Teori ve Politika dergisinin internet sitesinde, Metin Kayaoğlu’nun, “Devrimcinin Bayramıdır ‘Devrimin Güncelliği’”[1] başlıklı bir makalesi yayımlandı. Kayaoğlu, bu makalesinde, gerçeğin görünen bazı öğelerini çekip çıkartıp, bu bazı öğeler üzerinden Lenin’e ait olduğunu iddia ettiği bir “devrimci durum” kavrayışının kendince sağlamasını yapıp, bunu da “pratik materyalizm” dediği bir şeyin gereği olarak göstererek bir tartışma yürütmeye çalışmış. Kayaoğlu’na göre; “Türkiye’de devrimci durum yok”. Bunun aksini iddia etmek ise, esas itibariyle, “anti-Marksist” ve “anti-Leninist” bir tutum… Kayaoğlu’nun samimiyetine ve iyi niyetine dair bir kuşku duymuyoruz. Ancak, Kayaoğlu’nun bu makalesinin, içinde bulunduğumuz konjonktürün görevlerini, -özellikle de son yaşanan Maraş merkezli büyük depremin ortaya çıkarttıklarından sonra- bulanıklaştırdığını düşünüyoruz. Bu bulanıklığın giderilebilmesi için, makalede, referans noktası olarak belirlenen Lenin’in, fikirlerine dair bir düzeltme yapmak gerekiyor. Öyle ki, Kayaoğlu’nun esas yanlışlığı, Marksist bilimin ve Leninist literatürün bütünsel olarak ele alınmamasından, bağlamından koparılmasından kaynaklanıyor…
“Pratik materyalizm”, Marksizm ve Lenin
Kayaoğlu, “Türkiye’de devrim güncel mi?” alt-başlığında, devrimcilerin “gerçeği simgesele indirgedikleri”nin ve bunun da, “köklü bir geçmişe sahip bir epistemolojinin çeşitli radikal hareketler yoluyla Marksizm alanına musallat olması[ndan]” kaynaklı olduğu tespitini yaptıktan sonra, bunun böyle olmaması ve Lenin’in “güncellik” ve “gerçeklik” fikrini anlayabilmek için Lenin’in de benimsediğini iddia ettiği, kendisinin “pratik materyalizm (‘bön’ materyalizm)” dediği bir şeyi, devrimcilerin de benimsemesi gerektiğini söylüyor. Buradan doğru, soyutlamalar “kurgular” olarak ele alınıyor ve “gerçekliğin” tam karşısına konulup reddediliyor. Bizim bu söylenenlerden anladığımız, “pratik materyalizm”de soyutlamaya yer olmadığı, “pratik materyalizm”in sadece görünen somutu esas aldığı ve “pratik materyalizm”e göre, bu somuta ait bir içerik ve özün olmadığı, varsa da önemsiz olduğudur. Kayaoğlu’nun ilk yanlışlığı da burada cereyan ediyor. Şöyle diyor Kayaoğlu:
“(…) Bu ideolojik âlemin içine rahatsız olmadan girdiğini gözlediğimiz devrimci çevreler için artık devrimci durumun, devrimin güncelliğinin kanıtı çok da zor olmayan bir işlemdir. Devrimci durumun ya da devrimin güncel olduğunu, şu ya da bu çağrıştıran, benzer ya da andırır öğeyi kurgusal bir işleme tabi tutarak kanıtlarlar. Sürekli olarak şu ya da bu anlamda konuştuklarını, şu ya da bu gözlenemeyen ama aslında özde var olan öğeyi vurguladıklarını anlatırlar. Oysa konjonktürün devrimciden beklediği soyutlamalar değil somutlamalardır; somut sonuç alıcı söz ve eylemdir.
Leninist olmayan ya da bazı momentlerde anti-Leninist olan politika anlayışı burada açık aykırılığıyla dikkat çeker. Burada, Lenin’in üzerinde çok durduğu bir materyalizm anlayışı kendini gösterecektir. Bazılarının “bön materyalizmi” dediği ve Engels’in “çöreğin varlığının kanıtı onun yenmesidir” dediği türden bir materyalizmdir bu; pratik materyalizm! Bir kişiyi simgesel olarak öldürmekle fiziksel olarak öldürmek arasındaki kadar net bir ayrımdır bu. (Ama direneceklerdir: O kişinin temsil ettiğini öldürmektir aslolan! Ve biz de hep vurgulayacağız: İşte idealizm ve gerçeksizlik buralardan başlar!)”
Marksizm’e göre, gündelik yaşantımızda, şeyler, bize, olduğundan farklı görünürler. Çünkü insan dediğimiz, deneyimlediği durumu, ilk düzeyde, ancak basit (sezgisel) olarak algılayabilir; duyumsayabilir ama anlayamaz. Bu, gündelik deneyimin, akışının durağanlığından veya belli belirsiz çatallanmalarından kaynaklı böyledir. Durağan akış suyu bulanıklaştırır; çatallanmalar, olmuş veya olmakta olanı düzensizleştirir, bütünsel olarak kavrayabilmemize engel olur. O yüzden, yaşadığımız dünyada, duyumsanabilen somut, kendi başına asıl gerçekliği ifade etmez. Bundan kaynaklı, Marksizm’in bilim ve felsefe anlayışına göre, bakmak ile görmek arasındaki fark kadar, aynı zamanda, görmek ile anlamak arasında da bir fark vardır. Buradan hareketle, Marksizm, gerçek olanı bulmak için şeylerin özü ile görüngüsü – içeriği ile biçimi arasında ki farkı arar… Bu farkın ayırdına varmak, duyumsadığımız ama anlayamadığımız basit gerçekliği, yalın bir şekilde anlayabilmek için gereklidir. İçerik ile biçim arasında ki birliktelik ancak bu farka kıyasla, onların arasında var olan karşılıklı ilişki tespit edilerek anlamlandırılabilir. Bu birliktelik ise nesnel gerçekliği verir bize…
İlk bakılması gereken yer, elbette ki, gökyüzü değil, gözümüzün önünde duran basit gerçekliktir; odak noktası ilkin somut olandır. Ancak dediğimiz üzere Marksizm somutu sadece görüngüleri ile birlikte incelemez; somutun özünü arar; ona içkin olan nitelikleri ortaya çıkartmaya çalışır. İlkin, somut olan görgül olarak incelenir, ardından düşüncenin içerisine yerleştirilir. Düşüncenin içine yerleştirildikten sonra somut artık görgül olarak gözlemlenebilecek bir nokta değil bir sonuçtur; bu gibi bir bilişsel işlemden geçirildikten sonra, düşüncede, somutun, soyut bilgisi ortaya çıkmıştır. Bu yükselme hali, bulanık, düzensiz ve kimi görüngülerin ardında gizlenen somutun, o görüngülerden kurtarılmasını sağlar. Burada işlevsel bir süreç söz konusudur. Somut önce soyut bilgiye dönüşür; somut olan, bir bilgi olarak düşüncede yeniden-üretilir; somut olan düşüncede çözümlenir. Maddi olan önce kavramsallaşır, sonra bu kavram, maddi olanın yeniden okunmasını sağlar. Bu şekilde somutun duyumsanabilir gerçekliği, soyutun bilişsel gerçekliği ile karşılıklı bir birliktelik kurar; asıl gerçeklik ise bu birliktelikten ortaya çıkar. Bu birlikteliğin sınanacağı yer ise kuşkusuz insan etkinliğidir.
