Çağının karamsarlığını alaycı bir hicivle resmeden Felemenk ressam Brueghel, aynı zamanda bir tanıktı. Tarihsel bir karanlığın içinden çıkmaya yüz tutmuş 16. yüzyılın sonunun, 21. yüzyıla geçiş günlerinden daha az kaotik olduğunu düşünmemiz için hiçbir sebebimiz yok. Bu durumu tersinden de kurabiliriz; 21. yüzyılın eşiği, 16. yüzyılın eşiğinden daha kaotik ve girift değildir.
Tarihsel çöküş anlarını karakterize eden toplumsal var olma biçimini anlamak için, toplumun ve bireyinin çaresizliğine bakmak yeterlidir. Ama “çaresizliği” olağanlaşmış bir anlam içinde, “elden bir şey gelmemeyi” çağıracak biçimde zikretmemiz oldukça sorunlu olabilir. Çaresizlik; mecalsizlik, kifayetsizlik ya da politik anlamlar dünyası içinde iradesizliği karşılamaz. Çünkü çaresizlik öğretilmiş olandır. Körleşmenin olağan bir yaşama biçiminin, mümkünlük sınırı olmasıdır. Bu yüzdendir ki belki de Brueghel, ‘çaresizlik çağı’nı daha iyi anlatmak için resimlerinden hicvi eksik etmedi.
Körleşmenin olağanlığının katı bir gerçeklik olarak işlediği bireysel ve toplumsal atmosferi, Brueghel’in hicvine de çok başka anlamlar katarak ‘hakikatin yitimi’ne vardığı dünyayı, bu kez Elias Canetti’nin ‘körleşme’sinde Profesör Kien’in hayatında tanık oluruz. Ancak bir farkla; Canetti, Brueghel gibi hiciv yapmaz. Çünkü Profesör Kien’in hayatının akışını aslında normalleştirmiş birisidir. Çaresizlik kendi hayatının kurucusu bir işleve sahipken, onun bundan haberi bile yoktur. Canetti burada ‘farkında olmama halini’, çaresizliğin bir öğretilmişlik olarak tercümesini yapar. Farkında olmama, körleşmenin de bir açıklamasıdır aslında. Ama burada yine de tartışmalı bir soru hala boşluktadır; ya körleşme de bir tercihse?
Körleşmenin tercih olması; bir kabullenme halinin açıklaması değildir. Sanıldığının aksine sosyal körler de görür; körleşme, birey ve toplumun kendi hayatları karşısında ne kadar çözülmeye ve tükenmeye doğru süreklenmişse, bir o kadar kendini tersinden görme biçimidir. Yani bir ‘mış’lık halinin, ‘öyle değilmişlik halinin’ meydana gelmesidir. Bu durumun sosyolojide kullanılan ‘öğretilmiş çaresizlik’ kavramını da boşa düşüren bir yönü var; çürüme!
Canetti’nin Kien’i tam da budur. Ama daha hicivsel olanı ise Brueghel’in o müthiş ironiyle dolu, “Körlerin Kör Kılavuzu” resmindedir. Bu tasvir, bize şöyle bir okuma ve anlama verir; toplumsal körleşme dönemi demek, her şeyden önce, öncüllerden yoksun olma dönemi demektir. Toplumun ve bireyin kendiyle yüzleşebileceği ve ayık kafayla hayata bakabileceği ‘arıza’dan yoksun oluşudur. Böylesi çöküş dönemleri herkesin birbirine benzediği baş aşağı düşme anlarıdır. Böylesi dönemlerde insanlar, başka düşenlere bakarak düşer. Buradan kendine bir emsal kurar ve emsalden kendi varoluşuna doğru bir avuntuya varır. Ta ki avuntu, kolektif suç ortaklığına dönüşünceye kadar… Bu kadar değil, körleşme dönemi kendi kılavuzunu da yaratır. Bu kılavuzun siyasal biçimler alması ve dile gelişi bir “makul” aralığını işaret ederek gerçekleşir. Bu makul, siyasal alanın bütün süreçlerini işletir. Demek ki, çöküş bir kez başladıktan sonra, bütün varoluş biçimleri dâhil; dilde, gramerde, siyasette, yaşam ilişkilerinde kendini yeniden yeniden üretir. Artık bir dönemin körleşmeyle malul ‘makulü’, o dönemin kurucusudur. Bundan geriye, yalnızca toplumsal çöküş manzarasının olağanlaşması kalır… Belki de bu durumu daha iyi anlamanın cevabı, Beckett’in ‘Godot’yu beklerken’ oyununda Pozzo’nun dediği gibidir; “Her gün, aynı gündür!”
