusya3,4296215
Çin0,50,1234518

Tablo 4: Beş devletin bölgelere göre silah satışı (2010 yılı)

Kaynak: Kaldıraç,Haziran 2011 (SIPRI’dan aktaran Temel Demirer)

ABD-MD’nin ortağı olan İngiltere’nin 2010 yılındaki silah satışlarının %72’sini Ortadoğu’ya yapması, bu ortaklığın nedenlerini daha açık anlatıyor. Benzer şekilde uzun süre gerilimli ilişki yaşayan Fransa, Sarkozy döneminde ABD-MD’ye dostluk eli uzattıktan sonra 2008 yılında Körfez ülkeleri ile 4 milyar dolarlık silah satışı, bir askeri üs, bir nükleer tesis anlaşması imzalamış ve 2010 yılında toplam silah satışının %40’ını da Ortadoğu’ya yapmıştı.

Bu devasa silah pazarı bile tek başına Ortadoğu’nun diktatörlük ve monarşilerin desteklenmesi için önemli bir göstergedir. Bu destekler, her devletin genel askeri harcamalarını yüksek tutmasını sağlayarak silah-savunma pazarının devasa ölçekte kalmasını sağlamıştır. Ortadoğu’da askeri harcamaların GSMH’ye oranı, 1970 yılında %7,2, 1980 yılında %10,2, 1990 yılında %9,9 iken aynı oran sanayileşmiş ülkelerde -aynı kronolojik sırayla- %6,3, %5,2 ve %5 olmuştur. Bunlara askeri yardım ve özel orduları da eklemek gerek. ABD-MD, sırf 2017 yılında 33 milyar dolarlık askeri yardımı -elbette birçok taviz karşılığında- gerçekleştirmiştir. ABD-MD, 2013 ve 2011 yılları arasında Irak’ta 89 uluslararası askeri ve güvenlik şirketi ile iş yapmıştır; bunların 45’i de direkt ABD merkezliydi. Yine ABD-MD’nin Irak İşgali’nin maliyeti 620 milyar dolarken özel güvenlik şirketlerine 57 milyar dolar ödenmiştir.[15]

Askeri harcamalara devlet bazında bakarak üzerinde durduğumuz konuyu detaylı olarak aşağıdaki tablo üzerinden inceleyebiliriz.

DevletlerAsker Sayısı (x1000)1970 Askeri harcama (Milyar Dolar)1990 Askeri harcama (Milyar Dolar)2009 Askeri harcama (Milyar Dolar)2016 Askeri harcama (Milyar Dolar)1970 Askeri harcama GSMH’ye oranı (%)1990 Askeri harcama GSMH’ye oranı (%)2009 Askeri harcama GSMH’ye oranı (%)
Irak577110,68,97,41611,22012,6
İran5632,611,37,414,5486,62,24,1
S.Arabistan2371,414,238,269,41311,817,714,3
Ürdün1100,40,31,91,93915,19,6
Yemen1370,050,9*13,5
BAE510,041,81022,7754,721,1
Kuveyt22,60,21,24,96,8313,96,53,6
Katar11,80,90,41,12,97,9
Umman470,91,83,28,68623
Bahreyn19,40,51,3964,74
Mısır468,54,11,84,62,73316,24,63,4
İsrail18416,48911,716,8
Filistin56
Suriye4000,41,71,411,91336,4
Lübnan762,44132,4

Tablo 5: Ortadoğu’da askeri harcamalar

*Yemen’in kuzey ve güneyinin ortalaması

Kaynak: Ortadoğu Yıllığı 2009 (Küre Yayınları, 2011); Petrol ve İnsan (Q.Noreng, Sabah Yayınları, 1998); Ortadoğu Yıllığı 2017 (Kadim Yayınları, 2018)

Ortadoğu’da 1970’lerde yükselen petrol fiyatlarına paralel artış gösteren silah savunma harcamaları, devasa boyutlara ulaşmıştır. Dünyanın en büyük pazarlarından biri olan Ortadoğu’da, bu silah pazarının silahlanmaya ve buna bağlı olarak kesintisiz süren çatışmalara ve gerilimlere neden olmaması düşünülemez. Haliyle bölgede neden sürekli etnik, dini vb. eksenli çatışmaların eksik olmadığı daha iyi anlaşılabilir.