Eğer Kayaoğlu’nun “pratik materyalizm”ini esas alacak olursak bu işlemlerin hiç birine gerek yok; gördüğümüzü ve duyumsadığımızı, insan etkinliğine tabii tutarak sınamak kâfi. Kendisinin verdiği çörek örneğinden ve makalenin ilerleyen kısmından çıkarılacak sonuç bu. Evet, Kayaoğlu’nun da örnek verdiği üzere, “çöreğin varlığının kanıtı onun yenmesidir”; eğer çörek yenebiliyorsa vardır, duyumsadığımız basit gerçeklik budur ve bu inkar edilemez. Ama bu, çöreğin sadece bir çörek olduğu anlamına gelmez. Her şeyin olduğu gibi çöreğinde gerçek öncülleri vardır: Un, süt, şeker, yumurta, bunları bir işlemden geçiren fırıncı, fırıncının çörek tarifi ve pişmesini sağlayan bir fırın vb… Çörek yoksa da bu öncüller bir şekilde varlığını sürdürür. Bir gün bir fırıncı, bu öncüllerin birbirleri arasında bir ilişki kurulmasını sağlarsa eğer, tekrardan çöreği yiyerek onun var olduğunu anlayabiliriz. Bu ilişki, çöreğe içkin bir niteliktir. Çöreği, bu içkin nitelikten veya onun gerçek öncüllerinden azade olarak, sadece çöreğin tadına (biçimine-görünen haline) bakarak anlamaya çalışmak ise gündelik bir bilincin emaresidir. Bu gündelik bilinç, eğer un, süt, şeker, yumurta, çörek değil de, kek olursa, buna anlam veremez, afallar. Kayaoğlu’nun önerdiği “pratik materyalizm” işte buna tekabül etmektedir.
Bu bağlamda, açıkça söylemek gerekir ki, herhangi bir konjonktür veya koşul, Kayaoğlu’nun önerdiği gibi bir “pratik materyalizm”in kullanılmasını gerekli veya anlaşılır kılmaz. Çünkü Marksizm’e göre, bilim ve felsefe anlayışında, böylesi bir “pratik materyalizm”e yer yoktur ve bu anlayış konjontürlere veya dönemlere göre değişiklik göstermez; salınım siyasete ve ideolojiye ait bir niteliktir, teori salınım yapmaz; bilim ve felsefe ile siyaset arasında bir bütünlük olsa da, bu aralarında bir düzey farkı olduğu gerçeğini değiştirmez. Bunun böyle olduğunu veya olması gerektiğini söylemek, Marksizm’in inkarı olur. Zaten, Marksizm’in teorisinin asıl ihtişamı, şeylerin içeriğini, bir kuyumcu titizliği misali bulup çıkarabilmesinden kaynaklıdır. Sermayenin hareket yasalarını, sermayenin görünen hareketinin içerisinden çekip çıkarabilmiş Marksizm’in, sadece basit ve duyumsanabilen gerçeklik ile yetinmesini istemek, bu ihtişamın üstüne leke düşürmek demektir. Kayaoğlu haklı çıkmak için bu lekeyi düşürmekte bir beis görmüyor. Ancak şöyle bir hohlayıp ovaladığımızda, Marx’ın ve dolayısıyla bizim de benimsediğimiz materyalizmin, pratik olduğu kadar diyalektik, yöntemsel olduğu kadar da bilişsel olduğunu görebiliriz.
