Sağ, muhafazakar ve mütedeyyin! – Mehmet Turan

Sarayın önünde biriken 400 bin kişi

Seçimler ve sonuçları üzerine çok yazdık. Gerekliydi de. Aslında bu büyük bir dosya konusu olacak özellikler taşıyan Türkiye tarihinin en önemli toplumsal olaylarından birisidir. Tüm boyutlarıyla ele alınmayı sonuna kadar hak ediyor. Keza sadece ülkemizi değil tüm bir Avrupa, Kafkasya ve Ortadoğu’yu içine alan çok geniş bir coğrafyayı ilgilendiren bir seçim olmuştur.

Mesela; Azerbaycan Cumhurbaşkanının adeta takım tutar gibi Erdoğan’dan taraf olması seçimlerin bölgesel önemini ortaya koyan çarpıcı bir olaydır. Yine Rusya’nın açıktan olmasa da alttan alta verdiği destek de not edilmesi gereken bir durumdur. Katar, daha insanlar sandığa gitmeden desteğini göstermişti bile! Öylesine güçler vardı ki AKP’nin kapalı kapılar ardında tebriklerini kabul etmeyi yeğleyeceği ama bunlar, Taliban, Müslüman Kardeşler (İhvan) ve İblid’in hâkimi El-Kaide devamcısı HTŞ, Erdoğan’ı açıktan coşku ile tebrik etmeyi tercih ettiler. Tabi Suriye Milli Ordusu’nu da unutmamak lazım. Böylece TC’nin bölgedeki gizli açık tüm müttefikleri seçim vesilesiyle bir kez daha kendilerini ortaya koymuş oldular. Salondaki tebrik törenine gelince Ortadoğu ve Asya’nın tüm gerici rejimlerinin başkanları oradaydı. Avrupa’dan sadece NATO genel sekreteri teşrif etmişlerdi.

Emperyalizmin satranç tahtasında merkezi bir yer işgal eden Türkiye, ABD-NATO ile Avrasya’nın emperyalist güçleri arasındaki güç mücadelelerinde eksen oyuncu olmayı sürdürecektir. Bu beraberinde seçim sonuçları ile ortaya çıkan ‘yeni Türkiye’nin sınıf ve halk profillerine yeniden göz atmayı gerekli kılıyor. Sadece bu da değil, devrimci hareketler de yaşanan sürece ilişkin özeleştirel bir tutum almalıdırlar.

Eşitsiz ve çok adaletsiz koşullarda, devletin tüm imkanlarının AKP-MHP’ye seferber edildiği, dezenformasyon ve manipülasyonun sonuna kadar kullanıldığı, mitinglerde muhalefet liderinin çelik yelek giymek zorunda bırakıldığı, HDP ve diğer muhalif politikacıların devlet gözetiminde başta Erzurum olmak üzere bir çok yerde linç edilmeye çalışıldığı bu seçimler, hiçbir şekilde kabul edilmeyecektir. Bu seçimler devrimciler, kalbi solda atan gençler, Aleviler ve değişim isteyen Türkiye emekçileri ile Kürt halkı için yok hükmünde görülüp mücadeleye bu perspektifle devam edilmelidir. Hiçbir şey olmamış gibi ortada bir gasp bir zorbalık yokmuş gibi “Demokrasi kazandı, 85 milyon kazandı!” safsatalarıyla iktidarlarını sürdürmelerine izin mi vereceğiz?

Sağ, muhafazakâr, mütedeyyin!

Türkiye toplumunun İslami politik görüş sahibi olarak değil, aile geleneği, inanç, taşra veya köy yaşamı, atalarının anıları ve mirası, mahalle hayatı, yoksulluğunun kırıntılarla ikame edilmesine ses çıkaracak gücü olmayan, metropol nimetlerine ulaşamamanın öfkesi ya da doğduğu kültürel ortamdan dolayı vb. ideolojik olmayan sağ, muhafazakâr ve mütedeyyin emekçilerinin verdiği karara dair kendileriyle tartışmak istiyoruz.

