8 Temmuz 2024’de ölümsüzleşen yoldaşımız Haldun Karyol’un (Harutyan Karyolacıyan), 2008
senesinde, hareketimizin öncüllerinden olan bir geleneğin yayın organında, H. Atmaca müstear ismi ile
yayımlanan bir yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
Haldun yoldaş, bu yazısında, 2008 senesinde yaşanan siyasal gelişmelerden hareketle, Türkiye’nin
cumhuriyet öncesi tarihine bakarak, içinde bulunduğu süreci, belli benzeşimler üzerinden
değerlendirmeye ve geleceğe dair bir projeksiyon tutmaya çalışmış. Bu değerlendirmeleri yaparken,
Osmanlı Devleti’ne karşı yürütülen Makedonya kurtuluş mücadelesinin tarihine dair yapılan anlatım
oldukça önemli. Öyle ki, Haldun yoldaşın yaptığı bu anlatım sayesinde, tarihsel ve toplumsal bir olgu
olarak şiddetin, doğru kullanıldığı taktirde, koşullar her ne olursa olsun, siyasal anlamda ne kadar
yaratıcı bir niteliğe sahip olabileceğini, gayet yalın bir şekilde, bir kez daha görebiliyoruz.
Ayrıca, Ulaş Bayraktaroğlu yoldaşın, bugün hareketimizin en temel sloganlarından biri haline gelen
“Yanan gökyüzünde uçan ateş kuşlarıyız, hiçbir yerdeyken her yerdeyiz!” sloganını yeniden-üretip
tekrardan dolaşıma sokarken, ilhamını, Haldun yoldaşın bu çalışmada yaptığı tarihsel anlatımdan
aldığını da söylemek gerekiyor. Öyle ki, yazı okunduğunda da görüleceği üzere, Makedon komitacılar,
yürüttükleri silahlı mücadelede, bir hareket tarzı ilkesi olarak, “her yerde ve hiçbir yerde” olmayı, kendi
dillerinde ki karşılığı itibariyle “SEKADE i NİKADE”yi benimsemiş ve bu temelde hareket etmişlerdi.
Onları başarıya götüren şeylerden biriside, bu ilkenin başarılı bir biçimde uygulanabilmesiydi.
Bugün, tüm dünyanın bir savaşa doğru yuvarlandığı, yeryüzünün yıkıldığı, gökyüzünün yandığı ve adına
Türkiye denilen bu ülkenin alabildiğine kriz yüklü olduğu mevcut koşullarda, şiddetin o yaratıcı niteliğini
ortaya çıkaracak bir devrimci savaş örgütüne olan ihtiyaç, her zaman olduğundan daha yakıcı bir şekilde
kendisini hissettiriyor. Böyle bir devrimci savaş örgütünün ise şiddetin yaratıcı niteliğini ortaya
çıkarabilmesi için “yanan gökyüzünde bir ateş kuşu” olup “hiçbir yerdeyken her yerde” olması gerekiyor.
Haldun yoldaşımızın bu çalışmasının ve yaptığı tarihsel anlatımın, okuyan herkese, bu yönde ilham
vermesini umuyoruz.
Haldun yoldaşımızın anısı önünde, yumruğumuzu bir komünist gibi sımsıkı kaldırıyoruz. Anısı
mücadelemize ışık tutacak!
Komün Gücü Kolektifi
Türkiye kendi tarihi mirası ve kırk yamalı iktisadi yapısı gereği bir türlü krizden/krizlerden kurtulamayan bir devlet ve toplumdur. AKP’nin 2002 sonunda seçimleri kazanmasına müteakip devlet ve toplum yeni bir kriz süreci içine düştü ve böylece yakın tarihte benzeri yaşanmamış olan bir devlet krizi memleket gündemini o gün bugün, işgal ede geldi.
Bilindiği üzere devlet krizleri genellikle toplum ve devlet hayatındaki çözümsüzlüklerin bir neticesi olarak meydana gelir ve çözüm arayışları ise bir dizi tahribata yol açar: Kriz süreci pek çok gelişmeye gebedir ve genellikle bu topraklarda, devlet darbeleri, yani Türkçe tercümesiyle askeri müdahalelere sahne olur. Asker vezir kellesi alır ve teskin olur; bunu yeni vezirler ve yeni kelleler izler ve tarih böylece tekerrür eder gider. Türk tarihi hemen hemen bundan ibarettir ve burada, tekamül bir istisna, tekerrür ise kaidedir…
2007 ve 2008 yılları bu devlet krizinin giderek ve hızla tavana vurma süreciyle geçti dersek abartmış olmayız… Nitekim bundan önceki “Silahsız Kuvvetler” başlıklı metinde, 2007 yılına ilişkin gelişmelere değinmiş ve krizin ancak bir askeri (darbe değil) müdahaleyle durulabileceği istikametinde tahminlerde bulunmuştuk…
Adı geçen bu Silahsız Kuvvetler başlıklı makalemizde, esas olarak, Türkiye’nin feodal bir geçmişi olmayıp, despotik bir Şark devleti olduğunu, bunun da askeri bir devlet ve askerileştirilmiş bir topluma ve ekonomiye, yani bir topyekûn savaş aygıtına tekabül ettiğini belirtmiştik. Yine söz konusu makalede, bu despotik devletin/toplumun kanlı bir süreç neticesinde, üst yapı ve alt yapıda önemli değişikliklerden geçirildiğini, bu değişimin esas olarak asker önderliğinde ve asker eliyle icra edildiğini ve bu arada TC’nin de asker eliyle kurulduğunu da zikretmiştik. Ayrıca yaşanan bu sürecin Türk Devrimi’nin kaçınılmaz bir sonucu olarak, günümüz Türk toplumunda mevcut batılılaşmış toplumsal yapıya ve kapitalizmin mevcut tüm iktisadi, idari ve diğer müesseselerine rağmen toplumda son hükmün sahibinin asker olduğunu da hatırlatmıştık…
Yine bu makalede, irtica kavramının cumhuriyete veya Türk modernleşme hareketine ait bir kavram olmayıp, gerek Osmanlı’da ve gerekse de diğer despotik İslam devletlerinde Selefiye akımına yapılan hakaretamiz bir atıf olduğuna da dikkat çekmiştik. (Araplarda: Recaiye/irtica, Recaiyun/mürteciler, Ricat/geri gidiş, irtica/geriye götürme istikametinde iradi hareket veya çaba, mürteci/söz konusu çaba veya faaliyette bulunan şahıslar).
Seçim sürecinde mürteci (!) bir cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi ve buna cevap olarak, adına basın tarafından “e-muhtıra” denilen asker uyarısı ve askerin bu disiplinsizlik/itaatsizlik eylemi; karşısında hükümetin/AKP’nin aczine de işaret etmiş; bu acz ile hükmetmenin mümkün olmadığını, dolayısıyla askerin son sözün ve hükmün sahibi olmaya devam edeceğini belirtmiştik…
Netice itibarıyla olanlar oldu; milletin yaklaşık yarısı askerin uyarısını belki anlamadı, belki de kulak asmadı veya tepki duydu ya da Tayyip’in iktisadi programına bağladığı umutların etkisiyle davrandı. Her neyse; 2002 seçimlerinde %34 oy alan İKTİDAR PARTİSİ, beş yıllık bir icraattan sonra toplum tarafından ödüllendirilerek, 2007 seçimlerinde % 47 oranında oy aldı. Bu Türk parlamentarizm tarihinde ilk kez rastlanan bir sonuç.
Türk milletinin yarısı bu tercihi ile ordunun uyarısına itaat etmemiş oldu; askerperest bir millet olarak tanınan Türklerin bu davranışı herhalde izaha muhtaç olsa gerektir. Tabii ki milletin bu davranışı da bir kenara kaydedilmiş olmalıdır; milleti emre itaat istikametinde eğitmek gerektiği kanaatinin asker arasında yaygın olduğuna dair rivayetler ve izlenimler mevcuttur.
