Ortadoğu’daki direniş, insana sonsuz gibi gelen şiddetin bile, mücadeleyi durduramadığını ve egemenlerin galibiyetine yetmediğini gösteriyor.
Hiroşima’da kullanılandan çok daha fazla bomba atılan Mezopotamya ve Filistin coğrafyası buna rağmen görülmemiş tarihsel bir direniş gösteriyor. Elektronik harp türleri ve dikey faşizmin araçları İHA ve SİHA’lara karşı savaş tünelleri, yerli dronlar ve El Yasin gibi tanksavar teknikleri geliştirerek düşmanı gafil avlamaya devam ediyorlar. Şehir savaşına çektikleri Siyonistleri tek tek avlarken, kendi mühendislik ürünü kısa menzilli füze sistemleri ve roketatarlarla başta Merkava tankları olmak üzere yürüyen tüm zırhlı araçları havaya uçuruyorlar. Zap, Avaşin ve Metina ’da klasik gerillacılıktan “hareketli timlere” geçerek devrimci halk savaşında niteliksel bir sıçrama yaratıyorlar. Burada onca silah ve sayı üstünlüğüne, yüksek askeri teknoloji ve emperyalist desteğe rağmen insan iradesi ve yeteneğinin muazzam bir pratiğini, inanç ve kararlılığını görüyoruz. Bu emperyalizm ve Siyonizm açısından aynı 11 Eylüldeki gibi moral bir yenilgi, fiziki bir bozgundur.
Yeni Savaş Modeli
Ezilenlerin mücadelesinde Bölgede bir ordu ile bir gerilla gücünün kesişmesi şeklinde kendini ifade eden askeri yapılanma yeni bir model olarak görülmelidir. Milis birliklerinin, özel eğitimli savaşçıların ve anti-tank güdümlü füze ekiplerinin birleşmesi bu yeni modelin vücut bulmuş halidir. Lübnan Hizbullah’ı bunun en pratikleşmiş halidir.
Yeni savaş hem devrimci savaştan hem de klasik kontrgerilladan bir şeyler ödünç alır. Devrimci savaşlardan, düşman güçlerin topraklarını ele geçirmekten ziyade siyasi yollarla bölgeyi denetim altında tutma stratejisini ödünç alır.
Egemenler Mao’dan beri “denizdeki balık” stratejisi ile anlatılan gerilla pratiğini “denizleri kurutmak” yoluyla yani, devrimcilere sempati duyan yerel nüfusu siyasi baskılarla denetim altında tutmak, tutamadığı noktada kırsal yerleşimleri yangın bombalarıyla harabeye çevirip insanları zorunlu göçe tabi tutarak çözdüklerini zannetmişlerdir. Ancak nüfusu bu şekilde yerinden etme stratejisi halkları daha fazla politikleştirmiş ve metropollerde kendi öz yönetim organlarını kurmalarının zeminini örmüştür. Tabiri caizse evet deniz kurumuş ama tümüyle çekilmemiş, ardında birçok devrimci vahayı bırakmıştır. Artık eski denizden eser yoksa da kent merkezlerinde yüzlerce vaha vardır. Devletler toprakları boşaltmış olsa da bu topraklarda yaşayanların mücadele ve direniş azmini boşaltamamıştır.
TC aynı kirli savaşı, –insana sonsuz gibi gelen şiddeti- (“son terörist yok edilinceye kadar” !) yüksek sesle protesto ettiği Gazze soykırımı sonrası aynı biçimde ne kadar sürdürebilecek? Keza İsrail ile nerdeyse özünde aynı ırkçı ideoloji, aynı irredantizm, aynı silah teknolojisi ve aynı istihbarat tekniklerini kullanıyorlar. TC’nin en istemediği şey yürüttüğü Kürt soykırımının İsrail’in yürüttüğü Filistin soykırımı ile karşılaştırılmasıdır. Kaldı ki bu konuda ilk salvoyu yapan Netanyahu’nun kendisi oldu. Erdoğan’ın İsrail aleyhindeki “terörist devlet” lafzına karşı, “Bunu söyleyene bakın, Türkiye’nin Doğu’sundaki köyleri bombalayan kendisidir.” Şeklinde cevap vermiştir. En son birbirlerini Filistin ve Kürt soykırımcılığıyla suçlamışlar ve Yeni Yaşam gazetesi “Her ikisi de haklı!” şeklinde manşet atmıştır.
Ortadoğu’da insanlık büyük kayıplar vermektedir. Buna rağmen muazzam bir direniş vardır. İnsanlığın en büyük sınavlarından birinin verildiği bir coğrafyaya dönüşmüştür Rojava ve Filistin. Tüm dünya devrimcilerinin öğreneceği çok şey vardır bu topraklardan.
Barbarları Beklerken

14 ve 15.yüzyılda İspanya, Portekiz ve Kuzey Avrupa Yahudilerinin sürgün ve yok edilmesine ilişkin tarihsel çalışmalarda Müslümanlar, adı “düşmanlar” listesinde nerdeyse hiç geçmeyen tek gruptur. Müslümanlar Yahudilere zulüm etmeyen tek kesimdir! İspanya ve Kuzey Avrupa’dan sürülen Yahudilere taktik planda bile olsa Osmanlılar sahip çıkmıştır mesela. Buna rağmen Kant’ dan Hegel’e Freud’dan oryantalistler ve İbrani akademisyenlere değin Müslümanların neredeyse baş düşman ilan edilmesi gerçekten incelenmeye değerdir. Yukarıdaki yazarlar Müslümanlardan söz ederken çoğu zaman “bunlar” kelimesini kullanmışlardır. 19.yüzyılda Theodor Herzl gibi Yahudi milliyetçiliğini emperyalizmle işbirliği içinde geliştirenlerin yanı sıra Walter Benjamin, Franz Kafka, George Lucaks ve Bernard Lazare gibi devrimci temelde (anarko sendikalist/ anarşist) geliştirenler de vardır. Ancak bunlar Yahudi meselesinde etkisiz kalmışlardır. Yahudilerin yaşadıkları ülke halkları ile birlikte özgürlük ve eşitlik için savaşmaları gerektiğini savunmuşlardır.
II.paylaşım savaşında Yahudi soykırımı, Filistin coğrafyasında İsrail devletinin doğumunun koşullarını yaratmış, Müslüman karşıtı Batı’nın Avrupa-merkezci bakış açısı Yahudiler eliyle çok daha acımasızca pratikleştirilmiştir. Bu dönem, Yahudilerin İsrail Devletini kurmak için bir daha ellerine geçmeyecek bulunmaz tarihsel bir fırsattı. Böylece Avrupa, geçmişte kaybettiği Haçlı savaşlarını 1948’de kurulan İsrail devleti aracılığıyla bir nev’i yeniden kazanmıştır denilebilir. İsrail devleti kendisine bir “haçlı ordusu” arayan Avrupa’nın Ortadoğu’daki ileri karakolu olurken, yüz yıllardır kendisini aşağılayan beyaz Hristiyanlara benzeme, onlarla eşit olma hayalini de böylece gerçekleştirmiş oluyordu. Uzun yüzyıllar Batı tarafından “ucube” olarak hatta “eksik maskulen” (Freud) olarak görülmüşlerdi. Filistin’de bir Yahudi Devleti, onların Hıristiyan Batı tarafından kabul edilmelerinin tek yolu idi. Kabul görme ve onay ihtiyacı Filistin’de bir devlet kurmaktan geçiyordu. Tabiki en temel iktisadi güdü, yüzyıllar boyunca mecburen yaşadıkları başka başka memleketlerde biriktirdikleri ve zaman zaman da el konulan büyük servetlerini artık kendi milli burjuvazisini oluşturarak merkezileştirmek istemeleridir.