Sorumuz öncelikle külliyenin önüne biriken 400 bin kişiye olacaktır! Neden böyle bir karar vermişlerdir? Hadi kendinizce haklı bulduğunuz nedenlerle AKP, 21 yıllık icraatını biraz daha sürdürsün istediniz, peki ya AKP’nin müttefiki olan oluşumların ne denli gerici, kap kara bir faşizmin temsilcisi ve kadın düşmanı güçler olduğunu hiç mi bilmiyordunuz? Taliban’dan El Nusra’ya, İhvan’dan HTŞ’ye ve Barzani’den Hüdapar’a hiçbir ülkenin bu kadar büyük gericiliklerle aynı anda müttefiklik ilişkisi kurduğu görülmüş müdür? Sizce de bu çok “gayri milli” bir durum değil mi? Yerlilikten millilikten o kadar dem vuran AKP radikal selefi örgüt ve devletlerin hamisi olmuş haberiniz bile yok! Sizlere asıl dostlarınız olarak sonuçları itibarıyla “yok hükmünde olan” bir seçime nasıl böyle ortak olduğunuzu göstermek boynumuzun borcudur! Çok yakın zamanda tüm dünya ajanslarına kafa kesme görüntüleriyle damga vuranlar, ülkemizde Kürt politikacı ve yurtseverlere enseden Tokarev mermisi-balta-domuz bağı-mezar evleri reva görenlere oy verdiğiniz partinin kucak açması ve sizin bunları göremeyerek, belki de aldırmayarak alanlarda havai fişeklerle kutlama yapmanız bizi çok ama çok ilgilendiriyor. Zafer kutlamanızda size idam sloganları attırırken gülümseyen birini seçmiş olmanız övünülecek bir olay değildir.

Neden böyle bir karar verdiniz?

Tayyip’e olan büyük sevginizden mi? Muhalefete güvenmediğinizden mi? Muhalefetin AKP’nin göstermeye çalıştığı gibi gerçekten PKK ile işbirliği içinde hareket ettiğine inandığınızdan mı? Güvenlik kaygıları geçim derdinden daha önde geldiğinden mi? ABD ve Avrupa’nın AKP’nin gitmesini istediğini, böylesi bir durum karşısında “vatan savunmasının” önde tutulması gerektiğinden mi? Ya da CHP’nin  “yerli ve milli” olanın karşısında iktidarın göstermek istediği gibi emperyalizmin yanında saf tuttuğuna inandığınızdan mı? AKP’nin bu sahte antiemperyalizmine hala inanıyor musunuz? Öyle olsaydı İngiliz ve ABD pasaportlu birini yeni hazine bakanı yaparlar mıydı? Gayet tutarlı bir gerekçe olabilecek İslami inanışlarınızın gereği mi peki? Ama Erdoğan bir Müslümanın yapmaması gereken ne çok şey yapmıştı ama öyle değil mi? Yoksa tüm olumsuzluklara rağmen değişimden korktuğunuz için mi? Belki de geçmişte Batıcı seçkinlerin hor görmesinin “karşısına dikildiği” için, -ABD’yi arkasına alarak(!)- “kurtarıcı” olarak bellediğiniz yeni Osmanlıcılara olan duygusal bağlılığınız etkili olmuştur. Elbette AKP’nin enformasyon savaşlarıyla verdiği seçim mesajlarının etkisi de yabana atılmamalıdır. Devam ediyoruz. Yıllardır kurduğunuz -onu kendinizden biri gibi gören- kişisel özdeşlikten dolayı Tayyip’in kaybetmesinin sizin de kaybetmeniz anlamına geleceğinden mi? Değişimi istemenize rağmen bundan korkmanızdan mı? Ya da elinizdekinden de olacağınız korkusu mu ağır basmıştır? Değişimi istemenize rağmen karşınızda bunu gerçekleştirecek bir muhatap bulamamanız da bir diğer ihtimal olarak görülebilir. Yabana atılmaması gereken müthiş bir anakronizm (tarih yanılgısı) denemesinden de bahsedelim. Muhafazakâr seçmenin bu seçimleri ikinci bir 15 Temmuz olarak görmesi gerektiğinin zihinlere dikte edilmesi… Sizden buna göre davranmanız istenmiş olabilir mi? Peki ya ekranlarda sürekli döndürülen ülkenin tüm limanlarını dolaştırılan TCG Anadolu gemisi ve o İHA’lar, SİHA’lar, Kızıl Elma’lar seçim tercihinde gerçekten ileri sürüldüğü kadar etkili olmuş mudur? Milliyetçi, şoven propaganda hayat gailesi ile çırpınan sizlerin gözlerini bu kadar körleştirmiş olabilir mi? Muhafazakâr seçmen bunun sadece bir seçim gösterisi olduğunun hiç mi farkına varmadı? Ve içten içe çoğunuzun ülkenin yıllardır tartışılmaz bir gerçeği olarak artık kabullendiğiniz yasal-meşru bir güç olarak HDP’nin seçim boyunca “terörist”, “bölücü” vb. şeklinde şeytanlaştırılmasına inanmış olabileceğinize inanabilir miyiz? 2015’te defalarca İmralı’ya, Oslo’ya giderek Öcalan ve Kürt devrimcileriyle görüşmeler yapan aynı iktidar mensupları değil miydi? Halklarımızın geleneksel “sağ yanı” hafızalarını zorlarsa bunu elbette hatırlayacaktır. Belki de içinizden bazıları hayatın sürgit aynı kaldığı Anadolu’nun ücra kasabalarının kendini değişimlere kapatmış durgun, dingin, kasvetli taşra psikolojisinin yaşayan son efsanelerisiniz! Bunu da yabana atmamak lazım!

