Rojava merkezli askeri gerilim – Tufan Yakın

Bölgesel ya da çok cepheli savaş çıkma olasılığı var mı?

Ortadoğu’da son günlerde merkezinde anti-Kürt siyaset olan topyekûn askeri-siyasi-diplomatik bir hareketlilik söz konusu. Bunun öncelikle Türkiye’de seçimlerin sona ermiş olmasıyla start alan bir gerilim olduğunun altını çizmek gerekir. Adeta tüm güçler sanki Türkiye seçimlerinin bitmesini bekliyorlardı!

Yeni kabine, atananların özelliklerine bakıldığında bizim cenahın üzerinde hemfikir olduğu üzere kendi içinde re organize olmuş, yıpranmış faşist kadroların yerine daha devlet merkezli kadrolarla yola devam kararı alan tam bir savaş kabinesidir. Bu atamalarla Türkiye için güncellenmiş ve yeniden format atılmış, su katılmamış bir “istihbarat devleti” tanımını yapmak yerinde olur. Devleti ele geçirmiş bir partinin MİT ve Dış İşleri atamalarıyla devleti bir kez daha ele geçirdiğinden, mevcut durumu pekiştirdiğinden söz etmek gerekir. Ekonomik ayağı ise biri İngiliz diğeri ABD pasaportlu iki bakanıyla emperyalist tekellere sımsıkı bağlanmış adı konulmamış bir İMF hükümetidir. Seçim öncesi tüm o tumturaklı milliyetçi batı karşıtı söylemlerinden sonra hazine ve merkez bankası aracılığıyla başta Londralı tefeciler ve Dünya Bankası olmak üzere batının mali oligarşisine derinden bağlılık sözü vermiş hatta teslim olmuş bir parti devleti var karşımızda. Teslim olmuş diyoruz çünkü Mehmet Şimşek tek bir cümlesi ile , -“Rasyonel seçenek”- AKP’nin son 10 yılını yerin dibine batırdı. Bugüne kadar yapılanların irrasyonel olduğunu itiraf etmiş oldu. Erdoğan’dan çıt çıkmadı. AKP’ye oy veren muhafazakâr, mütedeyyin kesimler ise bu rasyonel seçeneğin ne anlama geldiğini henüz anlamadılar! AKP’nin kendisine oy verenleri bu kadar hızlı bir şekilde pişman edeceği hiç şaşırtıcı olmamıştır.

Astana

Gizli diplomasinin şefi Fidan yeni Dışişleri bakanı olarak bizzat katılmasa da ilk etkisini Astana toplantısında göstermiştir. Toplantıda Rusya’nın Rojava ’daki Kürt statüsüne ilişkin kullandığı diplomatik dili eskiye nazaran çok daha sertleştirdiği görülmektedir. Astana’nın sonuç bildirisini adeta TC kaleme almış gibi. Rusya geçmişte Rojava için en azından “kültürel özerklik ”ten bahsederken şimdi “gayri meşru özerklik biçimi” lafzını telaffuz etmektedir. Rus dışişleri bakan yardımcısı daha açık olarak “gayri meşru özyönetimi destekleyen devletleri kınıyoruz” diyerek ABD’yi de denklemin içine katmaktan çekinmemektedir. Şam yönetimi ise TC’nin Suriye’den askerlerini çekmesinde diretirken, öte yandan Rojava hakkında çok kestirmeci, meselenin ciddiyetinden uzak “ABD gidince Kürt dosyası kapanacak” diyerek Kürtlerle kısa orta vadede bir anlaşmaya oturmayacağını ifade etmektedir. Fidan’ın Astana sonrası Londra’da ABD Dış ilişkiler Bakanı Bilinken ile görüşmesinden sonra başta Kamışlo, Münbiç olmak üzere birçok yerde SİHA saldırılarının artması da yeni bir sürecin içinde olunduğunu göstermektedir.

