“Acep, Türkiye’de işçi sınıfı var mıydı? Çağdaş proletarya mıydı, değil miydi?
gibilerden ince ince sinek kaydı kıl kesen aydın baylarımıza düşünce pekliği
çektirmesin. (…) Doğrudan doğruya çağdaş proleterliğinde kuşku götürmeyen işçi
sınıfımızın sosyal tarihi de, gene Türkiye’de modern yerli özel sermaye tarihinden çok
önce başlar. Bunu en ufak araştırmalar bile gösterebilir…” [1*] H. Kıvılcımlı
“Devrimci Teori olmadan, Devrimci Hareketten söz edilemez.”
Bu söz emperyalizmin boyunduruğu altındaki, küçük-burjuva yaşantı ve düşüncesinin son derece etkin olduğu bizimki gibi bir ülkede çok daha anlamlıdır. İlk bakışta “dağ gibi” güçlü gözüken ve her çeşit oportünizmin stratejik planda büyüttüğü Yankee işgali, ülkenin sanatından sporuna kadar bütün sosyal yaşantısında kendisini hissettirmektedir. Yeraltı kaynaklarından dış ticaretine, ekonomisinden politikasına kadar ülkenin üzerinde denetim kurmuş olan Yankee Emperyalizmi, bilindiği gibi feodal müttefiki ile birlikte demokrasiciliğimizin iktidar partisidir. Milli kurtuluşçu ve demokratik nitelikteki en küçük kıpırdanmaların bile ezilmeğe çalışıldığı, milli kurtuluşçuların ana caddelerde, halkın gözü önünde açıkça öldürüldüğü bir ülkede, bu koşullar altında değil Marksist olmak, demokrasiden yana olmak bile yürek ve cesaret isteyen bir iştir. “Ne yardan, ne yerden” diyerek, ne Marksistlikten vazgeçen, ne de bunun gereklerini böyle bir ülkede yerine getirebilecek niteliklere sahip olan, korkak, tabansız, pasifist küçük-burjuva entellektüel bozuntularının Marksist akımdaki bozguncu düşüncelerinin temelinde ülkenin bugünkü koşullarının zorluğunu aramak gerekir. İkinci olarak, Amerikan Emperyalizmi ülke üzerindeki hegemonyasını yalnızca işbirlikçileri aracılığı ile değil, devrimci ve millici akımlar içine adamlarını sokarak, akımlar içinde fırsatçı ve yoz klikler yaratıp, bunları bulundukları örgütlerde hakim kılmağa çalışarak sürdürmektedir. Türkiye’deki Marksist hareket içindeki Aybar-Aren, Küçükömer-Divitçioglu oportünizmlerini değerlendirirken bu iki ana etkenin mutlaka dikkate alınması gerekir. Filipin tipi demokrasiyi gerçek bir burjuva demokrasisi olarak kabul edip, yarı işgal altındaki bir ülkede “oy mekanizması” ile politik iktidarın emekçi sınıflar tarafından ele geçirilebileceğini savunan Aybar oportünizminin temelinde yatan yukardaki iki ana etkenden başka bir şey değildir.