Milleti itaatsizliğe azmettiren Tayyip burada durmadı; seçimden hemen sonra, Necip Fazıl ekolü mensubu Abdullah Gül, MHP’nin tayin edici işbirliği sayesinde Cumhurbaşkanı seçildi; MHP temsil ettiği %15 seçmenin oyunu Abdullah Gül’ün seçilmesine alet ederek askere itaatsizlik ve hatta ihanette bulunmuş oldu. Tabii bu arada hatırlamak gerekir ki, “bizim zayıf olduğumuz yerlerde MHP’ye oy verin” çağrısında bulunan CHP’yi ve “işkencecileri ile/MHP ile barışan” İlhan Selçuk’u da bu “itaatsizlik ve ihanette” pay sahibi sayabiliriz. Tabii ki “ulusalcıların” MHP’ye bağladıkları umutların boşa çıkmasından ileri gelen derin hayal kırıklığının başlı başına bir araştırma/tartışma konusu teşkil ettiğini de burada hatırlatmak isteriz.
Abdullah Gül’ün seçilmesini, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine dair halk oylaması izledi ve seçmen bu oylamada %70 dolayında bir oranda Tayyip’in/AKP’nin gösterdiği istikamette oy kullandı, Tayyip burada da durmadı ve nihayet, yine MHP’nin desteği ile “Türbana özgürlük verme” teşebbüsünde de bulundu ve bardak böylece taştı.
İşaret başta Filiz Büyükanıt olmak üzere, general eşlerinin Anıtkabir ziyareti vesilesiyle verildi; hanımefendiler Anıtkabir defterine Atatürk’e ve devrimlerine bağlılıklarını arz ettiler, devrimlerin bekçileri olduklarını ve irticaya boyun eğmeyeceklerine dair ant içtiler…
Bu işaret üzerine harekâtın yeni safhası başladı.
Seçim sonrasındaki süreçte yaşananlar tabii ki Tayyip’in askeri ve laikçi/ulusalcı kesimleri rahatsız eden davranışlarından ibaret değildi.
2007 seçim kampanyasının önemli unsurlarından birini de Irak’a yönelik bir müdahale teşkil etti. Kuzey Irak’ta üslenmiş olan PKK güçlerinin sınırı aşarak, Türk sınır vilayetlerindeki karakollara düzenlediği baskınlar ve burada hayatını kaybeden askerlerin ve özellikle cenaze törenlerinin Türk toplumunda uyandırdığı infial, askerin siyaset üzerindeki vesayetini tahkim amacıyla kışkırtıldı. Kışkırtma seçimden sonra da hızından bir şey kaybetmeden devam etti ve nihayet ABD ile yapılan müzakereler neticesinde, Kuzey Irak’ta PKK’nin üslenmiş olduğu yerlere yönelik, önce şiddetli bir hava harekâtı, ardından da kısa süreli bir kara harekâtı düzenlendi; bu harekât ABD’yi biraz rahatsız etmiş olacak ki Başkan Bush ve Savunma Bakanı J. Gates tarafından birbirini izleyen uyarılardan sonra durduruldu ve bunu müteakip Irak topraklarında yeni bir kara harekâtı icra edilmedi.
Gerek hava harekâtı, gerekse kara harekâtı basının ve TV’nin yoğun propaganda desteği altında uygulandı. TV kanallarının geleneksel haber logoları bu propaganda sırasında değişikliğe uğradı ve yerlerini savaş ve tatbikat sahnelerine terk etti. Bu arada kara harekâtının ABD uyarılarından hemen sonra sona erdirilmesi CHP ve MHP ile asker arasında sert ve kırıcı bir tartışmaya konu oldu.
Kara harekâtına ABD uyarısı neticesinde son verilmesi, muhtemelen asker arasında da ciddi memnuniyetsizliğe yol açmış olmalıdır. “Koydu mu oturtan Paşa” taleplerini tatmin için Genel Kurmay Başkanlığı makamına gelen Büyükanıt’ın kendisinden bekleneni veremediği kanaati sivil şahinlerde olduğu gibi ordu içindeki şahinlerde de yaygınlaştı. CHP ve MHP’nin kara harekâtına son verilmesi sonrasında Genelkurmay Başkanı ile giriştikleri polemiğin amaçlarından birinin, altını, Büyükanıt’a karşı kışkırtmaya yönelik olması da ciddi bir ihtimal olabilir. Muhtemel olan şudur ki Büyükanıt bir süre sonra “altını tutamaz” hale gelebilecek ve yerine yeni bir “koydu mu oturtan Paşa” aranmaya başlanacaktır. Hiç bir şekilde unutulmaması gereken bir husus varsa, o da şudur; Türk ordusu artık, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül günlerindekine benzeyen bir kışla ordusu değildir…
Tayyip’ten rahatsız olduğu hemen herkesin malumu olan günümüz Türk ordusu hakkında “Silahsız Kuvvetler” başlıklı makalede; “TC ordusu 1984’ten itibaren artık bir kışla ordusu değildir. 20 küsür yıldan beri Şarkta Gayrı Nizami Harekât (GNH) veya Düşük Yoğunluklu Çatışma (DYÇ) halindedir. Bu arada zaman zaman Irak sınırı aşılmış ve PKK aleyhindeki harekât Kuzey lrak’a intikal etmiştir. Harbiye’nin 1984’ten beri 24 devre mezunu, bu GNH içinde yer almıştır. 84 öncesi mezunlardan bir o kadarının da Şark’ta görev yapmış olduğu düşünüldüğünde 40-50 devre Harbiyelinin GNH ile haşır-neşir olduğu ortadadır. Mesela Teğmen veya Yüzbaşı rütbesiyle Şark’a gidenler Albay veya General olarak dönmüşlerdir. GNH’ın doğası gereği, bir müddet bu tür harekât içinde yer alan personelde sıradan bir kışla ordusundakinden farklı alışkanlıklar, refleksler, özgün hayat tarzları ve özel güven, dostluk ve dayanışma bağları meydana gelir. On yıllardan beri Şarkta GNH halindeki TSK personeli de her halde bunun bir istisnası değildir. Özellikte güven, dostluk, dayanışma bağlarına dayanan birlikteliklerin teşekkül etmiş olması hâkim ihtimaldir. Dolayısıyla bu haliyle Türk ordusu da ülkesi kadar zor yönetilir durumda olmalıdır” hatırlatmasını yapmak gereğini hissetmiş ve “Şark’taki harekât her an Ankara’ya intikal edebilir” uyarısında bulunmuştuk. Bu vesileyle söz konusu hatırlatmayı burada tekrar etmekte yarar gördük.
Türk ordusu GN Harbi ilk kez günümüzde Şark’ta uygulamakta olmayıp, tarihte karşılaştığı ilk milli-ayrılıkçı gerilla örgütü de PKK değildir. Askeri tarih böylesi örneklerle doludur; biz burada bunlardan sadece bir tanesiyle yapılan GN mücadeleyi ele alacak ve bu mücadelenin Türk ordusunda, devletinde ve toplumunda ne gibi değişikliklere yol açtığını ve tarihe nasıl bir istikamet verdiğini yakın tarihin sayfalarında yapacağımız kısa bir gezintiyle özetlemeye çalışacağız…
Osmanlı orduları XVIII. yy başlarından itibaren Hristiyan Avrupa orduları karşısında yenilgiler almaya ve arazi kaybetmeye başladı. Yüzyıllardır Müslüman devletin Zimmî teb’ası statüsüne mahkûm edilmiş halde yaşayan Balkan Hristiyan halkları (millet-i mahkume) arasında Osmanlı devletinin yenilmezliğine dair inanç da bu süreçte son buldu ve bu halklar, -başta Rusya olmak üzere çeşitli dış güçler himayesinde- Müslüman devlete başkaldırdılar. Bu başkaldırılarda başvurulan asli yöntem -sözkonusu topluluklar Müslüman devlete karşı nizami bir savaşa girişecek askeri örgütlenmeye ve ateş gücüne sahip olmadıklarından- tarihlerdeki sıfatıyla çete harbi veya komitacılık diye anılan gerilla mücadeleleri oldu. Osmanlı devleti de doğal olarak bu çeteleri “tedip, tenkil ve imha” edecek mekanizmaları kurdu ve geliştirdi…
Balkan Komitacılık tarihinin en çetin çetecileri XIX yy. sonları ve XX yy. başlarında tarih sahnesine çıkan Makedonya komitacıları oldu; bunlar on yıllar boyunca sürecek olan mücadeleleri sırasında sayısız fedakârlık kahramanlık örnekleri verdiler ve sayısız destan yarattılar. Günümüz şartları ile kısmi bir benzerlik arz eden bu mücadelenin bilinmesinde, günümüzün nelere gebe olabileceğini kavramak yolunda büyük kolaylık sağlayacağı kanaatindeyiz.
