Karadeniz’de halklar kıyımı ve Topal Osman gerçeği – Resul Kocatürk

Giriş

Türk devletinin kuruluş süreci tarihi, kelimenin gerçek anlamında ‘TEK’ kavramı etrafında şekillenmiştir ve bir bütün olarak halklar kıyımıdır. ‘TEK’ millet kavramı ekseninde ulus-devlet yaratmak adına Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında yaşamakta olan çeşitli milliyetlerden halkların egemen Türk kimlik ve kültürüne tabi kılınması, yüzyılı aşkın bir tarih dilimine tekabül eder.

Dünya üzerinde farklı milliyetlerden, kültürlerden ve dinlerden halkların yan yana ya da iç içe birlikte yaşadığı ender coğrafyalardan olan bu topraklarda, TC devleti egemenlerin ulus-devlet tarihi büyük bir trajedidir. Çalışmamızın konusu olan Karadeniz coğrafyası ise bu trajedide önemli bir boyuttur.

Türk egemenliğinin ulus-devlet yaratma yöneliminde Karadeniz’den Koçgiri’ye uzanan coğrafyada faaliyetlerde bulunan kişiliklerin başında Giresunlu Topal Osman Ağa gelmektedir. Osman Ağa, Türk devletinin kuruluş sürecinde büyük hizmetlerde bulunmuştur. Ne var ki büyük hizmetlerde bulunduğu devleti tarafından infaz edilmiş ve Büyük Millet Meclisi(BMM) önünde ayaklarından asılarak teşhir edilmiştir.

Devlete ihanet ettiği gerekçesiyle infaz edilen ve ölüsü işkencelere maruz bırakılan Topal Osman, resmi devlet erkânı ve politik arenada sağcısından solcusuna, muhafazakârından İslamcısına değin sistem içi parti ve oluşumlar nezdinde, ‘milli kahraman’ olarak onurlandırılır.

Devlet tarafından ‘vatan haini’ olarak öldürülen ve başsız şekilde ayaklarından asılarak aşağılanan bu zat, nasıl olur da aynı devlet tarafından milli kahraman payesiyle onurlandırılır! Yazı boyutunda bu ve benzeri soruların cevaplarını da bulmaya çalışacağız fakat Topal Osman gerçeğini bir şekilde görmezden gelen uzak durmaya özen gösteren Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) duruşunu nereye koyacağız, neye yoracağız?

TC devletinin kuruluş harcı, halkların kanıyla ve canıyla yoğrulmuştur ve Topal Osman bu sürecin asli unsurlarından birisidir. Dolayısıyla Topal Osman kişiliği üzerinden Karadeniz boyutunda yaşananları detaylı olarak incelemek ve açığa çıkarmak önemlidir. Bu yapılmadığı sürece kökleri Topal Osmanlara uzanan ve TC devletinin yüzyılı aşkın süredir kesintisiz olarak Karadeniz’de yürüttüğü ve sürekli diri tutmaya çalıştığı ırkçı-şoven faaliyetleri ve sonuçlarını anlamak mümkün olmayacaktır. Özellikle son 40 yılda sürdürülen Kürt savaşına emekçi-yoksul Karadeniz halkının çocuklarının öne sürülerek hemen hemen her köye, mahalleye genç cenazelerin gelmesini sağlamalarının nedenlerini ve yarattığı etkileri anlayabilmek için tarihsel süreci hakim olmak gereklidir.

Devlet eliyle sürekli yeniden üretilmeye ve diri tutulmaya çalışılsa da Karadeniz toplumunun önemli bir bölümü ırkçı-şoven hislerin etkisi altına alınamamıştır. Gerçeklik bu yönlü iken özenle, ‘Tüm Karadeniz toplumunda milliyetçi, ırkçı-şoven yanlar güçlüdür’ algısı yaratılmaya çalışılması ayrı bir boyuttur ve tüm ülke halklarına yönelik psikolojik harp amacıyla üretilmiş bir argümandır.

Bölge düzleminde devrimci politikalar geliştirmek, buna bağlı olarak örgütlenme faaliyetleriyle topluma inebilmek, sınıf mücadelesini -içkin Topal Osman şahsında somutlanan- halklar kıyımı gerçekliğini ortaya çıkarmak ve bunu topluma taşıyabilmekten geçmektedir. Ters yüz edilen bu gerçeklikle toplumun yüzleşmesi ve egemen olanın elindeki hastalıklı argümanın bertaraf edilmesi önemlidir.

Mevcut durumda bilmeliyiz ki; Karadeniz özgülünde ivme kazanmaya başlayacak olan muhtemel devrimci dinamiklerin önüne geçmek için yapacakları saldırıların en başında -toplumda karşılığının olacağını bildikleri- ‘dış mihraklı Pontusculuk’ argümanına başvuracak olmalarıdır. Bu argüman üzerinden muhalif toplum kesimlerine yönelik kitlesel ve katliam boyutlarına varan saldırılar geliştirmeleri sürpriz olmayacaktır.

Bölge düzleminde halklar kıyımının merkez üssü olan Topal Osman’ın yetiştiği Giresun’un tarihsel ve toplumsal dinamiklerini belli başlı özellikleriyle ele almak, büyük resmi görebilmek için önemlidir.

Kadim Giresun kentinin ve Pontus Devleti’nin işgali

Kadim çağlarda özgür Amazon kadınının yurdu da olan Giresun’un; Pontus Kralı I. Farnakes (MÖ. 298-263) tarafından kale şehir olarak kurulduğu ve isminin de ‘Farnekie’ olduğu bilinmektedir. Şehrin ismi, ilerleyen tarihlerde yörede bolca bulunan ve anavatanı olduğu kabul edilen yabani kirazdan esinlenilerek, Pontus dilinde kiraz yurdu anlamına gelen ‘Keresus’ olarak değiştirilir. ‘Keresus’ ismi, zamanla Giresun olarak evrilir ve yüzyıllar içinde büyük savaşlar, yıkımlar yaşasa da ‘kiraz yurdu Giresun’ olmaya devam eder.

Giresun, yüzyıllar boyunca Trabzon Pontus Rum İmparatorluğu’na bağlı bir kale şehri olarak varlığını sürdürür. Binli yılların başlarından itibaren Orta Asya steplerinden gelerek Kürdistan ve Anadolu içlerine yayılan Türkmenlerin beylikler kurmaya başlamasıyla birlikte coğrafyada yeni bir tarihsel dönemin de kapısı açılmış olur.

Türkmen boylarının Karadeniz coğrafyasına inmeleri ağırlıklı olarak Samsun hattı üzerinden olur. Giresun ve çevresine Oğuz Türkmen boylarından biri olan Çepniler gelir ve 14. yüzyılın ortalarına doğru yerleşmeye başlarlar.

Yüzlerce yıldır yerleşik olarak yörede yaşamakta olan Rum ve Ermeni halkları, genel olarak sahil şeridi boyunca oluşturdukları kentler ve köylerde yaşamaktadırlar. Dolayısıyla Türkmen boylarının iç kesimlerdeki ormanlık alanlara ve yaylalara yerleşmeleri ilk süreçlerde kendileri için ciddi sıkıntılara yol açmaz. Yalnız, ilerleyen zamanlarda nüfus oranları arttıkça güçlenen Türkmenler, zaman zaman kentlere yönelik saldırılar geliştirmeye başlasalar da ciddi bir varlık gösteremezler.

Osmanlı Devleti’nin, Trabzon Pontus İmparatorluk Devleti’ni işgali (1461) süreciyle birlikte tablo değişmeye başlar; Türkmenler sahil boylarına inerek kentlerin yakın çevrelerinde kurdukları köylerde yaşamlarına devam ederler.

Fatih Sultan Mehmet komutasındaki Osmanlı birlikleri tarafından Pontus İmparatorluğu’nun başkenti Trabzon günlerce süren bir ablukaya alınır. Ablukaya uzun süre direnemeyen kent düşer ve yapılan anlaşma sonucunda ülkesi işgal edilen ve yenik imparator David Kommenos, ailesiyle birlikte Trakya’ya sürgüne gönderilir.

İşgal sürecini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönen Fatih Sultan Mehmet, yaptığı anlaşmayı bozarak esir imparator Kommenos’un ve ailesinin zincire vurularak İstanbul’a getirilmeleri emrini verir. Amacı, başta Karadeniz Pontus Rumları olmak üzere genel olarak Rum toplumu üzerinde korku yayarak otoritesini güçlendirmektir.

Zincire vurulmuş haldeki esir imparator Kommenos, Fatih’in karşısına çıkarılır. Fatih tavizsiz ve acımasızdır.

Fatih, Kommenos’a “Kuran ile ölüm arasında bir tercih yap!” der.

Kommenos ise “Yapılacak bir tercihim yok. Tanrı beni Hristiyan olarak dünyaya getirdi…” cevabını verir.

Kommenos’un verdiği cevap Fatih’i daha çok hiddetlendirir; “O halde öl! İnatçılığınla örnek oğullarını da yanında günahlarına ortak ederek götüreceksin.” dedikten sonra infaz emrini verir ve Kommenos’un, yedi oğluyla birlikte başı kesilir.

Fatih, esir imparatorun infaz edilmesini yeterli bulmaz. Daha dehşet uyandırıcı hale gelmesi için “kuşa kurda yem olsunlar!” diyerek gömülmelerine izin vermez.* 1 (*1 – Osmanlı Tarihi, Alphonse Lamortine, s.285)

Daha sonra işgal edilen Pontus Devleti’nin ileri gelen zengin eşrafının İstanbul’da toplanmasını, çocuklarının ise devşirme olarak saraya alınması talimatı verilir. Fakir Rum halkını ise kentlerin dışına sürerler. Bu olaylardan kısa süre sonra ise Osmanlı tebaasından olan Sünni Müslüman zenginler saraylara, köşklere ve kent içine yerleştirilmeye başlanır.

Tarihleri boyunca Selçuklu’dan Osmanlı’ya kadar egemen olan bütün güçler tarafından egemenliklerini tehdit olarak görülen Türkmenlerin ise üzerlerinden baskı ve zulüm hiç eksik olmaz. Zaman zaman güçlü beylikler kurarak kentlerde kendileri için yaşam alanları oluşturmuş olsalar da genel olarak kent dışından kırlık ve ormanlık alanlarda yaşamak zorunda bırakılırlar.

Pontus Devleti’nin işgali ardından kent dışına sürülen fakir Rumlar ile Türkmenler bu süreçten itibaren ilişkilenmeye başlarlar ve zamanla yan yana, yer yer de iç içe birlikte yaşam alanları oluştururlar.

Kentler dışındaki yaşam alanlarında ilişkiye geçen Rum, Ermeni ve Türkmen toplumu 1800’lü yılların ikinci yarısına kadar yüzyıllar boyunca zaman zaman Türkmen beyliklerinin kentlere yönelik saldırıları yaşansa da genel olarak yan yana ya da bir arada yaşamayı başarırlar.

Rum ve daha az sayıdaki Ermeni toplumundan oluşan Gayrimüslimler, Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında kendi inanç, kültür ve gelenek görenekleriyle yaşarlar. İktisadi olarak Osmanlı Devleti’nin egemenliği belirleyici olsa da köklü bir uygarlığa sahip olan Rum toplumu, başta deniz ticareti olmak üzere çağın koşulları içinde bilimden sanata, zanaattan tarıma ve üretim araç-gereçleri yapımı alanında oldukça yetkindirler. İşgalle birlikte büyük bölümü kent dışına sürülse de kısa süre sonra toparlanmayı başarırlar. Kentlerin iktisadi, sosyal-kültürel yaşamında yeniden belirleyici olmaya başlarlar.

