Perspektif – Adnan Öztel

Prof. Dr. Üstün Dökmen, “Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim Çatışmaları ve Empati” adlı yapıtında Perspektif sorununa da değinir. Minyatür sanatından örnekler vererek perspektif ilkesine neden uymadığını irdeler.

Minyatür sanatında perspektif ilkesine uyulmaması ne demektir? Perspektif ilkesine uyulduğunda resim üç boyutlu çizilir. Oysa minyatür sanatı iki boyutludur. Acaba Osmanlı döneminin minyatürleri perspektif ilkesini bilmiyorlar mıydı? İslam toplumları ya da dünyanın başka yerlerinde ki minyatürcüler bu ilkeye uyuyorlar mıydı? Uymuyorlarsa bunun nedeni neydi?

Nedenlerin ilk akla geleni; İslam toplumlarının ya da doğu toplumlarının perspektifi bilmememesidir. Doğal olarak bilmediğin bir şeyi uygulayamazsın. Bu bakış açısı toptancı ve yüzeyseldir. İslam toplumlarının, Doğu toplumlarının geri kalmışlığına topu atar. İslam’ı bir din olarak yanılsamak, bilinç olarak, halkın afyonu olarak eleştirmek başka, soruna daha genel bakarak İslam dışında nedenlere ulaşmak başkadır.

İslam uygarlığı, 12. yüzyıla kadar Batı’dan ilerdedir. Sınıfsal, sosyolojik, ekonomik temel dini, sanatı, felsefeyi belirler. Kureyş’in, Emevi’nin tüccar sınıfları, egemenliği yitiriyor. Egemenlik toprak ağaları sınıfına geçiyor. Bu ‘asalak sınıf’ın akılla, bilimle, sanatla ilişkisi gericidir. Sanata, bilime, felsefeye düşmandır. Bilimi, sanatı, felsefeyi ana gereksinimi olan sınıflar geliştirir.

5. yüzyılda Yunanistan’da Akademiyi kapatanlar Bizanslılardı. Felsefe, dinin egemenliğini sarsıyordu. Akademiyi Ortodoks Hristiyanlar kapattı. Tiyatroyu da Pagan kültürü olduğu için yasakladılar. Amfi tiyatrolar terk edildi. Osmanlı barbarlıktan uygarlığa geçtiğinde önünde üç uygarlık vardı. Batıda Bizanslılar, doğuda İranlılar, güneyde Araplar. Osmanlı bu üçünden de etkilendi. En çok da Bizanstan. Bizans’tan Pagan nefretini devraldı.

Doğu despotizmi, merkezi baskıcı devlet yapısı Bizans’ta da vardı. Batı Roma’dan Batı uygarlığı gelişirken Doğu Roma’da gelişemedi?

Batıda da bilimin, felsefenin, sanatın önü kesildi. Kısaca; kanlı sınıf çatışmaları yaşandı diyebiliriz. (Bkz. “Aydınlanma için Kalkışma”, İnsancıl Yayınları, Cengiz Gündoğdu)

Tarihsel süreç içinde perspektif

Şimdi perspektif olgusuna daha geniş bir zaman aralığından bakalım. İlk olarak 20. yüzyıla gelelim. Resim sanatında perspektif ilkesi 20. yüzyılda artık evrensel bir ilkedir. Kimse bu ilkeyi tartışmıyor. Ama yine de bu ilkeye uymayan örnekler vardır. Hem de sosyalist yönetimler zamanı sosyalist ülkelerde. Josef Stalin’le Mao Zedong’u yan yana çizen Çinli ressamlar. Mao’yu her zaman Stalin’de kısa resmetmiştir. 

Mao şöyle diyor; “körü körüne inançtan kurtulduktan sonra, artık hiçbir manevi yükümüz kalmadı. İnsanları korkutmak için birkaç adım boyunda Buda’lar yapılmıştır. Kahramanlar ve savaşçılar sahneye çıktıklarında sıradan insana benzememeleri sağlanmıştır. Stalin’de bunlardan biriydi. Çin halkı köleliğe öylesine alışmıştı ki, sanki bu yolda devam etmek istiyordu. Çinli ressamlar benim Stalin’le birlikte resmimi yaptıklarında, her defasında beni biraz daha kısa yaparlar. Sovyet Birliğince o dönemde yapılan manevi baskıya körü körüne teslim oluyorlardı. Marksizm-Leninizm herkesi eşit olarak görür, bütün insanlara eşit muamele yapılmalıdır. Krusçev’in Stalin’i bir kalemde silip atması da bir çeşit baskıydı, ama Çin partisinde ki insanların çoğunluğu bunu kabul etmedi”. (1)

Görüyorsunuz değil mi? Sosyalist Çin’de dahi ressamlar perspektif ilkesine uymuyor. Yaşanan bu örnek tekil değildir. Bu olgu Rönesans’tan, aydınlanmadan, demokratik devrimden, sosyalist devrimden sonra yaşanmaktadır. O zaman bu olguyu iyi incelemeliyiz. Kronolojik olarak, ileri bir zamanda yaşamamız bizi tarihsel olarak ileri yapmıyor.

Soruna birde evrensel ve tarihsel açıdan bakalım. Budist minyatürlerde ‘Buda’, İran minyatüründe ‘şahlar’, Osmanlı minyatüründe ‘padişahlar’ hep büyük çizilmiştir. Rönesans öncesi Hıristiyan sanatında da minyatürler iki boyutludur.

Prof. Dr. Üstün Dökmen, Osmanlı’da perspektif ilkesinin bilindiğini minyatür sanatında kullanıldığını ama padişahlar söz konusu olduğunda bu ilkeye uyulmadığını örnekleriyle gösterir. Bu örnekler şunlardır:

-III. Ahmet Surnamsi: Perspektif ilkesine uyulmuş.

-Surname-i Vehbi: Doğa üç boyutlu ancak padişah ve diğer insanlar iki boyutlu çizilmiştir.

-Sultan III. Mehmet’in Eğri Kalesi Komutanını kabul edilişini gösteren minyatür(1609). Bu minyatürde Nakkaş Hasan Paşa perspektif ilkesine uymuş ancak padişahın üstüne çekilen tente çizilirken perspektif gözardı edilmiştir.

Osmanlı özgülünde perspektif ilkesinin bilinmesine karşın uygulanmamasının nedenleri: Nakkaş Hasan Paşa tenteyi çizerken perspektif ilkesine uysaydı padişahın yüzü gözükmeyecekti. Padişahın yüzünün gözükmemesi, ona karşı yapılan büyük bir saygısızlık demekti.

Başka minyatürlerde de padişah hep minyatürün en büyüğü olarak çizilmiştir. Perspektif ilkesine uyulsaydı, padişah kullarının gerisinde ufacık çizilecekti. Böyle bir çizim padişahın otoritesini zedeleyecekti.

Osmanlı toplumunda sanatçılar özgür değildi. Herkes padişahın kuluydu. Sanatçının koruyanı, kollayanı padişah ya da paşalardı. Sanatçı Osmanlı’da bağımsız değildir. Sanatçının bireyselliği, özgür iradesi özgür aklı baskı altındaydı. Sanatçı perspektif ilkesine uysaydı padişaha saygısızlıktan, otoriteye zarar vermekten ölüm cezasına çarptırılabilirdi. En iyi olasılıkla ulufesi(maaşı) kesilebilirdi.

Günlük yaşamdaki sıra düzeni minyatüre yansımıştır. ‘Gündelik bilinç’ yani ‘olgusal bilinç’ gerçekliğe üstün gelmiştir. Gündelik bilinci belirleyen de gündelik çıkarlardır. Gündelik çıkarlar söz konusu olunca ilkeler bir kenara atılır. Gündelik bilincin belirli bir ilkesi yoktur. Gündelik bilince göre sosyal kurallar, fiziksel yasaların, perspektif ilkesinin üstündedir.