Yahudiler sürgün kaldıkları müddetçe tüm Avrupa uluslarının yerleştiği tarihin dışında bir topluluk olarak kalacakları inancındaydılar. Yahudi ulusu “Vaat edilmiş topraklarına” döner ve sürgündeki “uysal edilgenliklerini” aşarsa ancak o zaman uygar halkların tarihine yeniden girebilirdi… İbrani edebiyatı Siyonizm’in ortaya çıkışından önce “vatan topraklarına dönme” konusunda gönülsüz davranan Yahudiler hakkında “ateşli kınamalarla” doludur.(Pıterberg) Amos Oz ve A.B. Yehoshua gibi solcu yazarlarla Ben Gurion gibi faşistler bu konuda aynı fikirdedirler.(Pıterberg) Yahudileri diaspora boyunca pasifizmle suçlamışlardır.
Siyonizm’in tarihi, sürekli kendini savunmak mecburiyetinde bırakılan, her gittiği yerden kovulan ya da izole bir getto hayatına maruz bırakılan bir halkın, Ortadoğu’ya dair oluşturduğu 2000 yıllık tarihsel mitlerin savaş sonrası Avrupa emperyalizminin de işine gelen en uygun konjonktürde bağnaz yerleşimciler öncülüğünde Filistinlilere karşı acımasız bir saldırı savaşıyla sonuçlandığı bir tarihtir. O kadar ki başlarda yüzde 7 olan kibutzların nüfusu, 1949’da yüzde 70’lere 1960 sonlarında yüzde 90’lara kadar çıkmıştır. Modern, seküler hatta bir dönem az da olsa “sosyalist unsurlar” da içeren bir ütopyadan, bir karabasan gibi Filistin topraklarının üzerine çöken, katliamlarla, yerleşimci işgalleriyle ve yurtsuzlaştırma politikasıyla kendini var eden bağnaz Yahudi milliyetçiliği, bu yapısıyla onu ilk tanıyan ABD ve SSCB tarafından dünyanın tüm ezilenlerinin karşısına meşru bir ulus- devlet olarak çıkarılmıştır. Üzerinde fazla durulmayan önemli bir konu, Rusya’nın uzun bir süre İsrail’i emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakolu olarak görmemesidir.
Filistin Arap halkı, 60’lı yıllardan 90’lara kadar Arap coğrafyasının en modern, en ilerici ve en direnişçi kesimiydi. Öte yandan enternasyonal güçlerin desteğini saymazsak kendi coğrafyasının en yalnızı! İçeride Ürdün ve Mısır’ın ve dışarıdan Sovyetlerin diplomatik desteği mücadelenin kendi iç dinamiğine nazaran öyle çok söz etmeye değer bir destek değildi. FKÖ ne zaman ileri çıksa bu ülkeler kendi dış politikaları gereği FKÖ’yü geri çekebiliyorlardı. Kaldı ki Mısır 1978’de (Camp David), Ürdün ise 1994’de İsrail ile barış anlaşması imzalamışlar ve bir devlet olarak tanımışlardı. Hatta 1971 yılında Ürdün, “Kara Eylül “olarak anılacak bir harekâtla ülkesindeki tüm Filistinli gerilla gruplarını tasfiye etmiştir. Bu süreçten sonra Filistinli devrimcilerin karargâhı Lübnan’a taşınmıştır. Sovyetler ise zaten İsrail’i ABD’den sonra tanıyan ikinci devletti. İsrail’de özellikle Kibutz çiftliklerinde Sovyetlerden göç etmiş sosyalist fikirli Yahudilerin olması SSCB’yi zaman zaman tarafsız bırakan bir etken olabiliyordu. Ancak Kibutzlar ilk kuruluş amacından kısa sürede saparak, zaman içinde yerleşimcilerin ulus/devletine dönüştüler. Yerleşimciler artık kooperatif emekçileri değil, Yahudiliğin birer din proleterleri olmuşlardı. Yanı sıra dönemin antikomünist “yeşil kuşak projesi” karşısında Sovyetler için İsrail, Arap gericilikleri karşısındaki mevcudiyetiyle az da olsa bir denge unsuru sayılabilirdi.
Yaser Arafat son dönemlerinde Oslo süreciyle iyiden iyiye ABD’nin çizdiği yola girerken aynı süreçte HAMAS şaşırtıcı şekilde Gazze’de büyüyordu. Aslında İsrail de karşısında, modern sol bir düşman değil, kafasında, kendisine çok daha kolay tabi olabilecek diye tasarladığı yoksul Müslüman bir düşmanı tercih etmiştir. Kaldı ki Siyonistler meselenin adını uzun yıllardır “Filistin meselesi” olarak değil, ”Müslüman Arap problemi” olarak ortaya koymuşlardır.
İsrail böylece savaşı, ulusal boyuttan çok daha fazla tercih ettiği dini boyuta çekmenin kendisi için çok daha yararlı olacağını da öngörmüştür. FKÖ şahsında savaştığı seküler ve devrimci Araplardır, ezilen bir ulustur ama HAMAS şahsında savaşacağı milliyetçi ve yoksul Müslümanlardır! İsrail, Filistin-İsrail savaşını farklı bir eşiğe atlatıp, sonuçları kestirilemez çok daha uzun vadeye ve Ortadoğu’da daha geniş bir bölgeye yayılacak bir Yahudi Müslüman savaşını yeğlemiştir! Burada ulusal ve toplumsal kurtuluş artık ikinci plana indirgenmiştir. Dönem itibarıyla Arap ilerici ve devrimcilerinin göremediği büyük oyun budur. Kaldı ki bu dönemde sol, sosyalist, yurtsever Filistin devrimciliği yorgun düşmüş, rehabilite olmuş, ekonomik olarak palazlanmıştır. Doğan boşluğu onun yerine yoksul ve Müslüman Filistin milliyetçiliği doldurmuştur. İlerleyen süreçte HAMAS’ın yürüttüğü mücadele karşısında tabiri caizse eski düşmanlar dost olmuş, El Fetih ile İsrail zaman zaman HAMAS’ ın bazı – “ölçüyü kaçıran”!- eylemleri konusunda bir araya gelebilmişlerdir!
Filistin bu dönemde Britanya emperyalizminin eski sömürgecilikten gelme kötü şöhretli ‘ince zekâsı’ ile ABD pragmatizmi arasında sıkıştırılarak dönemin yeni ideolojisi “medeniyetler savaşı” nın kaotik alanına itilmiştir. Bir nev’i, İsrail-Filistin savaşı bitmiş, onun yerine Yahudi devleti ile Müslüman Arapların savaşı başlamıştır. İsrail için bir başarı olan Oslo, İsrail’in aşırı sağ kanadı tarafından hazmedilememiş ve Oslo’dan sonra Arafat ile birlikte Nobel Barış Ödülü alan İzak Rabin suikast sonucu öldürülmüştür. Bugün Netanyahu faşizminde temsilini bulan soykırımcı zihniyet Oslo sürecindeki sahte demokratik gelişime bile tahammül edemeyen ve bunun için kendi siyasi liderini dahi katletmekten çekinmeyen zihniyetle aynıdır. Siyonizm’in Filistin konusundaki tahammülsüzlüğü suikastçı Yigal Amir’in ağzından dökülen şu sözlerle gerçek anlamını buluyordu: “Bir Arap teröristi vurmuş gibiyim. Rabin’i İsrail topraklarını Araplara veren ilk lider olduğu için öldürdüm”.