Osmanlı Devleti’nin hızlanan çöküşü ve merkezi otoritenin zayıflaması

‘Yedi düvele hükmeden imparatorluk’ olarak anılan Osmanlı için Viyana kapılarından dönüş, ‘sonun başlangıcı’ olur. Tarih boyunca işgallerle var olan ve büyüyen Osmanlı Devleti, kendisini büyütüp güçlendiren koşulların tersine dönmesiyle birlikte güç kaybetmeye başlar ve işgal topraklarını terk etmeye başlaması da hızlı olur.

1800’lü yılların başından itibaren savaş sahasında alınan yenilgilere ve derinleşen iktidar kavgalarının da eklenmesiyle birlikte çöküş ciddi boyut alır. Temel asgari güç olan Yeniçeriler’in 1826 yılını takiben ayaklanması ise dönüm noktası olur. Ayaklanma, Yeniçeriler’in tümünün katledilmesiyle bastırılır ve Yeniçeri Ocağı, ‘resmi tarihte’ ‘Vakay-ı Hayriye’ adı ile anılan olayla ortadan kaldırılır. Ancak bu hiçbir derde deva olmaz. ‘Osmanlı Avrupa’sı olarak anılan işgal toprakları, hızlı bir şekilde parçalanma sürecine girer. 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte -ilerleyen yıllarda- işgal altında bulunan diğer uluslar da ardı ardına bağımsızlık mücadelelerine başlarlar. 1829’da başlayan Osmanlı-Rus savaşında Ruslar ezici bir zafer kazanırlar. Savaşın sonunda ‘Edirne Antlaşması’ ile Osmanlı Devleti’nin başkentinin ön savunma kalesi durumunda olan Edirne, Ruslara terkedilir. Çöküşün bu denli hızlanmasını fırsat bilen Britanya ve Fransa ‘doğal müttefik’ saydıkları Osmanlı Devleti’ni terk ederler. Zaman kaybetmeden merkezi devletle sorunu olan Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya açık destek verirler. Böylesi bir desteği arkasına alan Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı Devleti’ne başkaldırır. Mısır’dan Toroslara kadar olan büyük bir coğrafyanın denetimini ele geçirir. Sonunda Kavalalı Mehmet Ali Paşa yenilse de Osmanlı Devleti içeriden de büyük tahribatlara uğrayarak denetimi sağladığı alanlarda ve otoritesi büyük oranda sınırlanır.

Osmanlı Devleti’nde çöküş sürecini durdurabilmek adına önce 1856’da Islahat Fermanı ilanı gelir ancak derde deva olacak bir etkisi olmaz. Egemenliği altındaki Batı ve Ortadoğu uluslarının bağımsızlık mücadelesi etkisi artarak devam eder. Bu bağımsızlık mücadelelerin etkisiyle beraber din esaslarına dayalı devlet olmayı esneten, kanun esaslarını ya da demokrasiyi belli oranda hayata geçirmek iddiasıyla 1876 yılında Kanuni Esasi yani I. Meşrutiyet ilan edilir. Ancak devletin bünyesi öylesine çürümüştür ki yeniden dirilme olanağı yoktur. I. Meşrutiyet sürecinin hemen ardından Britanya Mısır’ı, Fransa ise Tunus’u işgal ederek sömürgeleştirir. Osmanlı Devleti elinde tuttuğu toprakları koruyamayacak haldedir. 1800’lü yılların sonlarına doğru tebaası altında -Müslüman olmayan halklardan- Rumlar ve Ermeniler kalır. O halkları da kendi kaderlerine terk eder.

Bu olayların geliştiği yıllar; merkezi devlet otoritesinin kalmadığı, asker kaçaklarından katillere, yağma ve talan suçlarına değin devletlu ile bir şekilde sorunlu olanlardan oluşan -ve ağırlıklı olarak zengin kent eşrafının ve toprak ağalarının yönlendirdiği- çete/eşkıya gruplarının mantar gibi çoğalarak dağları mesken tuttuğu yıllardır…

Bu yıllarda, yüzyıllardır Osmanlı Devleti’nin tebaası olarak belli oranda da olsa can, mal ve inançları koruma altında olan gayrimüslimler tümüyle saldırılara açık, savunmasız bir duruma düşerler. Dolayısıyla kendilerini koruma amacıyla çete oluşumlarına destek vermeye başlarlar. Aynı zamanda Osmanlı Devleti egemenliği altındaki ulusların önemli bir bölümü bağımsızlıklarını kazanarak bir şekilde kendilerini korumaya almış olmalarına Rum ve Ermeni toplumları da kayıtsız kalmazlar.

Öte yandan dünya konjonktürü kaynayan bir kazan gibidir. Emperyalist güçlerin iktisadi iç bunalımları ve karşılıklı çelişkileri hat safhadadır. Dolayısıyla bunalımdan çıkmak ve bu temelde hem siyasi iktisadi hem de fiziki olarak dünyaya yeni bir şekil verme hazırlıkları yoğunluk kazanır. Bu da I. Dünya Savaşı’na giden yolun döşenmesi demektir. Bunalım sürecinden çıkış mevcut statükoların tüm yönleriyle parçalanmasıyla mümkündür. Emperyalist-kapitalist devletler, işlevsizleşmiş olan ve bunalımın temel nedenlerinden olan klasik sömürge politikasının yanında sermaye ihracına dayalı yeni bir sömürge sistemine yönelirler.

‘I. Dünya Paylaşım Savaşı’nın öncesindeki gelişmeler, Osmanlı Devleti egemenliği altındaki ulusların kendi kaderlerini yeniden belirleyebilecekleri koşulları fazlasıyla ortaya çıkarır. Rum toplumu da doğal olarak yeniden kendisini var edecek bağımsız Pontus Rum Devleti arayışı içine girer. Bu arayış tarihsel koşulları içinde doğal, haklı ve de meşrudur.

Can çekişmekte olan Osmanlı Devleti son bir hamle olarak II. Meşrutiyeti(1908) ilan eder. Yapılan hamle, kısa sürede iktidarın el değiştirmesi ortamını yaratır. Türkçü-Turancı ve Irkçı politik anlayışa sahip olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) darbe ile iktidarı ele geçirir. İTC iktidarıyla birlikte Rum ve Ermeni toplumunun kendi kederlerini belirleme girişimleri, İTC iktidarı tarafından planlı bir yönelimle her iki toplumun da topyekûn imhasının gerekçelerini de yaratmış olur!

Çeteci Osman Ağa’dan Başyaver Yarbay Topal Osman’a

1883 yılında Giresun’un Hacı Hüseyin Mahallesi’nde doğan Feridun oğlu Osman, merkezi Osmanlı devlet otoritesinin iyiden iyi zayıflamaya başladığı süreçte dünyaya gelir. Bu süreç aynı zamanda yüzyıllardır yan yana aynı mahallelerde ve köylerde yaşayan, karşılıklı sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkiler içinde olan Müslüman ve Gayrimüslim halkların da aralarına mesafelerin girmeye başladığı yıllardır.

Giresun’da başta Rum toplumu olmak üzere -daha sonra Ermeni toplumu ve- tüm Gayrimüslimler nüfusun çoğunluğunu oluştururlar. Doğal olarak kent idaresinde de söz sahibidirler. Belgeler, ‘I. Paylaşım Savaşı’ yıllarına kadar kentin çoğunlukla Rumlar tarafından yönetildiğini göstermektedir. Örneğin; kentin son belediye başkanı, Kaptan Yorgi’nin oğlu Konstantinidis’tir.

Çocuk Osman, gayrimüslimlerin ‘düşman gavurlar’ olduğu fikrinin öne çıkmaya başladığı bir ortamda büyür. İlk gençlik yıllarında akranları arasında öne çıkar ve mahallesinde sivrilmeye başlar. Etrafında topladığı gençlerle komşu Rum mahallelerine saldırılar yapar. Gözü karalığı ve acımasız kişiliğinden dolayı arkadaşları kendisine yörede çete başı anlamına da gelen ‘Ağa’ lakabıyla da seslenmeye başlarlar. ‘Çocuk Osman’ topal lakabını almadan önce daha 15 yaşında bile değilken ‘Osman Ağa’ unvanını kazanır! İlerleyen yıllarda saldırıların ciddi boyutlara ulaşması üzerine hem mahallerini hem de kendilerini savunmak amacıyla Rum gençlerden oluşan çete grupları da türemeye başlar. Bu süreçle birlikte Osman Ağa çetesi, mahalle çetesi olmaktan çıkarak silahlı eşkıya çetesine dönüşmeye başlar.

Askerlik çağları geldiğinde Osman Ağa’nın arkadaşlarının bir kısmı askere gider, bir kısmı da asker kaçağı durumuna düşer. Osman Ağa ise el koyduğu ganimetlerle bedel ödeyerek askerlikten muaf olur! Ve artık Osman Ağa, silah kuşanmış kent eşkıyası çete grubunun ağası olarak gayrimüslimlere yönelik baskılarını yoğunlaştırır.

Zenginliklerine zenginlik katma fırsatının doğduğunu gören toprak ağaları ve kent Müslüman eşrafından kimileri tarafından, Osman Ağa desteklenmeye ve korunup kollanmaya başlanır. Ellerinin altında her işlerini gördükleri bir ‘güç’ vardır ve bundan da en iyi şekilde yararlanırlar.

Ekim 1912’de tarihe ‘Balkan Harbi’ olarak geçen savaş başlar. Birleşerek Osmanlı Devleti’nin üzerine yürüyen Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ orduları başkent İstanbul’un kapılarına dayanır. Başkent büyük bir tehdit altındadır ve bu savaş çok daha büyük kuşatmaların habercisidir. Dayanma gücünün sınırlarını zorlayan Osmanlı Devleti, son bir gayretle büyük bir seferberlik başlatır.

29 yaşında olan Osman Ağa, eli silah tutan hemen hemen her erkeğin savaşa gitmeye başlaması karşısında itibarsızlaşmaya başladığını görmesi üzerine gönüllü olarak, sayıları 60 civarındaki çetesiyle birlikte Trakya cephesine gönderilen tabura katılır.

Savaş İstanbul’un kapısı olan Çorlu-Silivri hattında yoğunlaşmıştır. Osman Ağa’nın içinde bulunduğu Giresun taburu da Çorlu hattına konuşlandırılır. Osman Ağa, savaşın ilk günlerinde şarapnel parçası isabet etmesi üzerine yaralanır. Şişli Etfal Hastanesi’nde 1 yıla yakın süreyle tedavi görür. Ancak diz kapağı parçalanmış olduğundan hastaneden engelli olarak çıkar. Bu süreçten itibaren Osman Ağa, ‘Topal’ lakabını alır. Meşhur ‘Topal Osman Ağa’ olur çıkar! Şişli Etfal Hastanesi aynı zamanda Topal Osman için İTC’nin fikirleriyle tanıştığı ve örgütlendiği süreçtir.

I. Dünya Savaşı yılları ve Topal Osman

Topal  Osman, hastanedeyken Balkan Savaşları sona erer. Çetesinden sağ kalanlar Giresun’a dönmüşlerdir. Kendisi de taburcu olduktan sonra Giresun’a döner.