Perspektif ise yaşam biçimine bağlıdır. Yaşam biçimi bizim düşüncelerimizi ve davranışlarımızı belirler. Yaşam biçimimizi de geçim biçimimizi belirler. En genel anlamda perspektifi belirleyen şeyler; toplumsal-ekonomik nedenlerdir. Bu belirleyiş sosyalist Çin’de de Feodal Osmanlı’da da geçerlidir. Yalnız unutmamak gerekir ki “son tahlilde” belirleyiş aynıdır. Tarih içinde, kültür içinde v.b. özgün toplumsal koşullarda perspektifsizlik değişik nedenlerce güdülür.

Her sınıf kendi ideolojisini, sanatını, felsefesini yaratır. Ancak işler bu kadar basit değildir. Toplumsal yapıdaki ilişkilerin determinasyonu karışıktır. Sosyalist Çin’de Mao perspektife uyulsun diyor. Kendisi erkin başındadır. İşçi sınıfının da engelleyici rolü olmuyor. Burada engel sanatçının kendisindedir. Sanatçı kendi kendini engelliyor. Çin’de devrim yapılmış, Sosyalizm’e geçilmiş ama sanatçının zihni köleliği sürmektedir. Buda’ya tapma yerini Stalin’e tapmaya, Stalin ölünce de Mao’ya tapmaya bırakmıştır. Devrim biçimsel algılanmıştır ve içselleştirilememiştir. Aydınlanmamış sanatçı toplumu nasıl ileri götürecek? Sonuç olarak da götürememiştir. Mao ölünce kapitalist yolcular erke gelmiştir. Sovyetlerin manevi baskısı aslında Bacon’un putlarından biridir. Marksizm insanları eşit görmesine karşın bu ilkeye de uyulmamıştır. Resmin evrensel ilkesi perspektif ilkesi ve Marksizm’in evrensel ilkesi insanların eşitliği ilkesine uyulmamıştır. Burada ilke tutarsızlığı vardır. Geleneklerin, alışkanlıkların determinasyonu ilkeden ağır basmıştır. Bu örnek, ‘Aydınlanmamış’ bir toplumun sosyalizme geçmesinin ne kadar zor olduğunu kanıtlıyor.

Osmanlı’da minyatür sanatçıları insanların gözlerini ‘çekik gözlü’ çizerdi ama Osmanlı’da yaşayan insanlar çekik gözlü değildi. Minyatür ustaları, Uygur kökenli olduğundan dolayı Uygurları böyle çizmesi gerçekçiydi. Ama ustalarına saygı adına yani gelenek adına çekik göz çizen Osmanlı sanatçıları da insanların gözlerini çekik gözlü çiziyorlardı. Burada sınıfsal bir neden veya politik bir neden yoktur. Sanatçıdan kaynaklanan bir neden vardır. Sanatçı üzerindeki geleneklerin determinasyonu vardır. Sanatçı gerçekçiyse, bireyselleşmişse, aydınlanmışsa ilkeliyse fizik yasalar uyar. Değilse uymaz. Sanatçının çekik göz çizmesinin iki nedeni vardır:

1-Gelenekleri sorgulamamıştır.

2-Ustaya saygı ve itaat kültürüdür.

Batı’da Rönesans ile birlikte fiziksel gerçek kendini kabul ettirmeye başlar. Sanatçılar yetişkin rolüne geçerler. Osmanlı’da, Sosyalist Çin’de sanatçılar ‘çocuk rolü’nden çıkamamıştır.

Prof. Dr. Üstün Dökmen bir psikolog olarak perspektif ilkesine uyulmamasının nedeni olarak minyatür sanatçılarının ‘çocuk rolü’ oynamasını görüyor. ‘Çocuk rolü’ oynamak, çocuk ana-babalar toplumundan kaynaklanır. Çocuk ana babalar toplumu, empatik toplumun karşıtıdır.

Empati bir insanın kendisinin karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır. Empati karşısındakinin bakış açısıyla bakmaktır. Karşısındakinin baskısıyla bakmak başka bir perspektiften bakmaktır. Empati insan ilişkilerinde çok önemlidir. Empati sanatın olmazsa olmazlarındandır. Sanatçı yalnızca kendi yaşadıklarını yansıtsaydı sanatçı olmazdı. Sanatçı kendi yaşamadıklarını da yansıtabilendir. İşte sanatçının bu yeteneğinin temel direklerinden biri de empati kurabilmesidir.

Empati ve biçim

Empati eski Yunancadan gelir: Kökeni ‘Emppatheia’dır. Empatiyi, sempatiyle(sympatheia) karıştırmamak gerekir. Sempatinin anlamı birisiyle birlikte acı çekmektir. Karşımızda ki seviniyorsa sevinir; acı çekiyorlarsa acı çekeriz. Yani aynı duyguları paylaşırız. Empatiyse anlarız. Empatide anlamak esastır.

Bu ideolojinin dogmaları yansıtan bir sanatçı sempatik olabilir ama empatik olamaz. Empati kurmadan gerçekçi olunamaz. Empati kurmak için kişinin ya da sanatçının öznelinden çıkması gerekir. Perspektif ilkesinde tutarlıysa bir sanatçı, burjuva bile olsa olaylara işçi sınıfının, ezilen halk tabakalarının gözünden de bakar. Onların dünyayı, egemen ilişkileri hangi gözlerle gördüğünü de gösterir.

Sanat ve biçim

Süs medeniyet işareti olarak kabul edilir. Özellikle sanatta süs tam bir çocukluktur. Süs de biçimciliğin başka bir adla söylenmesidir aslında.

İletişimde ima önemlidir. Edebiyatta mecazlar yaygındır. Sanatta ve günlük yaşamda kinaye vardır: Son iki maddeyi birleştirdiğimizde gerçekçilik açısından süssüz açık bir anlatımın önemli olduğunu söylüyoruz.

Sanatta anonimlik esastır: Anonimlik dediği aslında feodal kültürdür. Dökmen Hoca açıklık diyor. Ama nedense bir türlü açık olamıyor. Sanatta imza atmak için kapitalizmin gelişmesi gerekti. İmza demek birey demektir. Feodal toplumda bireyin ortaya çıkışı olası değildir. Sosyal gerçek, fiziksel gerçekten üstündür. Çünkü çocuk ana-baba öğretisi yetişkin aklından önemlidir: Burada sosyal gerçek-fiziksel gerçek ayrımı sorunludur. Gerçeklik tam olarak yansıtılamıyor. Sosyal gerçekle fiziksel gerçeğin karşıtlaştırılması doğru değil. İkisi de gerçeğin farklı boyutlarıdır. Dökmen hoca, idealizm -materyalizm karşıtlığı ya da insan biçimciliği- bilim ya da gelenek-görenekle gerçekçilik arasında ki çelişkiye parmak basmalıydı. Fizik olarak Mao, Stalin’den uzundu. Fiziksel gerçek buydu. Ama Stalin, Mao’dan uzun çiziliyordu. Burada tam anlamında fiziksel gerçeğe uyulmadığından söz edilebilir ama bunun karşıtı olarak sosyal gerçek üstündür dersek. Hangi sosyal gerçek diye sormamız gerekir. Bu ne demektir? Stalin neden üstündür anlamına gelir. Stalin’in hatalarını Mao ortaya çıkardığına göre böyle bir sosyal gerçek nerde vardır? Olan töreler, gelenekler, eski toplumun alışkanlıklarının gerici varlığını belirtilmesidir. Oysa sosyal gerçek bu gerici kalıntıların tarihsel akışta silinip gideceği insanlığın komünizme yürüyeceğidir. İşte sosyal gerçek budur. Gerçek komünizmdir.

Diyalektik düşünme ve perspektif

İnsan, yalnızca diyalektik düşünüş biçimiyle dünyanın kaotik olgularını bir düzene sokabilir. Görünüşün ardındaki karanlık noktalar ancak diyalektik düşünce yöntemiyle aydınlatılabilir.