Deneyim ötekinin farklılığını kabul etmekle başlar. Türk bireyin gündelik yaşamda 100 yıldan fazla iç içe yaşadığı, ortak deneyimlerde bulunduğu, Çanakkale’de,Kurtuluş savaşında birlikte savaştığı Kürt bireylerle ilişkisinin neden iktidar tarafından ısrarla boyunduruk altına alınmaya çalıştığını sorgulaması gerekmez mi? Bu politik bir meselenin ötesinde birazda sağduyu meselesidir. Külliyenin önünde sevinç gösterilerindeki psikolojiniz uçurumun kenarından hayata yeniden dönercesine bir ruh haliydi. Gözlerden kaçmayan ise bunun kazanmanın değil, kaybetmemenin verdiği bir sevinç olduğu idi! İşte bu her şeyi değiştirir. Zafer kazanmadığınızı, sadece biraz daha vakit kazandığınızı biliyorsunuz. Oysa bir Fransız’ın dediği gibi “Bugün ölen bir cesettir”. Çoktan ölmüş bir rejimin o iğrenç kokusunu teneffüs etmeye devam etmek ne büyük bir talihsizlik! Değişime direnenlerin şahit oldukları zulümkarlıklar karşısında bitaraf olmaları ya da sessiz kalmaları kabul edilemez ama siz bırakın tarafsız kalmayı yıllardır haksız yere hapiste yatan Selahattin Demirtaş için idam sloganlarına eşlik ediyorsunuz! Sizi en yakın komşunuza bile düşman yapan, uzatmaları oynayan AKP-MHP faşizmine “son bir şans” vererek ülkemizi bir kez daha yeniden talan etmelerine, kirli savaşı sürdürmelerine izin vermenizi ne tarih ne de çocuklarınız kolay kolay affetmeyecektir. Faşizmin kara bayrağına “vatan” yazılması külliyenin 400 bin kişiye kabullendirdiği işte budur.

Körleşme

Türkiye toplumunun muhafazakar emekçilerinin AKP’yi yeniden iktidar yapmasını sağlayan gerçek motivasyon neydi? Yukarıda sayılan ve kimilerinin etkili olduğu anlaşılan ancak tüm nedenleri ortak kesen tatmin edici, “her şeyi tek cümlede anlatan” kesin bir cevap hala yok. O zaman düşünmeye devam ediyoruz. Çünkü bu sorunun anlamlı, bilimsel-sosyolojik bir cevabı olmak zorunda. Keza kimi kesimlerde bu toplumsal grupların faşizmin kitle temeli olduğuna dair çok ciddi bir inanış mevcut. Gerçekten de muhafazakâr-mütedeyyin emekçiler, aynı MHP, BBP ve HÜDAPAR’in kemik seçmenleri gibi Türkiye’de faşizmin kitle temeli olmaya adım adım yaklaşmakta mıdır? Muhalefetten sık duyduğumuz sadece “toplumlar layık olduğu şekilde yönetilir” tarzında elitist, nihilist yaklaşımlardır. Kaldı ki bu yıllardır sol Kemalizm’in yaptığı ve yeni muhafazakâr egemenlerde hak etmedikleri bir mağduriyet edebiyatı yapmalarına olanak sağlayan bir argümandır.

 İşsizlikten pahalılığa, enflasyondan merkez bankasının çökertilmesine, dolar altın kurunun yükselmesinden savaş ekonomisine kadar tüm olumsuz ekonomik göstergelere, dış politikada sözde atak olmanın sonuçta diklendiği güçlere baş eğmeyle sonuçlanmasına, gözümüzün ta içine sokulan zenginler saltanatına, depremde yalnız bırakılmaya, kimi mafya gruplarının devlet nezdinde meşrulaştırılmasına, tüm bunlara rağmen yukarıda ardı ardına sayılan Saikler muhafazakâr yoksulların, mütedeyyin emekçilerin neden AKP-MHP faşizmini yeniden iktidara taşıdığını tam olarak açıklamaya yetmemektedir. Düşünmeye devam ediyoruz.