Avrupa’da savaş rüzgarlarının esmeye başladığı günlerdir. Haziran 1914’te Avusturya–Macaristan veliahdının bir Sırp tarafından öldürülmesi üzerine koşulları çoktan hazır olan büyük bir savaşın fitili de ateşlenmiş olur. Avusturya–Macaristan, Sırbistan’a karşı savaş açar. Hemen ardından Almanya’nın Rusya’ya savaş ilanı gelir. 2 Ağustos 1914’te Almanya ile Osmanlı Devleti ‘İttifak Antlaşması’nı imzalar. Böylece Osmanlı, Almanya ile Avusturya–Macaristan’ın başını çektiği ‘İttifak Devletleri’ yanında savaşa dâhil olur. İttifak Antlaşması sonrasında Alman savaş gemileri gizlice boğazdan geçirilerek gönderlerine Osmanlı Devleti bayrağı çekilir ve bu gemiler Rusya limanlarına saldırıda bulunur. Saldırı, Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilanını doğurur. Bu olayı, savaşın karşı cephesi olan ‘İtilaf Devletleri’nin başını çeken, Britanya’nın ve Fransa’nın İttifak Devletleri’ne karşı savaş ilanları takip eder. Son olarak Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletleri’ne karşı savaş ilanı ile birlikte 14 Kasım 1914’te ‘I. Dünya Paylaşım Savaşı’ resmen başlamış olur.

Can çekişmekte olan Osmanlı Devleti ne askeri ne ekonomik ne de manevi olarak İtilaf Devletleri karşısında bir varlık gösteremez. Rusya askeri birlikleri Serhat ve Karadeniz üzerinden hızla ilerlemeye başlar. Serhat boylarında Rus askeri güçlerinin ilerlemesini durdurmak için Enver Paşa komutasındaki Osmanlı ordu güçleri, Erzurum üzerinden Sarıkamış’a doğru yola çıkarılır. Kış ortasında yola çıkarılan askerler felaketin üzerine sürülür ve on binlercesi Sarıkamış dağlarında donarak yaşamını yitirir. Bu vahşetin faturası, Serhat boylarında ve Anadolu içlerinde yaşamakta olan Anadolu Ermeni halkına kesilir.

Rus ordu güçleriyle işbirliği yaparak Osmanlı ordusunu arkadan vurdukları ve bağımsız Ermenistan kurmak için başkaldırdıkları gerekçesiyle haklarında tehcir kararı verilir. 27 Mayıs 1915 tarihinde; kadın, çocuk, yaşlı demeden Ermeni toplumu yüzyıllardır yaşadığı topraklardan zorla koparır ve kafileler halinde Suriye çöllerine doğru sürgün yoluna çıkarılır. Ne var ki, büyük bir çoğunluğu Suriye çöllerine ulaşamaz. On binlercesi yol boylarında gruplar halinde katledilir. Kalanların da birçoğu açlık ve hastalıktan yaşamını yitirir.

İTC hükümetinin Ermenilerin tehcirine yönelik resmi gerekçesi, Ruslara yardım etmeleri ve komitacılık faaliyetleri gibi şeyler olsa da olayın gerçek boyutu bambaşkadır.

Tehcir kararı resmi olarak 1915 yılı başlarında alınmış olsa da esas olarak Balkan Savaşları süreçlerine kadar geri götürüp tarihlemek mümkündür. Osmanlı Devleti’nin adım adım Balkanlar’dan atılması sonrasında İTC hükümetinin ileri gelenleri; ‘Elimizde kalan son topraklarda hiçbir şekilde gayrimüslimleri barındırmamalıyız…’ anlayışına yönelir. Bu anlayışın oluşmasında, içine düşmüş oldukları olumsuz durumdan  gayrimüslimleri sorumlu görmenin yanında milliyetçi-ırkçı politikaları belirleyici olandır. Amaçları ‘milli’ burjuvazi ve ‘milli’ ekonomi oluşturmaktır. Çünkü dayanabilecekleri toplumsal sınıftan yoksundurlar. Darbe iktidarıdırlar ve dolayısıyla sınıfsal bir güce dayanmadan uzun süre ayakta kalamayacaklarını bilirler. Sermayenin ve üretim araçlarının büyük bölümü de gayrimüslim toplumun denetimindedir. Haliyle ülke ekonomisinin temel dayanağını da bunlar oluşturur. Kolay yoldan milli burjuva sınıf yaratmak yoluna giderler ve gayrimüslimlerin mal varlığına tümüyle el koyarak bunu yapabileceklerini düşünürler.

Kapitülasyonlarla ve çeşitli anlaşmalar yoluyla emperyalist güçlerin denetimi altına girmiş olan mecalsiz durumdaki Osmanlı Devleti ‘barış’ koşulları içindedir. Mevcut şartlar içinde gayrimüslimlere yönelmek demek, elde kalan toprakların da fiilen emperyalistler tarafından işgal edilmesine davetiye çıkarmak olacaktır. Doğal olarak böylesi bir yönelime cesaret edemezler.

Ancak aradan çok fazla zaman geçmeden ‘I. Dünya Paylaşım Savaşı’ şartlarının ortaya çıkması hayalini kurdukları planlar için muazzam bir ortam yaratır. Savaş öncesinde yapmak zorunda kaldıkları antlaşmalar ve (Rusya ile Şubat 1914’te yaptıkları antlaşma gibi) tabi ki kapitülasyonları fiilen geçersiz kılmak için savaş koşullarından yararlanılmıştır. Kapitülasyonları  ve bununla birlikte başka bir dizi anlaşmaları fiilen reddetmek elbette onurlu ve haklı bir yaklaşımdır fakat işin aslı hiçte öyle değildir. Dertleri ellerinde kalan topraklardan gayrimüslimleri temizlemektir. Bu temelde tehcir kararı alırlar ve 1915 Mayıs ayı içinde kırım sürecinin ‘start’ı verilir.

1917 Ekim Devrimi sonrası Rusya’nın savaştan çekilmesi ve Osmanlı’nın değişen kaderi

Sarıkamış vahşeti sonrasında Osmanlı ordusu, Rus ordu güçleri karşısında uzun süre tutunamaz. Rus ordusu Erzurum üzerinden Erzincan’a kadar ilerler. Karadeniz’de ise hem karadan hem de denizden harekete geçerler. Nisan 1916’da Trabzon’u geçerek kademeli olarak Giresun sınırlarına kadar dayanırlar.

Giresun’a döndükten sonra tekrar çetesini toparlayan Topal Osman ‘Teşkilat-ı Mahsusa’ milis komutanı Yakup Cemil’in komutası altında Giresun-Trabzon sınır hattına konuşlanır.

Rusya’da ise büyük bir alt üst oluşlar yaşanmaktadır. Lenin önderliğinde Rusya halkları Bolşevik Ekim Devrimi’ni gerçekleştirir. Devrimden hemen sonra Lenin; ’Bolşevik sosyalist devrimini gerçekleştiren Rusya, haksız emperyalist savaştan ve işgal ettiği topraklardan çekilecektir’ der ve bunun üzerine Rus ordusu savaştan ve işgal ettiği topraklardan çekilir. Bu gelişmeyle birlikte son nefesini vermek üzere olan Osmanlı Devleti ipten döner!

Rusya, Fransa ve Britanya, 18 Mart 1915 tarihinde Osmanlı Devleti’ni parçalara ayırarak aralarında bölüştürdükleri İstanbul Anlaşması’nı imzalamışlardır. Rusya savaştan çekilince, Fransa ve Britanya’nın bu yönlü girişimleri deşifre olur ve sonuç alıcı olmaz. Dolayısıyla birkaç yıl içinde mevcut sınırlar temelinde TC devletine evirilecek olan toprak bütünlüğünün korunmasında sosyalist Rusya’nın gizli İstanbul Anlaşması’nı deşifre etmesinin ve savaştan çekilmesinin belirleyici rolü olmuştur.

‘I. Dünya Paylaşım Savaşı’,  Almanya ve Osmanlı Devleti’nin içinde yer aldığı İttifak Devletleri’nin yenilgisiyle sonuçlanır. 1918 Ekim’inde ise Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanır. Osmanlı Devleti yenilmiştir ve imparatorluk başkenti işgal altındadır. Aynı zamanda Anadolu ve Kürdistan coğrafyasında Osmanlı Devlet otoritesi tamamen ortadan kalkmıştır.

Rusya’nın geri çekilmesinin ardından Topal Osman zaman kaybetmeden yeni bir hazırlık sürecine girer. Dağlarda dolaşan irili ufaklı çete gruplarını kendi denetimi altına alır ve bölgedeki cezaevini de boşaltarak çete sayısını yüzlerle ifade edilecek kadar artırır.

Osmanlı Devleti’nin teslimiyeti sonrasında İTC kadrolarının önemli bir kısmı Anadolu’ya geçerler ve Kuvay-ı Milliye oluşumuna katılırlar. Topal Osman da çetesiyle birlikte Kuvay-ı Milliyecilerle hareket etmeye başlar. Kendisine verilen ilk görev, bölgede yaşayan Ermenilerin ‘sorun olmaktan’ çıkarılmasıdır. Hemen harekete geçer ve Ermenilerin yaşadığı yerlere çete gruplarını gönderir. Bütün Ermenilerin bir araya toplanması emrini verir. Kısa süre sonra Ermeniler kafileler halinde Suriye çöllerine doğru sürgün yoluna çıkarılır. Kafilenin büyük kısmı yolda öldürülmüştür ve kalanların da çoğunluğu yol sırasında açlık ve hastalık gibi nedenlerden dolayı ‘ölmüştür’. Kısa bir süre içinde Karadeniz’de Ermeni toplumundan geriye Müslüman komşuları tarafından alınıp saklanan ve korunan az sayıda insan kalır.

Ermeni toplumuna yönelik kırımdan yer yer Rumlar da ‘nasibini’ alır; ancak henüz topyekûn yönelim başlamamıştır. Aynı akıbetin kendilerini de beklediğinin farkındadırlar ve can korkusuyla kaçıp Rusya ve Yunanistan gibi ülkelere sığınanların sayısı artmaya başlar.

Her şeyi göze alarak Ermeni toplumuna yönelik Topal Osman çetesinin vahşetine sessiz kalmayan Türk ve Rum halkından kimi vicdanlı insanlar, İstanbul işgal hükümeti nezdinde girişimlerde bulunurlar. Bir süre sonra çabaları sonuç verir ve Topal Osman harp divanında gıyabında yargılanarak Nisan 1919’da idam cezasına çarptırılır. Bir an önce ölü ya da diri yakalanması istenir. Topal Osman, arkasındaki gücü bildiği için kararı hiç dikkate almaz. Ancak İstanbul hükümeti biran önce ele geçirilmesi için kaymakama baskı yapar. Bunun üzerine kaymakamın ricasıyla Topal Osman bir süreliğine Keşap taraflarına çekilir.

Mustafa Kemal ile idam hükümlüsü Topal Osman’ın Havza buluşması ve sonrası

Topal Osman’ın idama mahkûm edildiği günlerde, Mustafa Kemal Karadeniz ve civarında asayişi sağlaması için İstanbul hükümetinin subayı olarak görevlendirilir. Beraberindekilerle birlikte 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşır. Mustafa Kemal, Topal Osman’ın icraatlarından haberdardır. Samsun’a ayak basar basmaz kendisine haber gönderir ve en kısa zamanda Havza’da olmasını ister. İdam hükümlüsü olarak aranan Topal Osman, İstanbul hükümetinin resmi görevlisi bir subay ile görüşmekte herhangi bir tereddüt dahi duymaz. 25 Mayıs 1919’da buluşma gerçekleşir.

Mustafa Kemal, Topal Osman’ı ilgi ile karşılar. “Görüyorum ki vatansever duygular taşımaya gençliğinde başlamışsın. Senin bugünkü yolun da aynen o günkü açtığın çığırdan geçmektir. Memleket kurtuluncaya, iç ve dış düşman kalmayıncaya kadar çalışmak zorundayız. Sen Karadeniz’in köy ve şehirlerini koruyacaksın. Pontus belasının temizlenmesini tamamen senin tecrübeli ellerine bırakıyorum Osman Bey. Hiç çekinmeden gereğini yapınız” der. *2 (*2 Aktaran; Ahmet Gürsoy, Milli Mücadelede Giresunlular, s.49)

Asayişi sağlamak üzere bölgeye gönderilen Mustafa Kemal, Ermeni toplumuna yönelik katliamları nedeniyle idam cezası verilen Topal Osman’ı ödüllendirir ve yeni emirler vererek görevlendirir. Görüşmeden hemen sonra ise hakkındaki idam kararının kaldırılması için girişimlerde bulunur.