Marx’ın Kapital öncesi kaleme aldığı taslaklarda bu konuya dair anlatımları gayet açık:
“Başlangıç noktamız olarak toplumu almak, o halde, bütünlüğün bulanık ve düzensiz bir tasavvuru olacak, bizim de buradan, daha ileri düzeyde belirlemeler yoluyla, analitik olarak gitgide daha basit kavramlara, veri alınan somutluktan hareketle gitgide saydamlaşan soyutlamalara doğru ilerlememiz gerekecektir – ta en basit karakteristiklere varıncaya kadar. O noktadan sonra ise, en sonunda yeniden topluma, ama bu kez bir bütünlüğün bulanık tasavvuru olarak değil, çok sayıda belirlemeler ve ilişkilerden oluşan zengin bir bütünlük olarak topluma ulaşıncaya kadar aynı yoldan geriye dönmemiz gerekecektir. (…) Somut, gerçek hareket noktası ve dolayısıyla gözlem ve tasavvurun da hareket noktası olduğu halde, düşüncede bir hareket noktası olarak değil bir toplama ve birleştirme süreci, bir sonuç olarak ortaya çıkacaktır. Birinci yol boyunca, tasavvurun bütünlüğü çözülüp soyut belirlemeler şekline dönüşmüştü; ikincisinde soyut belirlemeler somutun düşüncede yeniden üretilmesine doğru giderler.”[2]
Marx, gördüğümüz üzere, başlangıçta, “somut olarak toplumu ele alma”nın, bütünlükte, “bulanık” ve “düzensiz” bir anlayışa yol açacağını söylüyor. Devamında ise bu bulanıklığın, “somut olarak ele alınan toplumdan hareketle yapılacak soyutlamalar” ile ve bu soyutlamalardan çıkarılan “belirlemeler” ve “ilişkiler” ile giderileceğini söylüyor. Daha sonra bu “belirlemeler” somutun bilgisini ortaya çıkaracaktır diye ekliyor. Kayaoğlu ise -istese de istemese de- “pratik materyalizm” tanımlamasının arkasında siper alarak, “gerçekliği simgesele indirgememek” adına, gerçekliği duyumsanabilen somuta indirgemeyi; gerçekliğin, görünen kısmınının ve duyumsanabilir biçiminin, tüm bulanıklığına ve düzensizliğine rağmen (ya da böylesi bir bulanıklığın ve düzensizliğin olmadığını varsayarak), özünü ve içeriğini bilmeden, ele alınması gerektiğini savunuyor. Kayaoğlu’nun söylediklerine göre, onun yaptığı doğru ve Marksizm böyle bir şey; onun yaptığı doğruysa eğer ya Marksizm’in bizim anladığımız gibi olmaması gerekir, ya da Marksizm buysa, Lenin’in (ve Engels’in) benimsediği Marksizm yanlış bir Marksizm’dir.
Ancak durum öyle değil. Lenin’in benimsediği materyalizm anlayışı,“pratik materyalizm” halesiyle süslenen bir şey kesinlikle değil! Lenin’in, Hegel okumaları sırasında, Felsefe Defterleri olarak bilinen aldığı notlar, Lenin’in gerçekliğe dair olan anlayışını bize net olarak gösteriyor. Örneğin; Lenin’e göre, çörek yenebiliyorsa vardır ama çörek sadece çörek değildir! Çünkü; “Her somut herhangi bir şey, geri kalan bütün her şeyle, çeşitli ve çoğu zaman çelişkili bağıntılar içindedir; her somut şey, hem kendi kendisidir, hem de başka şeydir.”[3] Bu başka şey olma halini ve nesnel gerçeği anlayabilmek ancak o şeyin içeriğine dair yapılacak bir bakış ile mümkündür. Burada, soyutlama işleminden öte bir işlem yoktur. Öyle ki; “Somuttan soyuta yükselen düşünce, doğru ise (…) hakikattan uzaklaşmaz, tam tersine hakikata yaklaşır. Madde ve doğal yasa soyutlamaları, değer soyutlaması vs. kısaca bütün bilimsel (yani, doğru, ciddi, keyfi olmayan) soyutlamalar, doğayı daha derinlemesine, daha doğru bir şekilde ve daha tam olarak yansıtmaktadır. Canlı sezgiden soyut düşünceye, ve soyut düşünceden de pratiğe — hakikat bilgisinin, nesnel gerçeklik bilgisinin diyalektik yolu işte budur.”[4]
Lenin’in burada koyduğu, bizim de altını çizdiğimiz, doğru, ciddi, keyfi olmayan vurguları elbette önemli. Ancak Lenin’in siyasette uyguladığı yöntem, doğru ve ciddi olmak kaydıyla, Kayaoğlu’nun iddia ettiği gibi “kurguya kategorik olarak kapalı” değildir. Buna kanıt olarak gösterilen, “dün erkendi, yarın geç olacaktır, tam da bugün!” cümlesinin içinde ki, net bir biçimde yapılan “yarın geç olacaktır” vurgusu bile en azından yarına dair bir kurgu (tasarım) yapıldığının göstergesidir. Evet, Kayaoğlu’nun belirttiği üzere Lenin, “somut güçlerin somut ilişkisini somut olarak analiz eder ve vargısını açıklıkla ortaya koyar” ama daha sonra bu vargının ötesine geçebilmek için bir kurgu yapar. Ayrıca, “somut güçlerin somut ilişkisi” nin bulunması da ancak soyutlamalar ile mümkündür. Ki zaten, “boşluğa devrimci inisiyatif” denilen şey bir gölge boksu ya da bir atış taliminde yapılan karavana atışlar biçiminde algılanmıyorsa, bu boşlukta nasıl bir inisiyatif alacağınızı, somut analizin içerisinde sezilen ancak anlamlandırılamayan eğilimleri ve olasılıkları anlamlandırarak yapabilirsiniz. Bu da kurguya açık bir düşünce sistemi işletebilmeniz, soyutlamalar yapabilmeniz ve ayıptır söylemesi ama düş görebilmeniz[5] ile olanaklıdır.
Ezcümle, Lenin, her ne kadar “küçük-burjuva bir hayalperest” ya da “pre-Laclaucu ve pre-Mouffecü” değilse, “militan ve ampirik bir akılcı” da değildir![6] Bunu Lenin’in devrimci durum öğretisine bakarak daha iyi anlayabiliriz…
Devrimci durum, Leninist ölçüt ve Türkiye
Kayaoğlu’nun ikinci yanlışıysa, ilk yanlışının da koşullandırmasıyla, Lenin’in devrimci durum öğretisine dair yaptığı değerlendirmelerde ortaya çıkıyor. Kayaoğlu, “devrimci durumun, (…) Lenin tarafından konulan koşullarının hangisinin olduğu söylenebilir Türkiye’de?” diye başlayıp, gördüğümüz kadarıyla, kendi devrimci durum anlatısında, iki başlığı öne çıkarıyor: Birincisi, “yönetilenler[in] eskisi gibi yönetilmek istemiyor [olması]”; ikincisi, “egemenler[in] eskisi gibi yönetmekte güçlük çekme[si]”. Kayaoğlu’na göre bunların ikisi de Türkiye’de yok; çünkü, bunlardan birincisinin “dikkate değer ölçütü”, “zihinsel eylem, sosyal medya eylemi değil; açık ve çıplak maddi sokak eylemi” veya “grev, gösteri, sokak çatışması”dır. İkincisinde ise “Türkiye’de bugün bir rejim bunalımı vardır. Egemen katlar arasında çok önemli bir mücadele sürmektedir” ancak “egemenler arası mücadele, çarpıcı fiili haller yaratmasına karşın, rejimin kontrolü altında sürmektedir” çünkü “devlet; vergisini düzenli olarak almakta, askerini istediği gibi toplamakta, maaşını düzenli olarak ödemekte, halkını elektrik, doğalgaz, akaryakıt sıkıntısına sokmamaktadır”.