[2*]
Aynı biçimde yüzde bilmem şu kadar feodalizm vardır, ana üretim biçimi kapitalize ilişkilerdir vs. diyerek Yankee Emperyalizmine karşı kurulması gereken Milli Cephenin, millici sınıflarını karşıya iten ve bu aşamada sosyalist saflarda eylemsizliği oluşturan “Sosyalist Devrim” şiarını ortaya atan Aren veya Emek oportünizminin de bu yola sapmasının başlıca nedeni, Aybar’ı çarpıtandan farklı değildir. Nihai olarak, Aybar’ın teorisinden farklı olmayan bu fraksiyonun bütün görüşleri kendilerinin ağzıyla şu sözlerde özetlenebilir. “Emek Dergisi’nin söylediği şudur; sosyalist devrim, işçi sınıfının müttefikleri ile birlikte sosyalist toplum düzenini kurmak için devletin sınıf niteliğini değiştirmesidir. Bugün sosyalist toplumu kurma sürecinde bir an olan sosyalist devrimi gerçekleştirmeden, Türkiye’de anti-emperyalist ve anti-feodal bir mücadeleyi başarı ile tamamlamak olanaksızdır. Buna karşılık anti-emperyalist mücadele kazanılmadan ve feodal kalıntılar ayıklanmadan sosyalist toplumu kurmaya başlamak mümkün değildir. Bir başka deyişle, sosyalist devrimin gerçekleşmesinden sonra, sosyalist düzeni kurma süresinin ilk evresi, anti-emperyalist mücadele ve feodal kalıntılarının yok edilmesi olacaktır.” [3*]
Aybar’ın parlamentarizm teorisinin yaldızlanarak tekrar ortaya sürülmesinden başka bir şey olmayan bu görüşe göre; Sosyalist Devrim olacak, ondan sonra ülkeden emperyalizm atılacak ve feodalizm temizlenecektir (!) Emperyalizmin işgali altındaki ülkemizde sosyalist devrim, çetin ve uzun bir halk savaşından sonra değil de önce yapılacakmış (!) Bundan anlaşılan, bu beylerin sosyalist devrimden kastettikleri Filipin tipi demokraside oyların %51’ini alıp iktidara gelmek, ondan sonra bir yandan anti emperyalist mücadele -Amerika ile ikili anlaşmalar fesih edilecek, böylece Amerika tasını tarağını toplayıp gidecek- diğer yandan da anti-feodal mücadele birlikte yürütülecek ve de sosyalist toplum düzeni kurulacak (!) Ve Aybar’ın teorisine, Marksist teoriyi -tahrif ederek- zorlayarak kılıf arama çabaları:
“sosyalist devrimin barışçı yoldan gerçekleşmesi meselesinde sapı samana karıştırarak keskin bir revizyonizm kokusu duyanlar vardır”, diyerek, Marks’ın serbest rekabetçi kapitalizm döneminde bürokrasi ve militarizmi son derece zayıf olan İngiltere ve Amerika için, o da bir ihtimal olarak söylediği ve tekelci kapitalist dönemle birlikte Leninizm’in kabul etmediği sözlerini, ölmemek için alabildiğine güçlendirdiği bürokrasi ve militarizmine dört elle sarılan can çekişen kapitalizmin bu III. kriz döneminde, geçerliymişcesine ortaya sürmeleri hep bu çabaların açık kanıtlarıdır.
Bu iki görüşü de çarpıttıran ana nedenler, aslında bu görüşlerden nihai olarak farklı olmayan “İslamcı Doğucu Halk Cephesini” savunan görüşün de temelinde yatmaktadır. Bu görüş daha da ileri giderek “1961 Anayasası üretim güçlerinin gelişmesini engellemektedir. A.P. Türkiye’de kapitalizmi geliştirmekte, dolayısıyla işçi sınıfını objektif olarak güçlendirmektedir. Dolayısıyla A.P. iktidarına ve bu anayasayı değiştirme teşebbüsüne destek olunması gerekir” diyebilmektedir. Bu görüşe göre; Türkiye halkının baş düşmanı Amerikan emperyalizmi – İşbirlikçi burjuvazi – Mütegallibe ortaklığı değil, anti-emperyalist, milliyetçi, asker – sivil aydın zümredir. Ve bu zümreye ne kadar şiddetli tavır alırsa, “Sosyalist gelişim” o denli güçlenir (!). Bu düşünce ile “Türkiye’deki geleneksel yöneticiler” diye adlandırdıkları asker-sivil aydın zümreden yakınan, kendileri için büyük bir tehlike olduğunu söyleyen eski Amerikan büyükelçisi Hare ile AİD yöneticisi Macomber’in düşünceleri, -emperyalizmin görüşü ile- arasında tam bir ayniyet olduğu açıktır. [4*]
İşte üç yapışık çirkin kardeş: Al birini vur ötekine! En iyi niyetlisi bile nihai tahlilde Amerikan emperyalizmine hizmetten başka bir işe yaramayan bu teorilerin hepsine birden “Emperyalizme teslimiyeti oluşturan oportünizm” demek herhalde yanlış olmaz.