Zamanında Kürt meselesinden bahseden Özal’ın akıbeti de nerdeyse benzerdir. Zehirlendiğine dair şüpheler üzerine mezarı açılmıştır. Dünyada kendi devleti tarafından öldürüldüğü şüphesiyle mezarı açılan ilk ve tek Cumhurbaşkanı Turgut Özal olmuştur. Ya da Türkiye dünyada, devlet içindeki güçler tarafından öldürüldüğü iddiasıyla Cumhurbaşkanının mezarını açan ilk ve tek ülke olmuştur.
Aksa Tufanı ile Müslüman, milliyetçi, sol-sosyalist tüm güçlerin ortak hareket etmesi gelecekteki mücadeleler açısından büyük bir umuttur. Bugün böylesine bir cüret ve kararlılık gösteren bu koalisyon sürmekte olan savaşın sonucu ne olursa olsun Ortadoğu’da yeni ve çok daha güçlü bir antiemperyalist-anti Siyonist cephenin zeminini oluşturmuştur.
Ortadoğu Devrimi, Dünya Devrimidir!
Dünyanın geniş alanlarının genel olarak endüstrileşmesi, ekonominin kablosuzlaşması, askeri teknoloji sahipliğinin yerlileşmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte bir üretici sistem olarak ABD, İngiltere, İsrail, Rusya, Çin ve Fransa gibi silah ihraç eden ülkelerin sahip olduğu güç, göreceli olarak azalma eğilimine girmiştir. ABD ve Rusya konvansiyonel olarak dünyanın her yerine ulaşabilen bir güç olmaya devam etmekte ancak kendi tercihleriyle girdikleri savaşlarda bile artık kesin zafer kazanamamaktadır.
Filistin, Lübnan ve Kürdistan’da İHA, SİHA, Tank, Helikopter imha eden etkili silahların üretiliyor veya kullanılıyor olmasından tutalım, Türkiye, Güney Kore, Hindistan, Pakistan ve İran gibi orta ölçekli kapitalist devletlerin çoğunun kendi silah sanayisini geliştirmiş olduğu gerçeği, 21.yüzyılın ne ABD’nin ne Çin’in ne de Rusya’nın, başka hiç kimsenin yüz yılı olmayacağını göstermektedir! Dünya artık tek bir devletin, kolektif bir emperyalizmin (NATO) ya da Avrasyatik egemen bir bloğun tahakkümü altına girmeyecek kadar genişlemiş ve karmaşıklaşmıştır. Geçmişte dünya halklarına evrensel birer model olan, salt birer devlet değil, aynı zamanda kendilerini dünyanın belli bir biçimde dönüşümüne adayan “devrimci” Fransa, “Sovyet” Rusya ve “Özgürlükler ülkesi” ABD’nin bu kapsayıcı ve ilham verici ideolojileri de sönümlenmeye yüz tutmuştur.
Herkesin gördüğü ama bir türlü çözemediği, çok ta ihtimal vermediği yeni bir güç yoğunlaşması, bir ideolojik şekillenme var dünyada. Verili siyasi sistemleri aşma istidadı gösteren bu gücün merkezi Ortadoğu’dur.
Emperyalizmin, güçlü müttefikleriyle birlikte, onca yüksek silah teknolojisine rağmen dünyayı yönetmeye muktedir olmadığı ortaya çıkmıştır. Çünkü karşılarında tüm ezici üstünlüklerini savuşturmayı başaran, mücadeleyi sürdürmekte kararlı güçler var. İnsana sonsuz gibi gelen şiddetin bile, mücadeleyi durduramadığını ve galibiyeti getirmediğini görüyorlar. Dünyada yapılması mümkün olmayan şeyler var. Bu tüm taraflarca kabullenmekte zorlansalar da anlaşılmış gibi görünüyor. Olanca basit kelimelerle anlatılan bu yeni gerçekliğin hayat bulmasını sağlayan Ortadoğu’nun şeref ve haysiyet sahibi yiğit evlatlarıdır. Rojava ve Gazze’ye Bin Selam Olsun!
Devrimci Hareketler ’in HAMAS Karşısındaki Tutumu:
Esas olan baş düşmandır, enternasyonalizm vazgeçilmezdir!

HAMAS, Filistin direnişinde her ne kadar öncü gibi görünse de Aksa Tufanı bileşenleri bu önemli stratejik dönemde sol, sosyalist ve laik ulusal kurtuluşcu (M.Barguti) güçlerin de içinde bulunduğu bir cephe siyaseti yürütmektedir. Bilindiği üzere 2018’de 12 silahlı gruptan oluşturulan “Filistin Ortak Operasyon Odası” mücadelenin yürütülmesinde gayet önemli bir yapıdır. HAMAS ve İslami Cihat’ın dışında Nayif Havatme’nin Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC),Ahmad Sa’adat’ın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve Oslo’ya karşı gelerek FKÖ’den ayrılan şimdi hapiste bulunan Mervan Barguti’nin Fetih Hareket’i/El Aksa Şehitler Tugayı, “Operasyon Odası ”nın temel örgütleridir. Filistin liderliği uzun yıllar FKÖ ve El Fetih’in kontrolündeydi. Direnişin öncülüğü 2000’li yılların başı ile birlikte HAMAS’a geçtikten sonra mücadelenin üzerinde İran’ın etkisi artarken FKÖ, ABD ve Avrupa Birliği ile işbirliğini sürdürdü. Birinci ve ikinci intifadaların yarattığı siyasi yükseliş ve kazanımları Oslo’da özerk yönetim ve hükümetleşme karşılığında harcadı diyebiliriz. Mücadelenin en başındaki gerilla mücadelesinden intifadaya oradan özerkleşmeye giden yolda FKÖ giderek Filistin halkının yarısından fazlasının desteğini kaybetti. HAMAS silahlı direnişi ön plana çıkarırken FKÖ mevcut silahlı güçlerini polis teşkilatına çevirdi. İzzetin El Kassam Tugayları emperyalistlerin tüm çabalarına rağmen BM’de “terör örgütü” olarak kabul edilmedi. HAMAS ve askeri kanadı kuruluşundaki antiemperyalist, anti Siyonist ideolojik ilkelerinden taviz vermese de politik planda antisemitik ve dogmatik İslami görüşlerini yumuşattı, sol ve sosyalist gruplarla ittifak siyasetini hayata geçirerek ulusal kurtuluş mücadelesinde çok daha realist bir pozisyona, geniş cephe siyasetine yöneldi. Bu anlamda O’nu kuruluş dönemindeki bildirgesi ile ele almamak gerekiyor. Kendileri de bunun mücadelenin doğası ile çatıştığını dile getirmektedir zaten. Toprak konusunda da Filistin’in 1948’deki sınırlarından 1967 sınırlarını kabule yanaşmışlardır. Bu şartlar altında komünistlerin HAMAS karşısındaki tutumu, ideolojik eleştirileri ve savaş ihlalleri saklı kalmak koşulu ile bugünkü antiemperyalist anti Siyonist duruş ve mücadelesini desteklemek olmalıdır. Sonuçta komünistler Filistin’in temel temsil gücü olan Aksa Tufanı bileşeninin Filistin’in kendi kaderini tayin hakkı konusundaki ortak kararlarına saygı duymak zorundadır. Son olarak belirtmek gerekir ki, burada her şeye rağmen burjuva liberal FKÖ liderliğinin tümden dışlanması hem savaşın özgün koşulları gereği hem de ulusal kurtuluş mücadelelerinin genel karakterinden dolayı uygun değildir.
HAMAS’a karşı Türkiye Devrimci Hareketi’nin sırf onu destekleyen güçlerden dolayı (İran ve Türkiye) mesafeli durması söz konusu olamaz. Kürdistan devrimcilerinin Filistin direnişi ile değil ama HAMAS ‘a bakışına gelince, HAMAS’ı pragmatistçe destekleyen güçlerden birisi ile kıran kırana mücadele verirken diğeriyle hem Rojhılat’ta hem de Kuzey Suriye’de “çatışmasızlık” kararı olsa bile siyasi bir mücadele yürütmekte olduğunu buraya not düşmekte yarar görüyoruz.