Michelangelo Merisi da Caravaggio – Şüpheci Thomas
İtalyan ressam Caravaggio’un “Şüpheci Thomas” resminde İsa’nın havarilerinden Aziz Thomas, İsa’nın dirilip yeniden döndüğüne inanmaz. İnanmak için İsa’nın Sigmatasına (yarasına) dokunarak inanmak ister ve yaraya parmağını sokar. Thomas’ın bu eylemi, İsa’nın kutsallığını ve ruhaniliğini ortadan kaldırarak, kendileriyle bir eşitleme eylemdir. Bu yüzden İsa’nın öne eğik başının arka tarafını oluşturan karanlık; Thomas’ın karanlığıdır. Ama burada bir başka durum daha meydana gelmiştir; Thomas’ın şüpheciliği, aslında kendi havariliğini de ortadan kaldıran bir eylemdir. İsa’nın yaralarına inanmamak demek, havari (seçilmiş) olmamak, onu da ortadan kaldırmak demektir. Böylece İsa, yara ve Thomas ilişkisi; bizatihi o söylenceyi ve ilahiyatı kuranların bir parçası olan Thomas tarafından inanmanın tarihinin dışına atılır. Tam da bu yüzden resimde, Aziz Thomas’ın elbisesindeki yırtık, İsa’nın bedenindeki yırtığın bir yansımasıdır. Tarihte imanı kuranların, imanı tarihin dışına atması yeni değildir. Bu, devrimlerin ve ayaklanmaların tarihinde de tekerrür etmiş karşı devrimlerin tarihidir. İsa’nın karşı devrimcisi, bir havarisiydi. Bu yüzden bir ‘yırtık’ olarak, karşı devrimcilerin ‘devrimin çocukları’ndan çıkmış olması rastlantı değildir. Çünkü devrimler, geniş bir toplumsal zamanı yırtarken, kendisi de yırtılmaya uğrar.
Körleşenler de görür
Modern toplumu körleşme üzerinden eleştiri konusu yapan sosyal psikolojik analizlere şüpheyle bakmamız gerek; çünkü körlüğün de bir görme biçimi olduğunu düşünmemiz için, oldukça tutarlı sebeplerimiz var. Sanıldığının aksine kitle ve birey davranışları, egemen sınıfın ya da egemen sınıfın o anının biçimlendirdiği ilişkiler dünyasını tanımlamaz. Eğer dünya, yalnızca egemen sınıfın kudretinden ibaret olsaydı, toplumların hareket biçimlerini anlamakta oldukça zorluklar çekerdik. Kitle kavramı niteliksiz, sayıdan ibaret nesneler kümesi değildir. Kitle, hem kendi durumunu ve bunun dinsel, ideolojik ve siyasal yansımalarını üretir, hem de bunun sonuçlarını meydana getirir. Kitle dinamiğinin döndüren temel itki, ‘olma’ arayışıdır. Bu, kimlikler arayışından, dinsel, ideolojik hatta futbol taraftarlığına kadar uzanan arayışlar silsilesi içinde, birbirinden farklı görünüşler üzerinden ortaya çıkardığı kendi dinamikleri üzerinden anlaşılabilir bir şeydir. Bu bakımdan faşizmin kitle ruhunu anlamak ve önemsemek gerek. Ama bütün bunların altında yatan toplumsal nedenselliğin, son tahlilde üretim ilişkilerinin kaçınılmaz sonuçları olduğunu da anlamak gerek.