Yeni sürecin rengi

Kuzeydoğu Suriye’de bir ABD helikopterinin “bilinmeyen nedenle”(!) düşerek 22 askerin yaralanması, Rojava yönetiminin İŞİD’lileri Halk Mahkemelerinde yargılama kararı alması, İran’ın PJAK ile mevcut fiili ateşkese rağmen Rojhılat’ta (Doğu Kürdistan) saldırıya geçmesi, Rusya’nın hava sahasını açmasından sonra TC’nin SİHA saldırılarını artırması, Süleymaniye’de bir Kürt işçi önderi ile ardından Kamışlo Özyönetim üyelerinin katledilmesi. Ne IŞID karşıtı Koalisyonun ne de ABD’nin bunu kınamaması! Tersine ABD’nin “Türkiye’nin kaygılarını anlıyoruz” diyerek dolaylı olarak bu Dron katliamını desteklemesi. Tam da bu süreçte Mensur Barzani’nin Türkiye’ye gelerek Erdoğan ile el sıkışması. Kürt basını bu durumu Hewler’in Barzani eliyle Türk MİT’inin dış ülkelerdeki gizli olmayan en açık tek resmi şubesi olduğunun kanıtı şeklinde değerlendiriyor. İsrail Genelkurmay Başkanının “çok cepheli savaşa hazırlanıyoruz” diyerek “Ezici Yumruk” adında bir tatbikata başlaması, Rusya’da Wagner’in ordu bozanlığı. Bu özel-paralı ordunun sahibi Yevgeni Prigozhin her ne kadar kalkışmayı sonlandırsa da, dünya basınına yansıyan Şoygu ve Gerasimov’u kastederek “Rusya’nın beceriksiz ve yozlaşmış üst düzey askeri liderliği” cümlesi elbette unutulmayacaktır. Savaşta çok ciddi bir moral bozgunun alenen kabul edilmesidir bu. En son Karadeniz –Kırım üzerinde İngiliz ve Rus uçaklarının tehlikeli yakınlaşması… Tüm bu gelişmeler yeni sürece rengini veren olaylardır. Yeni süreçten kastımız, bölgede siyasi dengeleri değiştirebilecek çok cepheli düşük ve ya orta yoğunluklu savaş ihtimalinin artmasıdır. Ve merkezi Ukrayna’dan Rojava ’ya uzanmaktadır Ukrayna-Rojava hattı emperyalist hegemonya savaşında askeri-siyasi ve diplomatik olarak birbirine bağlanmış cephelerdir artık. Her iki cephede hem ABD hem de Rusya vardır. Ve TC cephelerden birinde dolaylı diğerinde dolaysız taraftır.

ABD bölgede güçten düşüyor mu?

Gerek Suriye’nin tekrar Arap Birliği’ne alınması gerekse ABD’nin Ortadoğu’da İsrail’den sonraki en önemli müttefiki olan Suudi Arabistan’ın Çin ve İran ile geliştirdiği ilişkiler sonrası ABD’den özerk davranmaya başlaması, dahası Fransa’nın başkenti Paris’te BRICS Kalkınma Bankası Başkanı ile yapılan görüşmede, “Vizyon 2030” ışığında Brezilya, Rusya, Çin, Hindistan ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS ülkeler grubu ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkileri güçlendirme ve geliştirme kararının alınması, yanı sıra BAE’nin Rusya’nın Davos’u olarak adlandırılan Sen Petersburg’daki Ekonomik Foruma ilk kez konuk olarak katılması, Cezayir Cumhurbaşkanı Tebbun’un bu formda Putin’e eşlik ederek desteğini sunması ve Rusya’nın Belarus’a taktik nükleer silahlar yerleştirmeye başlaması… Tüm bu olaylar ABD’nin bölgedeki hegemonyasını zayıflatan gelişmeler olarak okunmalıdır.