Devamında da; “’bön materyalizm’ ölçütümüz bize başka bir sonuç çıkarma olanağı tanımıyor. Kurgusal değil gerçek savaş içindeki ülkeleri bir yana bırakalım ama büyük çalkantılar yaşayan Lübnan’ı, Sri Lanka’yı, Venezüella’yı göz önüne getirelim; tabii, üç ayı aşkın süredir kitlelerin hareketini durduramayan İran’ı da unutmayalım” diye ekliyor Kayaoğlu. Söylemek gerekir ki, Kayaoğlu’nun anlattığı devrimci durum belirtileri adeta Yec’uc ile Mec’uc’un gelmesi gibi bir şey… Banka basmalar, hükümet binası işgalleri ya da yüzlerce kişinin öldüğü bir isyan olacak ki devrimci durum olsun… Olmazsa olmuyor… Tüm bunları, kaynağından inceleyerek mi, yoksa, ezberlenmiş retoriklerden olan, “yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi” aforizmasından doğru mu yazmış bilemiyoruz. Ama aforizmadan doğru hareket edilmiş gibi duruyor…
Kayaoğlu’nun da dediği gibi, devrimci durumun olup olmadığının tespiti, devrimci bir örgütün ne gibi bir siyaset izleyeceğini belirleyecek önemde…Öyle ki, Lenin, örneğin, boykot mu yapılacak yoksa Duma seçimlerine katılınacak mı taktiğini devrimci durum tespitine binaen cevaplamıştır. Ya da Nisan Tezlerinin temelinde yine bu devrimci durum tespiti vardır. Aynı şekilde yenilgi ve yükseliş yılları değerlendirmelerini devrimci durum tespitinden hareketle yapar. Bu tespitin üzerine güçlerin somut mevcudiyetini belirlemiş ve dönemsel taktiği tüm bunlara kıyasla planlamıştır Lenin. O yüzden, salt aforizmadan doğru bir inceleme yapmamak gerekiyor. Kaynağından doğru bir inceleme yaptığımızda ise devrimci durum öğretisinin, Kayaoğlu’nun anlattığı gibi olmadığını, onu tamamlayan başka kaideler ve somutlayan değerlendirmeler olduğunu yalın bir biçimde görebiliyoruz.
Lenin’in devrimci durum öğretisini, en yalın biçimiyle, 1915 yazında yayımlanan, II. Enternasyonal’in Çöküşü başlıklı makalede incelemek mümkün. Lenin, bu makale de,II. Enternasyonal’in, savaş başlamadan önce yaptığı Basel Kongresi’nde alınan kararları ve II. Enternasyonal içinde kimi düzen-içi unsurların, savaş başladıktan sonra, bu kararları nasıl yok saydığını, polemikler ve kimi somut siyasal değerlendirmeler ile anlatmaya çalışmış. Lenin’in aktardığına göre, bu kararlarda, savaşın bir devrimci durum yaratacağı öngörülmüş ve bu öngörüye dair hem ilke düzeyinde hem de pratik düzeyde bazı kararlar alınmış. Ancak savaş başladıktan sonra, özellikle Kautsky ve ona yakın olan bazı isimler, öngörüldüğü gibi bir devrimci durumun gelişmediğini ve kararların artık geçersizleştiğini öne sürerek, dolaylı-dolaysız bir biçimde, anavatan savunması görüşünü savunmaya başlamışlar. Lenin’e göre, o süreçte devrimci durumun olmadığını ileri sürmek, sosyal-şovenizme ve oportünizme geçirilmiş bir kılıftan başka bir şey değil. Çünkü; “Basel Manifestosu kısaca ‘ekonomik ve politik bir kriz’ diye tanımladığı devrimci bir durumun ortaya çıkacağını varsaymıştır [ve] böyle bir durum ortaya (…) hiç kuşkusuz çıkmıştır.”[7] [8]
Lenin, makalesinde, bu vargısının doğruluğunu göstermek için önce devrimci durumun ne olduğunu anlatıyor. Şöyle yazmış Lenin:
“Marksistler için, devrimci durum olmadan devrimin imkansız olduğu tartışma götürmez bir gerçektir; hatta her devrimci durum da bir devrime yol açmaz. Genel olarak devrimci durumun belirtileri nelerdir: Aşağıdaki üç ana belirtiyi sayarken mutlaka yanılmış olmayacağız: 1) hakim sınıfların herhangi bir değişiklik yapmadan yönetimlerini sürdürmelerinin imkansız olduğu durumlarda; şu ya da bu biçimde “üst sınıflar” arasında bir kriz, hakim sınıfın politikasında, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkelerinin patlayabileceği bir çatlağa yol açan kriz olduğu zaman. Bir devrimin olabilmesi için yalnız “alt sınıfların eski durumlarında yaşamayı istememeleri” yetmez, aynı zamanda da “üst sınıfların eski durumda yaşamalarının imkansız” olması gereklidir; 2) ezilen sınıfların ıstıraplarının ve isteklerinin normal zamanlardan daha keskin olduğu durumlarda: 3) ve yukarıdaki nedenlerin sonucu olarak “barış döneminde” kendini şikayet etmeden saydıran ama çalkantılı dönemlerde, hem krizin şartları, hem de “üst sınıflar” tarafından, bağımsız tarihi eyleme itilen kitlelerin hareketlerinde kayda değer bir artış olduğu hallerde.”[9]
Ardından ekliyor ve devam ediyor:
“Böyle bir [devrimci] durum 1905’de Rusya’da, batının bütün devrimci dönemlerinde, Almanya’da geçen asrın [/19. yy.] 60 yıllarında, Rusya’da 1859-61 ve 1879-80 yıllan arasında var olduğu halde bir devrim olmadı. Neden olmadı? Çünkü her devrimci durum bir devrime yol açmaz; devrim yalnız yukarı da sayılan objektif [/nesnel] değişikliklere, bir sübjektif [/öznel] değişiklik, yani devrimci sınıfın, kriz dönemlerinde bile devrilmediği takdirde hiç bir zaman kendiliğinden düşmeyecek olan eski hükümeti parçalayacak (veya yerinden edecek) güçte devrimci kitle eylemlerine sahip olma yeteneği, eşlik ettiği zaman başarıya ulaşır.”[10]
Tüm bunlara baktığımızda, Lenin’in, devrimci durum öğretisini, iki kaide üzerine oturttuğunu görüyoruz. Bunlar; “devrimci durum olmadan devrimin imkansız ol[ması]” ve “her devrimci durum[un]da bir devrime yol açma[ması]”.[11] Bunlardan ilki devrimin nesnel olanaklılığı; ikincisi ise, eğer bu nesnel olanaklılık mevcutsa, bunu değerlendirebilecek yeterlilikte bir öznenin ve o öznenin öncüsünün olup olmadığıyla alakalı… Elbette, bu nesnel olanaklılık, sadece soyut doğrular, bilindik şablonlar ve hazır reçeteler ile tespit edilebilecek bir şey değil. Devrimin nesnel olanaklılığına dair olan tespit, ancak üzerinde bulunulan toplumsal formasyonun tarihsel gelişimi, yapısal nitelikleri, konjonktürel dinamikleri ve genel özgünlükleri ile bağlantılı olarak yapılabilir. Gelişen hadiselerde tüm bunlarla birlikte anlamlandırılabilirse bu tespitin bir geçerliliği olur… Tüm bu değerlendirmelerden doğru, somut güçlerin somut durumları üzerinden bir kıyaslama yapılabilir; devrimi yapacak öznenin yeterli olup olmadığı, yeterli değilse öncünün bunun için ne yapması gerektiği, yeterliyse öncü tarafından ne gibi taktikler uygulanacağı vb. anlaşılabilir.
Yukarıda da görüleceği gibi, Lenin’e göre, nesnel olanaklılığın oluşmasının koşulu olan üç belirti var ve bunlar devrimci durumun göstergesi. Bu belirtilerden ilkini, uluslararası ölçekte kapitalist bir buhranın meydana gelmesi, sermaye birikim rejiminin ulusal veya uluslararası ölçekte tıkanması, ulusal ölçekte bir siyasi rejim/hegemonya krizinin gelişmesi ve kimi sermaye/devlet kliklerinin rekabetinin keskinleşmesi, uluslararası ölçekte emperyalist blokların vekaleten veya doğrudan – soğuk veya sıcak kapışması vb. olarak; ikincisini, işsizliğin veya hayat pahalılığının artması, mali iflas-ekonomik durgunluk veya savaş gibi olağanüstü çatışma durumlarından kaynaklı kitlelerin normal yaşam koşullarından yoksunlaşması, sömürünün ve baskı-terörün yükselmesi vb. olarak; üçüncüsünü ise devrimci veya karşı-devrimci muhalefet partilerinin kitlesel olarak güçlenmesi, gündelik yaşamda gözlemlenebilecek bir hoşnutsuzluğun oluşması, siyasal-gündelik sokak eylemliliklerinde göreli veya mutlak bir artış, kitleler arasında kutuplaşmanın artarak az ya da çok hırlaşmaların meydana gelmesi, kendiliğinden bir isyanın patlak vermesi vb. olarak, örnekleyebiliriz…
Kayaoğlu, “pratik materyalist” olduğu için; “bu örneklerin birçoğu soyut şeyler, ayrıca ben de zaten kaynağından inceledim; ‘Türkiye ve Kürdistan ayrımları’nı koyarak, tıpkı Lenin gibi ‘dikkate değer’ vurgusunu yaparak ve ‘rejimin görece güçlü ve istikrarlı’ olduğuna dair net örnekler vererek, bu belirtilerin olmadığını Türkiye özgünlüğünde somutladım” gibisinden bir itiraz da bulunabilir pek tabii. Kayaoğlu böyle derse, ilkin, devrimci durumun üç belirtisinden ikincisi olan, “ezilen sınıfların ıstıraplarının ve isteklerinin normal zamanlardan daha keskin olduğu durumlar”ı neden es geçtiğini sormak gerekir.Ama sorun sadece bununla sınırlı değil; zaten öyle olsaydı bu kadar yazmaya gerek olmazdı. Asıl sorun, Lenin’in, bu üç belirtiyi, somut olarak nasıl örneklediğiyle alakalı. Kayaoğlu ve Lenin’in, materyalizm ve gerçeklik anlayışları (yukarıda da iddia ettiğimiz üzere), birbirinden farklı olduğundan kaynaklı, ikisinin devrimci durumu somutlama ve değerlendirme biçimleri, ölçütleri ve örnekleri, aynı veya benzer değil. Eğer Kayaoğlu kaynağından inceleseydi bunu fark ederdi herhalde…