Kürdistan İşçi Partisi’nin bölgede söz sahibi olacak düzeyde yarı devletleşmiş ciddi bir varlık olması, O’nu gündelik değil orta uzun vadeli düşünmeye sevk etmektedir. Özgürlük Güçleri hem ABD hem de Rusya-İran açısından göz ardı edilemeyecek bir güç olmuştur. Bu ona küçümsenmeyecek bir taktik manevra alanı sağlamaktadır. Türkiye devletiyle “savaş durumu” yaşayan bir güç olarak, Türkiye’nin bir yandan HAMAS’ı pragmatistçe desteklerken diğer yandan İsrail ile açık ticaretini ve diplomasisini sürdürüyor olması sadece Kürdistan İşçi Partisi açısından değil, Türkiyeli devrimciler açısından da bölgeye dair çok daha hassas ve uyanık olunması gerektiğini göstermektedir.
Rojava ve Filistin direnişlerinin emperyalizm, Siyonizm ve bölge gericiliklerine karşı ortak bir enternasyonal akıl ve çizgide buluşması Ortadoğu halklarının geleceği açısından stratejik bir hat haline getirilmesi gereken bir görevdir. Bugün bunun sadece tohumları atılmaktadır. Sonuçta her ülkenin baş düşmanı kendi ülkesindedir. Benim baş düşmanım ile Filistinlilerin baş düşmanı farklı olsa da onlar ABD’nin koltuğu altında stratejik ittifak halindedirler. Düşmanlarımız aynı karakterde devletlerdir. Güney’de “saha ajanları” denilen ağ TC-İsrail ve KDP’ten mürekkeptir. Filistinli dostum eğer benim devletimin kendisini desteklediğine inanıyorsa ona bunun hem geçici hem de büyük bir aldatma ve yanılgı olduğunu anlatmak görevimdir. Savaştığı devlet ile ‘benim devletim’, aralarında kimi çelişkiler olsa da son tahlilde ABD emperyalizminin bölgedeki ileri karakollarıdır. ‘Benim devletimin’ asıl isteği, emperyalist entrikalar içinde daha etkin bir rol alarak Kürt devriminin yok edilmesinde belirleyici bir söz sahibi olmaktır. O işte bu yüzden seni destekler gözükmektedir. Senin üzerinden büyüyecek olası çok cepheli bir savaş durumunu, Kürtleri bertaraf etmenin bir fırsat olarak görmektedir.
Tüm bölge devrimcileri açısından doğruluğu kuşku götürmez olan şey ise şudur: Taktiklerimiz aynı zamansallığa uygun düşmese ve ittifak siyasetlerimiz her mücadelenin kendi özgün doğası gereği farklı olsa da en azından özgürlük ve demokrasi felsefesi ile öz savunma stratejisinde mutabık olduğumuzu tüm bölge halklarına duyurabilmeliyiz. Türkiyeli devrimciler ile Kürdistan İşçi Partisi’nin Filistin direnişinde kanla yazılmış tarihi Ortadoğu devriminin yapı taşları olmayı sürdürüyor.

Filistin’de şehit düşen ilk Türkiyeli devrimci Mustafa Çelik/8.Haziran 1969

Filistinli yazar Mazen Safi’ye 2009 yılında Kürdistan dağlarından yazılan “Polat Can” imzalı mektup: (Aktaran Matthew Puffi/Dünya Çevirileri) “Herkes bilsin ki Kürt ve Arap kanı, Selahaddin Eyyubi’den Kürdistan dağlarında şehit düşen onlarca Arap yoldaşımıza kadar Kürt ve Filistin halklarının onur ve özgürlüğünü savunmak için birleşmiştir ve hala da birleşmektedir. Önemli olan nokta, kardeşim ve yoldaşım, zalimlere, ajanlara ve ırkçılara rağmen bizi bağlayan faktörlerin bizi bölen faktörlerden bin kat daha fazla olmasıdır. Zafer işgal altındaki Kudüs’ündür.”
Savaş Kuramı ’nın Yazarı Carl von Clausewitz
21.Yüzyılda Clausewitz ’in Görüşleri Hala Geçerli mi?

21.yüzyılın başında “gelecek savaş” için geçmişten gelen senaryoların ve kullanılan kavramların yetersiz olduğu görüldü.
Clausewitz ünlü eseri “ Savaş Üzerine” de savaşı şu şekilde tanımlamıştır:
“Savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır. Bütün savaşların amacı, düşman silahlı kuvvetlerini yok etme yoluyla onun iradesini teslim almaktır. Taktik, muharebe bilimi; strateji de savaş bilimidir.” Yetersiz de olsa hala geçerliğini koruyan çok duru, çok sarih bir tanımdır bu aslında.
Ancak Clausewitz ’in savaş tanımında tüm yapıtı okunduğunda karşıt güçlerin birer “devlet” olduğu iması çok güçlüdür. Bu yüzden onun analiz ettiği türden savaşlar devletlerarası savaşlardır. Dolayısıyla savaş tanımı, sacayakları ve içeriği doğru olmakla birlikte işin içine yarı devletleşmiş ve devlet dışı aktörler de girdiği için 21.yüzyıl savaşları için kimi yetersizlikler barındırmaktadır. Özellikle aşağıda sayılan hususlardaki değişim savaş tanımını, özünü koruyarak yenilemenin gerekçesidirler:
-İç işlerine karışmama ve sınırların güvenliği ilkesinin hükmünü yitirmesi ve önleyici savaş doktrininin hayata geçirilmesi. İç çatışmaları uluslararası çatışmalardan ayıran çizginin kaybolması.
–Tek tek ulus devletlerin tek taraflı olarak savaşamayacağı ortaya çıkmıştır. Bu ders ittifakların inşasında uygulanmaya başlanmış ve “tümleşik komuta sistemleri” büyük çaplı savaşları yürütebilecek bağımsız kabiliyete sahip askeri bir işbölümünü kurumlaştırmıştır. Yugoslavya, Irak ve Afganistan savaşlarını ABD, bu sistemle müttefikleriyle birlikte yürüttü.
–Devlet dışı ya da yarı devletleşmiş aktörlerin savaşa katılımı (PKK, Hizbullah, HAMAS, FKÖ, Taliban, Husi Güçleri, vb.)
-Yurttaş ordularından oluşan düzenli ve daimi ordularının yerini özel askeri şirketler ve devletlerin sözleşmeli profesyonel ordularının alması.
–Kimlik siyasetinin öne çıkması.
-Siyasi şiddet ile özel çıkarları esas alan şiddet arasındaki ayrımın bulanıklaşması. Devletlerin mafya gruplarıyla, bir ulustan kopmuş topluluklarla ya da özel askeri şirketlerle işbirliğine gitmesi sonucu oluşan karma savaşlar.
-Yeni savaşlarda klasik muharebelerin giderek seyrekleşmesi. Hava bombardımanları, orta ve uzun menzilli füzeler, İHA, SİHA ve denizlerde insansız kamikaze botlar gibi elektronik harp unsurlarının öne çıkması.
-Şiddetin askerlerden çok sivillere yönelmesi.
-Etnik temizlik ve soykırım arasındaki uluslararası hukuki normların ve analitik ayrımların silikleşmesi.
–İletişim araçlarının, TV ve sosyal medyanın bizzat birer “savaş aracı” haline gelmesi 20.yüzyılın sonundan günümüze, savaşlardaki en önemli yeniliktir
– Ve savaşın çoğu zaman siyasi bir araç olmanın ötesinde politikanın tam da kendisi haline gelmesi.