  1. Ucuz iş gücü olarak Ortadoğu’nun önemi

Ortadoğu’nun iş gücü, işçi hakları, işçi örgütlenmeleri veya daha geniş anlamda “sivil toplum örgütleri” vb. ile anıl(a)mamasının esas nedenlerini anlamak için öncelikle hegemonya savaşlarındaki merkezi konumuna bakmak gerekir. Ortadoğu’da yüksek karlar getiren petrol ve doğalgaz gelirleri, belli kesimleri zengin ederken bu bölgenin büyük bir kesimi ile yabancı ülkelerden gelen işçiler, bu şatafatın üretimini sağlamaktadır. Ortadoğu’nun genel iş gücü durumu ile yabancı iş gücü oranını verirsek bu bölgenin özgüllüğü daha iyi anlaşılacaktır.

ÜlkelerNüfus (Milyon)Kent nüfusu payı (%)Tarımsal iş gücü payı (%)Tarımın GSYİH payı (%)Sanayinin GSYİH payı (%)İmalatın SYİH payı (%)
Türkiye56,16146173324
Irak18,97113
İsrail4,7925
Ürdün3,2611082612
Kuveyt2,19611569
Lübnan2,814
Umman1,611493804
S.Arabistan14,963488459
Suriye12,450222822
BAE1,67852559
Yemen11,3296320288
Bahreyn0,5
Katar0,4
Mısır664734172916

Tablo 6: Ortadoğu’daki iş gücü verileri (1990 yılı)

Kaynak: 20. Yüzyılda Ortadoğu Ekonomileri Tarihi, R. Owen – Ş. Pamuk, Sabancı Üniversitesi Yayınları (2015)

Bölgedeki iş gücünün dağılımına dair dengesizlik bugün de sürdüğü gibi dünyanın öteki bölgelerinden ayırt edici bir özgüllükle Ortadoğu’nun yabancı işçi oranı yüksektir. 30 milyon civarı nüfusa sahip olan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinde, 2000’li yılların başlarında, 14 milyon işçi çalışmaktaydı. Bunun 6 milyonu Suudi Arabistan’da, 5 milyonu Birleşik Arap Emirlikleri’nde, 2 milyonu Kuveyt’te, kalan kısım ise diğer ülkelerde çalışmaktadır.[16]

1980’li yılların başlarından beri büyük ölçüde yabancı işçi çalıştıran Körfez ülkelerinde Kuveyt’te nüfusun %58,5’i, Katar’da %74’ü, Birleşik Arap Emirlikleri’nde %82,5’i, Suudi Arabistan’da %29,4’ü yabancı iken toplamın %37,6’sı yabancıdır. Bu durum, iş gücü verilerine de yansıyor. Körfez ülkelerindeki iş gücünün toplam iş gücüne oranı -aynı sırayla- %77,6, %79,4, %82,5 ve %60,7’dir. Körfez ülkelerinde en az yabancı işçi çalıştıran ülke olan Bahreyn’de bile iş gücünün %32,5’i yabancıydı.[17]

Yabancı iş gücünün yoğunlaştığı körfez ülkelerinde (İran hariç) işçilerin sosyal hakları, örgütlenmeleri veya şikayet mercileri neredeyse yoktur. Ayrıca “kalifiye” olarak kabul edilen iş gücü dışında kalanlar, çalıştıkları ülkedeki bir vatandaş tarafından “kefil” statüsüyle haraca bağlanır. Kefillik sistemi, anayasal bir düzenlemeye tabii olmaktan çok teamüllere ve keyfiliklere göre işlediğinden işçilerin sınır dışı edilmesi çok kolay olmaktadır. Dahası işçiler iftiralarla kolayca hapse atılıp idam edilebilmektedir. Bu duruma karşı Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) yine çok fazla bir şey yaptığı söylenemez.