Bölgenin durumuna ilişkin İstanbul hükümetine rapor kaleme alır. Raporda Topal Osman’a dair özel bir paragraf açar. Bölgede çok iyi işler yaptığını ancak Ermenilere yönelik tehcir olayları nedeniyle idama mahkûm edildiğinden dolayı yakalanmamak için kaçtığını, Pontuscularla başa çıkmak için Osman Ağa ve çetesine ihtiyaç olduğunu ve önünün açılması gerektiğini belirtir. Aynı anda Sivas valisi üzerinden girişimde bulunur ve 1 ay sonra Topal Osman’a af kararı çıkarılır.

Erzurum Kongresi ve Topal Osman (23 Temmuz 1919)

Erzurum kongresine Giresun delegesi olarak katılan Dr. Ali Naci, mühendis İbrahim Hamdi, Yusuf Ziya Bey ve Trabzon delegesi Ömer Fevzi; halen asker olduğu için Mustafa Kemal’in kongreye başkan seçilmesine karşı çıkarlar ama başarılı olamazlar. Kongreye askeri kıyafetlerle katılmaya devam eden Mustafa Kemal’i uyaran mühendis İbrahim; “Paşa, askeri elbise ile kongreyi etkiliyorsunuz. Bundan böyle sivil elbise ile gelmenizi rica ediyorum” der. Uyarıya çok sinirlenen Mustafa Kemal, o an tehditler savurur ve daha sonra yine kongreye aynı şekilde gelmeye devam eder. Yaşanan gerginlik üzerine muhalifler kongrenin son gününde başkanlık divanına 22 maddeden oluşan program taslağı sunarlar. Taslağın ana teması, demokratik bir içeriğe sahiptir. Kimi maddeleri ise şöyledir;

  • “Vatan savunmasında milis örgütlenmesine gidilmelidir!” Bu madde ile düzenli ordu yerine halk milislerinden oluşan güçlerin örgütlenmesini savunurlar. Bir nevi gerilla savaşını işaret ederler.
  • “Doğu illerinde adem-i merkeziyetçi yönetim anlayışına geçilmelidir.” Türkçesi, Kürdistan’da özerk bir yönetim oluşumunu savunurlar.
  • “Her türlü korumacılığa karşı çıkılmalı ancak ABD ve İngiltere devletlerinden birinin bilimsel, ekonomik alanlarda doğru yol gösterici yardımları kabul edilmelidir.” Kapitalist bir sistemi esas alırlar fakat sömürge ilişkilerini reddederler.

Muhaliflerin program taslağı, genel olarak TC devletinin doksan yıllık tarihinin özeti olduğu şekliyle yani ezilen-emekçi halklara ve devrimci-sosyalistlere yönelik saldırıların kodları olan bölücülük, yıkıcılık ve vatan hainliği gibi suçlamalarla karşılanır.

Kongre sona erer ermez muhalifleri nelerin beklediği hissettirilmeye başlanır. Erzurum Kongresi’nin arifesinde Topal Osman af kararıyla Giresun’a dönmüştür ve ilk iş belediye reisliğine el koymuştur. Bunun yanında ayrıca Müdafa-ı Milliye Hukuk Cemiyeti başkanı da olmuştur.

Muhalif delegelerin kongreden sonra geri döndüklerinde başlarına gelen(ler)i aynı zamanda Karadeniz Gazetesi sahibi olan Dr. Ali Naci’den okuyalım; “Kongreye gidinceye kadar her dediğimizi yapan, bizimle birlikte olan Osman Ağa birden bire değişmiş, kongredeki tutumumuzu nasıl öğrenmişse bize sataşmak için bahane arıyordu. Dönüşümüzden biraz sonra Giresun’a gelen kaymakam Hüsnü Bey’i bile dairesinden çıkarmış, Trabzon’dan gönderilen bir Fransız torpidosu ile kurtulup Trabzon’a dönebilmişti. İbrahim Hamdi birkaç ay sonra bir yolunu bulup Giresun’dan da memleketten de çıkıp gitti. Benim durumum çok tehlikeli idi. Her an beni vurdurmak ihtimali vardı. Birkaç kez Osman Ağa’nın çetesinde bulunan akrabam Kaptan’ın haber vermesiyle kurtuldum.”  *3 (*3 Ahmet Gürsoy, Milli Mücadelede Giresunlular, s.74-75)

Dr. Ali Naci de bir süre sonra ölüm korkusuyla çareyi limanda bulunan bir Fransız ticaret gemisine sığınmakta bulur. Mühendis İbrahim Hamdi ise Giresun’a döndükten sonra bir süre tehditlere kulak asmaz ve Karadeniz Gazetesi’nde Erzurum Kongresi’ne ilişkin görüşlerinin ve eleştirilerinin yer aldığı bir yazı yayınlar. Bu yazıdan sonra artık her an öldürülmekle karşı karşıya kalır ve çareyi önce İstanbul’a, oradan da İngiltere’ye kaçmakta bulur.

Topal Osman, Havza görüşmesinden birkaç ay sonra yaptığı faaliyetlerle ilerleyen süreçte Mustafa Kemal adına çok daha büyük ‘iş’lere imza atacağını belli eder.

Çerkez Ethem’in tasfiyesi ve Mustafa Suphi’lerin katledilmesi sürecine giderken ve Topal Osman

‘I. Dünya Paylaşım Savaşı’ fiilen sona ermiştir fakat savaşın galipleri olan emperyalistler açısından, ‘ganimet’ paylaşımı sonuçlanmamıştır! Savaşta, Osmanlı Devleti yenilmiş, Kürt ulusu dışında kalan ve ulus olma niteliklerine sahip olan tüm halklar ulusal bağımsızlıklarını kazanarak imparatorluk boyunduruğundan kurtulmuşlardır.

Britanya ve Fransa gizli İstanbul Antlaşması doğrultusunda Kürdistan coğrafyası üzerinden işgal sürecine girişirler. Urfa, Antep, Maraş, Hatay başta olmak üzere işgalci güçler yerel halkın direnişleriyle karşılanır. Halkın direnişi görkemlidir ancak merkezi önderlikten yoksundur. Bunu gören Mustafa Kemal ve arkadaşları, direnişleri kendi kontrolleri altına almayı başarırlar. Ankara merkezli olarak, Osmanlı’dan geriye kalan topraklar üzerinde bir ulus-devlet oluşumuna yönelirler. Galip emperyalist devletler için yeni muhatap, hızla öncelik kazanarak güçlenmeye başlayan Ankara hükümetini ‘makul’ bir anlaşmaya zorlamak için harekete geçerler. Ankara hükümetinden istedikleri; Osmanlı’nın borçlarının ödenmesi, boğazlar sorununun çözüme kavuşturulması, Misak-ı Milli olarak ilan ettikleri topraklar içinde bulunan Musul-Kerkük hattı, Suriye’nin kuzeyi (Rojava) ile Akdeniz bölgesinin önemli bir kısmının kendilerine bırakılması ve kapitülasyonların devam etmesidir.

Ankara hükümetinin bu isteklere olumlu yaklaşmaması üzerine Yunanistan devletinin tarihten gelen hassasiyetleri kaşınmaya başlanır. Ege bölgesinin Yunanistan tarafından işgalinin önü açılır ve bu girişime doğrudan destek verirler.

Emperyalistlerin destekleriyle Eskişehir üzerinden Ankara kapılarına dayanan Yunanistan ordu güçlerinin karşısında direnen temel güç Çerkez Ethem komutasındaki gönüllü ‘Kuvay-ı Seyyare’ birlikleridir. Fakat Britanya ve Fransa tarafından silah, para ve siyasi destek alan Yunanistan ordu güçlerinin ilerleyişini durdurmakta zorlanırlar. Durumun hiç de iyi olmadığını gören Mustafa Kemal emperyalistlerle masaya oturmak zorunda kalır ve görüşmeler anlaşma ile sonuçlanır.

Galip olan emperyalist devletler, yapılan anlaşmaya göre istediklerini önemli oranda kabul ettirirler ve karşılık olarak, Yunan devletine verdikleri desteklerini geri çekerler. Bu kez emperyalistlerin desteğinden mahrum kalan Yunanistan ordu güçleri zorlanmaya başlar ve işgal ettikleri topraklardan geri çekilmek zorunda kalırlar.

Savaşın doğası gereği moralini-motivasyonunu kaybetmiş olarak geri çekilmekte olan Yunan ordu güçlerine yönelik, Türk ordu güçlerinin ve ‘Kuvay-ı Seyyare’ birliklerinin şiddetli saldırıları başlar. Bu saldırılarla birlikte Yunan ordu güçleri yer yer bozguna uğrar.

İşgalin bertaraf edilmeye başlanmasıyla birlikte, Batı Anadolu hattının temel direniş gücünün önderi Çerkez Ethem, Mustafa Kemal ve çevresinin yeni kurulmakta olan devlet sürecinden kendilerini tasfiye ederek tek hakim güç olmak istediklerini anlar. Çerkez Ethem, kurulmakta olan devlette kendilerinin de söz sahibi olacağı düşüncesini yüksek sesle dile getirmeye başlar.

Çerkez Ethem yalnızca askeri güce sahip değildir. Batı Anadolu’nun emekçi-yoksul halkına dayanır.  Halkın sorunlarına oldukça duyarlı olan birisidir. Dolayısıyla halkta güçlü bir karşılığı vardır. Öldürülerek tasfiye edilmesi kolay olmadığı gibi, bu durum toplumdaki karşılığının daha da güçleneceği riskini içinde barındırıyordur. Mustafa Kemal, Çerkez Ethem’in kendisi için potansiyel tehdit olmaya devam edeceğini düşünür. Alışılagelmiş tasfiye yöntemi yerine, itibarsızlaştırmayı temel alan bir dizi provokasyonlar yoluna gider ve Çerkez Ethem’i saf dışı etmeyi başarır.

Savaş zamanında kader birliği etmeyi başaran Mustafa Kemal çok fazla düşman kazanmıştır. En yakınındakilere dahi güven duymayacağı kadar vahim bir durumdadır. Dolayısıyla kendisine sonsuz sadakatle bağlı olacak aynı zamanda egemenliğine giden yolda ‘ufak tefek’ pürüzleri de tereddüt etmeden ortadan kaldırmayı göze alacak ve yakın koruması olacak bir kişiliğe ihtiyaç duyar. Doğal olarak ilk aklına gelen kişi Topal Osman olur ve Miralay Rasim Bey’i sivil bir şekilde Giresun’a gönderir. Miralay Rasim Bey, Topal Osman’a Mustafa Kemal’in mesajını iletir ve biran önce Ankara’ya hareket etmesini söyler.

Topal Osman, 29 Ekim 1920 tarihinde on kişiden oluşan çetesiyle birlikte yola çıkar. Deniz yoluyla önce İnebolu’ya oradan da kara yoluyla Ankara’ya ulaşır. Mustafa Kemal tarafından kabul edilir ve gerekli görüşmeler yapıldıktan sonra koruma görevini üstlenecek olan ’Giresun Gönüllü Maiyet Müfrezesi’ kurulur. Müfrezenin kurulması sonrasında Topal Osman yeni talimatlar alarak Giresun’a döner. Kısa sürede tam teçhizatlı yüz kişiden oluşan yeni grup hazırlar ve takviye güç olarak Ankara’ya gönderir. Grup yola çıkarken yaptığı tembih konuşması çete üyelerinin çok iyi bildiği türdendir!