Bu bakımdan, hangi görünüşler altında olursa olsun, kitle ve birey eğilimlerini meydana getiren durumlar asla bir ‘hiçleşme’ oluşturmazlar. Bu kitle hakikati, bizlere Vulgar Marksistlerin anlayışlarının dışında özneye dair, öznelleşme süreçlerine dair başka okumalar verir. Ve şöyle bir soruyla yüz yüze bırakır; öznelleşme, salt verili ilişkilere bir “itiraz ve gerilim” içinde mi meydana gelir? Eğer böyleyse İkinci Dünya Savaşı’nı öngünlerinde Japonya, İtalya ve Almanya’da ortaya çıkan faşizmin kurucu ‘halkı’nın açıklanmasına ihtiyaç var demektir. Buna mevcut Türk halkını da dâhil etmememiz için hiçbir sebebimiz yok. Ama soruyu şöyle kurmak, Marksizm, sosyoloji ilişkisini daha tutarlı hale getirebilir; toplumun hâkim dünyasını ve baskın davranışını meydana getiren kitle, bizatihi kendi öznelerini yaratarak, kendini gerçekleştirir. Bu bakımdan, ‘gerici’liğe yüklenen Laisist anlam da burada yıkılır, ‘gerici’nin anlamı değişir ve kitle- karşı devrim güçlerini meydana getiren özne anlaşılabilir hale gelir. Dolayısıyla kitle davranışları, ‘kendinden’ oluşmaz. Bu duruma böyle bakmak demek; kamusal alanı meydana getiren sosyal güçler arasındaki ilişkileri anlamamızı da sağlar. Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri, çocuk istismarı, kadın cinayetleri, hırsızlık, dinsel cemaatler bunların hepsini nasıl anladığımız, kitleyi nasıl anladığımızla doğrudan bağlantılı. Bir şaşırtmaca olarak solda liberal iklimin bunlara yüklediği “gerici” anlam, tersine bizatihi bu kitleyi meydana getiren, onun öznesinden başka bir şey değildir. Çünkü kitle, bir hareket halidir…
Eğer Marksist bir kitle anlayışımız varsa; körleşme meselesine başka türlü bakabiliriz. Demokratlıkla malul geleneksel sol ve hümanist bakışın dışında ‘görme’yi başka türlü anladığımız andan itibaren, ilk elden faşizmin bir görme biçimi olduğuyla karşılaşırız. Faşizmin gördüğü ve kurduğu bir dünyası var. O dünyanın, o toplumun, o anın kurucusu olduğunu iddia etmememiz için hiçbir sebebimiz yok. Çünkü faşizm ‘tarihi görmüştür.’
Görme biçimi, elbette faşizmle sınırlı değildir; solun görme biçiminin yarattığı liberal iklimini anlamamız bakımından da anahtar role sahiptir. Solun teslimiyet yıllarında bir görme biçimine sahip olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Bunu anlamak için, P. Brueghel’in “Körlerin Kör Kılavuzu” resmi bizlere oldukça fazla ipuçları sunabilir. Körler Brueghel’in resminde ellerindeki değneklerle birbirine tutunarak, bir derenin kenarında yürürler. Ama öndeki kılavuzun yere düşmüş olması, ‘yürümenin anlamı’nı değiştiren bir durum meydana getirir. Birazdan her biri, birbirine toslayarak düşecektir. Peki, kılavuz düşmeseydi körler ‘gördükleri biçimde’ yürümeye devam edebilecekler miydi? Kılavuz da kör olduğuna göre bu ‘yürüme’ nasıl gerçekleşmiştir? Bunu anlamak için kılavuza değil, ardındaki körlere bakmamız gerekecek. Neden? Çünkü körlük yalnızca bir ‘görme biçimi’değil, aynı zamanda bir yürüme biçimidir de. Kılavuz, bizatihi o ‘yürüme’nin ihtiyacından doğmuştur. Marx’ın, ‘her tarihsel dönem kendi insanını yaratır’ demesi boşuna değil. Brueghel’in resminde dördüncü kör, hikâyeye başka anlamlar katar. Dördüncü kör, henüz düşmemiştir ve panik halinde; başını gökyüzüne çevirmiş ‘göksel olandan’ umut beklemektedir. Ama dördüncünün durumu, tarihte bir kez daha Beckett’in ‘Godot’yu Beklerken’ oyununda tekerrür ettiğinde, benzer kişinin karşımıza Didi ve Gogo olarak çıkmış olması şaşırtıcı değildir. Ancak Didi ve Gogo umutsuzluğun farkındadır keza resimdeki dördüncü kör de öyledir. Çünkü sağ elinde tutmakta olduğu değnek, elinden kaymaktadır.