Tek adama karşı Kürt halkı, devrimciler, Aleviler ve kalbi solda atan gençler ve artık değişim isteyen emekçiler; bunun karşısında tek adamdan vazgeçmeyen kuru kafa ve kemiğe eklemlenen ve tatmin edici bir siyasi mülahaza ile açıklanamayacak şekilde desteğini sürdürmeye devam eden muhafazakâr yoksullar ve mütedeyyin emekçiler vardır. Hangi siyasi mülahaza yoksul ve emekçi olmasına rağmen toplumun bu kesimine siyasi çıkarının hala sağ iktidarlarda (onların gözünde hala merkez sağ, faşist değil!) olduğuna inandırabiliyor? Onu buna mecbur bırakıyor?

Beklediğiniz cevabı verelim artık. Buna “körleşme” demeyi uygun buluyoruz! Tanımımız budur. Büyük toplumsal körleşme…

Nasıl ki Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’nda yenilmesi ve bu yenilgi psikolojisi, Hitler faşizminin yükselişine ön ayak olduysa, AKP’nin 2019 belediye seçimlerinde aldığı yenilgiden sonra gelişen olaylarla bunun küçük ölçekli bir benzerinin ülkemizde yaşandığı söylenebilir. İstanbul ve Ankara’yı kaybetmesi, Kuzey Suriye’de, Güney Kürdistan’da işi kimyasal kullanmaya vardırmasına rağmen başarıya ulaşamaması, ABD ve AB ile ilişkileri bir türlü düzeltememesi, ekonomik durumu batırması, kısaca son 5 yılın toplamı bir yenilgidir. İşte bu yenilgi psikolojisini seçim sürecinde kendi tabanına enjekte etmiştir. AKP tank, top, uçak, gemi sloganlı ve buna linçlerin eşlik ettiği seçim savaşında muhalefete gözdağı vermenin ötesinde asıl kendi tabanına yönelik bir tehdit abartmasına girişmiştir. Konsolidasyonun da körleştirmenin de temel dayanaklarından biri budur. Yenilgi psikolojisini güç büyütmenin bir aracına dönüştürebilmesi.

Tarihi seçimler birbirinin zıddı iki görüşün hiçbir griliğe izin vermeksizin kendini ortaya sermesi ile önemli bir tartışma konusudur. Faşizm tehlikesini apaçık görenlerle bu konuda adeta bir körleşmeyi yaşayanların seçim sonrası aynı mahallede, aynı iş yerinde, aynı statta, aynı kahvehanede yan yana gündelik yaşamlarını sürdürmeleri çözümlenmeye muhtaçtır. Çünkü Türkiye tarihi 6-7 Eylül, Çorum, Maraş ve Sivas’ta yıllardır yüz yüze olan insanların bir gün sonra ve bir gün içinde canavarlaşan insanlarca katledildiğini yazıyor.

Elias Canetti, “Körleşme” romanında Almanya’nın ilk dünya savaşının yenilgisini üzerinden atamadığı ve yenilgi psikolojisinin faşizme adım adım zemin hazırladığı bir dönemi, bu dönemde faşizmin kitle temeli olacak sıradan insanları tüm çıplaklığıyla anlatır.

 Canetti 1930’larda kitle eylemlerinin her tür politik mücadelenin en önemli silahı olduğunu fark ederek “kitle” ve “iktidar” ilişkisi üzerinde çalışmaya başlar. Yaşadığı yıllar, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın tarihteki en büyük kitle hareketlerinin ve kitlesel yıkımların görüldüğü yıllardır.

 “… Bir iktidar simgesi olarak Hitler’in vahşeti doğru iz üzerinde olduğunu gösterir: Kitle yıkıcı, iktidar öldürücüdür. İnsan ‘iktidar’ isteği ile Tanrı’nın kıyamet ve dehşet tehdidini çalmıştır. Ölüme karşı direnmenin yolu ise emre karşı koymak ve yaratmaktır. Canetti ‘düşünmek ısrar etmektir’ der.” (Kitle ve İktidar / E. Canetti / Çeviren Önsözü)

Tam bu noktada Anadolu’nun muhafazakâr kırsal toplumunu “kitle ve iktidar” temelinde ele almak politik körleşme teşhisi için yol açıcı olacaktır. Kitlemiz Anadolu yarımadasında yaşayan Türkler, İktidar ise Taşra ’dır.

Bir alegoriden daha fazlası: Taşra

Körleşme nerde nasıl başlıyor? Düşünce ve gerçeklik arasındaki kopuşla başlıyor. Ya da Elias Canetti ’nin dediği gibi “kafasız bir dünya” ile başlıyor ve “dünyasız bir kafa” ile yol alıyor… Sonuçta oluşan “kafadaki dünya”, işte şimdi bundan söz edeceğiz.