“Teşbihte hata olmaz” denir. Her benzetmenin yetersiz olduğunu akılda tutarak ama benzetmenin de kavrayışımızı zenginleştirdiğini unutmadan, ‘perspektif’i neye benzetebiliriz? Kırsal bölgelerde geceleyin tavşan avına çıkanları hiç gördünüz mü? Geceleyin tavşan avlamaya yaya gidilmez; taşıt araçlarıyla gidilir. Şimdi bu taşıta diyalektik dersek, bu taşıtın projektörü de perspektiftir. İmgelememizdeki projektör canlandırması kavrayışımızı kolaylaştıran bir kaldıraç olsun ama daha fazlası değil. Çünkü böyle bir indirgeme bizi diyalektik karşıtı mekanik düşünüşe sürükleyebilir.

Bertell Ollman, “Diyalektiğin Dansı” adlı yapıtında, Karl Marx’ın diyalektiğini inceler. Ollman, Marksçı düşünürlerin diyalektiği irdelerken, soyutlama süreçlerini pek önemsemediklerini belirtir.

Ollman’a göre K. Marx soyutlama süreçlerinde dünyaya üç tür sınır çizer. Bu sınırlar şunlardır:

  1. Genellik düzeyi
  2. Kapsam soyutlaması
  3. Konumlanma noktası

Diyalektik düşünme süreci bu üç tür soyutlamanın birleşimidir. Bu soyutlamalar birbirine sıkıca bağlıdır. Üçü de aynı anda ve birlikte işlemektedir.

Şimdi biz de bir soyutlama yapalım. ‘Konumlanma noktası soyutlaması’nı diğer soyutlama biçimlerinden soyutlayalım. Çünkü bu yazıda diyalektik düşünmenin bütünü incelenmiyor. Sadece konumuz açısından önemli olan ‘konumlanma noktası’ inceleniyor.

“Bir kapsam ve genellik düzeyi oluşturmak yanında üçüncü olarak, soyutlamayla ilişki içinde bir konumlanma noktası veya yeri oluşturulur ve bu noktadan ilişki içindeki diğer bileşenler görülür, onlar üzerinde akıl yürütülür ve bu ilişkiler bir araya getirilip birleştirilir. Bu süreçte bu ilişkiler arasındaki (kapsam soyutlama ile tespit edilen) bağların toplamı, bütün bunları kapsayan sistemin kavranmasını sağlayan, araştırma ve analizin yapılması ve ayrıca bu ilişkinin yürütülmesi için gerekli bakış açısının belirlenmesi için bir başlangıç noktası teşkil eden bir konumlanma noktası haline gelir. Benimsenen her yeni bakış açısıyla birlikte nelerin kavranabileceği konusunda önemli değişimler olur; parçalar farklı bir şekilde sıraya konur ve neyin önemli olduğuna dair farklı bir algı oluşur. Marx, sermayeyi soyutlarken ona sadece belirli bir kapsam veya genellik düzeyi vermekle yetinmez, bununla birlikte onu oluşturan karşılıklı ilişkili öğelerine maddi üretim araçları tarafından bakar ve aynı zamanda böylelikle ortaya çıkan tablonun kendisini de tüm bunları kapsayan geniş sistemi incelemek ve sistemin diğer tüm parçalarının nasıl göründüğünü etkileyen bir bakış açısı sağlamak için kullandığı konumlanma noktasına dönüştürür. Biz soyutlamanın bu görünümünü ‘Konumlanma noktasının soyutlanması’, olarak ifade edeceğiz”. (2)

Perspektif: olaylara, olgulara, nesnelere, insanlara, sisteme, tarihe, ilişkilere bir ışık altında bakmaktır. Perspektif her şeyden önce bir konumlanma noktasıdır. Konumlanma noktası, ilişkinin belirli özelliklerini, devinimlerini, vurgularken, diğerlerini önemsemez, gerektiğinde görmez.

Örneğin ‘devlet’i ele alalım. ‘Devlet’e iki ayrı perspektiften bakılabilir:

  1. Devlet egemen sınıfın baskı aracıdır.
  2. Devlet üretim tarzının bir görünümüdür.

Burada aynı ilişkiye farklı iki konumlanma noktasından bakılmaktadır. Bir ilişkiye bakılırken ilişkinin içinde olduğu sisteme örneğin kapitalizme emek noktasında konumlanarak da bakılabilir, sermaye noktasında konumlanarak da bakılabilir. Liberaller başta olmak üzere burjuva ideolojisinin bütün bileşenleri sermaye cephesinde konumlanmıştır. Komünistlerse emek cephesinde konumlanmıştır.

“Konumlanma noktası parçalar arasında bir sıra, hiyerarşi ve öncelikler oluşturarak, bu parçalardan öncelikli olanları, değerleri, anlamları ve alakalılık derecelerini parçalar arasında dağıtarak ve parçalar arasında kendine özgü bir bütünlük kurma iddiası taşıyarak görüş alanına giren her şeye rengini çalan bir perspektif kurar. Verili bir perspektif içinde, bazı süreçler ve bağlantılar geniş, açık ve önemli gözükürken, bazıları küçük, önemsiz ve alakasız gözükür. Hatta bazılarının varlığı görülmez bile.” (3)

Diyalektik düşüncede şeyler birbirleriyle içsel bir bağlantı içindedir. İşte şeyleri birbirleriyle bağlantılı bir bütünlük olarak görmemizi sağlayan perspektifin ‘bütünlük’ diyalektik düşünmenin en önemli kategorilerinden biridir. Metafizik düşünce, Eklektizm, Yapısalcılık, Postmodernizm, Radikal Demokrasi vb. burjuva düşünüş biçimleri gerçekliği, bütünlüğü içinde kavrayamaz. Gerçekliği parçalara bölerek parçanın birinde konumlanarak dünyaya bakarlar.

‘Bakış açısı’(perspektif) ile konumlanma noktası arasında ussal bir bağlantı vardır. Bir insanın sarayda mı yoksa gecekonduda mı yaşadığı onun bakış açısını belirler. Bir sınıfın içinde yaşadığı ve çalıştığı koşullar bu sınıfın üyelerine bir dizi ayırt edici deneyim kazandırır. Bu deneyimler sonucunda insan bir bakış açısı kazanır. Bu nedenle insanlar ortak deneyimleri bile ait oldukları sınıflara göre farklı biçimlerde algılarlar ve anlamlandırırlar. Bu demek değildir ki işçi sınıfının her üyesi dünyaya, kapitalizme işçi sınıfının perspektifinden bakar. Ancak işçi sınıfının bilinçli öncü kesimleri özellikle de Marksçılar dünyaya bu perspektiften bakarlar. Perspektifte ‘konumlanma noktası’ tek belirleyici değildir. Konumlanma noktası kadar ‘bilinç’ öğesi de perspektifte belirleyicidir.

Aynı ‘Devlet’i                                                                                                 

  • Milliyetçiler→Türk Devleti,
  • Feministler→Erkek Devleti,
  • Marksistler→Sermaye Devleti olarak görürler.

‘Türk’, ‘Erkek’, ‘Sermaye’ üç ayrı soyutlamadır. Soyutlamalar konumlanma noktalarınca oluşturduğu gibi ideolojicilerce de oluşturulurlar.

Peki; bu üç perspektiften hangisi doğru? Hangisi bütünü görüyorsa, doğru noktada konumlanıyorsa, hangisi bilimsel, diyalektik bakıyorsa onun perspektifi doğrudur. Doğru olan Marksçı perspektif, diyalektik perspektiftir. Milliyetçilik ve feminizm burjuva ideolojisinin perspektifleridir.