“Paşa hazretlerinin muhafazası yalnız ve yalnız size aittir. Onu her yerde siz koruyacaksınız. Uçan kuşlardan dahi paşa hazretlerine en ufacık bir şey olursa kendinizi yok bilin. Hatta ve hatta geride bıraktıklarınızı da yok bilin.” *4 (*4 Erden Menteşeoğlu, Yakın Tarihimizde Osman Ağa ve Giresunlular)

Çocuk, yaşlı, kadın demeden katliamdan geçirip soy kurutmanın ne olduğunu bilakis Ağa’larından öğrenen çete mensupları, herhangi bir olumsuzluk durumunda, Ağa’larının söylediğini gözünü kırpmadan yapmaları gerektiğini çok iyi bilirler. Onun içindir ki; Topal Osman ‘tembihini’ böylesine can alıcı bir yerden yapmayı uygun bulur!

Resmi olarak kurulan ve kısa sürede sayısı artırılan muhafız birliği üç takım halinde örgütlenir. Topal Osman’ın en sadık adamlarından olan Mustafa Kaptan, milis teğmeni rütbesiyle bölük komutanı yapılır. Birliğin ismi değiştirilerek ‘Giresun Gönüllü Laz Müfrezesi’ yapılır.

Mustafa Kemal’in emri altında çalışmaya başlayan Topal Osman, 19 Ocak 1919 tarihli olarak gayrimüslim topluma dair Mustafa Kemal’e rapor yazar. Raporunda Hıristiyanları yılana benzetir ve aynı zamanda Karadeniz’de Rum Hıristiyanlara arka çıkıp himaye eden Türk-Müslümanların olduğu, bunların Türklüğe en büyük zararı veren hainler olduğunu belirtir. Rumları koruyup arka çıkan Türklerin başında, Trabzon milletvekili Ahmet Efendi ve onun arkadaşı Binbaşı Ali Rıza Efendi’nin olduğunu belirtir. Serhat boylarında yapılan Ermeni kıyımını örnek vererek; “Doğu Anadolu’da yapılan işler bugün Doğu Anadolu sorununu mezara gömmüştür” diyerek Rumların da aynı şekilde ortadan kaldırılıp mezara gömülmesini önerir!

Topal Osman’ın o raporu ve önerisi kabul görür ve yalnızca 1921-22 yıllarında Rum halkından binlerce insan kıyımdan geçirilir.

TKP Genel Sekreteri Mustafa Suphi ve önder kadroların katledilmesi sürecinde Topal Osman

Mustafa Kemal ve Topal Osman ikilisinin Ankara buluşmasına denk gelen günlerde Bakü’de kuruluşunu gerçekleştiren Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri M. Suphi ve yoldaşları, Mustafa Kemal’in daveti üzerine TKP merkezi yapısının Ankara’ya taşınması kararını alırlar. Amaçları, ‘Kurtuluş Savaşı’na fiilen katılmak ve destek olmaktır.

Mustafa Kemal, özel temsilci ile M. Suphi’ye davet mektubu gönderir. Mektubun içeriğini M. Suphi; “Mustafa Kemal Paşa, bizim sınıf mücadelesini bildiğinden ortak düşmana birlikte mücadele için Ankara’ya gelmemizi istiyor. Bu nedenle merkezi heyetin Anadolu’ya nakli bir zorunluluktur.” diye aktarır. *5 (*5 Dönüş Belgeleri 1, TÜSTAV Yayınları)

TKP kuruluş kongresi öncesinde, V. İ. Lenin’in doğrudan girişimleriyle Sovyet Rusya ile yeni kurulmakta olan Türk devleti arasında başlayan ilişkilerle birlikte TKP önderliğinin de Mustafa Kemal’le ilişkilenme süreci başlar. Bir dizi görüşmelerin ardından Bakü’de kuruluş kongresinde (10 Eylül 1920) merkez komitenin Ankara’ya taşınmasının gerekçelerini Mustafa Suphi, TKP’nin resmi yayını olan Yeni Dünya Dergisi’nde kaleme alır;

“Proletarya hareketinin geri kaldığı ülkelerde milli demokratik harekete katılmak ve yardım etmek 3. Enternasyonal’in kararıdır. Türkiye işçi ve köylüsünün bu mücadelesi yerindedir ve istilacı devletlere karşı Kuvay-ı Milliye Hareketi’ne bütün kuvvetimizle yardım edeceğiz. Kuvay-ı Milliye’nin başında bulunan en önemli kişiler komünizme oldukça müsaittirler. Emperyalizme karşı Anadolu’da başlayan milli isyan hareketi uluslararası proletarya hareketine-cephesine güç katmaktadır. Avrupa emperyalistlerinin baştanbaşa işgal ederek, sömürmek istedikleri şark dünyasına ait genel kurtuluş hareketlerine şanlı bir örnek tarih teşkil etmektedir. Milli mücadele zaferinin doğu haklarının geleceği üzerinden Rusya’da gerçekleşen proleter devrimin gelişimi Kapitalist ülkelerdeki devrim hareketi üzerinden oynadığı role benzeyen yapıcı bir etkisi olacaktır.”*6 (*6 Yeni Dünya Dergisi, Sayı:65)

M. Suphi, Anadolu’ya hareketin gerekçelerini bu şekilde anlatırken dönemin Anadolu gerçekliğini ve Mustafa Kemal şahsında kurulan Ankara hükümetini ne derece doğru ya da sağlıklı değerlendirdiği ayrı bir konudur fakat büyük bir samimiyetle ve inançla Anadolu’ya hareket ettikleri bir gerçektir. Ancak TKP’yi Ankara’ya davet eden Mustafa Kemal çok farklı hesaplar içindedir.

Rusya devriminden sonra emperyalistlerin doğrudan destekleriyle başlayan karşı-devrimci saldırılar ve ülkenin içinde bulunduğu iç savaş şartları, sosyalist devrimin geleceğini ciddi şekilde tehdit etmeye başlar. Bu olumsuz gelişmeler devrim Rusya’sını yeni önlemler almaya zorlar.

Ekonomik kuşatmayı, Britanya ile ticaret anlaşması yaparak ve ülke içinde kontrollü bir şekilde özelleşme teşebbüsü, mülkiyeti teşvik eden NEP (Yeni Ekonomi Politikası) ile aşmaya yönelir. Siyasi ve fiili kuşatmayı hafifletmek için ise yönünü Asya halklarına ve de devletlerine çevirir. İlk etapta Ankara ve İran ile ilişkilenmeye yönelir.

Sovyet Rusya, bu sürece kadar farklı ülkelerle ilişkilerinde ilkesel bir tutum sergiler ve Komintern üzerinden hareketle, devrimci örgütleri -Komünist Partileri- muhatap alır. Anılan bu süreçten itibaren ise parti ve örgütler devre dışı bırakılarak doğrudan devletlerle ilişkiler kurmaya başlar.

Emperyalistlerin doğrudan işgaliyle karşı karşıya olan Türkiye’deki gelişmeleri yakından izleyen Rusya, Ankara hükümetinin ekonomik olarak kendilerinden de kötü durumda oldukları ve Yunanistan ordu güçleri karşısında zorlandıkları tespitini yaparlar.  Aynı zamanda mevcut şartlar içinde Türkiye’de sosyalist nitelikte bir devrimin gerçekleşme şansının olmadığı tespitinde de bulunurlar. Bu tespitler üzerinden hareketle, Ankara hükümetinin mevcut durumundan yararlanıp Ankara’nın doğrudan emperyalistlerin denetimi altına girmesinin önlenmesi ve en azından tarafsız kalmasını sağlayarak az da olsa nefes alacakları bir alan oluşturmak anlayışı temelinde TKP’yi baypas ederek Ankara’yla doğrudan ilişkilenme kararı alırlar.

Mustafa Kemal ise arayışlarına daha önceden başlamıştır ve Sovyet Rusya’nın içinde bulunduğu durumdan detaylı olarak haberdardır. “Komünizm’e hayır, Sovyet Rusya’ya evet!” anlayışı içindedir. Bu anlayış temelinde, Komintern üyesi olan TKP üzerinden Sovyet Rusya’nın kendilerine destek olmak ve yardımlarda bulunmak zorunda olduğu düşüncesindedir. Düşüncesi, Lenin’in tespitlerine paraleldir.

“Anadolu’nun emperyalistler tarafından işgal edilmesi ya da İstanbul hükümetinin Anadolu’da hâkimiyet kurması durumunda emperyalistler Gürcistan ve Ermenistan güçleriyle birleşerek Sovyet Rusya’yı güneyinden ve doğusundan büyük bir kuşatma altına alacak, bu da Sovyet Rusya’yı daha fazla zorlayacaktır. Bunu istemiyorlarsa bize destek olmak zorundadırlar” diye düşünerek harekete geçer.

Mustafa Kemal’in arayışlarından haberdar olan Lenin doğrudan ilişkiye geçilmesini ister. Yapılan anlaşma sonucunda Sovyet Rusya, Ankara hükümetine; “39 bin tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 63 milyon tüfek mermisi, 150 bin top mermisi, 1000 atımlık top barutu, 4 bin adet, el bombası, 4 bin şarapnel, 1500 kılıç, 20 bin adet gaz maskesi ve 11 milyon altın ruble yardımda bulunur.” *7 (*Türk Dış Politikası, Baskın Oran, S. 162)

Mustafa Kemal, amacına ulaşır ve Sovyet Rusya’nın desteğini alır. Bu gelişmeyle Mustafa Suphi ve yoldaşlarının akıbetine dair sonun başlangıcı denebilecek süreçte başlamış olur. TKP’nin devre dışı bırakılarak doğrudan iki devlet arasında kurulan ilişki süreci, TKP’nin etkisizleştirilmesine ve TKP’nin merkez kadrolarının katliamına giden yolda önemli bir adım olur.

Mustafa Kemal’in ‘sol-sosyalist’, komünist harekete yönelik tasfiye yönelimi, Çerkez Ethem’e yönelik itibarsızlaştırma saldırısıyla eş zamanlı olarak başlar. Çerkez Ethem güçleri, Komünizm’i İslami değerlerle bağdaştırma amacına yönelik olarak yeşil ordu güçleriyle ilişkilenip birleşmeleri ile birlikte sol-sosyalist düşünce eğilimli büyük bir askeri güç haline gelir. Bu da Mustafa Kemal’i ziyadesi ile tedirgin etmeye başlar. Bunun üzerine emekçi-yoksul Anadolu halklarına sol-sosyalist cenahtan önderlik yapabilecek muhtemel güçlerin tasfiyesine yönelik saldırıların ‘start’ını verir. Sonuçta; Çerkez Ethem itibarsızlaştırılarak tasfiye edilir. Peşi sıra Yeşil Ordu yasadışı ilan edilerek hedef haline getirilir. Öne çıkan sol-sosyalist, komünist çevreden her kim varsa tutuklanır veya sürgün edilir. İlgili dönemde ‘dış düşman’ın geriletilmesi süreci başlamıştır. Akabinde ise, mevcut ve potansiyel ‘iç düşman’lara yönelim öne çıkmaya başlar. Bunların başında da Komintern üyesi olan TKP gelir. An itibariyle Ankara hükümetine karşı doğrudan tehdit olarak görülmese de arkasında Sovyet Rusya gibi büyük bir güç vardır ve gelecek için önemli bir tehdit olduğu açıktır.