Ordular, Kralın askerleri ve ulusun orduları gibi düzenli ve istikrarlı hale gelene kadar birçok aşamadan geçmiştir. Önce barbar kavimlerin savaşçı bireyleri temel askeri birim olarak kullandığı dönem, sonra feodal beylerin serflerle takviye ettiği şövalyeler, daha sonra şehir devletlerinin yurttaşlardan oluşturduğu milis güçler ve en sonu istikrarsız, taraf değiştirebilen paralı askerler. Profesyonel ve daimi ulusal orduların evrimi bu şekilde tamamlanmıştır. Clausewitz ‘in kendi zamanındaki “düzenli daimi ordu” ve “asker” tanımları da günümüzde çok ciddi bir değişime uğramıştır. Düelloyu ele alırsak taraflar açısından şeref ve haysiyet için yapılırdı, günümüz savaşlarını ise “genişletilmiş bir düello” (Clausewitz) olarak ele aldığımızda ne şeref vardır ne de haysiyet.
Savaşın Clausewitz ‘in öngördüğü gibi artık, ”kesin sonuçlu” olarak bitmediği, çatışmalar sona erse de savaşın siyasi olarak devam ettiği ve yine Clausewitz ‘in deyimiyle karşı tarafın “askeri yöntemlerle mutlak yenilgiye uğratılmasının” gerçekleşmemesi 21.yüzyıl savaşlarının geçirdiği değişimlerden kaynaklanmaktadır. Kıbrıs, Lübnan, Irak, Filistin, Afganistan ve Mali gibi ülkelerdeki savaşlar bitmiş gibi görünse de askeri çarpışmalar ve siyasi gerginlikler fasılalı olarak devam etmekte ve istikrarsızlık kaynağı olmayı sürdürmektedir.
21.yüzyılda savaşan tarafların Clausewitzci anlamda “iradelerin savaşından” ziyade savaşın kendisi ve yürütülmesiyle daha çok ilgili oldukları görülmektedir. Savaş sonuç alıcı, sonuç odaklı olmaktan ziyade yürütüldüğü müddetçe anlam ve önem kazanan bir olguya dönüşmüştür. Savaş, politikanın bir alt disiplini değil nerdeyse ta kendisi olmuştur. Adeta bir ekonomik-politik etkinlik gibidir. İçerdiği tüm şiddetine rağmen sanki olağanüstülüğünü yitirmiş, uluslararası sıradan bir ticari faaliyet gibi gösterilmeye ve görülmeye başlanmıştır. Aynı Hannah Arent’in “Kötülüğün Sıradanlığı” ya da G. Orwell’ın 1984’ündeki “Savaş barıştır” aforizmasındaki gibi. Şimdiki savaşlar vatandaşın bilincinde her hangi haklı bir nedene oturtmakta zorlandığı, geçmişteki gibi destansı olmayan, halkın kendiliğinden inançla desteklediği günleri geride bırakmış savaşlardır. Yine de dünyanın dikkatleri üzerinizdedir. Savaşla birlikte yeni müttefiklik ilişkileri yaratabilirsiniz. Jeopolitik değerinizi artırabilirsiniz. Savaş aynı zamanda iç muhalefeti baskılar ve hükümetlerin ömrünü uzatır. Çok tipiktir, ülkemizde kendi devleti savaşta olan ama yurttaş olarak kendisi normal rutin yaşamını sürdüren bir gerçeklik yaşanmaktadır. Rusya’da da benzer bir durum vardır. Bu nasıl bir savaştır ki, sayıları 3-4 milyonu bulan Rus ve Ukraynalı her yıl Akdeniz sahillerinde umarsızca tatil yapabilmektedir. TC. yıllardır Kuzey, Kuzeydoğu ve Güney Mezopotamya’da epey ciddi bir savaşın içindedir ancak Türkiye halkı bu durumdan adeta habersizcesine normal hayatını sürdürebilmektedir. Bu durumdan hiç de mustarip değildir! Türkiye devleti savaşı kendi toplumunun gözünden kaçırabilmede oldukça maharetlidir. En son isteyeceği şey, Kürt meselesinin Türkiye halkı nezdinde sorgulanmasıdır. Savaşın tüm boyutlarıyla tartışılan ciddi bir gündeme dönüşmesidir. Örneğin “son terörist” mefhumu! Bu elbette bir propaganda ama o kadar sık tekrar ediliyor ki, zamanla eski gücünü yitirmenin ötesinde egemenlerin özgürlük ve demokrasi güçleriyle baş edemezliğinin kanıtına dönüşüyor.
Savaşan taraflar siyasi ve iktisadi nedenlerden dolayı kazanıp kaybetmektense savaşın kendisiyle, yürütülmesiyle, komşuları ve müttefikleri üzerindeki etkileriyle, iç muhalefetin yönetilmesiyle, silah sanayini geliştirmesiyle, ordusunun savaşta daha fazla profesyonelleşmesiyle vb. ilgilenmektedir. Kesin sonuçlu olmayan; muharebeler, ateşkesler, müzakereler, garantörlerle götürülerek bir türlü sonlanamayan, sonlansa bile uzun süre her iki tarafın siyaseten ayağına dolanan bir savaş türü ile karşı karşıyayız. Artık önemli olan, etkin olan askerini savaş ilan etmeden sınırlarının ötesine taşımaktır. Müşterek güçlerle ya da yalnız başına gittiğin ülkede askeri varlığının bulunması ya da askeri bir üs kurmak savaşa bakış açısını 360 derece değiştiren olaylardır. Savaşın öncellikle bir vatan savunması olmaktan çıktığının göstergesidir. Örneğin Türkiye’nin Somali, Libya, Azerbaycan’daki askeri birliklerine o ülkenin muhalif güçlerince bir saldırı, savaş nedeni olacak mıdır? Olduğunda bu vatan savunmasıyla nasıl bağdaştırılacaktır? Ülke savunması artık sınırlar ötesinde karşılanacaksa bunun savaş doktrininde yeri ve tanımı var mıdır peki? Ya da ne kadar vardır?
Tüm bunlarla birlikte savaş salt askeri-politik ve dahası ticari-sınai faaliyet olmaktan çıkmış, bir devlet yönetim biçimi olmuştur adeta. Olağanüstü dönemlerde kurulan savaş kabineleri ya da hükümetleri, devletlerin bir iç ya da dış savaşta olmadığı zamanlar için bile işlevsel kılınacak hale getirilmiştir. İşte savaş tanımı bir de bu açıdan yenilenmiştir diyebiliriz. Devletin her an “savaş hali” varmışçasına yapılandırılıp yönetilmesi savaşın tanımını çok daha işlevsel kılan bir durumdur.
“İşgal bir olay değil, yapıdır. Sömürgeciler kalmak üzere gelirler!” F.Fanon
Yerleşimci Sömürgeciliği

“İsrail daha derin bir anlamda ‘boş’ tu. Zira üzerinde bir Yahudi egemenliği kurulmadığı müddetçe o toprak ta sürgüne mahkûmdu! Yahudilerin dönüşüyle kurtulmayı bekliyordu adeta! ‘Halksız bir toprağa, topraksız bir halk’ en bilinen Siyonist slogandır.” (G.Pıterberg)
Yani, Yahudiler için Filistinliler topraklarının sahibi bir ulus değil, âdeta “doğal çevrenin bir parçası” idiler!
Siyonizm, Orta ve Doğu Avrupa’da yeşermiş, kendi içinde ve Avrupa kapitalizmiyle çok ciddi mücadeleler vermiş hem dini hem de milli bir harekettir. Hiçbir milliyetçilikte olmadığı kadar uluslaşmasında dinsel inancı temel motivasyonu olarak kullanmıştır. Amacı Filistin’de bir koloni kurarak devletleşmektir.