Basra Körfezi dışında kalan Yemen, Mısır, Ürdün ve Suriye gibi ülkelerde iş gücü oldukça ucuzdur. Yoksulluk oranı 2010 yılında Yemen’de %40, Mısır’da %35, Ürdün’de %14, Suriye’de %20 iken bu ülkelerin genç işsizlik oranı -aynı sırayla- %50, %34, %30 ve %20’dir. Bu ülkelerde 30 yaş altı genç nüfusun oranı, toplam nüfusun %30 ile %50’si arasında değişmektedir.[18] Bu durum bu ülkelerde bir yandan göçü artırırken diğer yanda da ucuz iş gücü üretmektedir.

Ortadoğu’da iş gücünü ucuzlatan ve sefalet koşullarını derinleştiren bir başka etken de mültecilerin çokluğudur. Dünya geneline yayılmış 6 milyon Filistinli ve 1,5 milyon Iraklı mülteci bulunuyor. Filistinli mültecilerin durumu Iraklı mültecilerin durumuna göre biraz daha kötü sayılabilir. Iraklıların çoğunda bir devletin vatandaşı olmaları dolayısıyla pasaport olduğu için ülkeler arası seyahat özgürlüğüne sahiptirler. Filistinlilerin bir devleti olmadığı için ve mülteci olarak sığındıkları devletler genelde vatandaşlık hakkı vermediği için sefalet koşullarına katlanmak zorunda kalıyorlar. Bu da iş güçlerini çok daha ucuza satmalarına sebep oluyor. 4 milyon nüfuslu Lübnan’ın nüfusunun 400 bini Filistinli mültecilerden oluşurken Ürdün nüfusunun da yaklaşık üçte biri Filistinlidir. Devletsiz olan Filistinlilerin çoğunluğu mülteci kamplarında yaşadığı için, yabancı işçiler gibi haklardan mahrum şekilde iş güçlerini satmak zorunda bırakılıyorlar.

Ortak mücadele edebilecekleri bir örgütlülükten bile çoğunlukla yoksun olan Ortadoğu işçileri, birbirlerinin birlerini anlamakta zorlandıkları ndan dolayı da bir araya gelebilmektedir ciddi zorluklar yaşamaktadırlar. Monarşi ve diktatörlük rejimlerinin baskı ve keyfiliklerini birleşik bir örgütlü güçle zayıflatma, yok etme vb. olasılık bu gerçeklikte oldukça zayıftır. Ortadoğu’nun hegemonya savaşlarının merkezinde oluşunun etkisiyle bölgedeki monarşi ve diktatörlüklerin sürekli desteklenirken, bölgedeki dini ve etnik kimliklere dayalı gerilimlerin sürekli deri tutulması, iş gücünün örgütlü mücadelesini sürekli zayıflatan dış engellerdendir.

  1. Hegemonya savaşlarının bir projesi olarak BOP ve günümüze etkisi

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), ABD-MD’nin hegemonyasını genişletme ve derinleştirme stratejisidir. 1990’larda değişen küresel güç dengelerine paralel hazırlanan ancak 2004 yılına kadar resmi olarak açıklanmayan bu proje ile “tek kutup, süper güç” vs. olma hayalleri hayata geçirilmeye çalışılsa da bunda tam başarılı olunamadı. Ancak bu çabaların hala sürdüğü malum. Dolayısıyla bu projenin merkezinde bulunan Ortadoğu’nun öneminin arttığı da söylenebilir.

