“Özgürlük Rüzgarı” filmi, İngiltere sömürgeciliğine karşı 1920’li yıllarda IRA’nın başını çektiği, İrlanda bağımsızlık mücadelesini konu alır. Film, İrlanda bağımsızlık mücadelesini kardeş olan Damien ve Teddy üzerinden anlatır. O günlerde İngilizlerin İrlanda halkı üzerindeki ekonomik, siyasal, kültürel, fiziksel ve psikolojik baskısı günbegün artmaktadır. Aslında İrlandalılar bu baskıyı 700 yıldır yaşarlar. Doktorluk eğitimini tamamlamak üzere İngiltere’ye yola çıkan Damien, arkadaşının adını İngiliz aksanıyla söylemediği için İngilizler tarafından öldürüldüğünü görünce bu fikrinden vazgeçer. Abisi Teddy’nin lideri olduğu örgüte katılmaya ve mücadele etmeye karar verir.
Filmde, özgürlük savaşçılarının kararlı savaş ve örgütlenme taktikleri, İngiliz ordusunu yenilme noktasına getirir ve iki taraf arasında bir anlaşma yapılır. Film boyunca mücadelede hep yan yana olan iki kardeşin yolu, İngiltere tarafından İrlanda’ya özerklik verilmesiyle ayrılır. Büyük kardeş Teddy için bu anlaşma İrlanda Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı yolunda önemli bir adımdır. Damien içinse “Özgürlük Rüzgarı”nın önünü kesmek için ağza çalınan bir parmak baldır. Bu noktada vazgeçerlerse, bir daha gerçek özgürlüğü yakalama fırsatı çok zor gelecektir. Çünkü İngiltere bayrağı bir kasap önlüğünden farksızdır. Damien, sömürgeciliğin restorasyonunun İrlanda halkını özgürleştirmeyeceğinin farkındadır. Restorasyon sadece yeni sömürgeciliğin farklı bir görünümü veya farklı kılıflar içinde pazarlanmasıdır. O yüzden Damien’e göre, “Özgürlük Rüzgarı”nı arkalarına almışken mücadeleye devam etmeli ve çabalarını nihayete erdirmelidirler.
Dünyada farklı tarih ve coğrafyalarda birçok özgürlük rüzgarı esmiştir. Bu rüzgarların bazıları devrimle taçlanmış, bazılarıysa ufak sistem restorasyonlarıyla ve kanlı bastırmalarla son bulmuştur. 1800’lü yılların sonunda, Balkanlar’da, Osmanlı Devleti’ne karşı ulusal kurtuluş temelli güçlü bir özgürlük rüzgarı esti. Bunların hepsi ulusal kurtuluşlarını sağladılar ve bağımsızlıklarını kazandılar. Bulgaristan’da bu özgürlük rüzgarını arkasına almayı bilen Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) mücadeleyi bir üst aşamaya sıçrattı. Ülkede iktidara gelen faşist iktidara ve Nazi işgaline karşı mücadele etti ve devrime giden süreci örgütledi. Fransa’da esen özgürlük rüzgarı 18. yy. sonunda Fransız Devrimi ile başlamış, Paris Komünü’nün yıkılışına kadar birçok ayaklanma ile devam etmiştir.
Rusya’da 1905 devrimi ile başlayan süreç devrim dinamiği yenilgiye uğrasa bile durmamış, 1905 yenilgisi nitel bir sıçrama yaratmıştır. 1917’nin temeli 1905’te atılmıştır. 1917’de Rusya’da Şubat Devrimi ile birlikte de özgürlük rüzgarı durmadı. Çünkü bu devrim, halk hareketinin radikalizasyonunu savuşturmayı hedefliyordu. Lenin ise “Tüm iktidar Sovyetlere!” sloganını ayaklanan kitle ile buluşturarak Ekim Devrimi’ni örgütledi.
1934’te Çin’de Mao önderliğinde Uzun Yürüyüş başladı. Uzun Yürüyüş ile birlikte kuşatmadan kurtulan komünistler, yürüyüş sırasında çarpışmalar, açlık, kış ve firarlar ile birlikte büyük kayıplar verdi. 100 bin kişiden 30 bin kişi kalmıştı. Ancak Uzun Yürüyüş ile birlikte komünistler kuşatılıp yok edilmekten kurtulmuş, güvenli bölgeye yerleşmiş ve işgalci Japonlara ve işbirlikçi komprador burjuvazi ve feodal savaş ağalarına karşı savaş ve örgütlenme hazırlıklarını hızlandırmışlardı. 2. Dünya Savaşı’nda Almanya ile birlikte aynı cephede yer alan Japonya, Çin’de Kızıl Ordu’nun gelişkin savaş taktikleri karşısında direnemedi, yenildi. Japonlar, ll. Dünya Savaşı’nda mağlup olunca artık Çin’e dönük Japon tehdidi ortadan kalkmış oldu. Ancak işgalci Japonları yenmek, Çinli komünistler için kafi gelmedi. Komprador burjuvazi ve feodal savaş ağalarına karşı savaş devam etti ve Kızıl Ordu savaştan galip çıktı.
Amerika kıtasının keşfi ile birlikte Küba, İspanyollar tarafından sömürgeleştirilir. Ancak Kübalı devrimciler önce İspanya, sonra ABD kuklası Batista iktidarına karşı amansız bir savaş verirler. ABD emperyalizmine karşı mücadele, Batista Hükümeti’ne karşı mücadele ile eşgüdümlü gider. Çünkü ABD emperyalizminden kurtulmak için onun kuklası Batista’dan da kurtulmak gerekir. Hem ABD emperyalizmine hem de Batista Hükümeti’ne karşı yürütülen mücadele devrimle sonuçlanır.
Türkiye’de ise 1800’lü yılların sonu ile 1900’lü yılların başlarında ilk özgürlük rüzgarı eser. Bu özgürlük rüzgarı içerisinde çeşitli örgütler ortaya çıkar. Dünyada gelişen burjuva devrimleri ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile birlikte ulusal kurtuluş hareketleri gelişir. Bunlar öncelikle İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ile birlikte hareket ederler. Fakat 1908 devrimi sonrası iktidarı ele alan İTC, azınlık haklarını görmezden gelmeye başlar ve hatta Türk kimliği inşası için bu örgütleri yok etmeye çalışır. Beyazıt Meydanı’nda katledilen Paramaz ve 19 yoldaşı bunun en bilinen örneğidir. TKP ve Yeşil Ordu da bu dönemin ürünleridir. Ancak Mustafa Kemal özgürlük rüzgarının farkındadır ve TKP önder kadrolarını katlettirir; Yeşil Ordu’nun önderi Çerkez Ethem’i ise çeşitli oyunlarla itibarsızlaştırır.