Burjuva ideolojisinin bakış açısı dardır. Çünkü tek yönlü bakar. Konumlanma noktası yanlıştır. Her sınıfın konumlanma noktası o sınıfın bilincini belirler. Son tahlilde maddi koşullar bilinci belirler. Burjuvazi egemen sınıf olduğundan kendi sınıf bilincine işçi sınıfından çok daha yakındır. Çünkü maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf ideolojik üretimi de belirler. Burjuva ideolojisi işçi sınıfına dayatılır, işçi sınıfı bu ideolojiyi çoğunlukla benimsemiştir. Bu ideoloji gerçekliği yansıtmaz. Gerçekleri gizler ve çarpıtır. Bu ideoloji yanılsamalıdır. Burjuva ideolojisinin bütün akımları bu nedenle diyalektik düşünceye düşmandır. Onlar bütünü değil, parçayı görürler. Bunu da sözde Marksistler, materyalizm olarak pazarlarlar. Ormanı değil ağacı görürler. Emek-sermaye çelişkisinin temel çelişki olduğunu bütün diğer çelişkileri bu çelişkinin belirlediğini göremezler, ya da görmek istemezler. Marksistler ulusal, cinsel çelişkiyi inkâr etmez ama bu çelişkileri işçi sınıfının perspektifinden bakarak bütünlüklü bir biçimde ele alırlar. Marksist perspektifte önemli olan, belirleyici olan emek-sermaye çelişkisidir. Önemli olan sınıf savaşımıdır. Demokrasi bir sınıf sorunudur. Kapitalist sınıf alaşağı edilmeden ne ulus, ne cins, ne çevre vb. sorunlar çözülemez. O zaman gücümüzü, enerjimizi, zamanımızı, olanaklarımızı vb. doğru perspektife göre örgütlemeliyiz. Yanlış perspektif boşa harcanan emek, boşa harcanan zamandır. Yanlış perspektif düş kırıklığı, umutsuzluk getirir.

Şeyleri tek bir açıdan görmek, sınırlı görmektir. Sınırlı görmek soyut düşünceye yol açar. Gündelik düşünce bu nedenle soyuttur. Hegel için soyut düşünmek şöyledir;  “Her şeyi tek bir yükleme bağlamaktır”. (4)

Gündelik düşüncede kalmak demek burjuva ideolojisinin sınırlarında kalmaktır. Burjuva ideolojisi dar olduğundan asıl odaklanması gereken yere odaklanmaz. Organik bütünlüğü parçalar. Bütünlüğü göremez. Burjuva ideolojisi ve onunla doğrudan bağlantılı olan gündelik bilinç her türden sistemli anlama pratiğini zorlaştırır. Burjuva ideolojisinin, gündelik bilincin soyutlama biçimi yanlıştır.

Burjuva ideolojisi parçaları bütünden yalıtık olarak ele alır. Parçalara odaklanır. Örneğin burjuva ideolojisinden ‘birey’ toplumsal koşullardan, sınıflardan bağımsız ele alınır. Toplumun nesnel çelişkileri içinde birey ele alınmaz. Nesnel çelişkilerin bireyi etkilediği görülmez. Üretim, bölüşüm ilişkileri, bunun sonucu doğan sınıf savaşımları içindeki birey görülmez. Bu anlamda ‘varoluşçuluk’ Marx’a ne kadar vurgu yaparsa yapsın özünde burjuva ideolojisidir. ‘Birey’e burjuva ideolojisinin perspektifinden bakmaktadır.

Bir burjuva ideolojisi olarak liberalizm, her şeye birey açısından bakar. Ama bu birey burjuva bireyidir. Liberalizm hiçbir soruna toplumsal açıdan bakmaz.

Marksçılık sorunlara, olaylara, olgulara vb. bireysel değil toplumsal açıdan bakar. Toplum kapitalisttir günümüzde. Kapitalizm uzlaşmaz iki sınıfa bölünmüştür. Sermayeyi burjuvazi, emeği işçi sınıfı temsil eder. Bireyler toplum içinde bir sınıfın üyesi olarak yaşarlar. Toplumdan, sınıflardan yalıtık birey yoktur.

Burjuva ideolojisin perspektifini yansıtan bir diğer kategori de ‘pazar’dır. Burjuva ideolojisi kapitalizme pazar perspektifinden bakar. Liberalizm pazarı mitleştirmiştir. Her şeyin pazarda belirlenmesini ister. Ama çıkarları bozulunca bir burjuva liberali kolaylıkla bir faşiste dönüşebilir. Devletten korumacılık talep edebilir vb. Burjuvazinin çıkarları nerdeyse konumlanma noktası orasıdır. Bu nedenle burjuva ideolojisi pragmatisttir. Burjuvaziden ilkeli davranmasını beklemek demokratik ilkeleri uymasını beklemek saflıktır.

Burjuva ideolojisi ‘pazar’ perspektifinden bakar demiştik. Bu perspektiften kapitalizm oluşumu, gelişimi ve kaçınılmaz çöküşü görülmez. Burjuva ideolojisinin perspektifi değişmez, sabit bir düzen kurgular. Burjuva ideolojisi sömürü düzeninin sürmesini ister. Bu istek özneldir, bilime karşıttır. Burjuva ideolojisinin nesnel, bilimsel bir perspektifi yoktur. Burjuva ideolojisi kapitalizmin kaçınılmaz çöküşünü görmek istemez. O istediğini görür, gerçekleri görmez. İnsanlığın tarihsel evrimini kapitalist aşamada donduruverir. ‘Tarihin sonu’ zırvalarını, entelektüel, pazara sürüverir. Artık ilerleme diye bir perspektifi yoktur. İlerleme perspektifine düşman kesilir.

İlerleme olgusuna konu bağlamında değinip geçiyorum şimdilik. “Sorgu”da konuyu biraz açmıştım. Kuşkusuz, bu, konu için yeterli sayılmaz. İleride ‘ilerleme’yi daha kapsamlı ele alacağım. Ancak şu bilinmelidir ki insanlık sürekli bir ilerleme içindedir. Marksizm insanlığın ilerleyerek sınıfsız topluma ulaşacağını bilimsel olarak ortaya koymuştur.

‘İlerleme’ ve ‘evrim’ kavramlarına burjuva ideologlarınca savaş açılmıştır. İnsanlık bugüne nasıl gelmiştir? İnsanlık gelecekte nereye doğru yol almaktadır? Gündelik bilinç bunlarla ilgilenmez. O sadece bugüne odaklanmıştır. Oysa bugün dünün devamıdır. Bugün geleceğin başlangıcıdır. Bugün geleceğin tohumlarını içinde taşımaktadır.

Marksizm bugünde ya da geçmişte takılıp kalmaz. Bugünü anlamak için geçmişe bakar. Tarihin bir akış olduğunu bilir. Marksizm, geleceği bugünde konumlanarak kurmaya çalışır. Ütopik sosyalistlerin, anarşistlerin de gelecek perspektifleri vardır ama onların konumlanma noktaları yanlıştır. Bugünde konumlanmayan gelecek perspektiflerinin başarılı olması olanaksızdır. Bugünde konumlanmakla gündelik bilince hapsolmayı birbirine karıştırmamak gerekir. Bu ikisi tam olarak iki zıt noktada konumlanmıştır. Bugüne konumlanmak demek gelecek perspektifinin belirleyiciliğinde bugünün görevlerine odaklanmak demektir. Ütopik Sosyalistler gibi politik mücadeleyi reddetmek değildir. Politik mücadeleyi gelecek perspektifine, sınıfsız sömürüsüz bir topluma, her türlü ayrımcılığın ortadan kalkacağı bir toplum perspektifine bağlamak demektir.