Bir dizi girişimler ve görüşmeler sonrasında Mustafa Kemal, hem Sovyet Rusya nezdinde hem de toplum nezdinde belli bir güven duygusu oluşur. Ankara’ya hareket hazırlıklarını tamamlayan Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı Bakü’den yola çıkarlar. Aynı günlerde Mustafa Kemal’de harekete geçer ve Topal Osman’ı Ankara’ya çağırır. Ankara’dan gerekli talimatları alan Topal Osman, zaman kaybetmeden Giresun’a döner ve Mustafa Suphiler’in karşılanması görevini, güvendiği adamlarından birisi olan Kâhya Yahya’ya verir. Yaptıkları plana göre; katliam sürecine giden provokasyonlar, grubun Erzurum’a ulaşması ile başlayacaktır. Önceden hazırlanan çete grupları tarafından Erzurum’da yolları kesilir ve saldırılara, hakaretlere maruz kalırlar. Bu aşamadan sonra saldırıların ardı arkası kesilmez.

Daha sonraki gelişmeleri, Mustafa Suphi’lerin Ankara’ya hareket planı kesinleşmesi üzerine, ön hazırlık yapması için Trabzon’a gönderilen TKP Genel Birliği (TKP-GB) üyesi Abdülkadir Bey’in TKP’ye yazdığı raporundan okuyalım.

“(…) Bu sırada merkez komitenin Bayburt’a ulaştıklarını haber aldım. İşte o sırada halk arasında müthiş bir propaganda başladı. Bu propaganda Müdafaa-i Milliye Cemiyeti tarafından örgütleniyordu. Propaganda sırf komünist aleyhine ve dolayısıyla Trabzon’a gelecek olan Mustafa Suphi ve refikleri hakkında idi.

Ben ve yoldaşım Mehmet Salih, bu propagandaların amacının ne olduğunu anlamak için hemen propagandacılara yöneldik. Edindiğimiz bilgi şöyleydi: ‘Güya Rusya gibi iki kısma ayrılarak bunlardan bir kısmı bugün Anadolu hükümetine daima yardımda bulunmak istenen Bolşevikler, diğer kısmı ise hiçbir suretle yardımda bulunmak istemeyen, bütün memleketleri harap ve münevverleri katleden komünistlerdir. İşte yakında Trabzon’a gelecek olan şahıslar da kendileri her ne kadar Türk iseler de Rus diline dönmüş ve Rusya’da bulunan binlerce esir kardeşimizi kurşuna dizerek idam etmiş ve Bakü’de bulunan esir kardeşlerimizi denize dökerek boğdurmuş komünistlerdir. Bunların reisi olarak buraya gelecek olan Mustafa Suphi, Mahmut Şevket Paşa’yı öldürmüş ve idam cezasına mahkûm olduğu zaman Rusya’ya firar ederek tamamı ile Ruslaşan bir şahıstır. Bugün memleketi fesada sokmak, milleti soydurmak gibi birtakım roller oynamak üzere Trabzon’a geliyorlar. Rusya’da bulunan esir kardeşlerimizi idam ettiren bu hainlerden intikamımızı alalım. Bunları memlekete sokmayarak Değirmendere civarında toplanalım. Ne yapacağımızı orada karar veririz diyorlardı. Durumun hiç iyi olmadığını anladığımızda derhal Maçka’ya bir arkadaşımız gönderdik. Orada merkezi heyete durumu anlatacak, Trabzon merkezde öldürülebileceklerini ve oradan hemen başka yere gitmelerini söylemesini istedik. Arkadaşımız Maçka’da onları bulmuş ancak etrafları askerlerle kuşatılmış olduğundan temas kuramamış ve haberimizi iletemeden geri döndü. (…) Daha sonra Değirmendere’ye gittim. Durumu bizzat kendim gördüm. Saat 9’da gelecek olan heyet yarımda geldi. Halkın büyük bölümü gitmişti. Yağmur yağıyordu ve hava soğuktu. Halkın dağılmaya başlaması üzerine derhal inzibat ve polis yolları keserek halkın gitmesini engelliyorlardı. Saat yarımda heyet kafilesi göründü. Değirmendere’de vali, polis müdürü, Müdafaa-i Milliye Reisi ve üyeleri bulunuyordu. (…) O sırada kâhya Yahya yumruk dairesinden 10 tane hamal, beş altı tane rençper ve on-on beş tane sepetli hamal çocukları geldi.

Kafilenin en önünde yürüyen Mustafa Suphi göründü. Bu esnada bir zabit önüne geçerek: ‘Mustafa Suphi, bak 16 arkadaştan yalnız ben kurtuldum. Bakü’de, Türkmenistan’da binlerce kardeşimizi sen mahvettin’ deyince Mustafa Suphi, Müdafaa-i Milliye Reisi ve valiye hitaben: ‘Biz Ankara’ya gideceğiz. Mustafa Kemal paşaya arz-ı ubudiyet (bağlılığımızı bildirmek) için davet üzerine geldik. Lütfen müsaade ediniz muhabere edelim…’ diyerek konuşurken arkadan birisi bir tekme vurdu. Suphi yoldaş çamur içine yuvarlandı. Hamallar derhal harekete geçerek yüzüne tükürdüler, çamur attılar ve döverek motora götürdüler. Ardından diğer yoldaşları da aynı şekilde döverek motora bindirdiler. Yanlarına da on beşe yakın asker bindirildi. Saat bir buçuk sıralarında motor hareket etti. (…) Saat akşam sekiz sıralarında motor boş olarak geri döndü. Birkaç gün sonra tayfalardan birinden aldığımız bilgiye göre, sürmene açıklarında ayakları ve elleri bağlı olarak denize attıklarını, yalnız Suphi yoldaşın ailesini motor geriye döndüğü zaman Kâhya Yahya tarafından motordan çıkarıldığını haber aldık. (…) Aradan epey bir zaman geçtikten sonra kadının kâhya tarafından Rizeli çeteleri hediye edildiğini, orada da bir zevk arasında öldürdüklerini haber aldım.” *8 (*8 Dönüş Belgeleri II Tüstav Yayınları)

Çerkez Ethem’in direkt katledilerek tasfiyesini göze alamayan ve önce itibarsızlaştırma yoluna başvuran Mustafa Kemal, doğrudan hükmedebilecekleri bir askeri güce ve hali hazırda örgütlü toplumsal güçten yoksun olduklarını bildiği Mustafa Suphi ve yoldaşlarını ustaca bir komplo sonucu katledilmelerini göze alarak önemli bir potansiyel tehdidi daha bertaraf etmeyi başarır.

Rum toplumuna yönelik toplu kırım süreci ve yan faaliyet olarak Koçgiri Seferi

Topal Osman, Havza görüşmesi sırasında, Pontus’un temizlenmesi talimatını aldıktan sonra Şebinkarahisar’da bulunan karargâhına döner. Aynı günlerde Yunan ordu güçleri İzmir’e girer. Yunan ordusunun İzmir’e girmesi; kendilerini savunma olanaklarından ve gücünden yoksun olan Karadeniz Rum toplumuna yönelik felaket kapısının ardına kadar açılmasını demektir.

Kısa süre içinde köylerde yapılan katliamları öğrenen kent ve çevresinde yaşayan Rumlar, dehşete ve telaşa kapılırlar. Canlarını kurtarmanın telaşı içinde imkânı olanlar ilk fırsatta kaçmayı başarır. Kentte asıl felaket ise henüz başlamamıştır ama eli kulağındadır! Cellâtlarına af kararı çıkarıldığı ve cellâtlarının kısa süre sonra Giresun’a döneceği söylentileri çığ gibi büyür.

Birkaç güne kalmaz söylenti gerçeğe dönüşür ve Topal Osman kalabalık bir çete grubu ile silah atışları eşliğinde törenle kente girer, belediyeyi işgal ederek el koyar. Ardından kendisine ayak bağı olacağını düşündüğü kaymakamın evini basarak üzerini giymesine fırsat vermeden elini kolunu bağlayıp don-gömlek Trabzon’a sürgün eder. Öte yandan 42. Alay, Alay Komutanı Hüseyin Avni Alparslan tarafından Topal Osman’ın emrine amade edilir. Böylece yapacağı işler için önünde hiçbir engel olmadığı gibi gücüne de güç katmış olur.

Yüzyıllardır yaşadıkları toprakları, tarihlerini ve birikimlerini terk etmek istemeyen insanlar ve aynı zamanda gitmek isteyip de bu olanağa sahip olamayanlar da son bir can havliyle örgütlenerek kendilerini savunmaya çalışsalar da karşılarındaki büyük güce karşı başarılı olamazlar.

Ankara hükümetinin,’ iç düşman’ kategorisi içinde yalnızca gayrimüslimler ve komünistler yer almaz. Tek ulus ve onun devletini yaratmak hedefleri vardır. Bunun için de öncesinde Kürt ulusunun desteğine ihtiyaç duyduklarından dolayı, bir bütün olarak diline, kültürüne; yani Kürt olarak var olmalarına ‘saygı’ duyulur ve yaşadıkları Kürdistan coğrafyasında kendi kendilerini yönetecekleri özerklik temelinde düzenlemeler yapılacağı yönünde anlaşmalar yapılır. Kürtlere bol keseden sözler verilir. Ankara hükümeti ve dolayısıyla Mustafa Kemal, kendisini daha güçlü hissettiği ilk anda ise ‘artık amaca giden yolda Kürtlerin desteğine ihtiyacı kalmadı’ tespitiyle yapılan anlaşmaları ve verilen sözleri reddeder. Bundan sonra Kürtlerin varlığının bir bütün olarak inkâr edildiği yeni bir süreç başlar. İnkâra yönelik başlatılan saldırılar, Kürt halkı tarafından kabul edilmez ve direnişle karşılanır.

Günümüz şartlarında da hala yıkıcı bir şekilde devam eden Kürt ulusunun var olma direnişinin ilk ayaklanmalarından birisi; Koçgiri’de Alişer önderliğinde başlar. Ankara hükümeti, merkez ordu gücünü ve Topal Osman çetesini Kürt halkının üzerine sürerek direnişi kanlı bir şekilde bastırma yoluna gider.

“Doğu Anadolu’da bir kısım Alevi Kürtler ayaklanmış, Ankara’yı tehdit eder duruma gelmişlerdi. Bunun üzerine hükümet merkez ordu kumandanı Sakallı Nurettin Paşa’ya bağlı birliklerle, Giresun’da Atatürk’ün emriyle Osman Ağa komutasında kurulan 47. Gönüllü Alay isyancıların üzerine gönderildi. Osman Ağa, kendine bağlı gönüllüler ile Şebinkarahisar üzerinden Refahi’ye doğru yola çıktı. Güzergâh üzerinde önüne çıkar Rumları ortadan kaldırma ihmal etmedi. 1921 yılının Nisan-Mayıs aylarında 2 ayı aşkın bir süre devam eden isyanın bastırılmasında çok büyük başarılar gösteren Giresun gönüllüleri Osman Ağa hükümet tarafından ödüllendirildi. İsyanın bastırılması Ankara’yı iyice rahatlattı.” *9 (*9 Millî mücadelede Giresunlular, Ahmet Gürsoy, s.102)

Yazarın marifetmiş gibi övünç duyarak sözünü ettiği ‘Rumları ortadan kaldırmayı ihmal etmedi’ söylemi Kürt halkının da nasıl bir vahşetle karşı karşıya kalmış olabileceğini başka söze ihtiyaç kalmadan açıklıkla ortaya koymaktadır.

Giresun ve çevresinde Topal Osman çetesinin yaptığı katliamlardan haberdar olan Samsun ve çevresinde yaşayan Rumlar, sıranın kendilerine geldiğinden emindirler ve varolan örgütlüklerini güçlendirerek silahlı gruplar oluştururlar. Ne var ki artık çok geçtir!