Alternatifleri yok eden M. Kemal, özgürlük rüzgarını, değişim rüzgarına çevirir ve restorasyon sürecine evriltir. O dönemden devredecek şekilde, özgürlük rüzgarını arkasına alanlar, yine bugünkü gibi sistem içi alternatifler olmuştur. Cumhuriyet ilan edilir edilmez, tek partili döneme geçilir. ‘Demokrasi’ gereği M. Kemal’in açtırdığı Serbest Fırka, çok kısa zaman geçmeden kapatılır. Çünkü sistem içi bir alternatife bile toplum tavdır. Ancak zamanla dış baskılar ve sistem içi çatışmanın sonucu olarak Demokrat Parti’nin kurulması engellenemez. DP 1946’da kuruldu ve değişim rüzgarını arkasına alarak 1950’deki seçimde büyük çoğunluğu elde etti. Türkiye’de bir başka özgürlük rüzgarı ‘68’de esti. Bunu bastırabilmek için egemen güçler, iki kez darbe yaptı. 80 darbesinden sonra ise özgürlük rüzgarı Kürdistan’da esmeye başladı ve hala esmeye devam ediyor.
Şimdi ise Türkiye’de toplumun büyük bir kesimi, Erdoğan ve avenesinin iktidardan bir şekilde gitmesi gerektiğini düşünüyor ve yine bir özgürlük rüzgarı esiyor. Toplumun büyük bir çoğunluğu bunda hemfikir. Ancak kurumsallaşan faşist iktidarın nasıl gideceği ve yerinin nasıl doldurulacağı üzerine seçenekler ise muhtelif. Farz-ı misal AKP seçimle gitse bile ele geçirdiği kurumlar ne olacak? Daha da önemlisi yetiştirdiği faşist çeteler?.. Sistem ise şimdiden kendi alternatifini, Millet İttifakı üzerinden oluşturmuş durumda. Her ne kadar “yüzleşme, helalleşme, demokratikleşme” gibi kavramlar kullansalar da bunu oluşabilecek bir özgürlük rüzgarının önünü kesmek ve restorasyonla rüzgarı sistem içileştirmenin peşindeler. Bu şekilde, egemen güçler, Erdoğan sonrası dönemde özgürlük isteyenlerin ağzına, ufak restorasyonlarla bir parmak bal çalarak, yönetememe krizini atlatmayı amaçlıyor. Yani genel eğilim, AKP-MHP iktidarının ilk seçimde gideceği yönünde. Diğer yandan seçimlerin olmayacağı ihtimaline hayıflanan “sol” kesimler de mevcut. Bize göre seçimlerin olmama ihtimali “devrimcidir”. Adeta ateşin üstünde bırakılmış düdüklü tencere gibi basınç biriktiren halkın isyanını körükleyecektir böylesi bir durum. Böylece başka seçeneklerin ortaya çıkması daha kolay sağlanır. Seçim bir olasılık olmaktan çıkarsa, insanlar değişim için farklı yolları deneme zorunluluğunu daha rahat kavrar. Öte yandan Erdoğan ve şürekası hiç de kolay gideceğe benzemiyor. Bu tartışmalar bir yana, devrimcilik iddiasında olanların kısıtlı sokak politikası; faşizm, düzen içi alternatif, restorasyon düzlemini alaşağı edecek bir seçenek sunamıyor.
Peki komünistler, alternatifsizlik döngüsünü nasıl kırabilir? Bu özgürlük rüzgarını nasıl arkasına alır? Nasıl bir örgüt, bu özgürlük alanını inşa edebilir ve bu rüzgarı devrime taşıyabilir?
Köke inelim; insandaki potansiyelin açığa çıkması ve gerçekleşmesi
Yaşamın heyulasından çıkıp doğru açılardan baktığımızda ve doğru soruları sorduğumuzda bu soruların cevabını bulacağız. Öncelikle nerede süreksizlik, kırılma olduysa oradan başlamalıyız. Ancak bu şekilde doğru bakış açısını yakalayabiliriz. Gözlemleyebildiğimiz en önemli kırılmalar, varolan dinamiklere temas edememe ve insan potansiyelini tam anlamıyla açığa çıkaramama olarak duruyor. Böyle olunca örgütler, sistemi değiştirmek için bir şeyler yapmak isteyenleri kapsayamıyor.
Örgüt bahsini şimdilik bir yana bırakıp insandaki potansiyelin nasıl geliştiğini kavramak için insansı maymundan insana geçiş sürecine bakalım. Derdimiz tabi ki evrim meselesini incelemek değil. Ancak insanın potansiyelini nasıl kullandığını ve geliştirdiğini anlamak için önemli ipuçlarını insansı maymundan insana geçiş sürecinde net bir şekilde gözlemleyebiliriz. Engels, “Maymundan İnsana Geçiş” broşüründe bunu inceler. Engels, emeği insan varlığının temel koşulu olarak belirtir. Hatta insanı, emeğin yarattığını söyler. Şöyle der:
“Uygarlığın hızlı gelişiminin tüm erdemleri akla, beynin gelişimine ve faaliyetine atfedildi. İnsanlar kendi hareketlerini ihtiyaçlarına göre değil de düşüncelerine göre açıklamaya o kadar alışmışlar ki, Darvinci ekolün en materyalist doğa bilimcileri bile hâlâ insanın kökeni konusunda berrak bir fikir geliştirmeyi beceremiyorlar, çünkü bu ideolojik etki altında, emeğin oynadığı rolü kavrayamıyorlar.”
“İnsana en çok benzeyen insansı maymunların gelişmemiş elleriyle, emekle geçen yüz binlerce yılın son derece kusursuzlaştırmış olduğu insan eli arasında dağlar kadar fark vardır. El sadece emeğin bir organı değil, aynı zamanda emeğin ürünüdür. Emek, yeni işlevlere uyum sağlama, kasların, bağların ve uzun zaman dilimlerinde özel bir değişim geçirmiş kemiklerin ve tüm bu kalıtsal inceliklerin daha da yeni işlerde kullanılması, insan eline, Rafael’in tablolarını, Thorwaldsen’in heykellerini ve Paganini’nin müziğini gerçekleştirebilmesi için gerekli yüksek kusursuzluğu sağladı.”
“…emeğin gelişimi, karşılıklı dayanışma ve ortak hareket durumlarını arttırarak ve bu ortak hareketin üstün yanlarını herkesin gözünde açıklığa kavuşturarak toplumun tüm üyelerinin daha da sıkı bir biçimde bir araya gelmesine kaçınılmaz olarak yardımcı oldu. Kısacası, oluşum halindeki insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeyleri olduğu bir noktaya ulaştılar. İhtiyaç, organı yarattı; dilin kökenini emek süreci içinde ve bu süreçten hareketle açıklayan bu yaklaşım yegâne doğru yaklaşımdır.”
“Elin, konuşma organının ve beynin, yalnızca tek bir bireyde değil tüm toplumda birlikte çalışmasıyla, insanoğlu çok daha karmaşık işlemleri yapabilir hale geldi.”