Balkan Komitacılığının Doğuşu
Turanî bir kavim olan Bulgarlar Volga-Ural boylarında yerleşmişlerdi; VIII. yy.da Müslüman oldular; muharip olmaktan ziyade, yerleşik, tüccar, uysal ve itaatli insanlardı. Bunlardan bazı kollar ayrılarak Balkanlara göç etti ve Bizans eliyle Hristiyan dinini kabul ederek İslavlaştı.
Balkan Bulgarları, yani İslavlaşmış Bulgarlar, Müslüman Volga Bulgarlarının aksine, çok haşin, sert, uyuşmaz mizaçlı, kavgacı, intikamcı, zalim ve savaşkan oldular. Siyasi hayatta aşırı kırıcılık ve bazen cinayetlere varan saldırganlık kendi aralarında bile zulme varan siyasi çatışmalar ve hele milli kavgalarda vahşete kaçan sahneler, Balkan Bulgarları için sıradan hallerdi. Gerek 1877-78 Türk-Rus harbinden önce ve o harp içinde; gerek 1878-1908 arasındaki Makedonya mücadelelerinde; gerekse Balkan Harbi sırasında, son derece sert, insafsız ve vahşete varan Bulgar karakteri, her vesileyle kendini gösterdi. Kaldı ki Bulgarlar bu karakterlerini yalnız düşman saydıkları cemaatlere, örneğin Müslüman Türklere karşı davranışlarında değil, kendi içlerindeki siyasal kavgalarda, hatta parlamento içi mücadelelerinde bile daima gösterdiler.
Makedonya mücadeleleriyle ilgili ilk örgüt 1890’da Sofya’da kuruldu; bu ilk komite, daha ziyade bir hayır cemiyeti, yani Bulgaristan’a göç eden Makedonyalıların ihtiyaçlarını karşılamak gibi bir maksatla kurulmuştur. 1894’de esas olarak bu hayır cemiyetinin imkanlarından kuvvet alan Makedonya-Edirne isimli komite meydana gelecektir.
Ama bundan evvel, 1893’te Makedonya’nın Resne kasabasında Damyan Gruyef ve Pere Tuşef adlı iki öğretmen tarafından başka bir örgüt kurulmuştur. Kurdukları teşkilata “Makedonya dahili Merkez Komitesi” adını verdiler. Bu örgüt şiddet yöntemlerinde daha sonra kurulacak olan diğer komitelerden geri kalmayacaktır. Bunların temel ilkesi, hükümet korkusu yerine komitenin korkusunu yerleştirmektir. Gizlilik esastır “her yerde ve hiçbir yerde/SEKADE İ NİKADE” ibaresi bunu pek güzel ifade eder. Her yerde olacaklar ama hiçbir yerde yokmuş gibi çalışacaklardır.
1895’de asıl güçlü ve şiddet taraftarı Makedonya Komitesi kuruldu. Bu teşkilatı kuran Sofya Harbiyesi’nden mezun Makedonya Menlik ilçesinden Teğmen Boris Sarafof’tur. Henüz yirmi yaşlarında ihtiraslı ve gözüpek ve teşkilatçı bir gençtir. Bu cemiyete evvela daha çok Bulgar ordusundaki Makedonya kökenli subaylar girdi. Sarafof hemen harekete geçti ve hem teşebbüsü, hem liderliğini bir baskınla ilan etmek kararıyla aynı yıl kendi doğum yeri olan Menlik (veya Şemdinli-Eruh) ilçe merkezine saldırdı, kasabayı işgal etti. Birkaç saat kendi işgali altında tuttuğu kasabadan arkasında kanlı izler bırakarak çekildi. Bunu tabii ki Osmanlı ordusunun Bulgarlara yönelik misillemeleri izledi. Ama bu olay içeride ve dışarıda büyük yankılar uyandırdı. Sarafof’un adı ve şöhreti birden yayıldı. Ondan sonra Sarafof 1907 Ekim’inde, yardımcısı Garvanof’la beraber ve gene bir Makedonya komitecisi olan Panitza tarafından öldürülünceye kadar Makedonya mücadelesinin ve isyanlarının daima ortasında ve başında bulundu.
Hedef “Büyük Bulgaristan”, yani Makedonya’nın Bulgaristan’a ilhakıydı. Fakat Sarafof’un kendi kurduğu komite içinde pek çabuk, başını General Zonçef ve Mihaylovski’nin çektiği ve Makedonya’nın Bulgaristan’a ilhakını değil özerkliğini savunan başka bir akım kendini gösterdi. Bu iki akımın taraftarları pek çabuk birbirleriyle kanlı bıçaklı oldular ve ilk Makedonya komitesi bölündü; Yugoslav Federasyonu’nun dağılmasından sonra Balkanlar’da kurulan küçük Makedonya Cumhuriyeti bu özerk Makedonya akımının ürünü ve mirasçısıdır. Bu devletçiğin kurucu partisi VMRO’dur; VMRO, Sarafof’un İMRO komitesinden ayrılanların kurduğu komitenin de adıydı…
İlk Makedonya komitesi bölündükten sonra, mücadele bir taraftan komitelerle Osmanlı hükümeti, diğer taraftan da komitelerin kendi arasında devam etti. Bu mücadelede tabii ki silah ve kan konuştu. Nitekim bir gün gelip de Sarafof’u öldürecek olan Panitza da bu özerklik yanlıları cephesindendir; 1903’ten sonra bu cephenin lideri olan ve sosyalist olduğunu iddia eden Gianne Sandanski’nin emirleriyle hareket edecektir.
Ama aradaki bölünmelere rağmen, komitelerin örgütlenmesi hızla ilerledi. Yalnız bir kısım subaylar değil, hemen bütün papazlar ve öğretmenler komitelere dahil oldular; köylüler ise ister gönüllü, ister gönülsüz teşkilatı desteklemek zorunda kaldılar.
Komite kurucuları bir program hazırladı ve teşkilat yapısı kararlaştırıldı. Makedonya beş ihtilal bölgesine taksim edildi. Her bölgenin bir komitesi olacaktı. Her nahiyede Desetnitsa’lar, yani onar kişilik mangalar halindeki çeteler kuruldu. Her on çeteye bir Naçalnik/kaymakam kumanda edecekti; her üç veya dört Naçalnik de bir Voyvodaya/askeri reise tabi olacaktı. Teşkilat geliştikçe her bölgede üç veya daha fazla Naçalnik bulunacaktı. Bu teşkilat, mangalar, takımlar, bölük ve taburlardan kurulu bir yedek askeri kadroyu andırır; hepsi de genç ve çoğu 18, 20, 25 yaşlarında dinç insanlardan kuruludur. “Her yerde ve hiçbir yerde” ilkesi ise daima ve her yerde uygulanacaktır. Düşmana, velev ki en ağır işkenceler altında dahi olsa bilgi veren herkes hain sayılacak ve idam edilecektir. Bu geniş teşkilatın yaratılması için bilhassa iki kuvvete güvenilmektedir; papazlar ve öğretmenler. Komite hızla gelişti; Sofya Harbiye’sinden Kosta Delçef, Hristo Moşef gibi ileride adları çok duyulacak önderler zuhur etti. Komitenin yemin ibaresi ise iki kelimeden ibarettir: Slobodna i Smerş/Ya Hürriyet ya Ya Ölüm!
Bu sloganlara uygun karakter harekete hakimdi. İlk hedef ihtilaldi ve bu hedefe hızla yaklaşılıyordu; şimdi ilk iş karışıklıklar ve suikastlardı. Türklere, yabancılara, demiryollarına, köprülere, kasabalara, şehirlere saldırılar ve her türlü suikast yöntemi kullanıldı. Makedonya’da 1903 ihtilallerine çıkan yol artık ardı arkası kesilmeyen saldırılar, baskınlar, yangınlar ve suikastlar olarak başladı.