Resimde körlerin arka planında bir kilise durmaktadır. İşte o körleri, kör yapan kilisede temsilini bulan inanç dünyası değil, tersine o kilisenin temsil ettiği dünyeviliktir. Devletin dinde, ideolojide, hukukta, ahlakta dile gelişi, bizatihi onu yaratan insanın özüdür. Dolayısıyla kilise kendi başına körleşmeye dair bir şey teklif etmez. Çünkü kilisenin bütün temsiliyeti ve fonksiyonel işlevi o körler tarafından meydana getirilmiştir. Eğer Beckett’in oyununda Godot’dan haber getirecek ulak çocuk “umut etmekten vazgeçmeyin” demeseydi, Gogo ve Didi’ninde olacağı kuşkuludur. Bu bakımdan, Brueghel’in resminde dördüncü kör olmasaydı resim, anlaşılmaz olacaktır. Öyle ki, dördüncünün başı yukarda bekleyişi, arka plandaki kilisenin katıksız bir yansımasıdır. Ha keza Beckett’in oyunundaki ulak çocuk da Godot’nun bir yansımasıdır…
Sosyalistlerin bugününü kuran ‘büyük körleşme’yi anlamamız için hem Brueghel’in resminde hem de Canetti’nin ‘Körleşme’ romanında benzerlikler üzerinden bir sonuca varmamıza sebep olan asıl mesele, yalnızca her ikisinde temsilini bulan figürler değil. Asıl benzerlik kurmamıza neden olan İtalyan ressam Caravaggio’un “Şüpheci Thomas” resmidir. Bu resimde Thomas, İsa’nın yarasına parmak sokmakla, inanmanın maddileşmesini temsil etmekle kalmaz; anlamını da değiştirir. Dinler dünyasında inanma, deneyimlenebilen bir şey değildir. İnanmayı kuran, anlatıdır. ‘Baba, Oğul, Kutsal Ruh’ bir anlatı olmaktan çıkıp, ispata muhtaç hale geldiği anda; İsa, zaten Thomas tarafından ikinci kez öldürülmüştü. Thomas’ın, İsa’nın bedenindeki parmağı, onun İsa’nın döndüğüne inanıp inanmamasıyla sınırlı bir eylem değildir; İsa’nın tarihini değiştiren bir eylemdir. Tıpkı Şüpheci Thomas gibi, ‘şüpheci solcu’ların bizatihi kendi tarihlerine soktukları parmaklarıyla tarihlerini değiştirdikleri gibi. Solda ‘90’ların dünyası, tam da Şüpheci Thomas’ın geri dönüşünün dünyasıdır. Devrimlere duyulan şüphenin, devrimlerin takipçileri tarafından tarihe sokulmuş olması rastlantı olmasa gerek…
‘Sol’dan Yürüyenler
Estetikçi filozof M. Kagan, Brueghel’in resmi hakkında “Tarihsel dönemler, belli bir yaşam düzeninin, onunla da birlikte bu döneme damgasını vurmuş insanların ideallerinin çöküntüye uğradığı, bu çöküntüye uğrayışın ideal ve iyi-olanın kötü ve karanlık-olanı yenmesine artık olanak olmadığını gösteren, kesintili dönemlerdir. Rönesans’ın bunalım döneminde yer alan böyle bir dünya görüşünün çarpıcı bir sanatsal örneği, Pieter Brueghel’in ‘Körler’ adlı resmidir. Uçuruma doğru giden üç beş kör, tüm insanlığın aldığı tarihsel yolu simgelemektedir burada.” der.