İhtiyaçlar temelinde gelişen emek örgütlemesi kilit halkadır. İnsansı maymundan insana geçiş sürecinde, insanın elini kullanması ve zamanla geliştirmesi beynini kullanma kapasitesini de geliştirmiştir. Bu gelişim, diğer organlara da yansımıştır. Yani bilinmeyen bir nedenden beyin gelişimi sağlandığı için insan elini geliştirmemiştir. Hayvan derisinden giyecek ve eşyalar, taştan yapılan aletler o dönem için, devrim niteliğinde ihtiyaca dönük buluşlardır. Yine elin gelişimi dolayısıyla emeğin gelişimi, insanın beynini kullanma kapasitesini, tasarım yeteneğini arttırmış ve bu gelişim tekrar elin ve emeğin gelişimine yansımıştır. Bu gelişim bir süreklilik arz eder. Emeğin gelişimi, toplumsal dayanışmayı ve toplumsallaşmanın getirdiği ihtiyaç temelinde dilin gelişimini açığa çıkarmış, bu şekilde insanlar, yaşamda önüne çıkan engelleri yenmeyi bilmiştir. Burada gözümüze çarpan temel mesele, insanın tasarımını geliştirebilmesi için emeği ve özgür bilinci ile karşısındaki engelle yalın bir biçimde, dolayımsız yüzleşmesidir. İnsanın insan olma sürecinde şimdiki gibi dolayımlar olmadığı için, bu iş bin yıllar sürse de insanlar engellerin üstesinden gelmiştir. Şimdi ise bu evrim başka bir aşamada. Yani bizim başka bir evrimi bekleme gibi bir derdimiz yok. Sadece köklerimizden gelen mirası, yani düşünce kabiliyeti ve emeğimizi doğru kullanmamız gerekiyor.
Şu an başka bir çağ ve dünyada yaşıyor olsak da diyebiliriz ki, yeni bir “neolitik” devrime ihtiyaç var. Yani öyle mücadele zeminleri oluşturulmalıdır ki; mücadeleye katılan insanlar, insansı maymunun, insana geçiş sürecindeki gibi önemli role sahip olan taştan bir kesim aletini, deriden çantayı icat eder gibi örgütsel mücadele araçlarını, zeminlerini yeniden keşfedebilmelidir. Bunun için insanların, doğrudan içinde bulundukları mücadele koşullarıyla yüzleşeceği zeminlere ihtiyaç var. Kendi özgür bilinci ile bakıp kendi özgür eylemini yarattığında ise zamanla yadsıyarak, yanlışlayarak an’ın hakikatine ulaşacaktır.
Peki örgüt ne yapar, ne işe yarar? Madem insanlar yalın bir bakış açısı ile mücadelede başarıya ulaşacak, o zaman örgüt niye var? Örgüt nedir, neye binaen kurulur? Örgüt, belli hedefler ve ihtiyaçlar doğrultusunda bir araya gelen insanlar toplamıdır. Zanaat örgütleri, kabileler, partiler, sendikalar, kanarya sevenler derneği vs. hepsi birer örgüttür. Bu örgütlerin ilk çıkışı, aynı hedef ve/veya ihtiyaç doğrultusunda hareket eden özneler tarafından kurulmalarıyla olmuştur. Bürokratlaşan klasik sendikalar, işçilerin öz örgütlenmesinden doğmuştur. İlk ortaya çıktıklarında, tuttuğunu kopartan cinsten örgütlenmeler olarak varolmuşlardır. Devrimci örgütler, düzeni değiştirmek isteyenler tarafından kurulmuştur. Yine tarih gösterir ki geçmişimiz, tuttuğunu koparan, örgüt ve devrimcilerle doludur. Çünkü geçmişin örgütlerinde dolayımlılıktan öte yalınlık vardır. Bugün de devrimci örgütler bu hedef doğrultusunda hareket ettiklerini iddia eder. Ancak mücadele tarihinde oluşan süreksizlikler, bazı kopukluklara, bu zeminin yok olmasına yol açmıştır. Bu kopuklukları onarmak için köklerimize bakmak önemli bir yerde duruyor. Bu pencereden bakıp, somut hedef ve ihtiyaçlar temelinde, gelişen dinamiğin içinde, devrimci özneyi/örgütü yaratmak durumundayız. Oysa bugün birçok örgüt, adeta gökten düşmüşçesine, doğru düzgün temas dahi kurmadan ezilenleri, sömürülenleri temsil ettiğini iddia edebiliyor.
Marx 1852 tarihli Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’inde belirttiği gibi “İnsanlar tarihlerini kendileri yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar. Tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker. Ve tam da şeyleri ve kendilerini dönüştürmekte, henüz ortada bulunmayan bir şeyi yaratmakla uğraşır göründüklerinde, tam da böylesi devrimci bunalım çağlarında, korku içinde geçmişin ruhlarını yardıma çağırır, dünya tarihinin yeni sahnesini eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devralınan bir dille oynamak üzere, onların adlarını, savaş sloganlarını ve kostümlerini ödünç alırlar.” Bugün tarih yapıcı bir örgüte ihtiyaç var. Fakat “korku içinde geçmişin ruhlarını yardıma çağıran, tarihinin yeni sahnesini eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devralınan bir dille oynamak üzere, onların adlarını, savaş sloganlarını ve kostümlerini ödünç alan” bir tarzda değil, günün ihtiyaç ve özlemlerini okuyan, mücadele şartlarını iyi tahlil eden ve geçmiş deneyimlerin birikimiyle sentezleyen bir mücadele hattına ihtiyaç var. Geçmişi bir veri olarak değerlendirelim, fakat geçmişin kodlarıyla önceden belirlenmiş hareketlerin bugünü karşılayamayacağı ve iştirake alan açamayacağı aşikar. Özne olmak örgüte katılmanın yanı sıra onu besleyen bir denklemde olabilir.
Öte yandan insanın insan olma sürecinde dilin gelişimi önemli bir yerde durur. Dilin gelişimi toplumsallaşmayla beraber ihtiyaçlar temelinde gelişir. Bugünün alabildiğine bölünmüş toplumsal proletaryasının mücadele temelinde birleşebilmesi için, bugünün dili ve kavramları önemli bir yerde duruyor. Bu dil ancak toplumsal prolateryanın yaşamının sadece içinden geçerek değil, onun yaşamıyla aktif ve derinlemesine bir ilişki ile mümkündür. En basitinden toplumun herhangi bir kesiminin derdi nedir bilmiyorsan ilişki çok yüzeysel kalır, onu nasıl, hangi saiklerle mücadeleye katacağını bilemezsin.