Makedonya komitelerinin 1890’larda başlayan örgütlenmesi 1902’ye doğru iyice güçlendi. Doğu Trakya’da bile komiteciler daha 1898’den beri faaliyettedirler; öyle ki, mesela daha 1898’de komite kolları, Edirne-İstanbul demiryolunda Hadımköy taraflarında köprüler uçururlar. Baskınlar, yangın çıkarmalar, dağa adam kaldırmalar, hükümet kasasında ödenen fidye bedelleri, tren soygunları, tahripler ve hepsinin üstünde akıtılan kan dalgaları bütün Makedonya’yı sarsar. Herkes tetikte, herkes ayaktadır. Makedonya topraklarına akşam inerken kapılarını kapayıp evlerine çekilen her dinden, her dilden Makedonya köylüleri gözlerini sabaha selametle açıp açmayacaklarını bilmezler. Su uyur, komiteci uyumaz; jandarma ve takip müfrezeleri de pusudadır. Komitelerin basmadıkları veya çetecilerin saklandıkları köyler, jandarmalar ve takip müfrezeleri tarafından her an basılabilir. İslam köyleri, İslam çiftlikleri, hatta kasabaları ise, her dakika çetelerin baskınına uğramak tehlikesindedir; devlet Müslümanları resmi ve gayrı resmi (rutin dışı) yöntemlerle silahlandırmıştır. Hülasa Makedonya’da tam bir terör rejimi hakimdir. Hükümetten daha güçlü çete örgütleri artık hesaplaşma günlerinin geldiğine inanırlar. Kiliseler ve Manastırlar artık silah depoları, hatta istihkamlar gibidir. Gerçi komiteler hiç durmadan birbirlerini de yerler ama şimdilik artık ilk hedefte birleşmişlerdir. Ne olacaksa 1903 yılı içinde olacaktır. Karar saati çalar: Köylerde, kasabalarda bir kısmının yaşları 20’nin bile altında olan ama geceleri yataklarında silahları koynunda uyuyan bu insanları da artık daha fazla zapt etmek komitenin de harcı değildir. Komite liderleri ise son hesaplarını yapmaktadırlar. Artık işaretin verilmesi gerekmektedir. Son karar 24 Ocak 1903 tarihinde, Selanik’te toplanan her görüşten liderin katıldığı Makedonya ihtilalcileri gizli kongresinde 3 Ocak günü ve saat 11.20’de verildi. Ayaklanma gününü liderler tayin edecek ve dağlarda ateşler yakılarak ilan edilecekti. Ama daha önce korkunç bir tedhiş faaliyeti başlatılacak, şehirler yakıp yıkılacaktı. Selanik ilk hedef olarak seçildi. Derhal hazırlığa geçildi.
İhtilalin sloganı belliydi. Slobodna i Smerş/Ya Hürriyet Ya Ölüm…
Ölümü göze alan gönüllüler, inanılmayacak kadar çoktu. Hepsinin yaşı 18-25 arasındaydı. Kararlar verildi, hazırlıklara hemen girişildi. Asıl ihtilal kutsal bir gün olan İlyaden, yani kutsal İlya yortusu gününde yapılacaktı. Selanik için seçilen gençler birer birer şehre yollandılar, orada toplandılar. Daha o yaşlarında orada can veren bu gençlerin adları Makedonya ihtilali tarihinde daima anılır.
Hazırlıklar üç ay sürer. Bu arada Makedonya dağlarında, köylerinde ve kasabalarında da çarpışmalar devam eder ve gittikçe sıklaşır. Kongrenin isyan günü olarak kararlaştırdığı Kutsal İlya gününe kadar hükümet kuvvetleriyle tam 86 önemli çarpışma olur. Yabancılar da telaş ve tedirginlik içindedirler. Türk köyleri yakılmaya başlanır. 1903 baharında hem hükümete hem de yabancılara ait işletme ve müesseselere saldırılar başlar. Demiryollarında ardı arkası kesilmeyen bombalar patlar.
Nihayet Nisan ortasında Selanik’te hazırlıklar biter. 15 Nisan 1903’te bombalar patlamaya başlar. Şehir aniden ışıksız kalır. Gemiler kaçırılır ve batırılır. Bu olaylar sırasında tabii bir kısım komiteciler hayatını kaybeder. Arada intihar edenler, kendi karınlarını deşenler, kendilerini yüksekten atıp ölenler, elindeki dinamiti kendi sigarasıyla ateşleyip hayatlarına son verenler de vardır. Sarılıp da ümitleri kesilenler, teslim olmamak için birbirlerini öldürürler.
Diğer Makedonya şehir, kasaba ve köylerinde olup bitenleri tasavvur etmek mümkündür. Her yer yangınlar, alevler içindedir. Kanlar su gibi akar. Hükümet de boş durmamaktadır; tevkifler, hapisler, köy baskınları, silah aramaları ve bu arada Hristiyanlara karşı şiddet hareketleri de birbirini kovalar.
Nihayet, merkez komitesi, artık İlya günü ihtilalini başlatma kararı alır. İhtilal için Manastır ve Ohri bölgeleri merkez seçilir. 20 Temmuz 1903 gece yarısı, Makedonya’nın bu bölgesindeki bütün dağlarda, tepelerde birden ateşler yanar ve her şey önceden kararlaştırıldığı gibi yürür. Ayaklanma birden 10.000 km2lik kasabalar ve köyler sahasında yayılır. Köyler yakılır, tarlalar-harmanlar ateşe verilir. Karakollar, istasyonlar basılır; kan su gibi akar; hatta toptan öldürmeler olur. Ayaklanmaya 30.000 kadar silahlı komiteci ve köylü katılmıştır. 32 yaşındaki teğmen Boris Sarafof bu 30.000 silahlının fiilen kumanda mevkiindedir. Tabii hükümet de şiddetli davranmaktadır. Öyle ki bir küçük seferberlik hali gelişmiştir. Asker ve jandarma insafsızdı. İsyan ancak üç ay süren geceli-gündüzlü çatışmalar ve boğuşmalar içinde bastırılabildi. Bu ihtilal Makedonya edebiyatına kanlı bir destan halinde geçti. Şöhretler doğdu, şöhretler öldü.
Bu üç ayda, hükümet ile çeteler arasında, tam 240 çatışma oldu. İhtilale ön safta katılan 26.500 Bulgar köylüsü mahvoldu, 5.000 Bulgar kadınına tecavüz edildi. İhtilalde aktif vazife alan ve isyanı idare eden komitecilerden 4.700 kişi hayatını kaybetti, 100.000 kişi evsiz-barksız/yersiz-yurtsuz kaldı.
İhtilal komitesinin verdiği bu sayılar arasında asker, jandarma ve Müslüman halk tarafındaki kayıplar hakkında bilgi yoktur. Ama gerçek olan şudur ki, Makedonya’ya o şartlarda hakim olmak Osmanlı devleti açısından artık pek mümkün değildir. Nitekim, Osmanlı sadece 9 yıl sonra Makedonya’yı ve hemen hemen bütün Rumeli’yi kaybedecektir. Ama bu ihtilalin ve genel olarak Makedonya meselesinin Türk-İslam toplumunun kaderi üzerinde çok önemli etkileri olacaktır.
Bu ihtilal başlıca iki netice verdi:
1- Düvel-i Muazzama, Makedonya işine artık fiilen müdahale etti. Zaten ihtilalin acil hedefi de buydu.
2- Gerek 1903 ihtilali, gerekse Düvel-i Muazzama müdahalesi, Makedonya’da komitacılarla mücadele eden genç Türk subayları arasında bir milli uyanışa yol açtı.
Kağsamış bir saray ve saltanat karşısında, cesaret ve fedakarlıklarına saygı duydukları bu milliyetçi komitacılarla, bu şekildeki boğuşmalar bir netice veremezdi. Artık “bir şeyler yapmak lazım”dı. Ve bu “bir şeyler yapmak lazım” diyen subayların içinde bir de Yüzbaşı Enver Bey vardı. İşte bu Yüzbaşı Enver Bey, geleceğin Enver Paşasıydı.
Enver…
XIX. yy. başlarından, hatta XVIII. yy. sonlarından itibaren, gerçekte bağımsız bir Osmanlı devleti artık yoktur. Bu devlet yalnız dış meselelerinde değil, iç mesele ve davalarında da başkalarının (Düvel-i Muazzama) irade ve kararlarıyla yaşamaya ve yaşatılmaya çalışılır.
Nitekim, Makedonya meselesinde de, iş yine böyle olur. Zaten Avusturya ve Rusya, daha Selanik hadiselerinden ve Manastır-Ohri ihtilalinden önce, 21 Şubat 1903’te, İstanbul hükümetine bir ıslahat projesi vermişti. Bu proje başlıca beş madde halinde özetlenebilir:
1- Polis ve jandarma, Osmanlı hizmetine alınacak yabancı uzmanlar eliyle yeniden düzenlenecektir.