Filistin’in Yahudi yerleşimci milliyetçiliği tarafından kolonileştirilmesinde çok temel-özgün bir yan vardır.
Adeta yok sayma!
Tarihsel mitler ve teolojiyle hareket etmenin getirdiği bu anlayış, işgal coğrafyasını kendine “bahşedilmiş” topraklar olarak gördüğü için burada yaşayan yerli halkları görmezden geliyor hatta yok sayıyordu.
Sanki Filistin’de yaşayan halkları yurtsuzlaştırma gayeleri hiç olmamış gibi davranıyorlardı.
Siyonizm’i daha en baştan sözüm ona “ilerici Avrupa değerleriyle” hareket eden bir ütopya olarak propaganda ediyorlardı.
Daha da ileri gidilerek kibutzların “sosyalist bir ütopya” olduğunu bile hararetle ispatlamaya çalışıyorlardı.
Meselenin kritik noktası ise, Yahudi yerleşimcilerin Filistin topraklarında yerli Araplarla hiçbir ilişkiye girmeksizin kendi öz dinamikleriyle kurumsallaşmış olduğu iddiası idi! Gelmiş oldukları orta ve doğu Avrupa’dan etnik, dini, kültürel, ticari, coğrafi her anlamda son derece farklı olan -“vaat edilmiş”- (!) bu topraklarda hiçbir yabancılık ve zorluk çekmeden, hiçbir yardım almadan sadece kendi çabalarıyla yerleşimler kurduklarına dair bu abartılı hikâye elbette çok inanılır değildi.
Burada karşımıza çıkan “prolepsis mitolojisi” dir. (G.Pıterberg) Anlamı, hiç olmamış bir mit’i sonradan yazarak var kılmadır. Bu Siyonist siyaset teolojisinin temel düsturudur. Hiçbir kazıbilimsel kanıtı olmayan hikâyelerin oluşturduğu Yahudi teolojisi; Mısır’dan kaçış( exodus) ile başlar Kızıldeniz’in yarılması efsanesi ve Sina çölünde 40 yıl gezme vb. hikâyelerle devam eder.
İşin, ”öz dinamikler” denilerek yumuşatılmaya, doğallaştırılmaya çalışılmasının aslı ise, Yahudi yerleşimci milliyetçiliğinin Filistinlilere dayattığı ya gönüllü, kendi rızanla göç et ya da kalırsan ikinci sınıf vatandaşlığı kabul et şeklindedir. 1908-1925 arası erken kolonileşme döneminin taktiği budur. Benzetme yapacak olursak, Yahudilerin Filistin’e gelişi bir uçağın yabancı bir havaalanına tüm kötü hava şartlarına rağmen mecburi inişini kazasız yapma başarısından ziyade, o yabancı topraklara uçaklardan gece karanlığında, paraşütlerle atlayarak gizlice ve yasadışı yollardan girmek şeklindedir. Yahudi mitolojisi öyle ki, Filistin toprakları sanki kollarını açmış onları bekliyordu!
“Vaat edilmiş” değil, Filistin’in ” işgal edilmiş toprakları” olarak anılmaya devam eden bu coğrafya dünya tarihinde sömürgeci beyaz yerleşimciliğin en uç örneğidir. Benzeri yoktur. Doğu ve Güney Avrupa, yüzyıllar boyunca dışladığı, ucube olarak gördüğü, bulaşıcı hastalıkların bile müsebbibi saydığı bir dini cemaati, kapitalizmin şafağında Avrupa egemen sınıfları içinde yükseldiğini gördüğünde bu sefer de Naziler eliyle katliam ve soykırımına zemin hazırlamış, buna seyirci kalmıştır. Çok uluslu imparatorlukların (Rus, Endülüs, Osmanlı, Polonya, Habsburg) yönetimlerinde etkili makamlarda görev alan Yahudiler,18.yüzyıl sonunda Avrupa’da milliyetçiliğinin ve ulus devletlerin gelişmeye başlamasından sonra eski konumlarını yitirmişlerdir. Bu dönem aynı zamanda bir yandan yeni kıta Amerika’ya büyük Yahudi göçlerinin başladığı ama aynı zamanda Avrupa’da Yahudi milliyetçiliğinin de güçlenmeye başladığı bir dönemdir.19.yüzyıl boyunca Yahudiler yaşadıkları ülkelere bilim, sanat, felsefe ve ekonomide büyük katkılar yaptılar. Bu yüzyıl Yahudi toplumu içinde hem sol hem de sağ kanat siyasetlerin olgunlaşma dönemidir.
İki Farklı Yahudilik: Theodor Herzl ve Bernard Lazare

Modern Siyonizm’in babası, Avusturya ’lı gazeteci Theodore Herzl (1860-1904) için G.Pıterberg şöyle yazıyor: “ Siyonizm’e geçiş anı onun için aynı zamanda Yahudi olduğu gerçeğini en çok gizlemek istediği andı”. Bu aslında Orta ve Doğu Avrupa’da yaşayan birçok Yahudi için de geçerli bir psikolojidir.19.yüzyılın sonları diğer tüm milliyetçiliklerle Yahudi milliyetçiliğinin de filizlendiği dönemdir. Ama onun gelişimi, diğerleri gibi kendini açıktan, sesli siyasi çıkışlarla değil, çok daha temkinli, ortalığı fazla velveleye vermeyen bir hareket biçimindeydi. Aynı dönemin etkili bir diğer kişiliği, Bernarde Lazare, (1865-1903) Dreyfus davasındaki,- sahte delillerle askeri casuslukla suçlanan Yahudi subay- desteği ve yazdığı makalelerle adını duyuran devrimci, anarşist bir Yahudi aydınıydı. T. Herzl her nedense Dreyfus olayına, haksız yere yargılanan bu Yahudi subayına gazeteci olmasına rağmen ilk başlarda gerekli önem ve değeri göstermemiştir. Çok sonradan yürüttüğü politika gereği onu Siyonizm’in bir kahramanına dönüştürmüştü! Oysa Lazare, Herzl gibi iyi zamanında değil, en kötü zamanında da Dreyfus ’un sonuna kadar arkasında durmuştur. Herzl ’in merkezi-liberal politikası ile Lazare ’nin sol anarşist Dreyfusçu politikası etrafında hızla farklılaşan ve kümeleşen Avrupa Yahudiliği, aynı zamanda “Siyonizm’in çatallaştığı” (Pıterberg) bir yol ayrımını da ifade ediyordu. Bu iki farklı dünya görüşüydü. Modern, seküler ve ilerici, teolojik dogma içermeyen özgürlükçü, hatta antikapitalist bir Yahudi ütopyasının karşısında, Alman idealizmi ve romantizmi ile yoğrulmuş, teolojik mitlerle bağını koparmayan, milliyetçi ve en önemlisi yerleşimci hedefi olan (“vaat edilmiş topraklar”) çok daha kitlesel bir Yahudilik.
Herzl, Yahudi sorununun çözümünü Filistin’e göç olarak görürken, Lazare ise Yahudilerin Avrupa çapında bulundukları ülkelerde diğer halklarla Yahudi kimliğinin reddedilmediği ortak bir mücadele zeminini öngörüyordu. Lazare, evrensel hümanist bir projenin temelini oluşturacak olan devrimci anarşizme bağlıydı. Herzl ‘in öne sürdüğü ise Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmayı amaçlayan yerleşimci bir burjuva milliyetçiliğiydi. Lazare ile birlikte yerleşimci Yahudi milliyetçiliğine karşı olan dönemin ve sonraki ara kuşağın diğer aydınları; M.Lövy, G.Lukacs, Kafka, Walter Benjamin, Hannah Arendt ve Gershom Scholem’dir.