Marksist iddialı birçok yapı, bugün için dogmatik dini inancın sekülerleşmiş halini almıştır. Yani bir şeyler zamanında mücadelede efsaneleşenler tarafından vazedilmiş ve bunlar farz ve sünnet gibi tekrarlanmaya çalışıldığı için neyi ne için yaptığımız anlaşılmadan tekrarlanıyor. Amiyane tabiriyle Leninist örgütte yayın politikası, örgütlenme ve merkezi inşa anlamında önemli bir yerde durur. Fakat biz bunu, günümüz koşullarına uyarlamaz ve bağlamına oturtamazsak karşılığı olmayan pratikler bizi tüketen noktaya götürür. Diyalektiği çöpe atmış oluruz. Lenin veya bir başkası dedi diye o yayını dağıtırız. Bu şekilde olduğunda yayın, diyalektik olarak kadroyu besleyen, kitle örgütlenmesinin bir aracı olarak kullanılmaz.
Yine Engels’ten yaptığımız alıntılara dönecek olursak, emeğin gelişimi, dili geliştirmiş, daha karmaşık işleri çözmek için toplumsal emek oluşmuştur. Klan denilen ilk örgütlenme biçimlerinden biri ortaya çıkmıştır. Böylelikle yaşam koşullarına karşı insanlar, örgütlerini oluşturmuşlar ve ihtiyaca yanıt olabilmişlerdir. Yani insanlar kabilelerin, klanların içine doğmamış, toplumsal gelişme içinde bunlar kurulmuştur. Veya insanların beyinleri gelişkin diye bu kabileleri, klanları kurmamışlar; insanın elini kullanması, geliştirmesi dolayısıyla emeğini geliştirmesi ile birlikte, daha karmaşık işlerin üstesinden gelme ihtiyacını karşılamak için bu kabileler, klanlar kurulmuştur. İhtiyaçların diyalektiğidir toplumsal örgütlenmeyi sağlayan.
Oysa bugün örgütler, günün koşulları, gelişen sınıfsal/toplumsal mücadele dinamikleri temelinde değil geçmiş dönemin kodları üzerinden, o dönemden miras alınan tasarıma/programa göre kendilerini kuruyorlar. Bu yol ile var olan dünyadan yükselen bir örgüt değil, hayal aleminden gerçek dünyaya indirilen bir örgüt oluşuyor. Dolayısıyla var olan dünyayı, mücadele koşullarını açıklamak yerine, kafamızda oluşan tasarıma göre dünyayı açıklamaya çalışıyoruz ve hakikat’ten uzaklaşıyoruz. Bill Livant, Livant’ın Kellik İlacı adlı makalesinde bunu daha çarpıcı bir örnekle sunar. “Son kalan saçlarınıza uyduracak biçimde kafanızı küçültün. Livant’ın kellik ilacı işte bu.” Demek istediğimiz dünya kafamıza uymak zorunda değil, biz tasarımımızı, siyasetimizi var olan dünyaya göre çizmeliyiz. Bu ise ancak dinamiklerle iç içe geçerek, sentez kurarak oluşturabileceğimiz bir şey. Eğer yanlışsak bile böyle bir çalışmada hayat bizi yanlışlar ve hakikati gösterir.
Günün ihtiyacı olan örgüte odaklanmak; tarihten beslenip kolektif aksiyonu yaratmak
Örgüt aynı zamanda tarihsel kolektif bilinçtir. Tarihten aldığı mirası içererek aşmanın bilincidir. Bu yolla devrimci mücadeleler ilerler. Lenin, Paris Komünü gibi bir deneyimden birçok ders çıkarmış, eksiklerini görmüş ve gerekli mekanizmaları kurmuştur. “Çelik çekirdek örgüt” anlayışı (Narodnik hareketin deneyimini de içererek), Lenin’in Paris Komünü’nün eksiğini kapatması anlamına gelir. Ya da ileride değineceğimiz gibi Blanqui’den Narodniklere, oradan da Lenin’le birlikte Marksist senteze ulaşan örgüt anlayışıdır tarihsel kolektif bilinç. Biz de aynı şekilde mirası tekrarlayarak değil, mirasın eksikliklerini görüp aşarak ancak başarıya ulaşabiliriz.
Genelde her yeni süreçte, eğitimler, ilk insanlıktan başlar. Aramızda “yine cosmos’a dönüyoruz arkadaşlar” gibi espriler döner. Biz, örgütlerin ihtiyaçtan, toplumsallıktan çıkmaması, adeta gökten düşen elmalar gibi olması nedeniyle, cosmos’dan olmasa bile insansı maymundan, insana geçiş tarihine bakma gereksinimi duyduk. Örgütlerin, insanın potansiyelini kullanabilmesi ve geliştirebilmesi için doğrudan, çıplak bir şekilde mücadele şartlarıyla yüzleşmesi gerekiyor ve bu temelde öznenin kendisini inşa edeceği örgütsel zemine ihtiyaç var. Önceden şartları belirlenmiş, şekil verilmiş, değişmeyen, dolayısıyla kapsayamayan, ihtiyaca çözüm üretemeyen örgütlere değil. Bu anlamda var olan örgütlerin yeniden yapılanmaya değil, deyim yerindeyse tarihsel kolektif bilinci kuşanmış olarak, “sıfır”dan inşaya ihtiyacı var. Bizi politikasızlığa, erimeye götüren bildiklerimizi unutup, yeniden dünyayı, mücadeleyi, zeminleri keşfetmek gerekiyor. Bu yüzden ihtiyacın ne olduğunu özne ile birlikte bulmanın zamanıdır.
Aşma meselesi birkaç kişinin odalara kapanarak teori üreteceği ve pratiğe geçmesi için bekleyeceği bir düzlem değildir. Kolektif bir biçimde, katılımcının sadece belirlenen düzleme katılacağı değil, katıldığı düzlemi besleyebildiği bir bütünsellikle olabilir. Engels’in deyimiyle “Askeri taktiklerdeki tüm ilerlemeleri kaydedenler, savaşın baskısı altındaki erlerdir. İyi liderlik tüm cevaplara sahip olduğunuzu söylemek değil, savaşın ortasında erlerin geliştirdiklerinin en iyisini alıp bütün orduya yaymaktır. Adına yaraşır her devrimci parti mücadelenin içindeki insanlardan bir şeyler öğrenir ve öğrendiklerini tüm sınıfa yayar. Parti sınıftan bir şeyler öğrenir, ama aynı zamanda parti, sınıfın her kesiminin en iyi mücadele deneyimlerini kendisinden öğrendiği mekanizmadır.” Bizim elimizde de tüm zamanların ve koşulların ilacı yok. Ya mevcut dinamiklerle hemhal olur ve alan açar; savaşçıların geliştirdiklerinin en iyisini bütün orduya yayarız ya da günün ihtiyaçlarını karşılamayan, geçmişin ruhunu çağıran, onların saygı duyulan kostümleri içinde günümüze karşılık düşmeyen şekilde kısır döngüye mahkum oluruz.