Koçgiri direnişini kanlı bir şekilde bastıran Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman çetesi, 42. Alay ile beraber Samsun ve çevresine yönelirler. Katliam bilançosunu sakallı Nurettin Paşa’nın anılarından okuyalım:

“Vatansever halkımızın, milli kuvvetlerimizin direniş, mücadele ve harekâtları sonucu Pontusçu teşebbüsler kırıldı ve boşa çıkarıldı. 11 bin 188 asi çeteci öldürüldü. 2 bin 500 tüfek, 1 milyon 2 yüz bin mermi ele geçirildi. Beşinci asırdan beri varlıklarını ve devamlarını Türk müsemahasına borçlu oldukları halde sonunda en zayıf anımızda bizi içten vurmaya kalkışan Pontusçu Rumlar 1923’te Yunanistan’a gönderilerek saçma Pontus hayallerine bir daha teşebbüs edemeyecekleri temelde kökleri kazındı.” *10 (*10 Age s.33)

Sakallı Nurettin Paşa, net bir şekilde bir Rumların ‘kökünün kazandığını’ açık bir şekilde beyan ediyor. 11 bini aşkın çete öldürdüklerini ancak 2500 tüfek ele geçirdiklerini söylerken 9000 civarında savunmasız insanı da katlettikleri gerçeğini kendisi ortaya koyuyor. Sözünü ettiği bu ‘resmi’ rakamların sadece Samsun çevresine ait olduğu anlaşılıyor. Bölge genelindeki katledilen insan sayısını düşünmek bile tüyler ürpertici…

Karadeniz coğrafyası 1915’te Ermeni toplumundan arındırıldıktan sonra sıra Rum toplumuna gelmişti. Rum toplumunun önemli bir bölümü katledildi. Sağ kalan insanların bir kısmı kendi imkânları ile Yunanistan ve Rusya gibi ülkelere kaçmayı başardılar, bir kısmı İslamiyet’i kabul ederek ölümden kurtuldular. Sağ kalıp bir şekilde Karadeniz’de yaşamaya devam eden az sayıda Rum’u ise 1923’te yapılan mübadeleyle Yunanistan’a sürerek Karadeniz’de Rum toplumu ‘ortadan kaldırılmıştır’. Böylece muhteşem güzellikteki Karadeniz coğrafyası tam bir halklar kıyımına-cehennemine dönüştürülmüştür.

***

Yaratılan bu insanlık suçları elbette yoksul-emekçi Karadeniz Türk halkına mal edilemez. Böyle derken katliamlarda rolleri olmamıştır veya yoktur demiyoruz tabii. Yazı boyutunda da çok açık olarak görüleceği üzere, insanlık suçunun asıl sahipleri; halkı üzerinde egemenlik kurmuş olan ve farklı toplumları baskı, zor, sömürü gibi yol ve yöntemlerle denetim altında tutmak isteyenlerdir. Bu insanlık suçlarının asıl sorumluları; milli ve dini duygularla, ‘mülkiyet budalalığı’ boyutlarında hassasiyetler oluşturup bunları zaman zaman ihtiyaç duydukları temelde büyütüp, derinleştirerek halkları birbirlerine karşı düşmanlaştıran, kırdıran Türk devletinin kurucu egemenleri ve onların ‘tekçi’ ideolojileridir.

Topal Osman’ın Ankara’ya çağrılması ve son görev

Yunan ordu güçlerinin bozguna uğraması sonrası artık savaş Ankara’da meclis içinde yaşanmaya başlar. Mustafa Kemal gelişmelerden bir hayli kaygı duymaya başlar. Ne denli sıkıntı içinde olduğunu Nutuk’ta; ’İnkılâp kendi idraklarının hududuna geldikçe, arkadaşlar beni terk etmeye başladılar.’  diyerek dile getirir.

1923 yılının başlarında Ankara’da mecliste başı çeken birkaç ayrı grup vardır. Milletvekillerinin önemli bir bölümü Mustafa Kemal’in cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkarlar. Mustafa Kemal’in işi gerçekten zordur ve bu zamana kadar öne çıkan, iktidarına ortak olmak isteyen ya da böyle bir potansiyele sahip olan kim varsa bir şekilde tasfiye etmeyi başarmış ve önünü temizlenmiştir. Ne var ki; sürecin son aşamasından amacına ulaşıp iktidarını baki kılacağı bir süreçte önüne çıkan meclis engeli her şeyi yerle bir edecek durumdadır. Göz göre göre iktidarı elinin altından kayıp gitmektedir! Can sıkıcı durumun başında ise, güçlü bir cumhurbaşkanı adayı olarak; ‘Cumhurbaşkanı sivil olsun, Mustafa Kemal Paşa, ordunun başına dönsün!’ diyen Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey vardır.

Karşısına çıkan bu son tehdidin önünü almak ve Ali Şükrü Bey’i saf dışı bırakmak için Mustafa Kemal düşünür taşınır fakat geleneksel tasfiye yöntemi dışında bir hal çare bulamaz! Oldukça zeki ve de inatçı olan Ali Şükrü Bey ne tehditlere ne de itibarsızlaştırma saldırılarına kulak asmaz!

Mustafa Kemal, birçok talimatının sonsuz bir sadakatle yerine getiren ve aynı zamanda Ali Şükrü Bey’in yakın ahbabı olduğunu bildiği Topal Osman’ı Ankara’ya çağırır. İkinci defa Ankara’ya gidecek olan Topal Osman kısa sürede hazırlığını yapar ve yola çıkar. Vapura binmeden önce kendini yolcu etmek için gelenlere kısa bir konuşma yapar.

“Benim görevim artık bitmiştir. Yükümlülüklerimi teslim edip geleceğim.” der ancak yanılır! Son bir görevi daha vardır o da Mustafa Kemal’in önüne varlık-yokluk meselesi olarak dikilen engeli, sonucu ne olursa olsun ortadan kaldırmaktır! Gerekli görüşmeler yapıldıktan sonra bir süreliğine ikamet etmek için Rumlardan el konulan Çankaya sırtlarındaki papazın köşküne yerleşir ve son görevine hazırlanır.

Ali Şükrü Bey’in katledilme süreci ve Topal Osman’ın akıbeti

Söz konusu tarihte Giresun, Trabzon’un kazasıdır ve dolayısıyla Giresun milletvekili de olan Ali Şükrü Bey, mecliste Mustafa Kemal’e karşı olan muhalefetin en etkili liderlerindendir. 27 Mart 1923 günü evinden meclise gitmek için çıkan Ali Şükrü, bir daha geri dönmez. Bunun üzerine aramalar başlatılır. Cesedine ulaşılması fazla zaman almaz. Elinde sandalye hasırı parçaları vardır ve boyunda oluşan yaralardan boğularak öldürüldüğü sonucuna varılır.

Ali Şükrü Bey ile iyi bir dostlukları olduğu, bilindiği halde, daha ilk andan itibaren olağan şüpheli olarak; -yakın zamanda Ankara’ya gelmiş olan- Topal Osman’ın adı konuşulmaya başlar! Cesedin bulunmasının hemen sonrasında, Topal Osman’ın yardımcısı Mustafa Kaptan şüpheli zannıyla gözaltına alınır ve sorgusunda ’zorluk çıkarmadan’ cinayeti ‘itiraf’ eder! İfadelerinde, Topal Osman’ın talimatıyla Ali Şükrü Bey’e ‘Osman Ağa’nın kendisi ile görüşmek istediğini ilettiğini, ardından da birlikte Samanpazarı’nda bir eve gittiklerini anlatır. Eve götürülen Ali Şükrü Bey, Topal Osman tarafından sorgulanır, muhalefetinden vazgeçmesi için tehdit edilir ancak olumlu karşılık alamayınca iple boğarak öldürülür. Akşam olunca cesedi bir sandık içine koyarlar ve Samanpazarı’na yakın olan Mühye köyüne götürüp gömerler.

Topal Osman Mustafa Kemal’e sadıktır ve bunu birçok defa kanıtlamıştır. Bir nevi Mustafa Kemal’in kara kutusudur! Yalnız son tasfiye hamlesi, savaş sahalarında yapılanlardan çok farklıdır ve meclisin yanı başında muhalif kanadın en güçlü lideri göstere göstere katledilerek tasfiye edilmiştir. Dolayısıyla her şey ayan beyan ortadadır ve asıl sorumlunun kim olduğunu gayet iyi biliyordur! Ancak ellerinden katliam emrini verenlere dair bir kanıt olmadığı sürece bilinmesinin hem hukuksal bir sonucu olmayacak hem de muhalif grubu etkisiz kılacağı kesindir.

Ne var ki olaylar istenilen şekliyle gelişmemiştir ve ortalık fena karışmıştır. Meclis kararlı şekilde infazın üzerine gitmeye başlamıştır. Tepkiler hükümeti düşürme boyutuna varınca işin rengi tamamen değişir.

Katliamın başındakiler için Topal Osman’ın sağ ele geçmesinin kendileri açısından sonum başlangıcı olabileceğinin farkındadırlar! Durum en küçük bir riski göze alamayacak denli hassastır ve ona göre de gereği yapılmak durumundadır!

Önce Ali Şükrü Bey’in katilinin Topal Osman olduğu resmen ilan edilir ve ardından imha planı devreye sokulur. İlk iş olarak bakanlar kurulu kararıyla Mustafa Kemal’in korumalığını yapan Topal Osman çetesi yerine Meclis Muhafız Taburu geçirilir. Ancak Topal Osman’ın, kendisinin ortadan kaldırılacağını fark etmesi durumunda neler yapabileceğini ve nelerin ortaya çıkacağını bilen Mustafa Kemal, ikinci bir önlem olarak infaz talimatı verir. İnfaz talimatını vermeden hemen önce ise Latife Hanım ile birlikte gizlice köşkten ayrılır.

 İnfaz kararından önce Başvekil Rauf Orbay ile Mustafa Kemal arasında geçen diyalog oldukça manidardır:

Mustafa Kemal: “Şimdi ne düşünüyorsun?”

Rauf Orbay: “Bir şey düşündüğüm yok Topal Osman’ın yakalanması gerek, Çankaya’nın arkasında Ayrancı tarafında Papazın Bağı denilen yerde saklanıyor.”

Mustafa Kemal: “Nasıl yakalatacaksın?”’

R. Orbay:  “Meclis Muhafız Birliği’yle.”

Mustafa Kemal: “Meclis Muhafız Birliği’nde Topal Osman’la gelmiş Karadenizli’ler var. Bunlar birbirine ateş etmezler. Ne sen ne ben ne Ankara… Bir şey kalmaz.”

R. Orbay: “Suçluları yakalatmak mutlak gerek. Eğer başkomutan olarak ve herhangi bir şekilde sizce buna gerek görülmüyorsa benim bunu yarın meclisi anlatmam gerekecektir”. *11 (*11 Erden Menteşoğlu, yakın tarihimizde Osman Ağa ve Giresunlular s.166)

Ne gariptir ki onca savaşlardan çıkmış başkomutan Mustafa Kemal, Topal Osman ve çetesinden açıkça çekinip korktuğunu söylüyor! Rauf Orbay her şeyi biliyor olmalı ki Mustafa Kemal’i olayın iç yüzünü mecliste anlatmakla tehdit ediyor.

Her geçen saatin aleyhine işlediğini görür Mustafa Kemal ve Başkomutan olarak ‘kara kutusu’ Topal Osman’ın infaz emrini Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı Tekçe’ye verir.  Mustafa Kemal’in çok yakınında bulunan Falih Rıfkı Atay, ‘Çankaya’ isimli anı kitabında; “Topal Osman da sonunda, nizamlı ordunun kıta komutanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından Mustafa Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur.”  diyerek duruma açıklık getirir.