Hannah Arent’in “bilinçli parya” olarak tanımladığı Avrupa Yahudiliği Herzl ’in Siyonizm’ine alternatif ilerici, modern ve seküler bir Yahudiliktir. H.Arent, Siyonizm için en büyük günahı işlemiştir. Eıchmann davasına (milyonlarca Yahudi’nin kamplarda, gaz odalarında öldürülmesinden sorumlu SS yetkilisi Karl Adolf Eıchmann,1961’de Arjantin’de yakalanarak yargılanmak üzere Kudüs’e getirilmiş, yargılama sonunda idam edilmiştir) “evrenselci bir bakış açısıyla” bakmıştır. Siyonizm “tüm dünya bize karşı” şeklindeki kavimsel algıyı yerleştirmeye çalışırken Arent buna karşı savaş açmıştı. Böylesi bir soykırım tek tek suçluların cezalandırılması ile Holokost mağdurlarının vicdanını rahatlatma ile sınırlı olamazdı. Burada asıl sorgulanması gereken, “kötülüğün nasıl bu kadar radikalize” olabildiğiydi. Bu anlamda bu davanın iddianamesi “insanlığa karşı işlenen suçlar” olmalıydı. Siyonistler kendi soykırımlarının “biricik” olduğunu kendi soykırımlarının evrenselleştirilerek insanlığa karşı işlenen bir suç olarak tanımlanmasını reddediyorlardı. Arrendt’in suçu bu dava nezdinde Yahudiliğe kavimsel, dini pencereden değil evrensel pencereden bakmış olmasıdır. Birçok Yahudi aydınından görüşleri ile ayrılan Walter Benjamin ise Yahudi mesihçiliğinden tam kopamasa da onu Alman romantizmi ve Marxism ile sentezleyerek Bundçu olmayan Doğu Avrupalı özgün bir sosyalizme dönüştürme çabasıyla anılabilir.
Yahudiliğin ideolojik evrimi; mitolojik anlatıdan mesihçiliğe, oradan aydınlanma döneminin sekülarizmine uzandı. Bu safhadan sonra Siyonizm ve evrenselci yaklaşım şeklinde birbirine zıt iki farklı yola girdi.
Lazare Herzl’e yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu: “… Düşünceleriniz ile burjuvasınız, duygularınızla burjuvasınız, fikirlerinizle burjuvasınız ve topluma bakış açınızla burjuvasınız…” (Pıterberg)
Kazanan burjuva milliyetçiliği ve yerleşimci Yahudilik oldu… Peki, günümüzde iki farklı Yahudilikten ne kadar bahsedilebilir? Gazze’deki katliamları durduracak, mevcut faşist Netanyahu kabinesini alaşağı edecek anti Siyonist, barış ve demokrasi yanlısı,1948’den beri sürgüne yollanan Filistinlilerin geri dönüşünü savunmakla kalmayıp, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını savunacak güçler ne düzeydedir? Bu konuda Yahudi halkının demokrasi güçleri içindeki en radikal sol çizgisi bile sadece “şiddetin durdurulması” düzeyinde kalmaktadır. Filistin halkının siyasal özgürlüğüne dair ciddi adımlar atacak güçler çok zayıftır.130 yıla yaklaşan sömürgecilik karşıtı mücadelede Siyonizm topraklarını genişletmiş ancak hiçbir dönemde Filistin halkına boyun eğdirememiş, iradesini teslim alamamıştır. Filistin halkı istikrarlı bir öncülükten yoksun olmasına rağmen Siyonizm’e karşı mücadelesiyle insanlığın yüz akıdır.
Yahudi Tarihi Üzerine Diğer Temel Meseleler
Sürgün
Filistin’e Göç
Din
Öncelikle belirtilmesi gereken, Filistin’de yıllardır yürüttüğü işgal ve katliamlara rağmen Siyonizm Yahudi tarihi üzerinde bir hegemonya kurmuştur. Bu sadece siyasi-diplomatik değil akademik bir hegemonyadır da. Mesihçi Yahudi bağnazlığının tarihsel mitlerini eleştiren, ağırlıklı olarak yine seküler Yahudi aydınları olmuştur. Bu ilk bakışta devrimci bir özeleştiri gibi görünse de Yahudi tarihinin kendi iç eleştirisini geliştirmek aynı zamanda dışardan gelen eleştirileri önleme ya da zayıflatmanın bir yolu olarak ta kullanılmıştır.
Sürgün (Galut)
Sürgün, kadim bir geçmişte yaşanılan topraklara yeniden geri dönüşü anlatır. Tartışılmaz olduğuna inandıkları bir ön kabuldür bu! Yahudi egemenliğine tanık olmuş kadim topraklardan sürgün edilmeyle şimdiki zaman arasında kopmaz bir süreklilik mit’i oluşturmuşlardır.
Siyonistler Golah’ı (diaspora) değil, Galut’u (sürgün) esas alırlar. Yaşadıkları diaspora olsaydı dönecekleri bir yurtları olması gerekirdi, oysa bu yurt “mücadele edilmesi” gereken bir coğrafya olarak henüz onlara çok uzaktı. Sürgün mefhumunun kaynağı budur. Bu yüzden diaspora kavramının kullanılmasına hoş gözle bakmazlar. Bu kavramı güncel ya da tarihsel olarak kullanan Yahudileri Avrupa burjuvazisine öykünen güvenilmez liberaller olarak görürler. Sürgünün tarihi, gösterilmek istendiği gibi “gizil bir ulusun” değil, dinsel bir cemaatin tarihidir. Belli bazı tarihsel koşullar sonucu yeni bir ulus ortaya çıkmıştır o kadar! Yahudilik kendine özgü bir yol izleyen bir milliyetçilik ve ulus/devlettir. Doğmadığı, yaşamadığı topraklarda hak iddia etmekle kalmayıp bu coğrafyayı işgal eden tek milliyetçilik odur. Çoğu tarihçinin hem fikir olduğu üzere Mısır, Yahudiliğin modern tarihinin başlangıcıdır. Oysa Yahudi mitolojisi Mısır’ı değil Siyon’u diasporanın ilk çıkışı olarak görür!
Yahudiler kendi geçmişlerini neden dünyada eşi benzeri görülmemiş bir “sürgün” olarak tanımlıyorlar? Sürgüne neden bu kadar kendini çok aşan ideolojik-tarihsel anlam biçiyorlar? Çünkü sürgün onlar için uluslaşmanın yegâne ön koşulu ve anahtar kavramlarından biridir. Sürgün onlara göre uluslaşmayı hak ettiklerini gösteren yaşanmış büyük bir trajedir. Ancak bu öyle bir tarih yazımı ki sanki dünya halkları içinde Yahudiler dışında sürgün, katliam, trajedi yaşayan başka hiçbir halk yokmuş gibi! Tanrı tarafından “seçilmiş bir halkın” böylesine bir zulmü hak etmemesi gerekirdi! Seçilmiş olmakla da biricik, uğranılan zulüm olarak ta biricik.