Öte yandan savaşta geliştirilen en iyi taktikleri üreten savaşçılar özneleşecektir. İnsanlar mücadele edip, kolektif gücünün farkına vardıkça bu formu bir kıvama getirip bunu geliştirmek ister. Bu özneleşmeyi de beraberinde getirir. Zamanla diğer direnişçi yapılarla birleşmek ister.
Öncülük atanan değil kazanılan bir niteliktir
Eğer var olan örgütler, bu durumlarını aşamazsa erimeye devam edecek, her biri örgütlerden bir örgüt olacaktır. Çünkü hayatın dayattığı dinamiklerle ve örgütlerle devrim ekseninde birleşme yerine ayrılmaya devam ediyoruz. Mücadele şartlarını görmemekte ısrarcıyız. Bu ise öncü parti meselesinin tamamıyla yanlış anlaşılmasından ve bir dogma haline gelmesinden kaynağını alıyor. Öncü parti gökten düşmez. Düzeni değiştirmek isteyen dinamiklerin içinden çıkar. Oradan beslenir. Bu anlamda örgütün temel görevi, sınıfın önünü açmaktır, politik örgütlenmesine öncülük eder.
Diğer bir mesele ise daralan mücadele kanalları ile birlikte devrimciliğin alt bir kültüre dönüşmüş olmasıdır. Bulunduğu alanı devrimci fikirlerle ve pratikle buluşturmak yerine, bugün sosyalist olmak, kendi kafasındaki dünyayla ve ideolojik formla var olmaya dönüşmüş durumda. Mücadele tarihindeki kopuk zamanlarda kaybedilen önemli refleks ve asabiyet, öncülük iddiası ile toplumsal muhalefet dinamikleri arasında açılan ara, öncülük iddiasının dinamikten uzaklaşmasında önemli paya sahip. En önemli sonuç ise sosyalizm düşüncesinin ve mücadelesinin sınıftan tecrit edilmesidir. Böylelikle hem sınıf mücadelesi hem de öncülük iddiası fakirleşmiştir.
Hakikat, günün koşullarını gören ve ona yanıt üreten pratiğe geçmiş doğrudur. Dediklerimiz doğru olsa bile pratiğe geçmiyorsa, söylediklerimiz hakikat olmaz. Marx, dünyanın, insanlığın hakikatini açıklamaya çalıştı. Ancak bu hakikat dondurulmuş bir şey değildi. Bu konuda Fidel Castro’nun şu sözleri açıklayıcı olacaktır: Mealen “Biz devrim yaparken, yaptıklarımızın Marksizme uygun olup olmadığına bakmadık. Ancak devrimden sonra baktık ki biz Marksizmi uygulamışız.” Aslında Marks yoktan bir şey icat etmedi. Var olan dünyanın hareket koşullarının temel hatlarını çizdi. Birçok örgüt Marksist olduğunu iddia eder. Ancak Marksizmi hayata geçirmek farklı bir şeydir. Bugün için gerçek Marksizm, insan potansiyelini yeniden keşfetmekten ve bütüne yaymaktan geçiyor. Kafamıza gökten düşen teori ve stratejileri bir yana koyarak sahaya baktığımızda ne görüyoruz, sorun, ihtiyaç, çözüm ne gibi sorular sormalı, dinamiklerle iç içe girerek bu soruların yanıtlarını bulmalı ve uygulamalıyız. Elbette mücadele tarihindeki deneyimlerden, bilgi birikimden faydalanacağız fakat zamanı belli bir anda donduramadığımız gibi teori ve pratiği de belli bir anda donduramayız. Eğer kapı açmaksa işimiz, her kapıya uyan maymuncuğu icat etmek yerine, elimizdeki anahtar sayısını çoğaltmalıyız.
Parti, baskıya, zulme, sömürüye son verecek devrimi örgütleyecek bir araç olarak inşa edilmelidir. Partiyi bir “yoğunlaşma operatörü” olarak tarif edebiliriz. Halk dinamiklerini kıpırdayan bir suya benzetecek olursak, parti onun içinde yoğunlaşan ve onu hızlandıran, suyun kanalını açan, eğim veren, dolayısıyla akmasına yardımcı olan, yön tayinini belirleyen ve olasılıkları, imkanları arttıran bir sistemdir. Örgütlülük sadece üyelere, kadrolara, militanlara daraltılamaz. Bu, olasılığı olabildiğine azaltır. Oysa partinin görevi olasılığı, imkanları olabildiğince arttırmaktır. O yüzden örgütlülük öznel duruştan öte, özneleştirme faaliyetidir. Örgütün görevi, sokakta politikayı hissettirmek ve dinamiğin de bu yönde hareket etmesini sağlamaktır. Kısaca parti halkın enerjisini odaklamalı ve yönlendirmelidir. Mesele belli bir profilde tek tipleşen insanların yan yana gelmesi değildir. Fikre-çizgiye örgütleyip, aynı amaç için savaşmaktır önemli olan. Bu anlamda insanların ihtiyaca binaen geliştirdikleri örgütlülüğü tekleştirmemek ve özgünlükleri korumak önemli. Ancak senkron için öncüleşenleri daha ileri bir örgütlülüğe sıçratmak gerekir. Daha güçlü ve daha esnek bir örgütlülüğe ihtiyaç var bunun için. Çeşitli düzeylerde örgütlülüğü bütünlüklü hareket ettirecek bir örgütlülük.
Dolayısıyla aradaki açı farkını, mesafeyi kapatmak için tekrar dinamiklerle iç içe geçmeli, alanları genişletmeli, suyun debisini arttırmalıyız. Dinamiği arttırmalıyız ki çalışma alanımız, olasılığımız artsın, oradan çıkalım ve yine oraya dönelim; tasarım ile gerçek dünya örtüşsün. Bugün gördüğümüz, kendiliğinden hareketin ufak kıpırdanışları… Gelinen şartlarda harekete geçmesi an meselesi. Ancak kendi içinden politik, askeri liderler, temsilciler yetiştirmeksizin, öncülük sorunu çözülmeksizin, kendiliğinden hareket başarıya ulaşamaz. Tarih bunu bize net bir şekilde gösteriyor. İşte öncü örgüt tam da kendiliğinden hareketin içinde sivrilen, yetişen, pişenleri örgütleyendir. Daha önce de belirttiğimiz mücadele tarihindeki kopukluklar, bilinç kayıpları, kitlelerin temsiliyetinden kopuk bir şekilde, kendinden menkul öncü parti sanrısına yol açıyor. Bu sanrıyı kafamızdan silip, hareketle gerçek ilişkiyi, daha derinden bir bileşimi yakalamak gerekiyor. Lenin bu konu ile ilgili “Yolda” adlı broşüründe şunları belirtiyor: “Kitlelerle ilişki içinde ısrarlı çalışma için kendini pekiştirmeyi başaran bir parti, kendi öncüsünü örgütlemeyi başaran ve güçlerini, proletaryanın her hayat emaresini Sosyal-Demokrat bir ruhla etkileyecek şekilde yönlendiren ileri sınıfın partisi- böyle bir parti ne olursa olsun kazanacaktır.” Bu anlamda öncü örgüt, kitlelerin uğradığı sömürü, baskı, katliamlar sürecinin sonucudur, ürünüdür, cevaptır ama aynı zamanda yeni bir başlangıçtır da. Ancak en başından beri vurguladığımız gibi bu diyalektiği, neden-sonuç ilişkisini yakalayamadığımızda öncülük sadece varılamayan bir iddia olarak kalmaya devam edecektir.