ABD bu gelişmeler karşısında, elbette boş durmamış,” Rusya’nın öngörülmez agresif davranışlarını” gerekçe göstererek hiçbir ülkeye satışını yapmadığı F-22 savaş uçaklarını bölgeye (Ürdün) sevk etmiştir. Kongreden başta İran ve İranlı milislere karşı kullanılmak üzere Güney Kürdistan’a konuşlandırılacak hava savunma sistemleri kararı çıkarmıştır. Ardından Çin ile uzun yıllardan sonra dış ilişkiler düzeyinde bakan Bilinken ’in katılımıyla 8 saatlik epey uzun bir görüşme yapmışlardır.

Görünen o ki ABD, Ortadoğu’da kaybetmeye başladığı gücünü Çin ile görüşerek dengelemeye çalışırken, Rusya ise en son paralı asker ordusu Wagner ayaklanması ile uğraşmanın dışında,Ukrayna’da hala sonuç almaktan uzak, onu ekonomik olarak sarsan ve içerde toplumsal meşruiyetini sorgulanır kılan durumunu dengelemek için Suriye’de ABD’nin buradaki tek fiziki dayanağı Rojava ’ya yüklenerek ABD’yi sıkıştırmak ve sahadan dışlamak istemektedir. Bu anlamda Rojava Kürdistan’ı emperyalist mücadelelerin giderek daha fazla merkezine çekilmektedir.

ABD İsveç’in NATO üyeliği ve Türk-Rus yakınlaşmasının derinleşmesini önlemek için Rojava ‘ya saldırılara göz yumarken Ruslar da hem ABD’nin Suriye’deki en önemli müttefiki olduğu için hem de TC’yi memnun etmek için Rojava ’ya yapılan saldırıları desteklemektedir. ABD ve Rusya’nın her iki emperyalist gücün mevcut sıkışıklıklarını aşmasının tek çaresi askeri gerilimleri tırmandırmak, gerekirse yeni bölgesel savaşlar çıkarmaktır. Mevcut çelişkilerin derinliği şu anki siyasi manevraların kalıcı sonuçlar doğuramayacağını göstermektedir. İşte Astana süreci, diplomasi ile çözülmesinin imkânsızlığı ortada. Bu sürecin ilerleyebilmesi sahadaki dengeleri değiştirebilecek bir askeri çatışmadan geçiyor. Sahada hamle yapmadan masada ilerlemenin mümkün olmadığı bir dönemin içindeyiz. Bu tüm güçler açısından geçerli. Özgürlük hareketi yeni döneme ilişkin verdiği perspektifte “fedaileşmenin artık salt gerillanın değil, halkın da yurtseverlik görevi olduğunu” deklere ederken diplomasi ve siyasi manevralardan aktif bir savaşa geçilebileceğini bu dönemin taktiğinin de halkın fedaileşmesi olduğunun altını çizmektedir.

Kürtler ve ABD

Bu gelişmeler ışığında son dönemde tartışılan konuların başında ABD’nin Kuzey Doğu Suriye’den çekilmesinin gerçek bir ihtimale dönüşüp dönüşemeyeceği gelmektedir. Özellikle yurt dışındaki Kürt orta sınıfların sözcüleri, ABD’nin en azından 2024’e kadar Suriye’den çıkmayacağını iddia ederken, ABD seçimlerinden sonraki durum hakkında sessizliklerini korumaktadırlar. Kürt burjuvazisi ve kimi orta sınıflar ABD’nin Suriye’de kalıcı olacağına kesin gözüyle bakmakla ABD’ye karşı gerçekçi olmayan, tehlikeli bir aşırı güven duygusu içine girdiklerinin pek farkında değiller. ABD, Suriye’deki varoluşunu uluslararası kamuoyuna sadece “İŞID tehdidi” olarak sunuyor, Kürtleri Suriye içindeki ulusal-demokratik hakları için savunduğuna dair bugüne kadar yaptığı herhangi bir açıklama yok! Açıkçası Rojava’daki özerk Kürt dinamiğini Rusya, İran, TC karşısında dengeleyen güç yekpare bir ABD gücünden ziyade ABD Dışişleri ile Savunma Bakanlığı Pentagon arasındaki inişli çıkışlı görüş farklılığıdır. Bu çok zayıf, güvenilmez bir dengelemedir. Bizzat sahada olan Pentagon DSG ve YPG’ye daha yakın dururken, Dışişleri daha mesafeli durmaktadır. Ve zaman zaman en son Kamışlo özyönetim üyelerine yönelik Dron saldırısında olduğu gibi TC’yi “anlayışla” karşılayabilmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi açısından çok tehlikeli bir süreçten geçilmektedir. Çünkü karşıt güçlerin Rusya ve ABD’nin Rojava Kürdistan’ı konusunda TC’yi “tatmin edici” yaklaşımlarda güncel olarak ortaklaştıkları görülmektedir. Bu anlamda Özgüç her zamankinden daha önemli hale gelirken, bölgedeki mücadele günlük olarak bile ciddi değişimler gösterebilecek bir dinamizme evrilmekte olup çarpışmalarda belirleyici hale gelmiştir.