Lenin, devrimci durumun somutta nasıl meydana geldiğini ve gerçekleştiğini, ölçütünün ne olduğunu, makalesinin devamında, Kautsky ile yaptığı bir polemik üzerinden açıklıyor. Lenin’in aktardığına göre, Kautsky, savaştan iki ay sonra yazdığı bir yazısında; “savaş başladığında hükümet hiç bir zaman bu denli güçlü, partiler hiç bir zaman bu denli zayıf olmamıştır” diyerek devrimci durumun olmadığı vargısını kanıtlamaya çalışmış. Lenin’e göre; “bu Kautsky’nin, Südekum’ları ve diğer oportünistleri memnun etmek için, tarih ilmini tahrif etmesinin bir örneği” çünkü,yine Lenin’e göre; “[elbette] hiç kimse (…) özellikle süratli bir zafer bekleyen bir ülkede ve hükümetin çok güçlü göründüğü bir durumda, savaşın “başlangıcından” hemen sonra, devrimci bir durum oluşacağını beklemez ama hiç kimse de “görünenle” gerçeği bir tutmaz.”[12] Görünen ile gerçek… Çokta “pratik materyalist” durmuyor bu görünen ve gerçek ayrımı ama tam da anlaşılmıyor… Bakalım ne demek istemiş Lenin bu ayrımı yaparken:
“Politik bir kriz vardır; hiç bir hükümet yarınından emin değildir, hiç biri mali bir çöküş, arazi kaybetme, yurdundan kovulma (Belçika hükümetinin kovulduğu gibi) tehlikelerine karşı kendini emniyette hissetmiyor. (…) Yangın yayılıyor, Avrupa’nın politik temelleri giderek daha fazla sallanıyor, kitlelerin ıstırabı korkunçlaşıyor, hükümetlerin, burjuvazinin ve oportünistlerin bu ıstırapları susturma gayretleri gitgide beyhude oluyor. (…) Kitlelerin kızgınlığının için için devam etmesi [/homurdanması], toplumun ayaklar altında ezilmiş ve cahil tabakasının dürüst (demokratik) bir barış için olan belirsiz isteği. İşte bütün bunlar gerçektir. Savaş sürmeye ve giderek keskinleşmeye devam ettikçe, hükümetler tarafından, olağanüstü bir çaba [ile] kendilerini kurban etmelerini bekledikleri kitle, hükümetler tarafından, kitle eylemlerine teşvik edileceklerdir [/itileceklerdir] ve teşvik etmek [/itilmek] zorundadırlar da. (…) Tek kelime ile devrimci durum ileri ülkelerin ve Avrupa’nın büyük güçlerinin içinde hazır bulunuyor.”[13]
Ya, öyle işte; Lenin’in söyledikleri çok açık: Mali bir çöküşün, arazi kaybının, kovulmanın olmuş olması değil bir tehlike olarak kendini hissettirmesi! Istıraplar, için için devam eden kızgınlıklar, barış için olan belirsiz istekler; bunların hepsi soyut (ama maddi ve gerçek!) şeyler ve bugünün kamuoyu yoklamalarından çokta farklı değiller! Ve tüm bunların sonucunda, kitlelerin, hükümetler tarafından eyleme itilmiş değil, bir eğilim ve olasılık olarak itilecek olması! Lenin’e göre; “bütün bunlar gerçek [ve] tek kelime ile devrimci durum[un], ileri ülkelerin ve Avrupa’nın büyük güçlerinin içinde hazır bulun[duğunun]” bir kanıtı! Tüm bunlara baktığımızda, Kayaoğlu’nun ölçüt olarak koyduğu hiçbir şeyi göremiyoruz. Lenin, devrimci bir durumun gelişmesi için ne Yec’uc ile Mec’uc’un gelmesini, ne de Armageddon’u koşul olarak sunmuyor. Ne isyana ve kaosa ingirgenmiş bir devrimci durum anlatısı; ne devrimci durumun doğrudan devrime ulaşacağını söyleyen mekanik bir otomatizm; ne de yenebildiği için var olduğu ispatlanabilen bir çörek görmüyoruz bu söylenenlerde. Aforizmadan doğru değil de, fikrin kendisi ve üretildiği bağlamdan doğru bakınca, bütün bunların hepsi, Kayaoğlu’nun ölçütleri ile olabildiğince çelişiyor…
Durum böyleyken; referans noktası olarak ele alınan ve yukarıda alıntıladığımız-serimlediğimiz paragrafların yazarı olan Lenin’in, devrimci durumu, kendi yaşadığı dönemde somutlama ve değerlendirme biçimleri, ölçütleri ve örnekleri ortadayken; Kayaoğlu’nun, “Türkiye’de devrimci durum yoktur” vargısını, doğru olarak kabul etmek mümkün olabilir mi?
Bugünkü konjonktürde, eğer referans noktası Lenin ise böyle bir vargının doğru olabilmesi için; dünyanın bir buhran hali yaşamadığını söylemeli ve bugün emperyalist sistem içerisinde halen hakim sermaye birikim rejimi olan neoliberalizmin, tıkanmadığını, kusursuz bir şekilde işlediğini ve hatta son yapılan Davos toplantısının esas gündeminin afaki olduğunu vb. iddia etmelisiniz. Ukrayna üzerinde süren Rusya-NATO kapışmasını ve örneğin Tayvan’da yapılan ABD provokasyonunu görmezden gelmelisiniz. Tüm bunların ve daha fazlasının, dolaylı-dolaysız tesiri altında olan Türkiye’nin, yaşamakta olduğu ekonomik-mali krizi, yapısal cari açık sorunu ve dış finansman bağımlılığı ile değil de, örneğin, liyakat ve yolsuzluk sorunuyla tanımlamalısınız. Bir senede dört defa bütçe açığı veren ve KKM vb. ile sürekli borç yükünü arttırarak kredi balonunu şişiren TC devletinin, temerrüt tehlikesiyle karşı karşıya olmadığını savunmalısınız. Buna çözüm olarak sunulan mali-ekonomik siyasetin, sırf sermaye birikiminde bir yavaşlama-duraksama meydana gelmesin diye, halkı kitlesel bir açlıkla (yoksulluk değil açlık!) karşı karşıya bıraktığını yok saymalısınız.