Marks, parti kavramına bugünkü gibi bakmaz. Daha da geniş bir cepheden baktığını, Paris Komünü üzerine Kugelmann’a yazdığı mektuptan anlıyoruz: “Bugün Paris’te yükselen isyan – köhnemiş toplumun kurtları, domuzları ve kepaze laneti tarafından ezilse dahi- Paris’teki Haziran ayaklanmasından beri Parti’mizin en görkemli eylemidir.” Mektup yorumlamak, her ne kadar hadis yorumlamaya benzese de Marks’ın sözlerinden anladığımız, komünün içerisinde oluşan Marksist, Blankist, Proudhoncu, Jakoben veya böyle bir aidiyeti olmaksızın komünü oluşturan, önderleşen, ilerletmeye çalışanların oluşturduğu formdur parti. Aslında Marks’ın Komün’ün devlet makinasını parçalamaması, zamanlaması vb. eleştirileri bir yana, Paris Komünü imkansızı başardığı anda tavrı nettir. Parti olarak bahsettiği herhangi bir parti değil, düşmanla saflar netleştiği anda halkla birlikte oluşturulan bütünlükler sistemidir. Göğü fethe çıkan komünarlara “kahraman parti yoldaşlarımız” diye hitap eder. O saatten sonra iki sınıf vardır, arası yok. Marks’a parti örgütlenmesini flulaştırmak için değil devrimci kalkışma anlarına hazırlıklı, kapsayıcı, birleşik devrimci bir örgüt olarak parti formuna işaret etmek için değindik. Marksizmi geliştirerek sahiplenen Lenin’in parti teorisi devrimin yolunu ören olmuştur. Ve bu çıtadan geriye değil ileriye doğru gitmektir bizim hedefimiz. Meseleyi parti örgütlenmesini amorf hale getirmeksizin devrim zamanlarını karşılayacak bir yapıya ihtiyacı vurgulamak istedik.
Kıyasıya eleştiri
Marx, bir mektubunda “var olan herşeyin kıyasıya eleştirisi”nden bahseder. Burada kastettiği iki tür eleştiri vardır. Birincisi var olan yaşadığımız dünya koşullarının, sistemin eleştirisidir. Ki zaten her eylemimiz var olan koşulların eleştirisi değil midir? İkincisi ise cevap olamayan yanlarımızın eleştirisidir. Marx’ta eleştiri bir bakıma ölüm-kalım meselesidir. Yani sadece kapalı kapılar arkasında örgüt içi tartışmalardan ziyade, pratikte verilecek eleştiridir. Böylelikle pratik eleştiri düzleminde ya tarihin sorularına cevap olmayan yanlarımız dönüşecek ya da mücadeleye yanıt olmayan taraflar bertaraf olacaktır.
Tarihimizde 71 Atılımı bunun en iyi örneğidir. TKP/ML, THKO ve THKP-C doğrusu yanlışı, artısı eksiğiyle içinde bulundukları koşulların ve örgütlerin “kıyasıya eleştirisi”nin pratiğini yaptılar. Ertuğrul Kürkçü, Deniz Gezmiş’le olan bir anısından bahseder. “Ben, Deniz’in 70’in sonbaharında ODTÜ’ye geldiğinde bana söylediği sözleri hatırlıyorum, onlar oldukça kritik sözlerdi. Bazı kararlarımı hep o sözleri aklımda tutarak verdiğimi hatırlıyorum. Rastgele bir tartışma içerisinde Deniz şöyle bir öngörüde bulundu.‘Bütün Türkiye’ye sıkıyönetim gelecek, herkesi cezaevine dolduracaklar. Orada herkesin bir koğuşu olacak, her eğilimin bir koğuşu olacak.’ O zamanki adla bağlı olarak, ‘Kırmızı Aydınlık koğuşu, Beyaz Aydınlık koğuşu, Sendikacılar koğuşu…Ziyaretçiler tavuk getirecek, onlar, bu tavukları nasıl paylaşacaklarını tartışacaklar.’ Şimdi hatırlamıyorum kimdi, birisi: ‘Peki biz ne yapacağız?’ diye sordu. Deniz, ‘Biz öleceğiz oğlum’ dedi, ‘çünkü biz dövüşeceğiz. Ve oportünizm nasıl bir şeydir, mücadele nasıl bir şeydir, devrimcilik nasıl bir şeydir, onu o zaman herkes görecek.” Bu anı, aslında nasıl bir devrimcilik konusunda bugün de bize ışık tutacak cinsten. Elbette Deniz, Mahir ve İbo fırsatları olsaydı şüphesiz mücadeleyi daha da ileri götüreceklerdi fakat bu yolda yapılması gerekeni de ve sonuçlarını da iyi biliyorlardı. İçinde bulundukları örgütlerin (TİP, MDD, TİKKP), var olan koşulların kıyasıya eleştirisinin bir bedeli vardı. Kendi varlıklarını veya örgütsel varlıklarını bir öncelik olarak koymadılar. Asıl amaç mücadelenin önünü açmaktı ve açtılar da. Onların sesi hala yankılanmaya devam ediyor.
Ancak günümüzde ve hatta uzun yıllardan beri bu diyalektik kaybedildi. Bugün bu kıyasıya eleştiriler kağıt üzerinde kalıyor veya kendi dışında bir gerçeklik olarak sunuluyor. Elbette bu satırları yazarken biz de bu konudan azade değiliz. Bugün temel ihtiyaç, kendimizin ve koşulların kıyasıya eleştirisini yapmak ve pratiğimizi, eylemimizi bu şekilde temellendirmektir. Böylelikle ya sürece cevap oluruz ve yolu açarız ya da yolu açamasak da nasıl bir devrimcilik yapılması gerektiğini gösteririz. Ancak uzun yıllardan beri pratik olarak özeleştiri verilmeksizin ya da eksik özeleştirilerle örgütsel varlığı koruma meselesi başat faktör olarak ele alınıyor. Hal böyle olunca ne yol alabiliyoruz ne de yolu açabiliyoruz. Ahmet Kaya’nın deyişiyle “Köşe başları tutulmuş/ Üstelik yağmur yağmakta…” Bizim cenahta ise köşe başlarını tutan da, yağmur yağmasına rağmen mücadele araç ve alanlarını sağlayamayan da bizleriz. Bu TDH’nin çelişkisi değilse nedir? Bu çelişkiyi çözmek için örgütlerimizi korumak mı başat olmalı yoksa ‘71 kararlılığıyla yolu açmaya çalışmak mı?