Rojava, Suriye üzerindeki emperyalist müdahalelerle ortaya çıkan kitlesel gerici isyanları kendi bölgesinde devrimci bir iç savaşa dönüştürerek kurulmuş bir komün iktidarıdır. Uzun yıllar kendisine bir vatandaşlık kimliğini bile fazla gören Esad rejimine, bu iç savaş koşullarını fırsat bilerek içerideki emperyalist işbirlikçiler gibi isyan bayrağını kaldırabilirdi. Düşmanımın düşmanı dostumdur diyebilirdi. Âmâ demedi! ABD ve TC’nin Sünni Arap ve Türkmen güçleriyle Esad’a karşı ortak orduya katılma önerilerini hiç düşünmeden reddetti. Eğer bunu kabul etseydi, içinde TC’nin de yer aldığı emperyalizmin kuklası çok daha gerici, ırkçı, şeriatçı bir rejimin iktidara geleceğini biliyordu. İşgale karşı “vatan savunması” diyerek ne Esad’ın yanında yer aldı ne de sahte özgürlük nidaları atan işgalcilerin safına katıldı. En onurlusu ve devrimci olanı kendi üçüncü yolunu yarattı. Bununla da kalmadı iç savaşın ilerleyen döneminde İŞİD işgali karşısında tüm bir ülkeyi felaketin eşiğinden kurtardı. Beşar Esad tüm bunların değerini ne kadar takdir ediyor acaba! Bu anlamda kendi tarihsel coğrafyasında öz gücüyle komünal iktidarlar yarattı. Kimi dönemlerde ABD’nin ona taktik destekler vermesi ABD’nin kendi bölgesel çıkarını, -başta petrol- önde tutmasından kaynaklıdır. Burada ABD ile DSG-YPG’nin zaman zaman çıkarlarının örtüşmesi ne ideolojik ne de stratejik bir değerlendirme konusu yapılabilir. Bu çakışmalar elbette önemlidir, küçümsenmemelidir. Ama geçici, konjonktürel ve taktiktir. Her iki taraf da bunun bilincindeyken, yani kimsenin sonuna kadar birbirine bel bağlayacak durumu söz konusu değilken, özellikle Türkiye tarafında kimi sol kesimlerin, yanı sıra Esad ve Rusya’nın bunu emperyalizmle işbirliği olarak ele alması, Kürt cenahında ise daha çok Avrupa ve Güney kökenli milliyetçi orta sınıfların, işi gözü kapalı ABD destekçiliğine kadar vardırması, başka bir deyişle özgüce güvenmeyerek Kürt özgürlüğünün ABD’nin desteği olmaksızın imkânsız olduğuna inanmaları, yapılan iki büyük yanlıştır. Birbirine paralel yol alan iki trenin ilerdeki makas değişikliği sonrası yollarının ayrılacağı hatta birbirine paradoks bir duruma dahi gelebileceği unutulmamalıdır. Trenlerin belli bir süre paralel yol alması varılacak hedefin aynı olduğu anlamına gelmez, dolayısıyla sürekli aynı güzergâhta yol almayacaklardır. Kürtler açısından ABD’nin “güçten düşen” bir hegemon olarak bölgedeki varlığının zayıflayacağı mutlaka hesaba katılması gereken bir olasılıktır. Emperyalist güçler açısından “makas değişikliği” koşullar dayattığında o kadar kolaydır ki! Bu konuda hiç de duygusal değillerdir. Devlet çıkarı her şeyin önünde gelir. Değişmez bir kuraldır bu. Ahde vefa suya yazılmış bir sözleşmedir sadece. Türk sosyal şovenizmi ve Kürt burjuva-komprador işbirlikçiliği Rojava’nın emperyalist mücadelelerin merkezi bir alanı haline gelmesinin nedenini anlamaktan acizdirler. Bu yüzden tüm o tumturaklı doktriner sözlerine rağmen emperyalizmin bastonu olduklarının farkında değildirler. Türkler içinde anti ABD’ci gözüküp Rusya’yı, Kürtler içinde ise Anti Rus gözüküp ABD’yi katıksız destekleyen güçlerin her biri mevcut AKP rejiminin istediği çizgide hareket etmektedirler.