Yetmedi mi? Yetmediyse; TC devletinin 2011’den beri yürüttüğü yayılmacılık siyasetinin iflas etmediğini ve bu yüzden, başta “mülteciler ve başıbozuk Cihadçılar sorunu” olmak üzere başka birçok sorun ile karşı karşıya kalmadığını söyleyebilirsiniz. Anketlerde ortaya çıkan, Türkiye’de %60-65 gibi bir nüfusun orduya ve Cumhurbaşkanlığına güvenmediklerine dair olan beyanları, hegemonya krizi olarak değerlendirmek yerine, “onlar zaten anket” diyerek umursamayabilirsiniz. Maraş depreminden sonra, yüzbinlerce insanın yanı sıra, enkazın altında kalanın esas itibariyle devlet ve rejim olduğu gerçeğini yadsıyabilirsiniz. Egemen sınıflar arasında süren kapışmanın, seküler-muhafazakar gerilimini bilfiil arttırdığına ve ucu iç savaşa çıkabilecek toplumsal bir dinamiği yarattığına dair olan görüşleri bir kurgu olarak alaya alabilirsiniz. Elinde çekiçle ATM parçalayan sıradan vatandaşı psikolojik bir vaka olarak tanımlayabilir; sokak röportajında açım diye bağıranı “bu bana biraz abartılı geldi” diyerek başınızdan savabilirsiniz. “Çöktürme planı” adı altında 2014’den bu yana sürdürülen güvenlik siyasetinin boşa düşmesini ve silahlı mücadelenin tüm dünya deneyimlerine nispet yaparcasına öyle ya da böyle sürmesini görmezden gelebilirsiniz. Boğaziçi direnişinde, 2022 işçi direnişlerinde, kadın özgürlük mücadelesinin kararlı yürüyüşünde ortaya çıkan direniş eğilimlerini de İran ile vb. kıyaslayarak boşa düşürebilirsiniz.
Tüm bunları böyle yaparsınız yapmasına da, görüneni gerçeğe yeğ tutmuş ve devrimci pratikten tasarruf etmek için işin sonunda Leninist değil Kautskyci olmuş olursunuz! Ezcümle; eğer referans noktası Lenin ise “işte, Musa da bu, peygamberler de bu!”: Türkiye’de devrimci durum vardır!
Sonuç: Türkiye’de devrimci bir öncü yoktur!
Peki, eğer Türkiye’de devrimci durum varsa neden devrim olmamakta? Yoksa Kayaoğlu’nun da söylediği gibi “devrimci örgütü gereksizleştiren bir devrimci durum” mu söz konusu olan? Ya da “devrimci durumlar, devrime değil[de] devrimsizliğe [mi] kanıt?”. Bu soruların cevabı, devrimci durum öğretisinin içerisinde kolaylıkla bulunabilir. Lenin’in buna dair yazdıklarını, hali hazırda, yukarıda alıntıladık. Devrimci bir özne ve onun öncüsü olmadan, devrimci durumun bir devrime ulaşamayacağını ve hatta bir karşı-devrime yol açacağının da altını çizdik. Bugün Türkiye’de yaşanan durum, ne az ne çok, işte tam olarak bu; Türkiye’de devrimci bir öncü yok! Öyle ki, TDH, tüm tarihsel deneyimine rağmen, bugün, mevcut durumu, geçerli bir biçimde anlayamıyor, öncüleşemiyor, yetkinleşemiyor, kitleleri devrimcileştiremiyor-özneleştiremiyor; Türkiye’de ki devrimci durumu ve verili iç savaş dinamiğini, devrimci bir iç savaşa çeviremiyor. Daha kötüsü ise devrimci durumu sırtlanacak bir devrimci öncünün olmadığı acı gerçeğini, kabul etmemekte ısrar ediyor ve bu acı gerçeğe karşı ıslık çalıyor. Bu ise siyasal alanda ciddi bir çözümsüzlüğe ve karşı-devrimin farklı biçimler altında tekrar ve tekrar güçlenmesine yol açıyor…
Tüm bunların sebeplerinin çok yönlü olduğu aşikar: Teorik-siyasal-örgütsel-pratik olmak üzere bir çok düzeyde iç içe geçmiş sorunlar bunlar; daha önce çok defa altını çizdik bunların. TDH’nin, bu iç içe geçen sorunlar yumağını çözebilmesi ve geçerli bir pratik hattı kurabilmesi için, bir ilk adım olarak, mevcut devrimci durumu, üzerinde bulunduğu toplumsal formasyonun tarihsel gelişimi, yapısal nitelikleri, konjonktürel dinamikleri ve genel özgünlükleri ile bağlantılı olarak değerlendirebilmesi, anlayabilmesi ve buradan geçerli sonuçlar çıkarabilmesi gerekiyor… Aksi halde, TDH, Türkiye’de devrimci durum denildiği anda, geçerli stratejik veya taktik şiar olarak, adeta bir guguk kuşu misali, Geçici Devrim Hükümeti, Genel Grev-Genel Direniş veya Kızıl Siyasi Üsler vb. önerme garabetinden kurtulamaz. Bu garabetten kurtulmadığımız müddetçe, bunca yıla rağmen, geçici de olsa bir devrim hükümeti kurmak için önce devrim yapması gerektiğinin bilincinde bile olmayan ve bu düzeyde basit mantık hatalarını “en iyi Leninistlik” olarak pazarlayan kimi örnekler, maalesef, dünyamızda yer kaplamaya devam edeceklerdir.
Bu ilk adımın ötesinde, TDH’nin, bu vb. sorunları, daha genel anlamıyla aşabilmesi için, köktenci bir kopuşa ve bu kopuş temelinde yeni bir kuruluşa ihtiyacı olduğunu da yine çok defa söyledik. Ama bu kopuşu ve kuruluşu, ancak kendi gücümüzün ve güçsüzlüğümüzün farkında olarak, devrimci pratiğin yol açıcılığın da ve nesnel gerçekliğin içerisinde doğru bir konum alarak; ne yapılması gerektiğini bilen bir şekilde ve belli eşikleri kademe kademe (ama tedricen değil sıçramalarla!) aşarak gerçekleştirebiliriz; kendimizi nadasa yatırarak, dünyadan yalıtık bir boşlukta değil. O yüzden, Kayaoğlu’nun yaptığı gibi, sorunları eleştirmek ve eleştiride haklı çıkmak adına, bugün Türkiye’de ki nesnel gerçekliği, “devrimci durum yoktur” diyerek, buna da “pratik materyalizm” diye tanımlanan bir kılıf geçirerek, çarpıtmamak gerekiyor. Çünkü, böylesi bir çarpıtma, günün devrimci görevlerini bulanıklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Böylesi bir bulanıklık, Kayaoğlu her ne kadar öyle yapmasa da, bilinçlerde, önce devrimci pratiği talileştiriyor; “devrimci durum yoktur” tespitlerinden hemen sonra ise “silahlar bir şöyle kenarda dursun, eski devrimcilikten fayda yok, haydi klavye başına!” gibisinden öneriler eksik olmuyor!