Çelişkileri nasıl kavramalı ya da dost-düşman siyaseti
Şimdiye kadar bahsettiğimiz her meselenin bir ucu da siyasete dayanıyor. Siyaset bir bakıma güçler çatışması demektir. Başka bir deyişle savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır. Ancak tersi de geçerlidir. Siyaset de savaşın başka araç ve yollarla devamıdır. Bu anlamda devlet her zaman için kendine bir veya birkaç düşman bulmuştur. Ulus devlet inşasında düşmanlar Ermeniler, Rumlar, Kürtler idi. ‘70’li yıllarda bu düşman “allahsız komünistler” iken, seksen sonrası “bölücü teröristler” olmuştur. Zamanla bu düşmanlaşmalar etkisini yitirdikçe veya belli bir düşman siyasetinden istediği verimi alamayan devlet yer yer, dış güçler, faiz lobisi, terörist kebapçılar vb. tarzında yapay düşmanlar da yaratıyor. Bugünlerde ise mülteciler, LGBTİ’ler, ille de Kürtler ve kadınlar hedef tahtasına konuyor. “Çünkü devlet bunun için vardır. Vatandaşını bu gibi düşmanlara karşı korumalı, kollamalıdır, düzeni bozanlara karşı, düzeni sağlamalıdır.” Ancak sahada böyle bir düşman olmadığında, bu düşman yapay olarak üretilmek zorundadır. Devletin bu siyaseti, seslendiği, etkilediği toplum kesimi ile belirlediği düşman arasında yapay ama uzlaşmaz bir çelişki yaratıyor.
Emekçi sınıfların düşmanı, burjuva devletidir. Ancak bu durum oldukça flulaşmıştır zamanla. Komünistlerin görevi bu flulaşmanın önüne geçmek, dostu düşmanı belli edecek, emekçi sınıfları taraflaştıracak siyaseti örmektir.
Güncel bir örnek vermek gerekirse Kılıçdaroğlu ve Erdoğan, aralarında sanki danışıklı dövüş oluyormuşçasına bir rekabete tutuştular. Kılıçdaroğlu bir açıklama yapıyor, “benim iktidarımı bekleyin.” diyor, Erdoğan “hayır, iktidar benim, ben yaparım.” deyip gece yarısı kararnameleriyle meselenin üzerine atlıyor. Arabaların özel tüketim vergisi, KYK borçları ve en son icra meselesinde de bu tabloyu gördük. Aslında sankisi fazla. Bu ikili arasında ezelden beri bir danışıklı dövüş olduğu sır değil. Her ikisi de aralarındaki rekabete rağmen emekçi sınıfların sazı eline almasından, sokağa inmesinden korkar. Çünkü böyle bir denklemde emekçi sınıflar oyun dışına çıkabilir, düşman algısı değişebilir, bu düzlem sistem için öngörülebilir değildir. Çünkü sokağa çıktığında hakkını aradığında devletin kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya gelecek. Öte yandan Kılıçdaroğlu’nun formülleri hazırdır: Seçimler beklenmeli aman ha sokağa çıkıp isyan edilmemelidir. Toplumun isyanını Kılıçdaroğlu tek başına zaten sergileyecektir! Ama biz biliriz ki “En tehlikelisi kurtla birlikte kuzuyu yiyip çobanla birlikte ağlayandır.” (Konfüçyüs)
Buradaki çarpıklığı iyi görmemiz gerekiyor. Aslında Kılıçdaroğlu, bu politikayı güderek uzlaşmaz olan karşıtlığı, uzlaşır bir duruma getiriyor. Resmi verilere göre 36,4 milyon kişi borçlu durumda yaşıyor. Bunların bir kısmı icralık, diğer kısmı ise icralık olmanın eşiğinde. Yani normal şartlarda icralık olanların elinde neyi var neyi yok, devlet bunlara zorla el koyacak. Ama Kılıçdaroğlu’nun yapıp ettikleri, izlediği politika uzlaşmaz karşıtlığın derinleşmesini şimdilik engelliyor. Bir nevi paratoner görevi görüyor. Oysa devrimci tarzda bu çelişkinin üzerine gidebilsek kitleleri harekete geçiren, devrimci siyaseti toplumsallaştıran bir taktik izlemiş oluruz. Ki zaten 2021 sonbaharında Kürdistan’ın bazı şehirlerinde ve Eskişehir’de halk “ödemiyoruz” sloganını öne çıkartarak eylemlere başlamıştı. Toplumun büyük bir kesimi ya faturalarını, kredi kartı borçlarını, kiralarını vb. ödeyemiyor ve icralık oluyor ya da sadece yaşar kalır bir pozisyonda bu borçları ödemek için çalışıyor. İşte attıracağımız adım budur: Hali hazırda var olan durumu eyleme dönüştürmek. İnsanlar “ödeyemiyoruz, ne yapacağız” bilincinden “ödemiyorum, şimdi onlar düşünsün” bilincine sıçradığında bu sistemin çivisi çıkacak. İşte o zaman taraflar daha da netleşecek, çelişkiler keskinleşecektir.
36.4 milyon borçluyu hane halkı olarak hesapladığımızda, bir bütün olarak emekçilerin neredeyse hepsi borçlanarak yaşamını idame ettiriyor diyebiliriz. Ancak bunun da bir sonunun olduğu, ekonominin gidişatından belli. 2 bin lira ve altındaki icralık borçların silinmesi kanunu düzenin devamını amaçlıyor. Çünkü borçlar ödenemezse açlığın ordusu isyana kalkacak. Bunun sinyallerini son birkaç yılda artan bireysel intihar eylemlerinde ve geçen sonbahar-kış aylarında yaşanan işçi direnişlerinde ve grevlerinde gördük. 2 bin liranın altındaki borçların devlet tarafından karşılanması bir anlam ifade etmiyor. 5 bin, 10 bin, 20 bin… borcu olanlar, bu borçlar üzerinden icralık olanlar ne yapacak? Diğer yandan borcu silinenlerin de bundan sonra borç almadan, kredi çekmeden yaşamlarını idame ettirebileceğini kim iddia edebilir?
Geçen sonbahar, bu temelde kitlelerde bir kıpırdanma oldu. Ancak bu kıpırdanma harekete geçerse Kılıçdaroğlu da Erdoğan da ne olabileceğini az çok kestiriyorlar. İşte en başta temel dertleri bu kıpırdanmaların bir akıma dönüşmesini engellemektir. Çünkü o zaman emekçiler açısından dost-düşman safları daha net olacaktır.