Yazar Cemal Şener, Aktüel Dergisi’nin 1991 Temmuz sayısında: “Mustafa Kemal ve Topal Osman, Ali Şükrü’nün öldürülmesini birlikte kararlaştırdılar. Ne var ki, Mustafa Kemal daha sonra mecliste oluşan baskılara göğüs geremedi ve Topal Osman Ağa’yı feda etti.”  demektedir.

İnfaz emri verildikten hemen sonra Topal Osman’ın kalmakta olduğu Papazın Köşkü kuşatma altına alınır.  İnfaz sonrasında yazılan raporda: “Çatışma yarım saat sürdü, Topal Osman yaralı olarak ele geçirildi, ancak hastane yolunda öldü” denir. Çatışma yaşandığı ise doğru değildir. Topal Osman ve beraberindekiler kuşatmaya karşı direnmezler.  Planlandığı üzere çatışma görüntüsü verilmek için yaylım atışları yapılır. Devamını Büyük Millet Meclisi’nde Sağlık ve Eğitim Bakanlığı yapmış olan Rıza Nur’dan okuyalım: “Sonradan benim tahkikatime göre, çatışma olmamış, yaylım ateşleri mahsustan yapılmış.  Yapılmış ki herkes çatışma oldu zannetsin.  Osman ilk hamlede teslim olmuş. Muhafız Tabur Komutanı İ. Hakkı, Ali Şükrü vakasında yardım eden 8 adamı ile Osman’ı almış götürmüş dokuzunu da tabanca ile öldürmüş.”  *12 (*12 Ahmet Gürsoy, milli mücadelede Giresunlular s.115)

Belli ki Topal Osman, Mustafa Kemal’e güvenmektedir ve kendisini koruyacağını düşünerek karşı koymadan teslim olmuştur. Mustafa Kemal’e her durumda güvendiği için olsa gerek, milletvekilini evinde öldürecek denli pervasızdır. 2 Nisan 1923 tarihli İstikbal Gazetesi, Topal Osman’ın pervasızlığının nereden geldiğine açıklıkla işaret eder:

“Cesedin elde edilmesi pek çok delilin ele geçtiğini ve her şeyin anlaşıldığını gösteriyor. Katiller, caniler izlerini gizlemeye muvaffak olacaklarını, hükümetin kendilerini takip etmeyeceğini, kötü bir tesadüfle durum ortaya çıksa dahi Giresun’da öldürdükleri, merkezi Anadolu’da yakıp yıktıkları, kesip astıkları gibi himayenin kuvveti sayesinde cezasız kalacaklarını hesap etmiş ve ezberlemişlerdir.”

Topal Osman, sonsuz sadakatle bağlılığını ilan ettiği kişinin ya da gücün karakterinin, tıpkı kendisi gibi gerektiği durumda: ‘amaca giden yolda her şeyin mubah olduğu’ anlayışının piri olduğu gerçeğinin ya farkında değildir ya da unutmuştur!

Sonuç kendisi için felaket olsa da Topal Osman, en güçlü cumhurbaşkanı adayını bertaraf etmiş ve geride kalanlara ölümcül bir gözdağı vererek son görevini sadakat içinde yerine getirmiştir ve efendisin önünü baki olarak açmıştır.

Topal Osman, öldürüldüğü yere bizzat tabur komutanı İsmail Hakkı tarafından gömülür. Ne var ki, özellikle de Kürdistan dağlarında ve şehirlerinde yaşanmakta olan çatışmalarda yaşamını yitiren gerillaların cesetlerine yönelik yapılan insanlık dışı uygulamaların tarihinin nelere dayandığını açıkça gösteren bir durum yaşanır! Resmi olarak, ‘yaralı olarak ele geçti, hastane yolunda öldü’ denilen Topal Osman infaz edilmekte bırakılmayıp ve gömülmeden önce başı gövdesinden ayrılacak denli işkenceye maruz bırakılır.

Birkaç gün öncesine kadar meclisteki tüm gruplar dâhil herkesin milli kahramanı olan Topal Osman ağa bir anda büyük katile-caniye dönüşür!

Milli kahraman Topal Osman’ın cesedinin mezarından çıkarılıp meclis kapısı önünde asılarak teşhir edilmesi için verilen önerge oy birliği ile kabul edilir.  Hemen sonra gömüldüğü yerden çıkarılarak meclisin Ulus Meydanı’na açılan kapısı önüne getirilir ve başı olmadığı için ayaklarından asılır.  Kimi kaynaklara göre üç gün, kimi kaynaklara göre ise günlerce ulus meydanında ayaklarından asılı olarak teşhir edilir.

Böylece ‘karakutu’ da parça parça edilerek olası bir tehdit olmaktan çıkarılmış olur! Topal Osman için bedeli ağır ve aşağılayıcı olsa da son hizmeti çok değerlidir!  Muhalefetin tasfiyesinin önünü güçlü şekilde açmıştır.

Mustafa Kemal’in ise kendine hep sadık kalan ve ilelebet sadık kalacağı ‘garanti’ olan Topal Osman’a bir minnet borcu vardır! Bunu da ilerleyen tarihlerde öder!

Topal Osman’ın ikinci eşi Zehra’nın talebi üzerine Topal Osman’ın cenazesi Giresun’a gönderilir. Giresun Kalesi’nin göze batmayan kuytu bir zemininde toprağa verilir.

Gücünü pekiştiren ve iktidarını garantiye aldığından emin olan Mustafa Kemal, Topal Osman’ın infazının üzerinden 7 ay geçtikten sonra 23 Nisan 1923’te tarihinde Cumhuriyet’i ilan eder. Aynı zamanda iktidara karşı ciddi bir tehdit unsuru kalmadığını düşünerek I. Meclis sürecini ve başta Kürtlerle olmak üzere, yapmış olduğu ittifak ve anlaşmaları yok sayan; tek dil, tek din, tek millet, tek devlet anlayışı politikasını esas almaya başlar. Bu gelişmeler üzerine en başta Kürt ulusu inkâr ve imha süreci ile karşı karşıya kalır. Koçgiri Direnişi’nin kanlı şekilde bastırılmasından kısa süre sonra bu kez daha geniş bir coğrafyayı kapsayacak şekilde Şeyh Said önderliğinde bir direniş olur. Tarihe ‘Şeyh Sait Ayaklanması’ adıyla geçen isyan, Koçgiri’de olduğu gibi katliamla bastırılır.

Kürdistan’da katliamla bastırılan her isyan yeni isyanları yaratmış ve günümüz koşullarında artık Kürdistan özgürlük yürüyüşü bastırılamayacak bir önderliğe ve halk örgütlülüğüne ulaşarak, adım adım kaderini kendi belirleme aşamasına gelmeyi başarmıştır.

Mustafa Kemal, Şeyh Sait İsyanı sürecinde sık sık Topal Osman’ı anmış olmalı ki, Topal Osman için Giresun’da anıt mezar yapılması emri verir. Mezar yeri olarak defnedildiği kalenin en yüksek noktasını işaret eder.  Kısa sürede Topal Osman anıt mezara nakledilir ve Mustafa Kemal de böylece ‘karakutusu’na minnet borcunu tam olarak ödemiş olur!

Anıt mezarın hitabesinde yazılanlar, Topal Osman’ın kanlı tarihinin özetidir.

“Hüvelbaki Giresunlu Feridunoğlu 1883 doğumlu Osman Ağa, 1912 Balkan Harbi’ne gönüllü olarak gidip Çorlu Savaşı’nda ayağından yararlanarak sakat kalmıştır. Umumi Harp’te gönüllü müfrezesi ile Horşit müdafaasında bulunmuş Koçgiri isyanında, Pontusların imhasında teşkil ettiği alay ile Sakarya Harbine girmiş Yunanlıların Akdeniz’e atılmalarına kadar bütün savaşlara katılmıştır. Gösterdiği yararlılıklara karşı binbaşılıktan yarbaylığa yükselmiştir.”

Sonuç

Yazıda üzerinde durduğumuz devlet gerçekliğini anlamak için şu soruyu soralım: ‘Devlet tarafından vatan haini olarak infaz edilen ve meclisin kapısına kafası bedeninden ayrılmış biçimde -aşağılamak amacıyla- bacaklarından asılarak teşhir edilen bu zat, daha sonra nasıl olur da aynı devlet ve şürekâsı tarafından, ‘milli kahraman’ payesi ile onurlandırır ve anılır?

Topal Osman, gerçekten milli vatan kahramanıdır! Irkçı-şoven bir ulus-devlet oluşturulma sürecinde önemli ve hayati roller oynamıştır. Türk ırkını payidar kılmak için efendilerinin çizdiği yolda, egemenlerin kendi ifadeleriyle Topal Osman; ’Tek bir Müslüman Türk’ün kılına bile zarar vermemiş, Türk düşmanlarına ise kan kusturmuştur’! Başta Karadeniz kadim haklarından olan Rumlar olmak üzere Ermenileri ve son olarak ‘Müslüman’ Kürtleri gözünü kırpmadan kırımdan geçirmiştir.  Dolayısı ile Türk devletinin harcını kanla canla yoğurarak hizmetlerde bulunmuş müstesna bir ‘milli kahramandır’!

Tüm bunların ışığında Türk olmak kimliği, kültürü ve kişiliği; ‘gelin canlar bir olalım/ münkire kılıç çalalım/ yoksulun hakkını alalım/ tevekkeltü taalallah’ diyen Pir Sultanlardan; ’hep bir ağızdan türkü söyleyip/ hep beraber sulardan çekmek ağı/ demiri oya gibi işleyip hep beraber/ hep beraber sürebilmek toprağı/ ballı incirleri hep beraber yiyebilmek/ yârin yanağından gayrı her şeyde/ her yerde, hep beraber diyebilmek için/ on binler verdi sekiz binini…’ diyen Şeyh Bedreddinlere; ’geçti beyler mürüveti/ binmişler birer ata/ yediği yoksul eti/ içtiği kan olmuştur/ cümle yaratılmışa/ bir göz ile bakmayan/ halka müderris olsa/ hakikatte asidir’ diyen Yunus Emrelerde mi ifadesini bulur?

Yoksa Türklük adına ırkçı-şoven ve faşist hezeyanlarla halkları katliamlardan geçirerek Türklüğü yüceltmek naraları atan ve hikâyeler okuyanlarda mı ifadesini bulur?

Bizler Pir Sultanların, Bedreddinlerin ve Yunusların mirasçısıyız. Onlardan aldığımız tarih ve Türk olma bilincimizle varız ve var olacağız. Irkı, dili, dini-mezhebi, kültürüyle farklı olan tüm dünya işçi, emekçi ezilen haklarının bir parçası olarak el ele, omuz omuza özgür dünya düşümüze doğru hep birlikte yol alacağız…

Yararlanılan Kaynaklar

-Milli Mücadelede Giresunlular,  Ahmet Gürsoy, Üniversite Yayınları

-Topal Osman Olayı, Rıza Nur, İşaret Yayınları

-Osman Ağa ve Giresunlular, Erden Menteşoğlu

-Osmanlı Tarihi, Alphonse de Lomartin, Kapı Yayınları

-Türk Dış Politikası, Baskın Oran

-Hatıralar, Cemal Paşa, İş Bankası Yayınları

-Türk Devrimi ve Sonrası, Taner Timur, İmge Kitapevi

-Dönüş Belgeleri 1, TÜSTAV Yayınları

-Dönüş Belgeleri 2, TÜSTAV Yayınları

-Mustafa Suphi’lerin Yeni Dünyası, Mete Tuncay