Birincisi iyi bir teorik kılıf bulamadı, Marksizm’in bilimine küfrederek ortaya, “Türkiye Sosyalizmi” diye uyduruk bir teori attı. Üçüncüsü hakkında bir şey söylemeğe gerek yok; çünkü, bu gizlenmeye bile gerek görmeden işini açıkça yürütmeğe çalışmaktadır.
İkincisi, ambalajlamada daha usta ve kurnaz. Marksizm’in lafızları arkasına gizlenerek “Bilimsel Sosyalizmden” bihaber kafaları karıştırabilmektedir.
Fakat yarı-sömürge bir ülkede, Marksist akım içinde yalnızca “emperyalizme teslimiyeti oluşturan” yukarda kısaca özetlediğimiz tipte bir oportünizm yeşermez. Böyle bir ülkede birinci oportünizme tepki olarak, diğer anti-emperyalist sınıfların lehinde bir oportünizm, Marksist çevrelerde gürbüzleşme imkanına her zaman sahiptir. Bilindiği gibi, ülkemizde Amerikan emperyalizmi ile çelişkisi olan sadece işçi sınıfı değildir; milli burjuvazinin, küçük burjuvazinin de çıkar çatışması açıktır. Küçük burjuvazinin en bilinçli kesimini oluşturan “Kemalistlerin” Amerikan emperyalizmine karşı kıyasıya bir mücadele vermenin hazırlığı içinde bulunduğu bilinen bir gerçektir. Her sınıf kendi iktidarı için mücadele edeceğinden Kemalistlerin Anti-Amerikan Milli Cephenin kendi önderliklerinde kurulmasına çalışmaları ve II. kurtuluş savaşımızı sevk ve idare etmek istemeleri çok doğaldır. Bu nedenle Kemalistler Marksist saflarda kendi lehlerine bir “eğilim” yaratmak isteyeceklerdir, elbette. Bugün saflarımızda böyle bir sapma filizlenmiştir. Bunu kolaylaştıran pek çok neden vardır: Bir kere, ülkemiz küçük burjuvalar ülkesidir. Türkiye devrimler tarihi bir bakıma küçük burjuva devrimler tarihidir. Uzun bir geçmişi olan küçük burjuva bürokrasisinin böyle bir ülkede etkin olmaması olanaksızdır.
Özellikle, küçük burjuva bürokrasisinin öncülüğünde -Kemalizm’in bayraktarlığını yaptığı- bir milli kurtuluş savaşı vermemiz ve II. Emperyalist evren savaşının sonuna kadar “Kemalist düşüncenin” ülkede tek
hakim politik akım olarak tutulmaya dikkatle çalışılması, yüzde yetmişi okuma-yazma bilmeyen yarı-feodal bir ülkenin kamuoyunun genellikle küçük burjuva aydınlarından oluşması oldukça önemli etkenlerdir.
İkinci olarak, sosyalist saflara, ”aydın kesimden” geçişte, Kemalizm’in zorunlu sayılabilecek bir durak olması da çok önemli diğer bir etkendir.
Üçüncü olarak, milli ittifakları hiçe sayarak, asker-sivil aydın zümreyi Türkiye proletarya hareketinin baş düşmanı ilan eden sol “sekter” görünüşlü, fakat nihai tahlilde “emperyalizme teslimiyeti oluşturan” oportünizmin hem ideolojik planda iflas etmesi, hem de sosyal pratikte bozguna uğramış olması, saflarımızda küçük burjuva kuyrukçu görüşlere elbette kuvvet kazandırmıştır.