KDP-Barzani

PDK’nin (KDP-Barzani) Ankara’ya gelişi hakkında Türk basınının ve yeni savunma bakanının “iyi şeyler olacak” demesinin aksine Güney Kürdistan’daki kanaat önderleri, ehil kişiler bunun fazla abartılmaması gerektiğini, PDK’nin petrol gelirlerini ve banka mevduatlarını Paris mahkemesince Bağdat’a kaptırdığından dolayı ciddi anlamda güçten düştüğünü, bu son Ankara ziyaretinin asıl nedeninin tam bir “ayağa düşme” ve yardım dilenme olduğunu ifade etmektedirler. Katar’ın son dönemde merkezi Irak hükümetini ziyaretinin tam nedeni de budur; Güneyde sahip olduğu petrol kuyuları, şirketleri ve bankalarının PDK eliyle içinin boşaltılmasıdır. Güney’de ,”bölgenin tek hâkimi ben olacağım ”diyen, TSK-MİT ile işbirliği içinde kardeşkanı döken PDK’nin tersine şu an gerek PKK ile gerekse merkezi hükümetteki Şiilerle daha gerçekçi ve dürüst ilişkiler geliştiren YNK ve Goran partisi Güney halkı nazarında çok daha tercih edilebilir ve itibarlı pozisyondadır. Kendi halkı, bölgedeki diğer siyasi partiler ve merkezi hükümet tarafından dışlanan PDK’nin TC ile ilişkilerini geliştirmesinin sürdürdüğü işbirlikçilikle kendi çöküşünü hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacağı anlaşılmaktadır. PDK’nin ne kadar ayağa düştüğünün bir diğer göstergesi TC ve Katar işbirliği ile gündeme getirilen Habur sınır kapısına alternatif olarak Ovaköy sınır kapısının açılması planıdır. Bu şekilde Barzani bölgesi bypass edilerek Bağdat’a Telafer-Musul üzerinden direkt yol açılması düşünülmektedir. Böylece Habur gümrük gelirlerinden de yoksun kalacak PDK bunu da sineye çekmektedir. İşte Erdoğan’ın el sıkıştığı siyasetin gerçekliği budur. Barzani aşireti ve PDK artık eskisi kadar sözü geçen stratejik-kurumsal bir yapı olarak görülmemekte, bölgedeki oyun kurucu özelliği zayıflamaktadır. Güneyli yurtseverlerin gözündeki hali ise ülkesini bir “dükkân” gibi yöneten iflas etmiş, müflis bir tüccarın iyiden iyiye ayağa düşmüş hali gibidir. Manzara budur. Merkezi hükümet ve federal mahkemenin Kürdistan Bölgesel Parlamentosunu lağvetmesinin nedeni de PDK’nin Birleşmiş Milletlerin uyarılarına dahi aldırmayarak başta YNK ve Goran olmak üzere diğer siyasi partileri seçim hileleri ve siyasi baskılarla tasfiye etmek istemesinden ve petrol gelirlerini TC ile işbirliği içinde hakkaniyet ölçüsünde diğer Güneyli güçlerle paylaşmak istememesinden kaynaklanmıştır.