2- Jandarmada Müslüman ve Hristiyan nispeti, bulundukları vilayetin nüfusu içindeki nispetlerine göre düzenlenecektir.
3- Hristiyan köylerin bekçileri, Hristiyanlardan seçilecekti
4- Genel af ilan olacaktır.
5- Bu üç vilayetin bütçesi Osmanlı Bankası tarafından kontrol edilecektir.
Abdulhamit bu tekifleri itirazsız kabul etti. Ama esas yabancı müdahaleleri 1903 ihtilalinden sonra vuku buldu. 30 Eylül 1903’de İngiltere ve Avusturya, Mürsteg adı verilecek olan yeni bir proje yaptılar. Buna göre, Makedonya’ya, Balkan devletlerinin ve Berlin anlaşmasını imzalayan devletlerin tebaasına mensup olmayan Hristiyan bir vali tayin edilecekti. Sonuçta Makedonya’ya bir Osmanlı-Müslüman Genel Müfettiş tayin edildi. Bunun yanına biri Rus, diğeri Avusturyalı iki yardımcı verildi. Makedonya jandarmasının kumandanlığı bir İtalyan generaline bırakıldı. Selanik jandarması Rus, Üsküp Avusturya, Drama İngiltere, Serez Fransa, Manastır İtalya kontrolüne verildi. Almanya bu programda yer almadı. Bundan dolayı Osmanlı ordusu mensupları arasında Almanya büyük sempati kazandı.
Genç Osmanlı subaylarında ilk reaksiyon ve milliyetçi uyanış bundan sonra kendini gösterdi. Onlar kanlarını döküyorlardı ama memleket yine de elden gidiyordu. Karşılarında çağın en güçlü silahı, yani milliyetçilikle silahlanmış, genç ve idealist bir kuvvetle savaşıyorlardı. Halbuki kendileri, hem de artık yabancıların kontrolü altına girmiş bu topraklarda, gittikçe haysiyetsizleşen bir saray ve saltanat rejimi için ölüyorlardı. Kaldı ki bu subayların büyük bölümü, bir hedef, bir ideal uğrunda ölen iç düşmanlara karşı, takdir hisleri bile duyuyorlardı.
Daha sonra Hürriyet kahramanı olacak olan Resneli Niyazi Bey hatıratında şöyle yazmıştı:
“Şiddetli icraatımız, Bulgarlara kan ağlatıyordu. Fakat onlardan çok ben azap duyuyordum. Çünkü hükümetin istibdadına karşı, hürriyetleri ve kavmiyetleri için silaha sarılan bu kavmin kuvvetini mahvediyordum. Ne yapayım? Tabii olduğum devletin menfaati başka bir yol tutmaya maniydi…”
Buna benzer sözleri Enver Bey’in hatıratında da buluruz.
Eğer bu böyle giderse, er geç milliyetçi ülkü muvaffak olacaktı. Ama arada bu topraklarda yaşayan ve Bulgarlar’dan daha bakımsız, daha maarifsiz, üstelik de devlete asıl asker veren bir Türk halkı da arada eriyip gidecekti. O halde imparatorluğu bu halden kurtarıp, daha sıhhatli bir rejim kurmak lazımdı. Yalnız dağdaki çetelere, komitecilere karşı değil, bizzat Saraya ve hükümdara karşı da başkaldırmalıydı. Yoksa bu gidişin sonu yoktu. İmparatorluk tarihe karışacaktı.
İşte bu düşünce, Makedonya mücadelelerinde ikinci ve yeni bir safha teşkil etti. Bu safhada artık Osmanlı subayları, sadece birer emir kulu ve gözü kapalı padişah kulları olarak değil, hem kendilerine karşı çıkan kuvvetlere, hem de bizzat saraya ve padişaha karşı sahnedeydiler.
Takip müfrezelerinde görevli genç Osmanlı subayları, Bulgar ve diğer komitacılara karşı bu yıllarda yürüttükleri GNH sırasında öğrendiklerini, günü geldiğinde müesses nizama karşı da uygulamaktan perva duymadılar. Böylece GNH, 1908 yazında Makedonya dağlarında, başta sultanın mutemet adamları olmak üzere, II. Abdulhamit rejimine karşı icra edilmeye başlandı.
Enver, Osmanlı ordu gelenek ve yapısına uygun olarak, kendi akranı subayların büyük çoğunluğu gibi dar gelirli küçük bir memurun, Kondüktör Ahmet Efendi’nin oğlu olarak, 1881’de İstanbul’da doğdu. Rüştiyeden sonra, Manastır Askeri İdadi’sine devam etti. Bu idadi, o yıllardaki öğrencileri arasından, M. Kemal’in de aralarında bulunduğu, Osmanlı ve TC siyasetinde ve askeriyesinde rol oynayan pek çok önemli şahşiyeti yetiştirmiş olmakla tarihe geçmiştir. Enver’in de içinde yer aldığı bu kuşak bazı Türk tarihçileri tarafından “altın kuşak” şeklinde adlandırılmıştır. Bu dönemde, başta Harbiyeliler olmak üzere, Türk-İslam öğrenci kuşağı genellikle Osmanlı İmparatoluğu’nda mevcut rejime muhaliftirler. Ama esas kaygıları devletin bir gün yıkılacağı ve mülkün Düvel-i Muazzama arasında paylaşılacağı istikametindedir.
Enver de anılarında “Harbiye’de bütün arkadaşlar galeyan halindeydiler” diye yazmıştır. Daha önce sakin, mahcup ve sadece dersleri ile ilgilenen Enver de artık Harbiye’deki arkadaşları gibi siyasetle ilgilenmeye ve Abdülhamit’e muhalefet edenlerin düşüncelerini benimsemeye başlar.
Harbiye’den dördüncü olarak mezun olur. Kurmay okulunda aleyhlerinde yapılan bir ihbar sebebiyle Amcası Halil Kut (Harbiye’deki adıyla Yenimahalle) ile birlikte tevkif edilir ve Abdülhamit Sarayında bir süre tutuklu kalır ve sorgudan geçerler; aleyhlerinde bir delil bulunamaz ve serbest bırakılırlar, öğrenime devam ederler. 23 Kasım 1902’de Enver, Kurmay Okulu’nu ikincilikle bitirerek Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle orduya katılır.
Makedonya
Enver, Kurmay Okulu’nu bitirdikten sonra, o tarihlerde Makedonya’da bulunan III. Orduya tayin edilir. Yukarıda anlatılmış olduğu üzere, Makedonya tam bir ateş çemberi içindedir. Bulgarlar burada en güçlü ve hareketli unsuru teşkil ederler. Bu yüzden Makedonya davası denildiğinde, o yıllarda, akla Bulgarlar gelir. Bundan telaşa kapılan Rumlar ve daha seyrek olarak Sırplar, Bulgarları taklit ederek Makedonya’da kendi subayları emrinde ve devletlerinin desteği ile çeteler teşkil edeceklerdir. Ancak Makedonya mücadelesine hakim olan tabii ki İslavlaşmış ama Turani özelliklerinin pek çoğunu muhafaza etmekte olan Bulgar mizacı ve ruh hali idi.
Avrupa ve Mısır sürgün hayatı ile yüksek öğrenim ortamında vücut bulan Genç-Türkler hareketi de Makedonya ikliminde bu milliyetçi Bulgar karakterinin derin etkileri altında kaldı. Bulgarlara özendi ve giderek “Bulgarlaştı”; İT’in ve Enver’in öğretmenleri esas olarak Bulgar komitacıları oldu; tarih sahnesinde ilk yer aldığında bir kalem efendileri hareketi olan Genç-Türkler hareketi böylece burada kelimenin tam anlamıyla metamorfoza uğradı; bir fedailer, silahşörlar, komitacılar hareketine dönüştü.
Makedonya ihtilali tarihinde “İlin Den” (Aziz İlya Günü) / 20 Temmuz 1903 günü çok önemli bir yer işgal eder. Ama aynı zamanda Genç-Türk hareketinin de metamorfozu bu ayaklanmayla başlayacaktır…
Makedonya’da Bulgar komita faaliyetinin ve silahlı çatışmanın yoğunluk kazanması “İlin Den”e takaddüm eden aylarda başladı; 13 Nisan 1903’de Enver bir süvari müfrezesiyle Manastır civarında devriye ve tarassut görevine gönderildi. Enver artık ateş çemberinde, Osmanlı Devleti’nin kendi reayasıyla yapmakta olduğu iç savaşın tam ortasındaydı: Mayıs ayında 18 kişilik bir Bulgar çetesi ile yapılan çatışmaya Enver iki topla katıld; 18 komitacının tamamı “hayen istisal” edildi (ölü ele geçirildi). Ondan sonra Enver için olaylar ve çatışmalar birbirini kovaladı.