Şöyle bir soru akla takılıyor? İşçi sınıfı ideolojisinin perspektifi de bir perspektiftir burjuva ideolojisininki de. O halde nasıl oluyor da işçi sınıfının perspektifi doğru oluyor? Çünkü işçiler doğayı dönüştürme sürecinin içindedirler. Sistemin sürekli değişim içinde olma özelliğini daha iyi görebilecekleri ve anlamlandırabilecekleri bir konumda bulunurlar. İşte bu, bu konum gerçekleri görmede ve geleceği kurmada işçileri ayrıcalıklı kılıyor. Yoksa işçilerin avantajı ideolojilerden kaynaklanmıyor. İdeoloji bilim değildir. İdeoloji, yanılsamalı, eksik, tek yönlü özellikleriyle gerçeği kucaklamamıza yetmez. İşçilerin avantajları konumlanma noktalarının doğru olmasından geliyor. İşçilerin içinde yaşadığı toplumu anlamlandırmaya çalışırken başvurdukları soyutlamalardan geliyor. Bu soyutlamalar: ‘fabrika’, ‘makine’, ’emek’ vb. soyutlamalardır. Denilebilir ki gündelik bilinçte herkes bu soyutlamaları kullanıyor. Hayır, herkes kullanmıyor! En çok ve temel olarak işçiler kullanıyor. Kapitalistler ise: ‘faiz’, ‘rant’, ‘fiyat’, ‘pazar’ vb. kavramları kullanıyor. Küçük burjuvanın konumlanma noktası dolaylı olarak burjuvanın konumlanma noktasına bağlanır. Gerçekliği kavramada işçi sınıfı ve burjuvaziden daha geri bir konumlanma noktasındadır. Sürrealizm, realizm, romantizm, gerçekçilik, karşı gerçekçilik vb. akımlar temelde bu iki konumlanma noktasından doğan değişik perspektiflerdir. İşçiler üretimin içinde konumlanmıştır. Toplumsal değişim evrim, ilerleme, çatışmalar, çelişkiler vb. üretimin konumlanma noktasında en net en doğru bir biçimde görülebilir.

“Mevcut durumu, hem daha önceki durumun bir sonucu hem de daha sonra ortaya çıkacak durumun kökeni olarak adlandırmak isteyenler için bundan daha aydınlatıcı bir konumlanma noktası yoktur. Bu elbette işçilerin hepsinin bu bağlantıları kuracağı anlamına gelmiyor. Sadece onların en başta sahip oldukları konumlanma noktası soyutlamalarında mevcut olan yerleşik bir yatkınlığa işaret ediyor. Kapitalistler içinse bunun tam tersi geçerlidir. Deneyimlediği yaşam ve iş kapitalisti, kendi durumunu, pazar alanından devşirilen ‘fiyat’, ‘rekabet’, kar’ vb. soyutlamalar yardımıyla anlamlandırmaya iter. Kapitalizmin nasıl işlediğini emeği merkeze yerleştirmek yerine kenara iten bir bakış açısıyla çözmeye çalışmak kapitalist dinamikleri tersyüz edilmiş bir şekilde gösterecektir. Marx’a göre rekabet içindeyken “her şey her zaman tam tersi biçimde, kafası üstüne duruyormuş gibi gözükür.” Burada daha çok üretken etkinliğin sonuçları olan şeyler onun bir nedeni olarak görülür”. (5)

Yanlış konumlanma yanlış perspektifin nedenidir. Yanlış perspektifte gerçekleri görmemizi engeller. Bu nedenle burjuva ideolojisi karşı gerçekçidir. Burada bir parantez açmak gerekiyor. Burjuvazi devrimci olduğu dönemde gerçekçiydi. Çünkü konumlanma noktası doğruydu. Konumlanma noktası tarihin akış yönündeydi. Emperyalist aşamada burjuvazi karşı devrimci ve karşı gerçekçidir. Karşı gerçekçiliğin kökenini burada aramak gerekir.

Gündelik bilinç ve perspektif

Gündelik bilinçle perspektif ilişkisine de biraz değinmek gerekiyor. Şunu bilmek gerekir ‘Gündelik bilinç tamamen perspektiften yoksun değildir.’  ‘Bakış açısı’,  ‘perspektif’ gibi kavramları gündelik yaşamda kullanırız. Fakat gündelik yaşamda bakış açımızın gördüklerimizi, bildiklerimizi ne kadar etkilediğini bilmeyiz. Görme ve bilme biçimimizin soyutlama sürecimizi nasıl etkilediğinin ayrımında değilizdir. Gündelik yaşamda insan soyutlamaları verili olarak kabul eder. Sorgulamadan alır kullanır. Soyutlamalar içinde bulunduğu kültür ortamında hazır, üretilmiş olarak vardır. Gündelik insan bu soyutlamaları kendi çıkarının konumlanma noktasından alır ve kullanır. Bu soyutlamalar gündelik insanın düşünce dünyasını nasıl kurduğunu belirler. Gündelik insan kendi dünyasını sabit birkaç bakış açısına mahkûm eder. Bunun sonucu ortaya çıkan tek yönlü görüşleri doğru sanır. Sanıların yanlış konumlanma ve bunun sonucu yanlış perspektif ilişkisini de böylelikle göstermiş olduk.

Marksizm’in kapitalizme yönelik perspektifinin kısaca belli başlı noktalarına değinmek istiyorum: Marksizm kapitalizme ‘pazar’ değil ‘üretim’ perspektifinden bakar. Pazarın rolünü yadsımadan asıl belirleyici olanın üretim olduğunun altını çizer.

Marksizm olaylara, olgulara, süreçlere, ilişkilere vb. nesnel perspektiften bakar. Marksizm’i küçük burjuva sosyalist akımlardan ayıran en önemli yanı onun bu nesnelliğidir. Nesnelliğin ifadesi bilimsel sosyalizmdir. Marksizm öznelliği de yadsımaz. Duygular, inançlar, istekler, niyetler, kimlikler vb. öznel etmen kitlelerle buluştuğunda toplumu dönüştüren maddi bir güç olur.

Marksizm öznelliği belirleyenin son tahlilde toplumdaki nesnel süreçler olduğunu, bu nesnel süreçlerin en önemlisinin de üretim süreci olduğunun altını çizer. Marksizm’deki çeşitli sapkın akımlar bütünü bölerek ters noktalarda konumlanırlar. Tek bir perspektiften baktıkları için de bütünü görmezler. Son dönemde diyalektiğin yadsınması moda olmuştur. Diyalektiğin yadsınması bu akımları sabit, dar, tek yanlı perspektiflere mahkûm etmiştir.

Marksizm topluma tarihsel bir perspektiften bakar. Marksizm’e göre her toplumsal biçim, her toplumsal düzen geçicidir. Bütün toplumlar gelip geçicidirler. Toplum biçimleri doğar, büyür, olgunlaşır ve ölürler. Tarih sürekli bir devinim içindedir. Tarih durmadan akan bir nehir gibidir. Tarihin sonu diye bir şey yoktur, olamaz. Tarih bir ilerlemedir. Tarih asla geriye döndürülemez. Kimi ‘sosyalist’lerin sandığı gibi ilkel komünal topluma geri dönemeyiz. Ya da dincilerin, romantiklerin sandıkları gibi feodal topluma geri dönemeyiz. Tarihin akış yönü ileriye doğrudur.

Marksizm tarihin ilerlemesine iki perspektiften bakar. Nesnel perspektif: Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında çıkan uzlaşmaz çelişkilerle tarih ilerler. Öznel perspektif: Tarih, sınıf savaşımları tarihidir. Nesnel koşullar olgunlaşsa bile öznel faktör oluşmamışsa tarihi o an için ilerletemezsiniz.

Sınıfsız toplumlarda nesnel perspektif asıl rolü oynarken sınıflı toplumlarda öznel perspektifin rolü artmıştır. Ama nesnel koşullarla ilgisiz öznel faktör işlevsizdir.

Sınıflı toplumlarda toplumun ilerleyişi sınıf savaşımıyla olur. Kapitalist toplumda toplumu ileri götürecek sınıf işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı eğer bilimsel perspektifi esas almazsa toplumu ileri götüremez.