Kendini amansızca dayatan gerçeklere kendi sorgulanamaz doğrularıyla aynı oranda amansızca mukavemet etmek. Olaylar gerçeği doğruladıkça, haklıya hakkını verdikçe, onur zulme galip geldikçe inadına gerçeğe daha fazla direnmek. Görmek istememek, zihnini kapatmak. Körleşmek! İktidarın defalarca kanıt istemeyen suçüstü pratiklerine rağmen bu dogmatik, körleştirici akılda diretmek. Seçim sonuçlarından bağımsız, daha genel olarak bu ruhsal şekillenmeyi belki de en iyi bir simge olarak kimsenin varlığından haberi olmayan ücra bir Anadolu kasabası alegorisi ile anlatabiliriz.

“Anadolu kasabalarında… İnsanın ömrü kotrada rüzgâr bekler gibi daimi bir bekleme, durgunluk ve sıkıntı içinde geçer; bu hayattan şifa, sıhhat ve zevk beklemek abestir, günler adamı için için, sessiz sedasız, yumuşacık dişleriyle farkında olmayarak mütemadiyen kemirir, eritir ve bir gün kof edip bitirir. Artık, özünü kurt yemiş bir ağaç gibi sizden çiçek, yaprak, meyve, yani fikir, zevk, neşe beklemek abestir; kaba, hantal, lüzumsuz bir şekil, bir eşya haline gelir, kütük gibi hissiz durur, hülasa kurursunuz.” (Refik Halit Karay’ın Ay Peşinde isimli romanından / Aktaran Tuncay Birkan / Sol: Evin Reddi / Taşraya Bahar Hiç Gelmez mi?)

Refik Halit’in 1922 tarihli bu romanında tasvir ettiği kasaba gerçekliği elbette değişime uğramış ama temel özelliklerini korumak şartıyla! O yüzden bizim için bir çıkış noktası olabilir.

Kendi sessiz ve dingin ücra Anadolu kasabasına çekilmiş, dış dünya ile özellikle büyük şehir yaşamıyla ilişkisiz, kafasının içi atalarının anılarıyla dolu taşra insanının bu hayatı öylesine uzun zamandır sürüp gitmektedir ki, artık istese bile dış dünya ile tatmin edici bir ilişki kuramamaktadır. Kurmaya çalışsa bile kurduğu, sağlam temellerden yoksun, gerçeklerle bağdaşmayan, dolayısıyla hiçbir soruna çözüm getirmeyen bir diyalogdur. Mahrumiyetin yarattığı hayal gücü eksikliğini kasabaya gelen yabancılarla gidermeye çalışan bunu yaparken öğrenen ama bunu içselleştirmeyen tersine ona kendi doğrularıyla uzlaşması gerektiğini -sözleriyle değil hal ve hareketleriyle sessiz bir direnişle- dayatan kendi dünyasında bir kafadır bu. Kasabanın yabancı ile temel ilişki biçimi onu sürekli gözlemlemek ve kayıt altına almaktır. Yabancı geçicidir o kalıcıdır ve yabancının orada geçirdiği zaman zarfında kasabanın egemenlik sahası içinde kasabalılara rağmen bir değişiklik yapma ihtimali olmamalıdır. O yüzden gözetim şarttır. Denizleri Şarkışla’da yakalatan işte kasabanın yabancılara olan bu özel merakı ve gözetimidir.

Burada biraz soluklanırsak, betimlemeye çalıştığımız şey taşrayı salt olumsuzlayıcı bir sıfat olarak kullanmak değil. Ya da tersinden sol kaçışın güzellemeler, idealizasyonlarda bulunduğu mekânlar olarak resmetmek de değil. Ama en azından Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ya da Ahmet Uluçay’ın gerçekçi kasaba filmlerine biraz yaklaşabiliriz. Yukarıdaki gibi bir ikiliğin kıskacına girmeden kasaba gerçekliğinin somutluğuna göz attığımızda hayatı gerçekten çekilmez hale getiren o kısır döngünün merkezinde yer alan durgunluğu, dinginliği, kasveti, mahrumiyeti ve ataların mirasını daha net görebileceğiz. Ve bunların taşranın ontolojik özellikleri değil, uzun bir toplumsal tarihin ürünü olduğunu ve pekâlâ değiştirilebilecek şeyler olduğunu kavrayacağız.