Kılıçdaroğlu’nun iktidarı hizaya getiren, iktidarın politikalarını belirleyen açıklamaları, biraz üzerine düşünecek olursak bizim de kifayetsizliğimizi gösteren cinsten. Bunlar bizim de aklımıza geldi diyebilirsiniz fakat sonuç ne? Ne kadarını pratiğe geçirebildik? Pratiğimiz kitleleri ne kadar sardı, sarmaladı, kitleler üzerinde ne kadar etkili oldu? Pekala devrimci pratik ve politika temelinde biz de bu konular üzerine pratikler geliştirebilir, bir nebze de olsa emekçi sınıfların sözcüsü, alanın “hakimi” konumuna gelebilirdik. Bu biraz da “Ne Yapmalı” sorusundan kaçmaya, kafayı kuma gömmeye benziyor. Bunun sonucu sistem aktörleri köpeksiz köyde değneksiz dolaşıyor ve istediği argümanı kullanıyor, milyonları seçime entegre etmeye çalışıyor.
Somut olarak bugün sahada birbirinden kopuk bir sürü çalışma yürüyor. Fakat emekçilerin bam teline dokunan bir siyaset örülemiyor. Bunun temel sebeplerinden biri zaten bu kesimlerle çok temasımızın olmayışıdır. İkincisi ise siyaseti nereden kurduğumuzla alakalı. Siyaset diyalektikten, bütünlükten ve ihtiyaçlardan uzak bir denklemde “toptancı” bir noktadan kuruluyor, her şey programlara bağlanıyor. Oysa bugün gerekli olan, mücadelenin tüm araç ve yöntemleriyle, emekçilerin ihtiyaçları ve yakıcı sorunları temelinde belli bir ağırlık noktasına bastırıp bir akım yaratmaktır. Bu öyle bir akım olmalı ki toplumsal proletaryanın ezici çoğunluğunu sokağa, mücadeleye çeksin, devletle karşı karşıya getirsin. “Ödemiyoruz” başlığı altında emekçilere gitmek, onları bu slogan etrafında örgütlemek, sisteme karşı sokağa çıkaracak ilk ama büyük adımı organize etmek bu anlama gelir. Bu, sistem tarafından çeşitli kesim ve katmanlara bölünmüş toplumsal proletaryayı birleştirecek, siyaseti toplumsallaştıracak bir hattır aynı zamanda. Öte yandan böyle bir hamle hem ekonomik hem de siyasal olarak devletin var olan krizini derinleştirecektir.
Enflasyonun hızlıca tırmanışa geçtiği ve sokağın hareketlendiği dönemde “Bir akım yaratalım: Ödemiyoruz” başlıklı yazımızda şöyle belirtmiştik: “Daha da somutlayacak olursak, elimizdeki kartları az çok, küçük büyük demeden, ne varsa ortaya dökmeliyiz. Birliğin verdiği güçle mahalle, fabrika, okul neresi olursa oranın ilk elden öncüleşenlerine, derneklerine somut bir hareket planı ile gitmeliyiz. Devletin yönetememe krizini derinleştiren ve eskisi gibi yönetilmek istemeyen kitlelerin önüne somut, ayakları yere basan bir hareket planı olmalı bu. Kurumlarda değil, amaç temelinde birleşmeliyiz…Ödemiyoruz! Tüm emekçileri ve ezilenleri kesecek bir payda. Neden bir sürü şeyi tartışıp daha da karmaşıklaştırıyoruz? Bu payda bizi, yani birleşik mücadele hattını niye kesmesin? Yol açmak, politikayı sokağa indirmek değil mi görevimiz?” Şimdi örgütler bir araya gelse, bir program tartışmasına girse, çok uzun bir süre sonra bir program belirleyebilirler, fakat sokak bizim keyfimizi beklemez. Tüm emekçi sınıfları, yoksulları kesen bir paydada buluşmak ve ötesini berisini sokakta yol yürüdükçe belirlemek, programı sokakta meclislerde, savaşın içinde yazmak… İşte esas halkayı ancak bu şekilde yakalayabiliriz.
Tam da “katı olan herşeyin buharlaştığı” bir zamandayız. Egemen tarih anlayışıyla “devlet düşmana karşı korur, düzeni sağlar” vs. ama bugün emekçilerin büyük bir çoğunluğu borçlarını ödeyemezken, açlıkla yüz yüzeyken, mutfaklarda yangın varken devletin yarattığı katı algılar buharlaşıyor. Emekçiler sokakta polisin gazını, jopunu, plastik mermisini yedikçe kim dost kim düşman görüyor. Ki şimdilik plastik mermi kullanıyor. Eğer komünistler bu potansiyeli görür ve bunu bir akıma dönüştürürse merminin rengi kurşuna dönecektir.
“Alman siyaset bilimcisi, Nazi Partisi üyesi Carl Schmitt, ‘siyasalı’, ‘en yoğun ve uç antagonizma’ olarak tanımlıyor ve her somut antagonizmanın ‘dost düşman gruplaşmasına yaklaştıkça daha fazla siyasal’ olduğunu yazıyor. Schmitt’e göre, her dinsel, moral, ekonomik, etik ya da başka antitez, eğer insanları dost düşman olarak gruplaştıracak kadar güçlüyse siyasal olmaktadır.” Bu anlamda siyaseti nereden kuracağımız önemli bir yerde duruyor. Yoksa Mao’nun deyimiyle “Uygun bir sıcaklıkta yumurta civcive dönüşür, ama bir taşı civciv yapabilecek bir sıcaklık yoktur.” İşte doğru halkalar yakalanmadan yapılan siyaset, taşı civcive dönüştürmeye çalışan bir çaba misaline benzer. Böyle olunca siyaset yapaylaşıyor, toptanlaşıyor. Her şeye dair bir şeyler söyleyen, eşitlik, kardeşlik, özgürlük… minvalinde toptan siyasetin alanda karşılığı olmuyor. Çünkü belli bir ağırlık merkezine bastıramıyor. Ancak belirttiğimiz tarzda sokağa çıkaran, dostu düşmanı ayırt eden ve buna göre pozisyon aldıran, organize eden bir siyaset tarzı, çelişkiyi yoğunlaştıracak ve hareketi sağlayacaktır. Hareketin ve gelişimin temel kaldıracı uzlaşmaz çelişkiler üzerine yoğunlaşmaktır.
Şunu iyi anlamak lazım; ne var olan iktidar ne de gelecek herhangi bir iktidar kısa dönemde bugün yaşanmakta olan ekonomik krizi aştırabilir. Ayrıca sorunlar çözülmediği gibi daha da derinleşmeye devam ediyor. Dolayısıyla zaten emekçiler, yoksullar devletle icra, evden çıkarma, grev, direniş… vesilesiyle yüzleşecek. İşte bu yüzleşme örgütlü ve yönü belli bir çatışmaya döndürülmelidir. Zira örgütsüz temelde verilen savaşın sonucu zaten bellidir.
Başarının yolu toprağı derin sürmekten, toplumsal yarılmanın içine işlemekten, çelişkileri keskinleştirecek ve tarafları netleştirecek devrimci siyaseti örmekten geçiyor.