Tam bu sırada Manastır’da işleri daha da karıştıran bir olay meydana geldi; Rus Başkonsolosu Rostkovski, iddiaya göre kırbaçla vurduğu bir Türk nöbetçi eri tarafından öldürüldü. Tabii ki Rusya ortalığı ayağa kaldırdı; Çarlığı teskin ve olayı kapatmak için Abdülhamit’in emriyle bahsi geçen er Divan-i Harp’te yangılarıdı ve idam edildi; bu Divan-ı Harp’te Enver kâtip olarak görevliydi; Konsolosun cenazesinde de bizzat Enver’in komuta ettiği Batarya top atışıyla cenazeyi selamlama emri aldı. Bu olaylar Enver’i isyana sevk edecektir, tabii yalnız Enver’i değil, diğerlerini de. Ama iş bu kadarla da kalmayacaktır.
Bulgar ayaklanmaları sırasında Osmanlı güvenlik ve bastırma kuvvetlerinin başvurduğu aşırı şiddet sebebiyle, büyük devletler Osmanlı jandarmasının denetim altına alınması ve yeniden düzenlenmesi gerektiğine karar verdiler ve Mürtzteg Programı adını verdikleri bu karar uygulandı. Konsolos cinayeti ve Mürtzteg Programı hemen hemen aynı zamanlarda meydana geldi; Osmanlı subayında ilk reaksiyon da bu zamanlarda başladı. Bu arada bazı subaylarda bir hedef, bir milli ülkü uğruna gözünü kapamadan ölen bu iç düşmana zamanla bir takdir ve saygı duygusu uyanmaya başladı. (Niyazi ve Enver’in anıları ) Birçok genç subay ve bu arada Enver, giderek çetelerle savaşmanın her şeyi halletmeyeceğini ve padişaha karşı da bir mücadele yürütmek gereğine inanmaya başladılar.
Cemiyet
Abdülhamit rejimiyle giderek kopuşan bu genç subay kitlesi hızla Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetine akmaya başlar. Bunlar arasında tabii ki Enver de vardır. 1906 Eylül ayında Halil, Enver, Hafız İ. Hakkı Osmanlı Hürriyet Cemiyetine (daha sonra Osmanlı Terakki İttihat Cemiyeti adını alacaktır) katılmaya karar verirler. İstekleri kabul edilir ve Enver, Talat tarafından yemin törenine götürülür; parola “Hilal”, işareti “muin”dir; sağ el sayfası açık Kur’an, sol el tabanca ve hançer üzerine konur; genç subayların ihtilal cemiyetine katılması o kadar hızlıdır ki, 1908’de Rumeli’nde ihtilal patlak verdiğinde 2000 ihtilalci subay vardır. Manastır teşkilatı faaliyet halindedir; Mıntıka Kurmay başkanı Alb. Hasan bey, aynı zamanda ihtilal teşkilatının da başıdır. Yzb. Musa Kazım bey de (Karabekir) bu bölgededir. 1905’te kurmay okulunu birincilikle bitirmiştir; eşkıya takibinde başarılı olur ve Kolağası rütbesine terfi eder. 1908’de tayin edildiği Edirne’de İsmet ile birlikte teşkilatı canlandıracaktır. Mustafa Kemal taşra mürşididir; A. Fuat Selanik teşkilatındandır. Resneli Niyazi’yi cemiyete Enver kaydeder. Manastır merkezi aktif, Selanik pasiftir; genç ve heyecanlı Enver Bulgar komitalarının Selanik baskınını andıran tekliflerde bulunur. Halil ile Anadolu’ya geçip Bulgarlar gibi çeteler kurmayı önerir. Talat ve Karasu bu planlara mani olur ve Enver’i teskin ederler.
Eşkiya takibine daha 1903’ten itibaren başlamış olan Enver, kurmay stajı biter bitmez karargaha ve masa başı göreve atanmak yerine kendi isteği ile 14 Ekim 1907’de takip müfrezelerine tayin edilir. İlk esaslı çatışmaya Koçana yakınlarında Kitke’de girer; 200 komitacı ile çatışır ama komitacılar kurtulur, bağlı olduğu komutan basiretsiz davranmış ve eşkıya imha edilmemiştir; o bundan sonra müstakil müfrezelerle hareket eder ve gerillaya karşı mücadelede yeni savaş usülleri geliştirir; çeteye cepheden saldırılmayacaktır; çünkü o zaman kaçıp kurtulur. Her şeyin başı istihbarattır; sonra çetenin kaçış yolları tutulmalıdır. Yalnız çetenin mevzileri değil, gizlendikleri evler iç bölümlerine kadar bilinecektir. Hele dağlarda iş daha çok bilgi ve keşifler gerektirir. Etraf sarılacak ve sonra saldırılacaktır.
Enver bu hususların hepsini inceler, yöntem geliştirir, uygular ve sonuçlar tümüyle başarılıdır. Bizzat 56 çatışmaya katılır. Emrindeki birlikte tavizsiz disiplin sağlar. Manastır Marjora mahiyesinde Giritli (Rum) çete kaptanı Skalidis’in çetesini sıkıştırır, 21 kişinin hepsini imha eder. Hemen her çatışmadan başarıyla çıkan Enver, yalnız Hristiyanları değil, Müslüman Arnavut çetelerini, Kolonya’da İskaryalı Kamil çetesini, Kani Bey çetesini imha eder. 8 Mart 1905’de kolağalığına terfi etmiş olan Enver, bu başarılarından dolayı 1,5 yıl sonra 13 Eylül 1907’de 26 yaşında “fevkaladeden” binbaşılığa terfi ettirilir. Bu arada Amca Halil ile Resneli Niyazi de çetelere karşı büyük başarılar gösterir ve ün kazanırlar. Enver’in başarıları ona büyük şöhret ve saygı kazandırır. Şöhreti ve kendisine duyulan saygı onun ihtilal örgütündeki çalışmalarında büyük başarı sağlar. Bu yalnız Enver’e özgü değildir, eşkıya takibinde başarılı olan subaylar, şöhrete ve saygıya kavuşur ve yalnız ordu içinde değil, teşkilat içinde de yükselir.
Ama bu arada III. Ordu subayları, nizami askeri kuvvetin bir mensubu olmaktan yavaş yavaş çıkar ve gayrı nizami savaş unsurları haline gelirler. Günler, aylar, yıllar eşkıya takibi ve ihtilal teşkilatı ile geçip giderken, bu arada bardak da iyice dolar ve 1908 Temmuz ayında Rus-İngiliz hükümdarları arasında cereyan eden Reval görüşmeleri bardağı taşırır…
Reval
Osmanlı devletinde ve özellikle Makedonya’da işler bu merkezde iken, İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola arasında Reval mülakatı vuku bulur; ancak burada kısa bir hatırlatma yapmak yararlı olacaktır. Bu mülakatın özel sebebi, Almanya’nın güçlü bir donanma inşa istikametinde yoğun bir faaliyete girişmiş olmasının İngiltere’de uyandırmış olduğu endişedir; İngiltere Almanya’ya karşı artık almak zorunda bulunduğu tedbirler cümlesinden biri olarak Rusya ile ilişkilerini düzeltmek ve onu Almanya’ya karşı bir işbirliğine çekmek gayreti içindedir. İki hükümdar arasındaki mülakatın düzenlenmesinin sebebi özetle bundan ibarettir. Ancak asıl amacın gizlenmesi için, bu mülakatta Makedonya meselesinin görüşüldüğü etrafa yayıldı.
Osmanlı kamuoyunda ise bu İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı mülkünü paylaşmak için anlaştıkları şeklinde algılandı (veya böyle algılanması sağlandı). Genç-Türkler bu yanlış algılamadan Abdülhamit’in Osmanlı mülkünün bütünlüğünü korumakta aciz kaldığı propagandasını yapmak için yararlandılar. Böylece ihtilale meşru bir gerekçe temin edilmiş oldu. İT Teşkilatı bu gerekçeden istifade bir askeri ayaklanma başlattı “Hürriyet İlanı” yani 1908 II. Meşrutiyeti bu sürecin neticesidir.