Altını çizerek belirtilmesi gereken en mühim noktalardan biri, Yahudilerin tarihsel olarak ulusal toprak yapılarına sahip olmadığıdır. Topraksız olarak sürgünde ulusallaşan bir halktırlar. İşte buna biricik denilebilir. Tüm dinlerden farklı bir cemaat dinine mensup olmaları ve ortak dil-kültür özelliklerini korumuş olmaları onların 19.yüzyılda bir ulus olma özelliklerinin zeminini örebilmiştir. Siyonist olmayan Yahudi aydınların tabiriyle Yahudiler özünde “dışarlıklı” bir fenomendir. Sadece Yahudiler değil, birçok kavim, M.Ö 2000’li yılları baz alırsak, doğdukları kadim toprakların çok uzağında yerleşik hayata geçmişler, asıl uygarlıklarını doğdukları değil, göç ettikleri yeni topraklarda kurmuşlardır. Yahudilerin ‘talihsizliği’ dar bir cemaat olarak başka uygarlık ve ya kültürlerce daha önce kurulmuş Doğu Avrupa ve Levant coğrafyasına gecikerek gelmiş olmalarıdır. Bu yüzden Yahudiler ne otokton halklar (Kürtler, Ermeniler, Araplar, Farslar, Japonlar, Ruslar, Helenler) ) ne de doğdukları kadim toprakların uzağında uygarlık kuran halklar (Türkler, Macarlar, Gotlar, Vizigotlar, Keltler ve Galyalılar vb.) gibi olabilmişlerdir. Geriye kalan tek alternatif doğdukları ama zamanın uygarlıkları karşısında tutunamayıp göç etmek zorunda kaldıkları mitolojik topraklara 2000 yıl
sonra(!) emperyalizmin desteğiyle geri dönmekti! Mevcut faşizmler içinde mitolojiyi de kendine paravan yapan bir tek Siyonizm olmuştur. Bu üçüncü durum, Avrupalı beyaz yerleşimcilerin Afrika, Amerika ve Avustralya’ya giderek oradaki yerli halkların topraklarını işgal ederek oluşturdukları sömürgeci kozmopolit uygarlıklardan esinlenerek oluşturulmuştur.
Siyonist kuruluş miti üç şekilde tezahür eder:
-Sürgünün hükümsüzleştirilmesi:
( Sürgün hak edilmemiştir. Bin yılların sürgün yaşamında dağılan Yahudi cemaatine yeniden bir araya gelmeleri için yeni bir bilinç gereklidir.)
-İsrail ülkesine dönüş:
(“Vaat edilmiş topraklar” a dönüşün vaz geçilmez oluşu, bunun kutsal kitaplarında yazdığı gibi Yahudilerin değiştirilemez bir yazgısı olması.)
-Tarihe dönüş:
(Dünya ulusları içinde hak ettikleri yeri almak, bunun için Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak.)
Göç
Yerleşimcilikte ilk göç dalgası 1882 ile 1903 arasında Doğu Avrupa’dan doğru yaşanan ve yaklaşık 30 bin göçmeni kapsayan Birinci Aliyah (Yükseliş) diğeri ise 1904-1914 yılları arasında Rusya ve Yemen’den 40 bin göçmenin geldiği İkici Aliyah’dır. Bu dönemde Filistin’de yaklaşık 500 bin Filistinli Müslüman ve Hıristiyan Arap ile diğer azınlıklar yaşıyordu. Birinci Aliyah’ı şekillendiren ekonomik güç ünlü Rothschild ailesidir. Kuzey Afrika’daki Fransız kolonileri örnek alınarak ilk yerleşimciler Filistin’e bu zengin bankacı Yahudi ailesinin finansmanı ile gönderildiler. Üzüm yetiştiriciliği yapan bu aileler kısa sürede ucuz Arap emeğini kullanmaya başlayarak adı konulmasa da bir tür etnik plantasyonlar yarattılar.
İkinci Aliyah göçmenlerinin gelişi ile toprağı merkez alan bir kolonileşmeden işgücünü merkez alan bir kolonileşmeye geçiş yaşandı. Böylece etnik plantasyonlardan “saf yerleşim” e geçiş yapıldı. Toprağı değil, işgücünü kendine çıkış noktası yapan saf yerleşim kolonisi İsrail ulus/Devleti’nin çekirdeği olarak değerlendirilebilir. Filistinli işçiler kovulup yerlerine Yahudi işçilerin yerleştirilmesiyle işçi Siyonistler, ”beyaz yerleşimciler” e dönüştüler.
Din
Din, Yahudiliğin özüdür.
Siyonizm, Yahudi halkını adeta “din proleterleri” ne dönüştürmüştür.
Yahudiliğin ulus betimlemesi tüm milliyetçilikler içinde belki de ırkçılık ve din dozu en fazla olanıdır.
Bizim milliyetçiliğimiz dinimiz, dinimiz milliyetçiliğimizdir demektedirler. Siyonizm tam da budur.
Yahudilik oluşturduğu tarihsel mitlerle “hayali cemaatler” içinde belki de en başta gelendir diyebiliriz.
Hiçbir milliyetçilikte din ve ulusun böylesine sımsıkı harmanlandığı görülmüş değildir. Din önce Hristiyanlar ve sonra Müslümanlarda devletten görece ayrışmışken Yahudilikte tüm tarihi boyunca kavimden ulusa kadar birlikte iç içe yol almışlardır. Yahudilikte ideoloji ile zor ’un “ayrışmamış” olması diğer dinlerden onu ayıran en temel özelliğidir.
Yahudi tarihi gerek din kitapları gerekse mitologya tarafından o kadar organik bir bütün içinde işlenmiştir ki gelecekte kurulacak Yahudi ulusunun temeli çok önceden atılmıştır sanki! Yahudilik daha kavim halindeyken tarihin “evrensel abidesi” olacağını ispatlamıştır! (Pıterberg)
Yahudiliğin İspanya’dan sürüldüğü 1492 yılından 18.yüzyıl ortalarına kadarki ikinci safhasında ortaya çıkan Kabalizm Ortodoks Musevi teolojisini daha sekuler ve akılcı temellerde yapılandırmaya çalışsa da aynı dönemde Doğu Avrupa/Polonya ve Ukrayna’dan yükselen ultra Ortodoks Hasidizm bu yönelimi dengelemiştir. Sonuçta Kabalizmin mesihçiliği tez, Hasidizm anti tez Siyonizm ise sentezdir.
Exodus (Mısır’dan sürgün)-Mesihçilik-Kabalizm-Hasidizm-Aydınlanma ve Sekülarizm-Siyonizm: Yahudiliğin ideolojik evrimi bu şekilde gerçekleşmiştir.
Ben Gurion ile Adnan Menderes arasında gerçekleşen gizli görüşme.
Hürriyet Gazetesi-2009
Ben Gurion ‘un özel kalemi olan İsrail’in 5.Cumhurbaşkanı İzak Navon ’un anılarından: “1959 senesiydi. Gizli bir görevdi. Türkler, görüşmenin gizli olmasını istemişlerdi. Müslüman
ülkelerin tepkisini çekmemek için. […]
Ankara’ya gece vardık. Karanlık bir araçla ihtişamlı bir binaya gittik. O akşam ve sabah, Ben Gurion ile Adnan Menderes arasında birkaç görüşme oldu. […]
O günlerde Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır, Ortadoğu’da çok popülerdi. Üç halkanın; Arap dünyasının, İslam dünyasının ve Afrika’nın lideri olmak istiyordu. Üçüncü Dünya blokunun da önemli liderlerindendi ve arkasında komünist imparatorluk vardı. Nasır, bir komünistti ve Ortadoğu ile Afrika’nın kapılarını komünizme açmıştı. İsrail için ciddi bir tehditti. […]
Ben Gurion, Ankara’da, komünizmin Ortadoğu’ya yayılmasının Türkiye için de bir tehdit olduğunu anlattı. Menderes de aynı görüşteydi. Bu ortak tehdide karşı ellerimizi birleştirme konusunda bir anlayış birliğine varıldı. Çeşitli düzeylerde, özellikle güvenlik yetkilileri arasında istihbarat koordinasyonu ve değişimi konusunda da pek çok gizli görüşme daha oldu. Ben Gurion ‘un bu gizli ziyareti, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesinde bir başlangıcı teşkil etti.
Bu görüşmeler sayesinde İran ve Etiyopya’nın ardından Türkiye’de de komünizmin yayılmasını engelledik.”