Taşraya giden yeni yetme doktor, öğretmen, ebe, hemşire, savcı, hâkim gibi devlet memurlarının bu ücra kasaba gerçekliği hakkındaki şaşkınlıklarını, tuhaf ve ilginç hikâyelerini çoğumuz işitmiş ya da dinlemişizdir. O ilk geldikleri günkü kendilerini kasaba halkından üstün gören şehirli, kibirli, medeniyeti getiren “beyaz adam” havasındaki davranış ve üsluplarının orada geçirdikleri zaman içinde yavaş yavaş üzerlerinden kayıp gittiğini hüsranla yaşamışlardır. Şehirli küçük memurlar içinde bulundukları somut maddi koşullarla açıklamanın pek mümkün olmadığı insanlarla karşılaşmış olduklarını çok sonradan anlayabilmişlerdir. Kasaba cidden başka türlü insanların dünyasıdır! Çok sonradan geldikleri Anadolu yarımadasının gerçek sahiplerinin (Ermeni, Rum, Süryani halkları) göçertilmesi ile ev ve toprak sahibi olmalarının tarihsel tedirginliğini bir türlü üzerlerinden atamamaları mıdır yabancılara karşı olan bu kuşkuculukları? Üzerinde tartışmaya değer…

Kasaba ne köy gibi alabildiğine kıraç ve folkloriktir ne de şehir gibi içinde tüm dünyayı kapsayan metropoliten özellikler içerir. Köyün yatay mimarisi ile şehrin dikey mimarisi arasında sıkışmış ne stabilize yolu ne de otoyolu olan ama asfalt şoseleriyle namlı ve kapitalizmin bir türlü yok edemediği sürekli geçiş halindeki ara bir formdur. Köy ahalisi İstanbullara, Avrupalara kadar gider de kasaba ahalisi bağlı olduğu şehirle bağını kolay kolay koparamaz. En uzağa gideceği yer orasıdır. Kendini üstün gördüğü köylünün işçileşmesi karşısında o eşraf, esnaf, küçük tüccar ve kasabanın ileri geleni olarak toprağın ekonomik rantını, mekânın kültürel ve tarihi sorumluluğunu sürdürmeyi yeğler. O ufuksuz olduğu ya da hayalleri olmadığı için değil sadece gitmek istemediği için gitmek istememektedir. Türkiye’de sınıf çözümlemelerinde tarım ve köylülük ele alınırken kasabaların ayrı bir başlık altında mikro çözümlemeye tabi tutulmaması, köylerle birlikte ele alınması önemli bir eksiklik olarak görülmelidir. Kasabalıların, kırlardan şehirlere göç ederek proleterleşen köylülerle bire bir aynılaştırılmaları eksik bir yaklaşım olmuştur. Anadolu’da feodalizmi değil ama onun ruhunu yaşatan asıl güç kasabaların eşrafı, küçük esnafı, toprak sahibi ve kendilerini bunlarla uzlaşmak zorunda hisseden devletin asker-sivil taşra bürokrasisidir. Kasabanın feodal ruhu devletin taşradaki gücüdür. Ancak geçenlerde bir gazetecinin Adıyaman Menzil’e girerek gizlice çektiği fotoğraflardan anlaşıldığı kadar gazetecinin “burada bir ordu var adeta!” demesi mevcut durumun “ruh”tan daha fazla olduğunu gösteriyor. Menzil dünyevileşen gerici İslam’ın sadece görünen yüzü, Anadolu’nun yüzlerce kasabasında şehirlerdeki kadar büyük ve güçlü olmasa da benzeri tarikatların olduğu bilinen bir gerçek. Bu konuda Elias Canetti ’nin tam da ülkemize uyan bir belirlemesini buraya almakta büyük fayda var:

“Ani olarak yasaklanan dinlerin (Cumhuriyet sonrası biz de olduğu gibi!) hepsi intikamlarını bir tür dünyevileşme ile alırlar. İnançlarının niteliği büyük ve beklenmedik bir gaddarlık patlaması içinde bütünüyle değişir. Onlar hala eski inanç ve kanaatlerini koruduklarını sanırlar, tek niyetleri de bunu sürdürmektir. Oysa gerçekte, birdenbire oldukça farklı insanlar olmuşlardır. Artık oluşturmuş bulundukları açık kitlenin kendisine özgü hızla büyüme duygusuyla doludurlar ve ne pahasına olursa olsun bunun parçası olarak kalmak isterler” (Kitle ve İktidar)

Ne kadar tanıdık öyle değil mi?                            

Anadolu yarımadasını temsilen külliyenin önünde toplanan 400 bin kişi şehirlerde cemaat sosyolojisinin tahakkümü ve taşrada ise yaşadığı “ara sınıf” formunun dirençliği ve atalarının suça ortak edilen ruhu ile AKP’nin tüm emek ve halk düşmanı uygulamalarını destekleyerek ona kazandırmıştır. Burada söz konusu olan seçim taktiklerinin ve çeşitli siyasi mülahazaların ötesinde tarihsel-sosyolojik bir yapıdır. Toplumsal körleşme kaynağını modern siyaset kadar bu yapıdan da alır. Sağ, muhafazakâr ve mütedeyyin’i salt seçim sonuçları ekseninde değil tarihsel-sosyolojik yapısı itibarıyla da ele almadan sınıf mücadelesinin güncelliğini kavramak olanaksız olacaktı. Kasaba simgesinde yaşanan toplumsal gerçeklik bize bu sosyal yapıyı çözümleme imkânı vermiştir.