Kabul etmek gerekir ki zor zamanlardayız… Türkiye’de devrimcilik bir kıskaca girmiş durumda. Uzaktan şöyle bir bakış attığımızda devrim çok zor duruyor. Ancak bu imkansız olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü, sorun, nesnel koşulların bulunmayışından değil, öznel mevcudiyetimizin hazır ve yeterli olmayışından kaynaklanıyor. Ayrıca, devrimciliğin yeniden-üretimini zorlaştıran koşullar, aynı zamanda, yeni bir kuruluş içinde olanaklar yaratıyor. Bize göre, bu zor zamanlarda, Gramsci’nin “aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” önermesini esas almak gerekiyor. Ancak akıl ile iradeyi birbirinden ayırmamakta önem arz ediyor. Çünkü, açıktır ki, salt aklın kötümserliğini işletmek ve eksik olanı tartmak ama tartının diğer küfesine iradenin iyimserliğini koymamak sizi sonu gelmez bir bekleyişe sürüklüyor. Tersinden, küfelerinde sadece iradenin iyimserliği bulunan bir tartıya sahip olmanız ise sizin gerçekleştirilemeyecek hülyalara kapılmanıza sebep oluyor. Maalesef, literatürde, ilkinin karşılığı pasifizm, ikincisinin karşılığı ise küçük burjuva hayalperestlik!
Birincisi bir yaşlılık belirtisi, ikincisi bir çocukluk hastalığı olan bu iki semptomatik davranış biçiminden derhal kurtulmalıyız. Türkiye’de devrimin, askeri-siyasal bir önderliğin kurmaylığı altında birleşen devrimci kitleler ile karşı-devrimci kitlelerle güçlendirilmiş muazzam ölçüde kıyıcı-katliamcı baskı-terör aygıtlarının, kıran kırana ve alabildiğine kanlı çarpışmalarının şekillendirdiği bir devrimci savaşın sonucunda mümkün olabileceğinin bilincinde olarak; hızlanmak, sıçramak ve birleşik devrim anlayışı çerçevesinde güçlerimizi birleştirmek zorundayız! Ancak hızlanmak ve sıçramak için güçlü ve olduğu zemine iyi basan bacaklara ihtiyacımız var. Eğer bir devrimci örgütün üstünde durduğu zemin, gerçek hayatta kitleler ise, bacakları da onun kitle örgütleridir. O yüzden, sıçramak için kitle örgütlerimizi iyi ve doğru bir biçimde yapılandırmalıyız. Çünkü, kitle örgütlerimiz güçlü ve yetkin değilse, sadece belimizin gücüne güvenerek sıçrayamayız. Bu bağlamda, birleşik mücadelenin kitle örgütlerini güçlendirmek için, az ya da çok demeden, kitlelerin öz-yönetim ve öz-savunma mekanizmalarını kurmak üzere harekete geçmek zorundayız!
Az olsun, öz olsun ama bizim olsun!
[1] https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/component/k2/itemlist/user/43-metinkayaoglu
[2] Karl Marx, Grundrisse, Birikim Yayınları, 2008, s. 144.
[3] Lenin, Felsefe Defterleri, Sosyal Yayınları, s. 113
[4] Lenin, agy., s. 138 (abç.)
[5] (bkz.) Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yayınları, s. 184-185
[6] Ayrıca, Lenin’in, İki Taktik de, Burjuva Liberal Gerçekçiler, Sosyal-Demokrat “Gerçekçileri” Neden Yüceltiyorlar? alt-başlığının okunmasını da öneririz. Yazıyı artık çok fazla uzatacağından kaynaklı buraya dair bir değerlendirme yapmaktan imtina ettik, maruz görülsün… (bkz.) Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yayınları, s. 136
[7] Lenin, Emperyalist Savaş Üzerine, Günce Yayınları, s. 99
[8] Ayrıca, Inter Yayınlarının bastığı Lenin Seçme Eserlerden de bu makaleye ulaşılabilir. (bkz.) Lenin, Seçme Eserler, C.5, Inter Yayınları, s. 179
[9] Lenin, agy., Günce Yayınları, s. 98 (abç.)
[10] Lenin, agy., Günce Yayınları, s. 98-99 (abç.)
[11] Ayrıca, söylemek gerekiyor ki, Lenin bu makaleyi yazdığında yıl 1915’di ve faşizm denilen olgu daha henüz tarih sahnesinde yerini almamıştı. Faşizm ve türevlerinin, devrime ulaştırılamayan bir devrimci durumu nasıl istismar ettiği; bu istismarla nasıl kitleselleştiği; buradan aldığı güçle, devrimci durumu sönümlendirmek için, (egemen sınıfların desteği, göz yumması veya ön açmasıyla) iktidarı ele geçirip nasıl bir olağanüstü hal yarattığı, devrimciler ve komünistler tarafından henüz deneyimlenmiş değildi. Bonapart, Bismarck veya Stolipin darbesi vb. deneyimler ise tam özümsenmemiş gibi duruyor. Artık devrimcilerin ve komünistlerin tüm bunları çoktan bilince çıkarmış olması gerekir.O yüzden, bu iki kaidenin yanına, üçüncü bir kaideyi; her devrimci durum, aynı zamanda karşı-devrimci bir potansiyeli de içinde barındırır kaidesini de eklemek gerekiyor.
[12] Lenin, agy., Günce Yayınları, s. 99 (Altını Lenin çizmiş)
[13] Lenin, agy., Günce Yayınları, s. 99-101 (abç.)