Tür bilincinin kapitalist toplumdaki taşıyıcısı işçi sınıfıdır. Tür perspektifi sınıf perspektifini kapsar. İşçi sınıfının tür perspektifi yoksa iktidarı alınca yozlaşır ve iktidarını yitirir. Bu nedenle Marksizm bütün çağlara hümanist perspektiften bakar. Her çağın ilerici sınıfı o çağın hümanizmini temsil eder. Kimi sapkın ‘sözde Marksist’ akımların dediği gibi Marksizm anti-hümanizm değildir. Marksizm insanın bütün ilerlemelerine hümanizm olarak bakar. Hümanizm’i kapitalist toplumda işçi sınıfı temsil etmektedir. Hümanizmanın burjuva ideolojisi olduğunu savlayan ‘sözde Marksistlerle’ hesaplaşmak bu yazının kapsamını aşar. Bu hesaplaşmayı daha sonraki bir tarihte yapmayı umuyorum.

Yine de bir takım ‘sözde Marksçılar’ Marksizm’in her şeye sınıfsal baktığını savlarken ‘Dil’’de de sınıfsal bakılması gerektiğini ileri sürüyorlar. Burada sınıf indirgemeci kaba Marksizm’in bir örneğini görüyoruz.

‘Dil’‘e sınıfsal bakmak sorunu çözmemize yardımcı olacak bir konumlanma noktası değildir. ‘Dil’e bir bütün olarak toplumun konumlanma noktasından bakılmalıdır. Dil felsefesi açısından Marksistlerin daha bir fırın ekmek yemesi gerekiyor. Bu konuyu ciddi ciddi çalışmalıyız.

Dil felsefesine Marksistler yeterince ilgi göstermemiştir. Bu alan anti-Marksistlerin hegomonya kurduğu bir alandır. Yapısalcı felsefe Marksizm’in yeterince kavranamamasından dolayı buralardan kolayca Marksizm’e sızabilmiştir.

Ne sınıfsallığın reddi ne de her şeyi sınıfsallığa indirgemek doğru perspektifler değildir. Son dönemde özellikle Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra ‘elveda proletarya’ modası çıktı. Bu modanın içinde burjuva ideolojisinin birçok biçimi vardır. Bunlardan biri de ‘proletarya’yı silip yerine ‘ezilenler’ kavramını koyanlardır. Kavramlar masum değildir. Her kavram sınıf savaşımının bir göstergesidir. ‘Proletarya’ kapitalist toplumu yıkıp sosyalist toplumu kuracak olan biricik güçtür. ‘Proletarya’ kavramı bu perspektifi ifade eder. ‘Ezilenler’ kavramı belirsiz bir kavramdır. Belirsizliğiyle, kaotik yapısıyla küçük burjuvazinin perspektifini yansıtır. ‘Küçük burjuva sosyalizmi’, işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takmaya uğraşıyor. Onun perspektifi de budur. Küçük burjuvazinin kendi perspektifi yoktur. Onun perspektifi güçlü olanın borusunu öttürmektir. İşçi sınıfının ilerici devrimci rolü ‘Marksizmce’ bilimsel olarak ortaya konmuştur. Kendini Marksist olarak pazarlayan ya da pazara bu tür işporta malları sürenlerin Marksizm ile ilgisi yoktur. Bu anlayış topluma ‘kimlik’ perspektifinden bakar. Kimliklerin tarihin öznesi olduğunu savlar. Bu anlayışın, postmodern perspektifin anti-Marksist tezgâhlarından yalnızca birisidir. Şu iyi bilinsin emperyalizmle komprador entellerin bağını göremeyenler dünyaya kesinlikle bizim perspektifimizden bakmıyorlar. ‘Entel’ kavramını kullandım. Çünkü entelektüeller ile hakaret etmek istemedim. ‘Entel’ emperyalizmin ajanı Marksist görünümlü kavram pazarlamacılarıdır.

Kapitalist topluma ‘kimlik’lerin konumlanma noktasından bakmak hatalı bir perspektiftir. Bu bakış açısı ne kapitalizmi anlayabilir ne de kapitalizmle savaşabilir. Bu bakış açısı ancak kapitalizmi yeniden üretebilir, kapitalizmin yeniden üretilmesi de burjuvaziye hizmet edebilir. Kapitalist topluma sınıf perspektifinden bakılmalıdır. Kapitalizm ancak sınıf bilinciyle donanmış, örgütlenmiş işçi sınıfıyla yıkılır. Etnisite, din, kadın vb. kimlikler kapitalizmi yıkamaz. Bu anlayışlar kendilerini ‘Radikal Demokrat’ olarak da sunabilir. Ancak demokratlarla hiçbir ilgileri yoktur. Yaptıkları yalnızca kapitalizmin ömrünü uzatmaktır. Genel bir sorun özel bir alana tıkılıp kalınarak çözülemez. Genel sorunlara yaklaşım geneli kapsayan bir perspektif gerektirir. İşçi sınıfının perspektifi en kapsayıcı perspektiftir. İşçi sınıfının perspektifi birleştiricidir.

Marksizm’in perspektifi elbette ki kimlik sorunlarını yadsımaz. Marksizm’in en temel özelliği dünyaya diyalektik materyalist perspektiften bakmasıdır. Bu perspektifte parça-bütün ilişkisi diyalektiktir. Parça bütünle içsel bir ilişki içindedir. Postmodernizm, yapısalcılık, kimlikçilik vb. anti-Marksist akımlar dünyaya bütünsel bakamazlar. Bütünden anladıkları da parçaların yan yana durduğu mekanik bir toplumdan ibarettir. Bütün akımlar ‘perspektivizm’in değişik görünümleridir. Perspektivizmin anlayışı bizim savunduğumuz ‘perspektif’in tam tersidir.

Perspektivizm:

  1. “Genel olarak, kavram, ilke ve kabullerden oluşup, insanlara dış dünyayı yorumlama imkanı veren, birbirine eşdeğer olmakla birlikte, aralarından birini tercih etmenin yolunun bulunmadığı alternatif sistemlerin var olduğunu savunan öğreti…
  2. Daha özel olarak da, Nietzsche’nin deneyim ve bilginin kısmi sınırlandırmalarından kaçınmanın ve dolayısıyla varlığın bizatihi kendisine, mutlak hakikate erişmenin imkansız olduğu görüşü.” (6)

F. Nietzsche, Postmodernizm’in öncülerindendir. Nietzsche nesnel gerçekliği yadsır. Varolan yalnızca görünüşlerdir. Görünüşlerse bilinemez. Ancak yorumlanabilirler. Görünüşü herkes kendi gereksinmesine, çıkarına, keyfine göre yorumlayabilir. Tek bir nesnel gerçek yoktur. Gerçekler vardır. Öz yoktur. Yalnızca özsüz değişik görünümler vardır. Nietzsche’nin idealizmi ve bilinemezciliği burada çok açık olarak görülüyor.

Marksizm de dünyaya değişik perspektiflerden bakılması gerektiğini söyler ama Marksizm materyalisttir. Bilincimizin dışında maddi bir dünyanın var olduğunu bu maddenin bilinebileceğini, varlığın öz ve görünüşten oluştuğunu, değişik görünüşlerin hepsinde özün yansıdığını aynı zamanda her görünüşte de özün yansıdığını söyler Marksizm. Buradan da anlaşılacağı gibi Marksizm’in perspektif anlayışıyla Postmodernizm’in, yapısalcıların, Radikal Demokratların vb. anti-Marksist akımların ‘perspektivizm’i taban tabana birbirine zıt iki ayrı dünya görüşüdürler.