“Üç merkez”

ABD Merkez Kuvvetler Komutanının son açıklamasında dünyada artık “üç merkez” olduğunu ifade etmesi her ne kadar bilinen bir gerçeğin tekrarı olsa da yine de kayda değer görülmelidir. Çünkü bilinen bir gerçeğin tekrarı, onu tekrar edilmek zorunda bırakan zaruriyetten, yani yeni bir durumun doğmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin eşitler arası güç ilişkilerinin değişmesi gibi! ABD; Rusya ve Çin’in dünyanın üç emperyalist gücü olduğu, ABD tarafında fiili durumun resmileştirilmesi anlamına gelmektedir. De facto durum de jure hale gelmiştir. İçlerinde sadece Çin dolaylı ya da dolaysız herhangi bir askeri çatışma ya da bölgesel savaş içinde değildir. ABD Biden’ in zayıf liderliğiyle Ortadoğu’da eli zayıflayan bir güç, Rusya ekonomisi kötü olsa da Ukrayna’da vites büyütmeye çalışan ancak “ordubozan” güçlerin de devreye girmesiyle bunda başarılı olamayan, bu başarısızlığını Suriye’de ittifakları aracılığıyla ABD’yi sahadan ayrılmaya zorlayarak durumunu dengelemeye çalışan bir güçtür. Rusya Ukrayna’da NATO desteğiyle aldığı her darbenin karşılığını vekil güçleri aracılığıyla Suriye ve Ortadoğu’da ABD’ye ödetmek isteğindedir. Âmâ bu bir süre sonra Ortadoğu ile sınırlı kalmayıp Avrupa başkentlerinde neo-Nazi güçler üzerinden istikrarsızlık yaratacak eylemlere kadar uzanabilecektir. Hükümetlerinin kendilerini frenlemesinden nefret eden Avrupalı neo-Nazilerin Ukrayna’daki faşist kliği göz ardı ederek Rusya’nın güçlü milliyetçiliğine hayranlık duymaları ilginç bir paradokstur. Avrupa sınırlarına dayanan savaşı gerçek bir “Avrupa savaşına “ dönüştürecek koşulların beklenmedik şekilde gelişebileceğini hesap dışı tutmamak gerekir. İş, devletlere kaldıysa, yani AB’nin ABD’nin tüm buyruklarına boyun eğmeyi sürdürmesi devam ettikçe bu savaş kaçınılmaz. Avrupa öbek öbek dumanların yükseldiği her türden ırkçının iktidarı ele geçirmese bile zorladığı bir kıtaya dönüşebilir. Gidişatı durduracak tek güç Avrupalı emekçilerin, kadınların ve devrimci gençlerin birleşik kitlesel mücadelesinden başkası değildir.

Çin dediğimiz gibi kendini hem sıcak çatışmaların dışında tutabilmekte hem de Ortadoğu’da giderek güçlenmektedir. ABD’nin görünenin aksine Çin ile olan asıl çelişkisi Tayvan değildir. Çin’in dünya pazarlarında istikrarlı yükselişi, “kıymetli mineral “rezervini elinde tutması, küresel tedarik zincirlerinde daha güçlü olması, Ortadoğu ve Afrika’da siyasi – ekonomik gücünü artırması ile giderek yükselen bir deniz gücü olmasıdır. Bir yazar “Çin’den bahsederken bir ülkeden değil, bir kültürden, bir uygarlıktan bahsetmemiz gerekir” diyor. Kendi içindeki devasa emek sömürüsünü göz ardı etse de doğruluk payı olan bir değerlendirmedir. ABD’nin asıl korkusu budur; Çin’in bu yavaş, görece istikrarlı, riskleri en aza indiren ve savaşsız ekonomik sömürgeciliğini kültür ve uygarlık değerleri ile bir arada yürütebilmesidir. Etiyopya’da bile hiç azımsanmayacak bir etnik Çin burjuvazisi oluşması demek istediğimizi anlatıyor. Bu yüzden Tayvan ABD açısından Çin’in küresel büyümesinin akamete uğratılmasının sadece bir bahanesi olabilir.