Belki de bizim kaçırdığımız ya da göremediğimiz, ilk yola koyulurken başlangıç noktalarından biri olarak bu topraklara özgü taşra sosyolojisinin bir anti tezinin yaratılması gerektiğiydi. Suphilerin katledildiği Trabzon, Ermenilerin soykırım eşliğinde sürgün edildiği Sivas, Kayseri, Tokat, Yozgat, Çankırı, Adana; Rumların katledildiği sonra mübadeleye tabi tutulduğu tüm bir Karadeniz, Nevşehir, Niğde, Aksaray Karaman, Anadolu yarımadasının binyıllık yerleşik halkları… Sürgün, soykırım ve mübadelelerin gerçekleştiği büyük Anadolu platosu o günlerden bugünlere Sünni Türklüğün en sert coğrafyası oldu. Sonradan gelip başkalarının evine sahip olmanın verdiği tedirginlik onu çok daha duygusuz ve kuşkucu yaptı. Bir sürgünün, katledilmiş bir ailenin evinde oturmak, onun tarlasını sürmek, onun dükkânını işletmek elbette büyük bir huzursuzluk ve ardından gasp edilen toprak ve mülkiyete çok daha sıkı sarılmayı beraberinde getirdi. Anadolu yarımadasının 1000 yıllık yerleşik halklarının devlet eliyle kovulması ve yok edilmesi ile kendisine iskân edilen topraklarda yaşamak elbette bir suç ortaklığı doğurmuştur. Taşra’yı oy ve asker deposu yapan bu tarihsel boyutla yıllar boyunca en az olsun bir yüzleşme çabası içinde olmamış, ona bu yolu açacak bir öncü de ortaya çıkmamıştır.

Taşra “dünyasız bir kafa”, metropolize cemaat “kafasız bir dünya”dır. Bu ikisinin bir araya gelmesiyle oluşan “kafadaki dünya” ise faşizmin ta kendisidir.

Kasaba dogma, şehir cemaattir. Şehirdeki cemaat siyasetin aktif ve güncel hali, kasabadaki dogma ise güncel siyasetin tarihsel dolgusudur. Faşist partilerin her zaman maça bir sıfır önde başlamasını sağlayan budur. Bu aynı zamanda devletin muhalif ve devrimcilere yönelik linç kültürünü en az çabayla, kendini dışarda tutarak, bizzat halkı kışkırtarak gerçekleştirilmesini kolaylaştıran sosyolojik bir yapıdır. Sünni Türk devletin Anadolu taşrasındaki karanlık tarihinin gardiyanı olarak tayin edilmiş gibi görünmektedir. O çok farkında olmasa da gardiyan olmakla yükümlü kılınmış bir mahkûmdur aslında. Özgürlüğünün anahtarını yanında taşımaktadır. Ama o bu anahtarı 100 yıldır kendini ücra kasabasına kilitlemek için kullanmaktadır. Osmanlı’dan 1980’li yıllara kadar devletin muhaliflere uyguladığı sürgün cezasının mantığı da burada yatar: taşranın kendi tarihselliği ile oluşturduğu görünmeyen tahakkümü. Taşra, insanı kendi gardiyanı yapabilmektedir! O’na TC’nin korku mimarlığının reva gördüğü mahkûmiyet ile çakışan bir durumdur bu. Taşrada oluşan bu etnik, erkek ve devletlu millet topluluğunu çözecek tek gücün kırsaldaki kadının özgürleşmesi olacağı kuşku götürmez bir gerçektir. Anadolu yarımadasının gizil gücü kadındır. Eken, biçen, doğuran, ağıt yakan, düğün ve cenazeyi yöneten O’dur. Atalarının ve kocasının tam tersine önyargısız olan ve tüm ezilenlerle kardeş olabilecek yegâne güç yine O’ dur. 

Özeleştiri                                

Kabul edelim ki ne devrimciler ne CHP hatta ne de HDP ideolojik atmosferin bu denli Kürt düşmanlığı eksenine oturtulacağını tahmin edememişti. Hendek savaşlarındaki beklenmedik barbarlık düzeyindeki askeri şiddetin yerini bu sefer muazzam bir ideolojik-politik şiddet almıştır. Rejim seçim sürecinin başından beri Kürt düşmanlığı ile hareket ediyordu ama bunun onca çöküş alametlerinin arasından sıyrılıp tek başına seçimin en belirleyici hamlesi olabileceğine fazla ihtimal verilmiyordu. Bu elbette rejimin karakterinin hala tam olarak anlaşılmaması ile ilgilidir.