Bolşevik devriminden sonra 1919 başlarında, yani rejim Çarlık dönemindeki emperyalist diplomasiyi teşhir için, dış siyasete ilişkin belgeleri uluslararası kamuoyuna açıkladı; bunun neticesinde anlaşıldı ki adı geçen Reval mülakatında Türkiye konuşulmuş dahi değildir.
Ama yalnız ihtilalciler değil, Saray ve Abdülhamit de telaşa kapılmışlardı. Sadrazam Alman elçiliğine gönderilir ve Berlin’in bu konuda ne düşündüğü anlaşılmaya çalışılır.
Rumeli’ndeki ihtilalcilerse zaten Reval’den önce de hareketlidirler. Haziran’da Manastır merkezi bir layiha yayınlarlar. Bu aylarda ülke aydınları arasında bir rejim değişikliği talebi oldukça yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Ama tabii ki ne olacaksa Rumeli’de olacak ve olacakları da asker becerecektir.
Reval mülakatının yankıları üzerine Selanik’te Manastır’da, Debre’de, Ohri’de ve diğer yerlerde dağ yolcuları silahlarını kuşanmaya başladılar. Dağa çıkılmadan önce bir suikastlar dizisi başlatıldı. Selanik merkez komutanı ve Enver’in eniştesi Yb. Nazım, fedai Mustafa Necip tarafından vuruldu ama ölmedi. Köprülü kaymakamı Şevket’in ve Selanik Alay Müftüsünün talihleri Nazım bey kadar yaver gitmedi. Ama netice alacak olan suikastler değil, isyandır ve o da başlamak üzeredir.
“Hürriyet” (25-26 Haziran)
Karar verilmiştir; Enver dağların yolunu tutacak ve isyan bayrağını açacaktır. Bu karardan Cemiyet merkezi ve yakın arkadaşları haberlidir. Enver Manastır’a gitmek istemektedir ama Rahmi (sonra İzmir Valisi) ona Tikveş’i tavsiye eder; Hafız Hakkı ile durum değerlendirmesi yaparlar. Fethi ile karşılaşır; o bir dürbün hediye eder ve “bu işte ilk adımı atmayı Allah sana nasip eyledi” der. Resneli Niyazi’ye haber gönderir ve onu da isyana davet der. Önce Yenice’ye uğrar; Yb. Cemal Bey (Paşa) oradadır; “beraber gidelim” teklifinde bulunur; Enver “birimizin dağda olması yeter” der.
Bu arada Niyazi’nin Resne’de dağa çıktığını öğrenir ve Manastır’a gitmekten vazgeçerek Tikveşe yönelir ve orada cemiyeti yaygınlaştırmaya başlar,. Niyazi’nin de yaptığı gibi yemin törenleri tertip eder; “Umum Osmanlı Terakki ve İttihat cemiyeti Müfettiş-i Umumusi”dir. Bu yetki belgesi ona Taşra müfettişi M. Kemal tarafından getirilir. Bu arada annesinden de şöyle bir mektup almıştır “Başladığın işi bitirmeden dönersen sana sütümü helal etmem!”
Enver, Tikveş’te isyan bayrağını açarken, Niyazi de Resne dağlarındadır. Yıldız Sarayı’na bir telgraf çeker; tehditler arasında padişahın tanınmayacağı ve Veliaht’e biat edileceği de yer almaktadır. Bu tehdit II. Abdülhamit’i derinden sarsar. Enver’in eniştesi Yb. Nazım beyi vuran Mustafa Necip de Enver’e iltihak ederken amca Halil de Enver ile birleşir.
Bu arada Saray da boş durmaz; Anadolu’daki en yakın liman olan İzmir’den Selanik’e asker gönderir. Ancak genç subaylar ve tütüncü Yakub Ağa (Dr. Nazım) bu birlikleri elde ederler, bu asker Selanik’e çıktığında yapılan yoklamada nizami “Padişahım çok Yaşa!” selamını vermek yerine “Yaşasın Hürriyet” diye haykırtılır.
Bu arada Abdülhamit en büyük kozunu oyuna sürer; Arnavut Şemsi Paşa ki; cahil ve sert bir askerdir. Cemiyet’in çetelerini imha etmek görevi ile Manastır’a gönderilir. Bu Paşa Arnavutluk’taki beyler ve reisler ile haberleşerek kuvvet toplamaya çalışırken, 7 Temmuz’da Postane önünde Çanakkaleli Teğmen Atıf (Kamçı) tarafından öldürülür. Şemsi Paşa’nın kaybı Abdülhamit’e indirilmiş ölümcül bir darbedir.
Aynı gün Yb. Selahattin ile Bnb. Hasan Tosun Beyler de Kirçova istikametindeki dağlara çıkmışlardır. Ohri dolaylarında Eyüp Sabri de, Enver ve Niyazi ile aynı zamanda dağa çıkmıştır; ve artık birçok yerden Saraya telgraflar çekilmeye başlanmıştır. Manastır valisi Hıfzı, telinde;“Ben de dahil bütün memurların hayatı tehlikededir… Selanik ve Kosova Vilayetlerinde de durum aynı Manastır gibidir…” Valiyi korkutan en son olay Osman Hidayet Paşa’nın bir teğmen tarafından öldürme kastı ile yaralanmasıdır.
İsyan yayılmaktadır; 22 Temmuz’da Padişah’a son ve kesin ültimatom verilir. Aynı gün Eyüp Sabri ve Niyazi çeteleri 2000 silahlı ile Manastır’ı basar ve III. Ordu Komutanı Müşir Tatar Osman Paşayı evinden alıp dağa kaldırırlar. Vali Hıfzı sabah bunu tel ile Saray’a bildirir.
Saray artık acz ve telaş içindedir; yapabileceği bir şey kalmamıştır. Avlonyalı Ferit Paşa azledilir ve Küçük Sait Paşa sadarete tayin edilir. Artık istibdat çökmektedir. Yeni hükümetçe okunan telgraflar arasında bir tanesi şöyle demektedir; “…Eğer Padişah, Meşrutiyetin iadesine kendi rızasıyla kabul etmezse, kendisi tahttan indirilmiş sayılacaktır. Makedonya’da veliaht Reşat Efendi padişah ilan edilecektir.” Sultan Hamit’i kalbinden vuran haber budur.
Bu arada Üsküp’te hafiye Avukat Sabit Efendi de vurulmuştur. Kosova’da toplanan Arnavutlar da Meşrutiyetin iadesini talep etmişlerdir. 22 Temmuz’da Enver, Köprülü’dedir; kaymakam Ali Münif (Menemencioğlu) ve Süvari Tuğg. Salih Paşa ile görüşür; “Hürriyet”in bu kasabada ilanına hep birlikte karar verilir.
Bulgar komitacıları da dağlardan kasabaya inerler; 23 Temmuz sabahı Askeri ve mülki erkân, önlerinde Enver olmak üzere Hükümet meydanında toplanıyorlar, Müslüman halk ile Bulgarlar da oradadırlar. Enver Topçu komutanına üç el top atışı yaptırır; halk coşar dalgalanır ve “yaşasın vatan, yaşasın millet” haykırışları göğe yükselir. Törenden sonra Enver şu telgrafı çeker “Hastayı tedavi ettik.” Ama acaba öyle miydi? Hasta gerçekten tedavi edilmiş miydi?
Köprülü’de Enver eliyle yapılan tören biraz mütevazı idi. Manastır’daki Hürriyet ilanı ise muhteşemdir; burada ilanı Kur. Bnb.Yanyalı Vehip Bey icra eder (Dünya Harbinde evvela II.Ordu, sonra III.Ordu komutanı ).Toplar atılır, halk galeyan halindedir, Müslüman ve Hıristiyan birbirlerine sarılır. Gece mızıkalar, davul zurnalar, havai fişekler, fener alayları ve coşkun gösterilerin ardı arkası kesilmez. Bu arada Niyazi Bey de Resne’de “Hürriyet” ilan etmiştir.
Aynı gün Küçük Sait Paşa başkanlığındaki Hükümet, Kanun-u Esasi ve meşrutiyetin iadesini kararlaştırır ve padişahın onayına arz eder. Abdülhamit o gece bu kararı onaylar ve ertesi gün 24 Temmuz 1908’de bu karar ve irade kuru bir üslup ile İstanbul gazetelerine tebliğ edilir ve yayınlanır. Böylece de memlekete “Hürriyet” gelmiş olur.