Bu akımlara göre dinle bilim, şeriatla laiklik, kapitalizmle sosyalizm eşdeğer perspektiflerdir. Bilimin dine, laikliğin şeriata karşı önceliği söz konusu olamaz. Bütün kimlikler eşit önemdedirler. Bunlara göre ‘sınıf’ da bir kimliktir. Radikal demokratların, postmodern bir akım olarak proletarya diktatörlüğüne karşı çıkması işte bu perspektivizimden kaynaklanır. Bu görüş özünde burjuva görüşüdür. Dünyaya burjuva perspektifinden bakmaktadır. Ama birçok akım kendini ‘Marksist’ ‘Sosyalist’ olarak perspektivizmin bakış açısından konumlandırmıştır. Bunlar, bize göre anti-Marksist ve anti-Sosyalist’lerdir.

Perspektif eldeki bulgulara nasıl bakacağımızı belirler. Marksizm’in perspektifiyle sözü geçen akımlar bulgulara zıt kutuplardan bakarlar. “Perspektifsel öge, yani şeylerin ona bakan kişilerin kim olduğuna göre farklı görünebileceğini kabul etmek, diyalektik düşüncede çok önemli bir rol oynar. Bu demek değildir ki gerçekliği değişik konumlanma noktalarından görmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan farklı kanaatlerin her biri eşit değere sahiptir.” (7)  

Marksist perspektifini bütünü kavrayışında bütünü oluşturan parçalar eşit değerde ele alınmaz. Bu parçalar perspektife göre önem sırasına konur. Kimilerinin varlığıysa hiç görülmez. Perspektifle ilgili olanlar mercek altına alınıp büyütülür. ‘Roman’ sanatından örnek verecek olursak. Natüralist romanda gerçekliği yansıtma adına perspektif yadsınmıştır. Ya da perspektivizme düşürülmüştür. Bütün parçalar sözde gerçeklik adına eşit olarak yansıtılır.

“Natüralist romanın gerçekçiliği sözdedir, özünde gerçekçi değildir. Marksist estetikteki yansıtma kuramı bu anlayışta çarpıtılmıştır. Perspektifsiz bir yansıtma asla gerçeği yansıtamaz. Kaotik görüntüler kümesinin yansıtılması asla gerçekliği yansıtamaz. Gerçekçi romanda perspektifin karşılığı ‘izlek’tir. ‘İzlek’, ‘ana düşünce’ ile ‘ana duygunun’ birliğidir”. (8)

İzlek, romanda nesnelerin birliğinin sağlayan perspektiftir. Romanda nesnelerin birliği izlek olmadan kurulamaz. “Ana düşünceyle; ana duygu birliği kurulamazsa ya da yanlış kurulursa o yapıt estetik değer yitimine uğrar”. (9)

Estetikte perspektif olmazsa olmazlardandır. Cengiz Gündoğdu, roman sanatında perspektifin önemini şöyle belirtir; “Yazarın algısı, olanları kavrayışı, kavrayışındaki ideoloji, izleğin düşünsel ögesi için son derece önemli. İdeoloji algıyla kavrayışı zedelerse izleğin düşünsel yanı, değer yönlendirme yanı zedeleniyor.” (10)

Yazar karmaşık dünyayı bir düzene sokar. Perspektif olmadan kaotik olgular düzene sokulamaz. Bir sanat yapıtında önemli olan konu değildir. Önemli olan o konunun nasıl ele alındığıdır. Konunun nasıl ele alınacağını izlek belirler. Ya da en geniş anlamıyla perspektif belirler. Romantik perspektiften ‘çok güzel’ aşk romanları yazabilirsiniz. Ama bu yazılanların gerçekçi perspektifle bakınca hiçbir estetik değeri olmadığı görülür. Kapitalist toplumda aşk yaratılacak bir şeydir. Kapitalist toplumda aşk yaratmak çok zordur. Gerçekçi perspektif budur. Kapitalist toplumda insanlar yalnızca ‘yiyip, içip, sevişmezler.’ Kapitalist toplum insanların sevişmesini engelleyen bin bir güçlükle doludur. Aşk yaratmak için bu güçlüklerle savaşmak gerekir. Hümanist bir perspektifi, sınıfsal bir perspektifi yoksa bir romanın, aşkı anlatamaz daha doğrusu aşkı gerçekçi bir biçimde anlatamaz. Burjuva toplumu biz bilincinde olalım ya da olmayalım çıkarları karşıt olan iki sınıfa bölünmüştür. Burjuva toplumundaki bütün çelişkileri belirleyen en temeldeki çelişki budur. Ulusal, cinsel vb. çelişkiler temeldeki bu çelişkinin (emek-sermaye çelişkisi), bu özün değişik görünümleridir. Feminizm tek yanlı bir perspektiftir. Konumlanma noktası cinsiyet olunca toplumsal bir sorun olan kadın sorunu çözülemez. Tür bilinci, sınıf bilinci öncelikli konumlanma noktaları olmalıdır. Bundan sonra cinsiyete dayalı bir konumlanma olmalıdır. Yanlış konumlanma bizi ‘ezilenlerin’ kurtuluşuna değil daha çok ezilmesine götürebilir. Nitekim Siyasal İslam’ın iktidara gelmesinden sonra kadın kırımı görülmemiş düzeylere ulaşmıştır. Yalnızca kadıncılık, yalnızca etnikçilik, yalnızca çevrecilik vb. çıkmaz sokaktır. Kadın-erkek vb. başka çelişkilerde eşitlik olgusuna bakışta konumlanma noktası çok önemlidir. 

Aristoteles’in değer-biçiminin tahlilini daha ileriye götürememesinin nedeni konumlanma noktasıdır. Aristoteles insanları eşit olarak görmez. İnsanları eşit görmediğinden her türlü insan emeğini de eşit olarak göremez. Aristoteles köleci ideolojinin, köle sahipleri sınıfının konumlanma noktasından bakar olgulara: “Bununla birlikte, Aristoteles’i metalara değer atfetmenin, aslında, her emeği eşit insan emeği olarak ve bunun sonucu da eşit nitelikte emek olarak ifade etmenin bir biçimi olduğunu fark etmekten alıkoyan önemli bir gerçek vardı. Bunun doğal temeli, Yunan toplumu kölelik üzerine kurulduğu için, insanların ve onların emek-güçlerinin eşitsizliğiydi. Değer ifadesinin sırrı, yani her tür emeğin genel anlamda insan emeği oldukları için eşit ve eşdeğer bulunmaları, insanların eşitliği düşüncesi, halkın önyargıları arasında yerleşmedikçe çözümlenemez. Bu ancak emek ürününün büyük kütlesinin meta biçimini aldığı ve bunun sonucu olarak da, metaların, insanla insan arasında, meta sahipleri arasında egemen ilişki halini aldığı bir toplumda olanaklıdır. Yalnızca metaların değeri ifadesinde bir eşitlik ilişkisi bulmuş olması bile, Aristoteles’in dehasının parlaklığını göstermektedir. Bu eşitliğin temelinde ‘gerçekte’ ne bulunduğunu ortaya çıkarmaktan onu alıkoyan tek şey içinde yaşadığı toplumun özel koşullarıdır.” (11)

Romantiklerin dediği gibi toplumu dehalar ilerletmiyor. Toplum ilerledikçe toplum içinde konumlanmış dehaların görüşleri de ilerliyor. Düşünceler maddi koşullardan, konumlanma noktalarından ayrı kendi başlarına ilerlemiyor. Romantikler dünyaya idealist perspektiften bakıyor. Marx gerçekçi perspektiften bakıyor.

Cinsiyeti konumlanma noktası olarak almak bizi cinsiyetçi perspektifin içine hapseder. Kadını cinsiyet kalıbına hapseder. Kadının sınıfla, türle bağını keser. Feminizm özünde sınıf bilincine ve tür bilincine karşıttır. Karşıttır çünkü Feminizm özünde burjuva ideolojisidir. Cinsiyetçi bakış: ‘Kadın şair’ der. Tür bilinçli Marksist bakış: ‘Şair kadın’ der.