Dördüncü olarak, devrimci Marksistlerle birlikte küçük burjuvazinin azami programcıları da “emperyalizme teslimiyet” oportünizmine karşı Türkiye’nin genel doğruları sorununda, sıkı bir teorik mücadele vermişlerdir. [5*] Bu da saflarımızda oldukça etkili olmuştur. Yakın zamana kadar, Kemalist çizgi ile proleter devrimci çizgi geniş yığınların nazarında açık seçik çizilmiş değildi.
Beşinci olarak -ki, dördüncüsüne çok bağlıdır- küçük burjuva devrimci fraksiyonunun görevini teorik planda (hakim-tali) mükemmel yapması, Türkiye’ye ilişkin araştırmalar yaparak, onları kendi çizgisi açısından oldukça tutarlı değerlendirmesi de önemli sayılabilecek diğer bir etkendir.
Bütün bunlara ilave olarak, kolay devrimciliği, fırsatçılık propagandasının kolayca tuttuğu krizli bir evrede olmamızı, proleter devrimci olmanın zorluğunu, proleter devrimcileri olarak görevlerimizi gereği kadar tutarlı bir biçimde yerine getiremememizi v.s. de sayabiliriz. Bu nedenlerden dolayı devrimci Marksist teoriye sıkı sıkı sarılmamız ve her çeşit sapmayı açıkça ortaya koymamız gerekmektedir. Ayrıca şu üç sebepten Marksist teorinin ışığı altında, eğilim halinde olan sapmaları bile gün ışığına çıkarmanın gereği vardır; her şeyden önce proleter devrimci saflar henüz oluşum halindedir ve fizyonomisi daha sağlam bir biçimde belirmemiştir. İkinci olarak proleter devrimci hareket, emperyalizme teslimiyeti empoze etmeğe çalışan Aren (Emek) oportünizmi ile daha hesaplaşmasını bitirmemiştir. Bu nedenle saflarımızda belirecek her sapmayı ortaya koymamız gerekir. Eğer bunu yapmakta gevşek davranırsak “emperyalizme teslimiyet oportünizminin” eline, teorik yetersizlikten dolayı “Sosyalist her zaman sosyalist devrim yapar” diye düşünen, fakat gerçekte, yiğit, dürüst ve yetenekli omuzdaşlarımızın kafalarını bir süre daha karıştırabilecek oldukça önemli bir silah vermiş oluruz. Açıktır ki, bu da, bu oportünizmin silinmesini bir süre için bile olsa geciktirecektir. Üçüncü olarak, Marksist hareketin dışındaki akımlar arasındaki küçük burjuva devrimci hareketi, emperyalizme karşı teorik planda kesin tavrını alarak (sevindirici bir olgu) “Milli
Kurtuluş Cephesi” çağrısında bulunmaktadır. Ve bu hareket gün geçtikçe büyümekte
ve güçlenmektedir.
Bu şartlar altında, ilk bakışta önemsiz bir hata en kötü sonuçları doğurabilir. Bu nedenle, Türkiye devrimci Marksist hareketinin sınırlarının kesin bir biçimde çizilmesi gerekmektedir. Ve buna ilişkin tartışmaları boş ve zamansız bulmak için, değil miyop, kör olmak gerekir. Çünkü, Lenin’in çarlık Rusya’sı için dediği gibi Türkiye proleter hareketinin geleceği, uzun yıllar boyunca şu ya da bu nüansın pekişmesine bağlı
olabilir.