2000’li yılların başında gücünü yeniden toparlayan Rusya ve onun öncülük ettiği blogu zayıflatmak isteyen ABD-MD, NATO’daki etki gücünü tesis etmenin de etkisiyle resmi adıyla “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ve Kuzey Afrika Girişimi”ni 2004 yılında ilan etti. Bu proje, 1997 yılında kurulan Yeni Amerika Yüzyılı Projesi’nin (PNAC) bir ürünüdür. Projenin ekonomik ve jeo-stratejik ayağı olarak dünyadaki fosil yakıtların yaklaşık dörtte üçünü barındıran Kuzey Afrika, Ortadoğu, Güney Kafkasya ve Orta Asya’yı tamamen hakimiyet altına almayı hedefleyen ABD-MD, projenin askeri ayağı olarak 2001’de Afganistan’ı, 2005’te Irak’ı işgal etmişti. Bu proje aracılığı ile Soğuk Savaş aracı olan NATO’ya yeniden meşruiyet kazandırıp AB devletlerini de peşine takmayı planlayan ABD-MD, böylece petrol ve doğalgaz boru hatlarını da kendi güdümüne almayı planlamıştı.

 BOP’un askeri ayağının bir adımı da 2004 yılında gerçekleştirilen NATO zirvesinde kurulan “İstanbul Girişimi” aracılığıyla Ortadoğu ülkelerinin NATO’ya entegre edilmeye başlanmasıydı. Bu girişim, Orta Asya ülkelerinin NATO ile entegrasyonunu sağlamak üzere kurulan “Barış İçin Ortaklık Girişimi”nin yetersiz kalması sebebiyle kurulmuştu. Türkiye‘ye de aktif rol biçilen İstanbul Girişimi ile başta KİK devletleri olmak üzere, Ortadoğu devletlerinin NATO’ya askeri entegrasyonu sağlanırken boru hatlarının güvenliği ve istikrarının sağlanması hedeflenmiştir.

BOP’un diğer bir ayağı olan “Ilımlı İslam Projesi” aracılığıyla Rusya Devleti ile İran Devleti’nin dayandığı “Şii Kuşak” (İran, Irak, Suriye, Lübnan, Yemen) zayıflatılmaya, radikal Selefi-Sünni örgütlenmeler desteklenmeye ve dini kurumların daha etkin şekilde hegemonya savaşlarında aktifleştirilmesine çalışılmıştır.

BOP’un hedeflerinin birçoğu gerçekleşmemiştir. İran ve Suriye’nin Rusya’dan yana tavrını sürdürmesi, Rusya’nın ise bu iki devlet dolayımıyla Lübnan, Irak ve Yemen’de etkili olabilmesi sebebiyle “Şii Kuşak” zayıflatılamamıştır. Bunun yanı sıra ABD-MD’nin Irak İşgali sonrası fırlayan petrol fiyatları dolayısıyla Rusya’nın karları fırlamış ve böylece toparlanma süreci hızlanarak hem IMF’ye borcunu toptan silip mali açıdan serbestleşmiş hem de ordusunu modernize ederek hegemonya savaşındaki yerini güçlendirmiştir. Bu sayede Doğu Avrupa’da Ortodoks Hrıstiyanların hamiliği gerekçesi ile pek çok kazanıma imza atmış ve yeni boru hatları sayesinde AB devletlerinin kendisine bağımlılığını arttırmıştır.

 BOP içerisinde yer almak zorunda kalan AB devletleri, esasta ABD-MD ile ortak hareket etmişlerdir. Doğalgazda Rusya Devleti’ne, petrolde ABD-MD’ye bağımlı olan AB devletleri, bu bağımlılığı azaltmak için Afrika’ya yönelseler de kaynakların yetersizliği nedeniyle tekrar Ortadoğu’ya yoğunlaşmışlardır. Bu sebeple BOP’a aktif katılmışlardır.