Ancak bu “üç merkez” olgusunun en büyük etkisinin Avrupa Birliği üzerinde olacağı, bu birliği gelecek konusunda çok daha gerçekçi düşüncelere sevk edeceği söylenebilir. Çünkü Ukrayna savaşının asıl yükü onun omuzlarındadır, Rusya’nın enerji yaptırımları ve askeri tehdidi ABD’nin değil, birincil olarak Avrupa’nın üzerindedir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığını güçlendirmesi başlı başına en temel sorundur. Sürekli askeri gerginlik ve savaş tehdidi altında yaşamak,1.ve 2.dünya savaşını yaşamış Avrupa halkları için sabırlarını zorlayan, hiç istemedikleri, korkulu rüyalar görmelerine neden olan ve bu yüzden bir an önce bitmesini istedikleri bir durumdur.

Eksen ülkeler

“Üç Merkez” olgusu eksen ülkelerin ve ya küçük de olsa “jeopolitik değeri “ olan devletlerin dış politikada ellerinin daha serbest olmasını beraberinde getirmektedir. Hindistan, İsrail, İran Türkiye ve Suudi Arabistan ilk gruba, Azerbaycan, BAE ve Kazakistan ikinci gruba örnek verilebilir.

Eksen ülkeler ve jeopolitik değerli devletlerin çarpışan ve zaman zaman güçten düşen büyük güçlerin (ABD, Rusya, Çin, Avrupa) arasından sıyrılarak güç gösterisinde bulunması, kimi ekonomik-siyasi kazanımlar elde etmesi ya da değerini ederinden daha pahalıya pazarlaması yeni dönemin çarpıcı değişiklikleri arasındadır. Bu alanda geçmişe göre çok daha gözü pek oldukları kuşku götürmez bir gerçek. Emperyalistler arası mücadelelerde önüne gelen fırsatları kaçırmamak ve hızla, ustalıkla değerlendirmek kapitalist devletler için gayet önemli hale gelmiştir. Fırsatı değerlendirmek karşıt ya da kendinden büyük müttefik gücün hamle yapma yeteneğinin en az olduğu bir konjonktür ve zaman aralığını yakalamayı gerektirir. Burada ölçü büyüklük değil, zamanlamadır. Eksen ülke ya da jeopolitik değeri olan, karşısındaki büyük gücü eğer uygun zamanı kollar ve hızla harekete geçerse ona sözünü dinletebilir ve ya istediği tavizi ya da ödülü koparabilir. Büyük güç istemediği tavizleri bir süreliğine, ilerde karşılığını almak üzere vermek durumunda kalabilir.

 Diğer bir gerçeklik özellikle pandemiden sonra tüm devletler açısından ekonomik, siyasi, askeri her anlamda kendine yeterliliğin öne çıkması, bu anlamda ülke geleceği açısından bağlı olduğu geleneksel dış politika anlayışının ötesinde ittifakların çeşitlendirilmesi zorunluğunun kendini dayatmasıdır. Pandemi ile kendine yeterlilik ve kendini güvende hissetmede sınıfta kalan devletler bir dahaki sefere daha hazırlıklı olmak için dış ilişkilerinde ve özellikle ekonomik işbirliğinde partnerlerini çeşitlendirmenin önündeki siyasi engelleri aşmaya çalışmaktadırlar. Stratejik sektörlerde bağımlılığı en aza indirecek bir arayış içerisindedirler.

Eksen ülkeler konusunda son dönemin en önemli değişikliklerini yaşayan Suudi Arabistan’dan bahsettik. Bu konuda AKP faşizmini de son güncel durumu ile kısaca değerlendirmek gerekir.