Biz bu yazımızda genellikle saflarımızda (Milli demokratik devrim stratejisini savunan sosyalistler arasında) yeşermeğe başlayan “sağ sapma” üzerinde duracağız. Ancak zaman zaman -yeri geldiğinde- halen, “emperyalizme teslimiyet” oportünizminin en güçlü fraksiyonu olan “Emek fraksiyonunun” görüşlerini de ele alıp eleştireceğiz. Saflarımızdaki sağ sapma, son derece temkinli hareket ederek, Marksizm’in genel doğruları arkasına gizlenerek gelişme imkanları aramaktadır. Marksizm’in genel doğruları arkasına gizlenen “sağ sapma” açık bir şekilde devrimci çizgiyi inkar etmemekte, sadece Türkiye’nin şartlarını olduğundan daha aşağı bir seviyede değerlendirerek, öz gücümüzü olduğundan daha zayıf göstermeye çalışmaktadır. Ve doğaldır ki, temeldeki yanlış analiz, temelin üstünde yükselen binanın bütün katlarının tasvirinde de yansıyacaktır. Biz, önce temeldeki bu yanlış değerlendirmeyi, sonra temeldeki bu yanlış değerlendirmenin kitle çizgisi, ittifaklar politikası ve de günlük eylemlerde yansımasını teker teker -tabii genel planda- ortaya koyacağız. İlk önce temelin yanlış analizini ele alalım. Sağ görüş, Türkiye proletaryasının bugünkü durumunu şöyle değerlendirmektedir.
“Türkiye proletaryası milli demokratik devrime öncülük edebilecek objektif ve subjektif şartlara tam olarak sahip değildir. Proleter devrimcilerinin bugünkü başlıca görevi, proletaryayı bu şartlara kavuşturmak için mücadeledir.” [[6*]
Görüldüğü gibi, buradaki “tam” sözcüğü, elastiki ve her çeşit eleştiriye karşı bir paratonerdir. Fakat aynı yazının başka bölümlerinde proletaryanın objektif şartlara sahip olmadığı açıkça söylenmektedir. Aslında “tam” sözcüğünün arada olup olmamasının hiçbir anlamı yoktur. Şöyle ki, bu söz tekelci kapitalist dönemde söylenmektedir ve sözün anlamı da açıktır. “Proletaryanın burjuva demokratik
devrimde önderliği için objektif şartlar tam olarak olgunlaşmamıştır”, “Ülkenin iktisadi gelişme seviyesi, işçi sınıfının siyaset sahnesindeki rolünü ikincil kılmakta”, “ancak bu ekonomik koşullar tam olarak mevcut olduğu zaman, proletaryanın burjuva demokratik devrimde öncülüğü söz konusu olabilir”.
Biz bu görüşün, sağcı niteliğini iyice ortaya koymak, meseleyi, okuyucunun gözünde somutlaştırmak için dört bölümde, değişik açılardan ele alacağız. Her bölümde, sanki bir önceki bölümde incelememişiz gibi, değişik bakış açılarından inceleyerek bu “sağ”, “Takipçilik” düşüncesini sergileyeceğiz.
Objektif Şartlar ve Sağ Sapma
“Türkiye işçi sınıfının milli demokratik devrimde öncülüğü için objektif şartlar yoktur”
diyen ve bu objektif şartları da “Önce proletarya, bir sınıf olarak, yani işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan bir proleter kitlesi olarak mevcut olmalıdır. Esas olarak büyük çapta kapitalist üretimin yapıldığı sanayi alanında toplanmalıdır… Köylülükle, özel mülkiyetle tüm bağları tam olarak kopmalıdır” [7*] şeklinde tanımlayan bu görüşü:
1) Objektif şartlar ve Milli Demokratik Devrim Teorisi.
2) Derinleştirilen Ekonomizm ve Devrimci Teori.
3) “Köylü Devrimi” Olarak Milli Demokratik Devrim.
4) Sağ Sapma ve Devrimci Pratik
başlıkları altında dört bölümde eleştireceğiz.
Objektif Şartlar ve Milli Demokratik Devrim Teorisi
“Türkiye’nin bugün erişmiş olduğu ekonomik gelişme seviyesi, Milli demokratik devrim için proletarya öncülüğüne yeterli değildir” görüşü, “Milli Demokratik Devrim” teorisiyle çatışan bir düşüncedir. Bunu açıkça ortaya koyabilmek için, milli demokratik devrim teorisinin niteliğini genel hatları ile ortaya koymak gerekir. Milli Demokratik Devrim Teorisi, Marksist-Leninist kesintisiz devrim teorisidir.