Yürümek hem bir amaç yaratır hem de güzergâha dair bir hareket noktasına işaret eder. ‘Yürümenin sonucu’ ise her ikisinin diyalektiğinin nasıl işlediğine dair bir sağlama oluşturur. Ama bunlardan öte; yürümek, görmektir! Çünkü görmek, bir seçme eylemidir. Bu yüzden Brueghel’in körlerinin ‘görmediğini’ kim iddia edebilir ki? Körlerin, bir kör kılavuzunun olması boşa değil.
Bugün siyasal ve örgütlenme tarzı bakımından Türkiye ‘solcu’larının yürüyüşü, tarihsel bir döngüyü yeniden üreterek, bir yola meyletmesi; yalnızca kendilerine doğru öznelleşme sürecini imha etmekle kalmıyor, ona bir ‘kitle ruhu’da katıyor. Bugünün ‘işçiciliği’ni, bugünün ‘ezilenciliği’ni, bugünün ‘feminizmi’ni, bugünün ‘halkçılığı’nı meydana getiren körleşmenin ‘kitle’ye teslim olmayla malul oluşunu bir kez daha düşünmek zorundayız. Kagan’nın ‘ideallerin çöküntüye uğradığı dönem” dediği, 15. yüzyılın kasvetiyle sınırlı değil, aynı zamanda bizim zamansallığımızı belirleyen kurucu bir benzerliktir de. Solun ‘kitle yürüyüşü’, mevcut AKP ve CHP’de temsiliyetini bulan ‘karşı özne’leri aşamama halini bir kez daha düşünmek zorundayız. Mevcut kitleyi meydana getiren ‘karşı özne’leri aşma cüretine sahip olamamak, her şeyden önce bir tercihtir. Bu tercihin, solun görme biçimleriyle doğrudan ilişkisi olduğuna kuşku yok. Beckett’in “Godot’yu Beklerken” oyununu ‘saçmalıklar dünyası’nı anlatmak için yazdığını düşünmek yanıltıcı olabilir. Saçmalık, mantıksız olan değildir. Tersi, işlerlikte olan mantığın ne olduğunu tercüme eden bir ‘görme biçimi’dir.
Saçmalığı görmenin dışına itenler, dünyanın bir doğrusu olduğunu ve bu doğru boyunca yürüdüğü yanılgısına sahip olanlardır. Tıpkı körleşmenin bir görme olmadığını düşünenler gibi…
Körlerin yürüyüşü, kılavuzun düşüşüne kadardır. Körleşmeyi tercih edenlere ise tarihin bir ışık yakacağı oldukça kuşkulu.
Brueghel’e bu resmi yaptıran hikâyeye kulak vermemiz gerekir; 1567’de 3. Alba Dükü Fernando Alvarez Toledo’nun Troubles Konseyi’nin Protestanlara karşı yürüttüğü kıyımla binlerce insanın gözleri oyulur, binlerce insan hapishanelere doldurulur, öldürülür. Brueghel bu kıyıcı dönemi İncil’deki Matta suresine gönderme yaparak resmeder. Matta’da İsa, Ferisiler için şöyle der; “Bırakın onları; onlar körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, ikisi de çukura düşer.”
Canetti’nin “Körleşme” romanın kahramanı Kien’in nevrotik dünyasında, hayal ile gerçek arasında araf bir yerde yaşaması, bize oldukça tanıdık gelen ‘insan manzaraları’nı anlamaya muazzam olanak verir. Ama bu kadar değil, insanın cinnet mevsimi; körleşmeden, yabancılaşmadan öte büyük alt-üst oluş zamanlarına akıyor. Bu yıkıntının altından kimin ‘sağ’ çıkacağı ise; kimin ne gördüğüne bağlı!