TC bu konuda en kıvrak politikaları hayata geçirmektedir. NATO’nun Temmuz ayında gerçekleşecek olan ve baş konusu İsveç’in üyeliği olacak toplantı öncesi ABD’ye F-16 satışı konusunda baskı yapabilmekte, “F-16’ ları ver İsveç’in üyeliğini al” demektedir. ABD’nin şimdilik TC’nin SİHA saldırılarını kolaylaştırıcı, -hava sahasını açma ve yer istihbaratı vb.- destekle sınırlı olduğu görülmektedir. TC, Rusya’ya BOTAŞ üzerinden olan milyarlarca dolarlık doğal gaz borcunu erteletebilmekte, Akkuyu Nükleer Santrali üzerinden Rusya’nın dünya dolaşımına sokamadığı dolarlarını aklamaktadır. Aynı anda en son M.Şimşek ve Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın BAE seyahatinde ortaya çıktığı gibi Türkiye Varlık Fonu’nun (Kamu bankaları, THY, BOTAŞ, Türk Telekom vb.) hisselerini pazarlama girişiminde bulunabilmektedir. Başlıca Körfez ülkeleri, Rusya, Londra ve Washington DC üzerinden kendi jeopolitiğini görülmemiş derecede pazarlayan bir parti-devleti ile karşı karşıyayız. Kendileri bunu bir başarı gibi sunabilirler ama onlar da bunun kısa vadeyi kurtaracak girişimler olduğunun çok iyi farkındalar. Hızlı bir şekilde 100 milyar dolarlık bir finansman açığını kapatmak zorundalar. Bakalım neyin ve hangi bedellerin karşılığında? Bekleyip göreceğiz. Ufukta görünen “kaynak yaratma” bunalımını “varlıklarımızın” satışı ve kemer sıkma politikaları ile aşmaya alışacak ve bu yeni yoksullaştırma programının üzerini bir dizi askeri çatışma ve düşük yoğunluklu savaşla örtecek olan militer bir stratejidir. Yerel seçimlere kadar bu çizgide devam edecekleri görülmektedir.

TC’nin kendi ekonomik yıkımı koşullarında ve Ukrayna-Rojava savaş cephelerinin tam ortasında ABD ve Rusya ile kendince oynadığı jeopolitik savaş oyununda kendi karar mekanizmalarında tümden bağımsız olduğu düşünülmemelidir. Eksen ülke olgusunun değer kazandığı yeni üç merkezli dünya koşullarında emperyalizme bağımlılıkların tümden ortadan kalktığı gibi bir yanılgıya düşülmemelidir. TC her ne kadar her iki emperyalist gücü “idare edebilecek “ uygun politik koşulları yakalamış olsa da, Ortadoğu özgülünde kendi bağımsız jeopolitiğini hayata geçirecek askeri-siyasi-ekonomik kapasitesi zayıftır. Salt askeri güçle Ortadoğu’da tutunmak isteyen, bu coğrafyanın kültür ve tarihinden uzak bir güçtür. Ne Araplar, ne Farslar, ne Süryaniler ne Berberiler, ne Ermeniler ve ne de diğer bölge halkları Osmanlı döneminde yaşadıkları kendi tarihsel tecrübe ve deneyimleriyle dünden bugüne TC’yi hiçbir zaman hazzetmemişler ve kendi topraklarında yabancı, düşman bir güç olarak bellemişlerdir. O halde TSK-MİT’in yapacak olduğu şey, bir trenden inip diğerine binmek olacaktır. Devamlı makas değiştiren trenler arasında yapacak olduğu bu yolculukta bir ve ya birden fazla kaza ile karşılaşmayacağının elbette hiçbir garantisi yok. Hele içinden geçilen Ukrayna-Rojava eksenli, birbirini indükleyen paralel savaş koşullarında bunun mümkünatı yok! Şu an birinci mevkide ağırlanan iktidar kaza anında en ölümcül vagonun bu vagon olduğunun da farkında olsa gerek!