Benzer zaafları taşıyan Japonya da ABD-MD’ye endeksli bir dış politikayı esas almaktadır. Ortadoğu petrollerine %60 oranında bağımlı olan Japonya, askeri olarak zayıflığını ABD-MD’ye yaslanarak çözmeye çalışmaktadır. Ve hala II. Dünya Savaşı’ndan kalma bağlayıcı ve kısıtlayıcı askeri anlaşmaların etkisini zayıflatmaya çalışmaktadır.

BOP, hegemon güçler arası dengelerde ABD-MD ile Rusya’yı daha fazla öne çıkararak iki kutuplu bir dünya siyasetinin yeniden ve yakıcı biçimde hissedilmesine vesile olmuştur. Ortadoğu’nun öne çıktığı bu hegemonya savaşında enerji kaynakları ve hakların hakimiyeti özel bir önem arz etmektedir. Bu durumu daha iyi kavrayabilmek için ekonomik, siyasi ve sosyal koşulları ve jeo-stratejik konumu bir bütün olarak ele almalıyız. Böylece, Suriye’de 2011’den beri devam eden iç savaşın hem ülke içi dengelerini hem bölgesel dengeleri hem de özellikle BOP sürecinde şekillenen hegemon güçler arası dengeleri temsil ettiği görülebilir. BOP, bugünkü bölgesel ve küresel dengelerin aldığı yeni biçimlerin adı/süreci olarak da okunabilir.

Sonuç yerine

Ortadoğu’nun salt ekonomik-politik verilerle anlaşılamayacağı malum. Dolayısıyla özellikle tarihsel bağlamlar olmak üzere tinsel/dinsel, sosyal, kültürel, felsefi, sanatsal bağlamlarıyla birlikte incelenmesi gereken Ortadoğu’nun özgüllükleri kavranmaksızın, demokrasi ve siyasal özgürlüklere dair mücadelelerde yol alınabilmesi mümkün olamaz.

Ortadoğu’nun tarihsel bağlamlarıyla jeo-stratejik önemi ve küresel etkileri, bütün hegemon güçlerin özel ilgisine maruz kalmasını sağlamıştır. Dolayısıyla bu bölgedeki genel politikalar bile bu büyük resmin dışında çizilemiyor. Büyük resmi görebilmek, büyük düşünebilmek ve daha ilerisini görebilmek açısından Ortadoğu, son derece önem arz etmekte ve öne çıkmaktadır.


Dipnotlar

[1] Bilim ve Gelecek, Sayı: 92, Ekim 2011

[2] Türkiye’nin Doğalgaz Temin ve Tüketim Politikalarının Değerlendirilmesi, TMMOB-MMO Yayınları, Yayın No: MMO/2008/1469, s. 8

[3] Cumhuriyet Enerji, Sayı: 1, 29.01.2008

[4] S. Sönmez (2005) Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, İmge Kitap, s. 234

[5] S. Sönmez (2005) age., s. 234

[6] Cumhuriyet Enerji, Sayı: 1, 29.01.2008

[7] Cumhuriyet Enerji, Sayı: 1, 29.01.2008

[8] Stratejik Analiz, Mart 2007

[9] S. Sönmez (2005) age., s. 234

[10] Temel Demirer, Ölçü, Mayıs 2006

[11] TMMOB-MMO Yayınları, age.

[12] S. Parlar (2006), Mephistos Basım Yayın, Ortadoğu “Vaad Edilmiş Topraklar”

[13] S. Parlar (2006), Mephistos Basım Yayın, Ortadoğu “Vaad Edilmiş Topraklar”

[14] S. Parlar (2006), Mephistos Basım Yayın, Ortadoğu “Vaad Edilmiş Topraklar”

[15] Ortadoğu Yıllığı 2017, Kadim Yayınları (2018)

[16] Ortadoğu’nun Yıllığı 2009, Küre Yayınları (2011)

[17] R. Owen – Ş. Pamuk (2015), 20. Yüzyılda Ortadoğu Ekonomileri Tarihi, Sabancı Üniversitesi Yayınları

[18] Radikal, 23.10.2011, 28.01.2011