Yine aynı gün, Enver Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti Selanik Merkez Heyeti’nin kendisini Selanik’e davet eden telini alır. Daha bir aydan az bir zaman önce, Selanik’in Vardar Kapısından çıkarken bir meçhule yol çıkan Enver; şimdi ise bir Hürriyet Kahramanı olarak dönmektedir. Oysa o gerçekte bir “devlet kahramanıdır” ve öyle olarak da kalacaktır. Ama ne olursa olsun, şimdi artık Osmanlı tarih ve siyaset sahnesinde bir Enver Bey zuhur etmiştir ve Genç Osmanlılardan Mithat Paşaya ve Genç Türklere kadar uzanan ihtilalciler zincirinin uğrunda savaştıkları “Hürriyet” şimdi Enver Beyin ellerine intikal etmiş bulunmaktadır…
Enver elinde Hürriyet bayrağıyla yola çıkacak, önce Almanya’ya askeri ataşe tayin edilecek, orada Almanya’ya ve Kayzer’e olan imanını pekiştirecek, Trablus ve Balkan Harplerine katılacak ve bu arada bir baskınla hükümeti eline geçirecek ve Türkiye’yi Birinci Cihan Harbine sokarak İmparatorluğun batmasına sebep olacaktır. Bu harpte 3 milyonun üzerinde asker-sivil Osmanlı teb’ası hayatını kaybedecektir. Maceraya doyamayan bu genç asker, ölümü arayacak ve 1922 sonlarında Türkistan’da Bolşeviklerle savaşırken ölecektir. Bu arada da “Hürriyet”in yolu bir türlü bu topraklara uğrayamayacaktır. Ayrıca Enver’in Türk toplumu üzerindeki etkisi yalnız hayatta olduğu süreçle sınırlı olmadığı ve Türk toplum ve devlet hayatında temelini attığı bazı alışkanlıklar dolayısıyla onun günümüz Türkiye’sinde hala yaşamakta olduğu kanaatine de sahip bulunmaktayız.
BUGÜN
Yukarıdaki hakikatlerin ışığında tarih bize şunu işaret etmektedir ki; 1890-1908 Makedonya’da Bulgar komitacılarına karşı Gayrı Nizami Harp icra etmiş olan genç Osmanlı subayları hızla politikleşerek merkezi otoriteye bayrak açmışlardır. Bu süreçte bu subaylar arasında özel ilişkiler, güven bağları, kader birlikleri ve bir kışla ordusundan çok farklı hayat tarzları gelişmiş ve bunun neticesinde başta Enver olmak üzere, önderler zuhur etmiştir.
İhtilal yapılmış ve Osmanlı siyasi hayatının asli belirleyici unsuru olan hükümdar, fizik olarak değilse de, siyaseten tasfiye edilmiştir; tahtta oturan şahıs, bu devirde tahttan halledilmek şantajı altında, bir meşruti hükümdarın yetkilerini dahi hukuken değilse de fiilen kullanamaz hale getirilmiştir. Memleketin hâkimiyeti orduya intikal etmiştir; ama bu ordu da klasik emir-komuta hiyerarşisine bağlı bir ordu olmamıştır; hâkimiyet genç subaylar arasından zuhur etmiş inkılâpçı zabitana intikal etmiştir.
İktidar alınmış ve İmparatorluğa yeniden şan ve kudret kazandırmak hayaliyle Almanya safında Birinci Cihan Harbine girilmiş ve devlet batırılmıştır; bunun ardından Makedonya ordusu eski mensuplarından olan ve bu defa başını Mustafa Kemal’in çektiği yeni bir ekip, bildiğimiz süreçten geçerek TC’ni teşkil etmişlerdir. Bu süreçte yeni bir önder, M. Kemal, doğmuştur.
Bugün de farklı bağlamlarda olmak üzere Şark’ta PKK ile mücadele halindeki askeri personel de ister-istemez politize olmuştur; memleketin tehlikede olduğuna dair genç veya diğer subaylar arasında bir fikir birliği mevcuttur. Birden çok tehdit altında bulunulduğu konusunda personelin hemen tamamı müttefiktir. Bu tehditler; AB, ABD ve hatta İsrail’den kaynaklanmaktadır; birinci tehdit tabii ki Kürt meselesidir. Düne kadar en büyük şeytan olan PKK/Apoya bu süreçte ABD/İsrail desteği ile Barzani-Talabani ikilisi de katılmıştır. Asker burnunun dibinde bir Kürt devletinin temelinin atılmasına tahammül edememektedir.
Tehdit tabii bundan ibaret değildir; bir ABD ürünü olduğu öne sürülen “ılımlı İslam” projesinin TC üzerinde ve Tayip eliyle adım adım uygulamaya konduğu kanaati hem askerde ve hem de Kemalist-laik kesimler arasında hâkimdir.
Dolayısıyla bu iki tehdide karşı acil ve zecri tedbirler alınması gerektiği kanaati, Türk ordusunda giderek yaygınlık kazanmaktadır; bu acil tedbir konusunda herkes mutabık bulunmakla beraber, tedbirin kim eliyle ve nasıl alınacağı henüz netlik kazanmamıştır.
Diğer bir deyimle henüz önder veya önderler zuhur etmemiştir; asker arasında birçok önder adayı ve aday adayı bulunduğunu tahmin etmek abartma olmayacaktır. Bu kadrolar arasında GNH sürecinin teşekkülüne yol açmış olduğu özel ilişkiler, güven bağları vb. mevcudiyeti muhakkaktır.
Şark’taki GNH sırasında, liderlik kabiliyeti, cesareti, atılganlığı ve yöneticilik cevheri ile öne çıkan pek çok unsur bulunduğundan kuşku yoktur. Harekâtı Ankara’ya intikal ettirmenin bunlardan hangisine nasip olacağı henüz meçhuldür; bunu biraz da yüksek komuta heyetinin tutumu belirleyecektir.
Şimdi mutad olduğu üzere yine bir örtülü veya aşk askeri müdahale arifesinde; daha doğrusu arifeyi geride bırakmış olup, bayrama ayak basmış bulunmaktayız. Bu defa iş daha önce gördüklerimizden epeyce daha vahim olacağa benzemektedir; bu defa gelecek olanlar hem çok daha fazla can yakacaklardır; F Tipi cezaevleri faciası yaşanacakların mütevazı müjdecisidir.
Bizler makul ölçüde can yanmasına neredeyse alışığız. Hiçbir zaman Latin Amerika türünden askeri darbeler yaşamadığımızı hatırlamak lazımdır. Darbeler gelir muhtıralar gider, muhtıralar gelir darbeler gider ama bunlar hemen hiçbir zaman kalıcı veya tümüyle kalıcı olmazlar. Bu sebepten dolayı Türk siyasi edebiyatında Askeri müdahale dönemlerine haklı olarak ara rejim adı verilmiştir.
Ancak bu defa durum, gelenin mazideki gibi davranmayacağına ve hemen gideceğe benzememektedir; Şark’ta PKK’yı geriletmenin kazandırdığı özgüven ve diğer psikolojik üstünlük faktörleri maziden daha farklı bir askeri rejimin yerleştirileceği ihtimalini destekler mahiyettedir. Kaldı ki bu defa gelmeden önce kendi kitle desteğin[ silahsız kuvvetler şahsında hazırlamış bulunmaktadır. Bu kitle desteği ile muhtemelen ilk günden sokaklara hâkim olunacaktır. Muhtardan valiye, sivil idare makamları da bu kitle arasından gelecek şahıslara tevdi edilecek gibi görünmektedir.
Bir TV açık oturumunda, tarih araştırmacısı Erol Mütercimler’in; “…gelirlerse bu defa 25 sene gitmezler” şeklindeki uyarısına Yalçın Küçük’ün ” …eeh bu tahribat da zaten ancak 25 yılda onarılabilir…” şeklindeki cevabı, gönüllerde yatan aslanın ne olduğu hakkında fikir vericidir. Tabii ki gönülde yatan aslan ile hayatın gerçekleri arasında her zaman büyük mesafeler ve hatta bazen uçurumlar mevcuttur ama şu anda memlekette bunu engelleyebilecek bir kuvvet mevcut olmadığı gibi, hariçten de ciddi bir tepki görmesi hayal edilemez. Dolayısıyla toplum cinnet halinde mukadder akıbete koşmaktadır!
Kaynak: Komün Gücü