Faşizmin elindeki tek koz olan Kürt düşmanlığı ile galip gelmesinde en büyük sorumluluk sahibi ve en fazla özeleştiri vermesi gereken Türkiye devrimci hareketidir. Toplumun ana gövdesini oluşturan muhafazakâr emekçi kesimler içinde esamisi okunmayan, şovenizmin büyümesine bu yüzden dolaylı olarak katkıda bulunan devrimci hareketlerin bu seçimlerden çıkaracağı en büyük ders faşizme karşı mücadelenin Kürt özgürlük mücadelesi ile iç içe geçmiş olduğunu artık kabullenmesi gerektiğidir. Türkiye’de faşizm güncel olarak kendini ne antikomünizm üzerinden ne işçi sınıfı karşıtlığı üzerinden ne de yoksulluğun yıkıcı gücü üzerinden konumlandırıyor. Türkiye’de faşizm, sömürgeci faşizmdir. O, Cezayir’deki Fransa’dır. Libya’daki İtalya’dır. Kürdistan’daki TC’dir.

Faşizmi güçlendiren ve iktidara taşıyan şeyin, tüm nesnel ve öznel koşullar olgun olmasına rağmen işçi sınıfının ve devrimci öncülüğün gerekli doğru hamleleri yapamaması diye bilirdik. Ama bugün ülkemizde olan farklıdır. Devrim olmadan karşı devrimdir!

Bugün Türkiye’de karşısında güçlü politik bir sınıf ve devrimcilik olmadan da gemi azıya almış bir faşizmle karşı karşıya değil miyiz? Demek ki eski Komintern zihniyetinin kriterleri günümüze tam olarak cevap verememektedir.

Geçmişte iktidarın ele geçirilmesini faşizm, işçi sınıfı ve devrimci önderlik arasındaki güçler dengesi ve mücadelesine bağlayan yaklaşımlar tüm zamanların geçerli tek teorisi düzeyine çıkarıldığı için günümüzde de geçerliymiş gibi ele alınabiliyor. Oysa günümüzde tekelci kapitalizmin en kanlı ve en gaddar diktatörlüğünün karşısında ne güçlü bir proleter sınıf ne de komünist bir önderlik vardır. Bugün tüm dünyada faşizmi güçlendiren şey emperyalistler arası savaş koşullarının giderek olgunlaşması, ikincisi yoksulluğun yapısal ve küresel bir olgu düzeyine çıkması ve sonuncusu ise uluslararası göç üzerinden metropollerde yaratılan yabancı düşmanlığıdır. Türkiye bu konuda Kürt Özgürlük mücadelesinden dolayı istisnai bir durum gösterse de genel durumun çok dışında değildir.

Faşizm ülkemizde kendisini büyük ve dayanılmaz yoksulluğun yıkıcı güçlerine karşı örgütlüyor, hazırlıyor. Ama bundan önce Kürt özgürlük mücadelesini en önde, birincil, yakın ve açık bir tehlike olarak görüyor. Emperyalist güç mücadeleleri ve bölgesel savaşların yaratacağı kaostan faydalanarak ezmeyi planladığı esas düşman Kürdistan devrimidir.

Özeleştiri en çok yara aldığımız yerden değil, ölümcül yara aldığımız yerden yapıldığında yerini bulacaktır. Bu da elbette Kürt meselesidir.

Ölümcül yara aldığımız yerden yapılan özeleştiri birleşik devrimin esas mayalanacağı yerdir.

Kürt meselesinde Türkiye tarafında ezen ulus şovenizmini yıkamamak en az devrim için toprağa düşenlere layık olamamak, onların mirasını daha ileriye taşıyamamak kadar ölümcül bir yaradır. Özeleştirimizin öznesi Kürt emekçileri ve birleşik devrim için düşen tüm milliyetlerden devrimcilerdir. Düşmanın en can alıcı yerimiz olarak görüp yok ettiği yer neresi ise oradan ayağa kalkacaksın.

Bu anlamda Türkiye’de öncülük doğru yerden bakılamadığı için yaratılamıyor. Bu beraberinde ideolojik ölümü getiriyor.

Ölümcül yaralar aldığımız Kürt meselesi ve manevi değerlerimizin ötesinde peki ya profesyonel devrimciler örgütü, en can alıcı yaralardan biri de bu değil midir? Topluma karşı özeleştiri verilmesi gereken, sürekli kanayan en ölümcül yaralarımızdan birisi de budur.