Marksist bakış cinsiyeti dışlamadan emeği başat alır. “Kadın şiiri, erkek şiiri diye bir ayrımı kabul etmiyorum. Bu tür bölen, parçalayan ayrımları gerçekçi bulmuyorum. İnsani temelden ayrılıp cinsiyeti başat öğe kabul edenlerdir bunlar. Öyle ki ben ‘kadın şair’ tamlamasını da hiç sevmedim. Bu dile karşı çıktım. ‘Şair kadınlar’ demeyi seçtim. Bunu da yaratıcılığı başat almak için yaptım. İlle de kadınlığımıza vurgu yapılacaksa yaratıcılığı öne almalı”. (12)

Marksizm olguları tek bir perspektife hapsetmez. Olgulara değişik perspektiflerden bakarak, olguları önem sırasına göre ele alır, öznel duygulara göre değil. Cinsiyetçi bakış materyalist gözükür ama özünde idealisttir. Diyalektik perspektif yoksa materyalizm de yoktur. Kaba materyalizmin yolu her zaman idealizme çıkar. Cinsiyetçi bakış kaba materyalisttir.

***

Perspektif olgusunu değişik perspektiflerden ele almaya çalıştım. ‘Perspektif’ yazımda özellikle diyalektikle perspektif ilişkisini inceledim. Konuyu epistemolojik düzlemde incelerken ontolojik temel bilinçli olarak görmezden gelindi. Yine de ontolojik temele yönelik bir vurguyu bu yazıda bulabilirsiniz. Son tahlilde perspektifi belirleyen ontolojik temel ’emek’ kategorisidir: “Doğal olarak, son erimde emek için önerilecek yansıtılmış hedefin değişik yanları seçenekler arasında verilecek kararda önemli bir rol oynar; ama emek alanında olasılıktan gerçekliğe sıçramanın tek motoru olarak yalnızca onu görmek ekonomik nedeni fetişleştirmek olur. Tıpkı tanımlamış olduğumuz seçeneklerin soyut ve saf özgürlük düzeyinde gerçekleştiğini varsaymak gibi bu türden bir neden de yalnızca bir mittir. Bir kez daha, söz konusu olanın taş bir balta ya da daha sonra yüz binlerce kopyası üretilecek olan bir araba prototipi üretimi olmasına bakılmaksızın her iki durumda da emekle ilgili seçeneklerin somut koşullar altında her zaman bir karar için baskı yaptığını akılda tutmalıyız. Bunun ilk sonucu, ussallığın belli bir ürünün doyurması gereken somut gereksinime dayalı olmasıdır. Böylece, isteklerin bu doyurulmasını ve dolayısıyla aynı zamanda ondan oluşan düşünceleri de belirleyen öğeler, gerçeklenmeye dâhil olan nedensel ilişkileri doğru olarak yansıtma girişiminin yanı sıra tasarımın yapısını perspektiflerin seçilmesini ve düzenlenmesini de belirler”. (13)

Dipnotlar:

  1. Mao Zedong/Seçme Eserler/ Cilt 6 / Syf.56-57
  2. Bertell Ollman/Diyalektiğin Dansı/Yordam Kitap/2.Basım/İstanbul 2008/ Syf.73-74
  3. Bertell Ollman/Diyalektiğin Dansı/Yordam Kitap/2.Basım/İstanbul 2008/ Syf.114
  4. Bertell Ollman/Diyalektiğin Dansı/Yordam Kitap/2.Basım/İstanbul 2008/ Syf.119
  5. Bertell Ollman/Diyalektiğin Dansı/Yordam Kitap/2.Basım/İstanbul 2008/ Syf.117
  6. Ahmet Cevizci/Felsefe Sözlüğü/Paradigma Yayınları/5.Baskı/Ekim 2002/İstanbul/Syf.825
  7. Bertell Ollman/Diyalektiğin Dansı/Yordam Kitap/2.Basım/İstanbul 2008/ Syf.36
  8. Cengiz Gündoğdu/Estetik Kalkışma/İnsancıl yayınları/1.Baskı/İstanbul/2012/Syf.889
  9. Cengiz Gündoğdu/Estetik Kalkışma/İnsancıl yayınları/1.Baskı/İstanbul/2012/Syf.889
  10. Cengiz Gündoğdu/Estetik Kalkışma/İnsancıl yayınları/1.Baskı/İstanbul/2012/Syf.890
  11. Karl Marx/Kapital/1.Cilt/Sol Yayınları/ 7.Baskı/Ankara, 2004/ Çeviren: Alaattin Bilgi/Syf.71
  12. Berrin Taş/Hep Yolda/ İnsancıl Mart 2019/ Syf. 25
  13. Georg Lukacs/Sosyal Varlık Varlıkbilimine Doğru (Emek)/Payel yayınevi/1.Basım/Ocak 2014, İstanbul/Çeviren: Aysen Teksen/Syf.68

Kaynaklar:

  1. Karl Marks/Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, I.Basım, Mart 2013
  2. Mao Zedung, Seçme Eserler, Cilt6, Kaynak Yayınları, 1.Basım, Eylül 2000
  • Cengiz Gündoğdu, Aydınlanma için Kalkışma, İnsancıl Yayınları, 1.Baskı, Haziran 2015, İstanbul
  • Aristoteles, Metafizik, Sosyal Yayınları, Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Aslan, 2.Basım, Kasım 1996
  • Berrin Taş (Editör), Neşe Baştürk (Tasarı), Adnan Öztel (Gündelik Bilinç), Kaç İnsan Yaşadım, 1.Baskı, Nisan 2018
  • Karl Marx/Kapital/I.Cilt/ Sol Yayınları/ 7.Baskı/ Ankara 2004/Çeviri Alaaddin Bilgi
  • Georg Lukacs/Sosyal Varlık Varlıkbilimine Doğru (Emek)/Payel yayınevi/1.Basım/Ocak 2014, İstanbul/Çeviren: Aysen Teksen
  • Berrin Taş/Hep Yolda/ İnsancıl/Mart 2019
  • Cengiz Gündoğdu/Estetik Kalkışma/İnsancıl yayınları/1.Baskı/İstanbul/2012
  • Bertell Ollman/Diyalektiğin Dansı (Marx’ın Yönteminde Adımlar) /Yordam Kitap/2.Basım/ İstanbul/2008
  • Ahmet Cevizci/Felsefe Sözlüğü/Paradigma Yayınları/5.Baskı/Ekim 2002/İstanbul
  • Cengiz Gündoğdu/ Aydınlanma İçin Kalkışma/ İnsancıl Yayınları/1.Basım/ Haziran 2015
  • Berrin Taş/ Kaç İnsanı Yaşadım/İnsancıl Yayınları/1.Basım/ Nisan 2018
  • Adnan Öztel/Sorgu/İnsancıl Yayınları/ 1.Basım/ Kasım 2016
  • Üstün Dökmen/Sanatta ve günlük yaşamda iletişim çatışmaları ve empati/ Remzi Kitabevi/48.Basım/Ağustos 2012
  • Aristoteles/Metafizik/Sosyal Yayınlar/ Çeviren: Prof.Dr. Ahmet Aslan/ İkinci Basım/ Kasım 1996
  • Karl Marx-Friderik Engels/Alman İdeolojisi/Evrensel Basım Yayın/ 1 Basım/Mart 2013
  • Mao Zedung/ Seçme eserler/ Cilt 6/ Kaynak Yayınları/1.Baskı/Eylül 2000

Not: Yazımın sonunda yer alan 18 kaynak perspektif yazımın bütünü içindir.

Not: Bu yazı yazarımız Adnan Öztel’in İnsancıl Dergisi’nin 346. ve 348. sayılarında yayınlanan ‘Perspektif I’ ve ‘Perspektif II’ başlıklı yazılarında derlenmiştir.