Kesintisiz devrim teorisinin temelinde, burjuva sınıfının tarihi misyonunu yitirmiş olduğu bir evrede, o ülkede, burjuva sınıfının omuzlayamayacağı burjuva devriminin, müttefikleri ile birlikte işçi sınıfı tarafından yapılması, sonra da işçi sınıfının bu “sürekli devrim anlayışı” içinde “Sosyalist devrim”e yönelmesi, düşüncesi yatar.
Bu düşüncenin ilk belirtileri tekel öncesi döneminde, Marx ve Engels’de görülmektedir. 1848 ihtilâli ile birlikte proletarya tarih sahnesine bağımsız bir güç olarak çıkmıştı. Avrupa burjuvazisinin bütün devrimci atılımını yitirdiği bu dönemde, Almanya’da halen (1856’lar) burjuva devrimi olmamıştı.
Alman burjuvazisinin bu devrimi yapabilecek güç ve cesarete sahip olmadığını gören Marx, köylülerle ittifak kuran proletaryanın girişimi ile başarılacak olan burjuva devrimini, Almanya’da proletarya devriminin başlangıcı olarak görmekteydi. “Almanya’da demokratik burjuva devrimi tamamlanmadığı sürece Marx, sosyalist proletaryanın taktiği konusunda bütün dikkatini köylü sınıfının demokratik enerjisinin gelişimine yöneltecektir.” [8*] Almanya’da aristokrasinin yıkılıp burjuva demokratik devriminin başarılmasının proletarya için ne kadar önemli olduğunu anlamayarak Bismark ile anlaşıp, köylü hareketlerine sırt çeviren, yalnızca sözüm ona proletarya için mücadele eden Lasalle’ı Engels en sert biçimde eleştirerek ihanetle suçlamaktadır:
“Temeli bakımından tarımsal bir ülkede ataerkil (sömürüye), kır proletaryasının büyük feodal asiller tarafından ‘sopayla’ sömürülmesine bir imada dahi bulunmaksızın, sanayi proletaryası adına sadece burjuvaziye saldırmak alçaklıktır.”
[9*]
Lenin, tekelci kapitalist dönemde, Marx’ın bu sürekli devrim anlayışını, tekelci kapitalizmin evrensel çelişkileriyle Çarlık Rusya’sının somut şartlarını birlikte tahlil ederek formüle etti. Bu teori “objektivizme” ve Lenin’in yarı anarşist diye nitelendirdiği Troçkist düşünceye karşı, Lenin’in siyasi pratiği içinde gelişmiş ve biçimlenmiştir. Bu teoriye Leninist veya Marksist-Leninist kesintisiz devrim adı verilmektedir. Her ne kadar, yukarda da belirttiğimiz gibi, bu düşüncenin tohumları ve ilk unsurları Marx ve Engels’de görülmekteyse de, bu teori en mükemmel ifadesini Lenin’le birlikte emperyalist dönemde bulmuştur. Lenin’e göre, Rusya’da olduğu gibi, burjuva demokratik devriminin o zamana kadar başarılamadığı ülkelerde, proletaryanın görevi, Menşeviklerin söylediği gibi, liberal burjuvaziye destek olunması gibi ikinci dereceden bir görev değildir. Çünkü bu dönemde -emperyalist dönemde- burjuvazi artık tarihi kaçırmıştır. Burjuvazi kendisinden beklenen görevi yapamayacak kadar zayıf, cılız ve korkaktır. Bu nedenle liderlik köylülerle ittifak kurmuş olan proletaryanındır. Köylülerle ittifak kurmuş olan -bu ittifak içinde kentsel küçük-burjuvazi de yer alabilir veya almayabilir- proletaryanın faal müdahalesiyle demokratik burjuva devrimi tam bir zafere ulaşabilir. Devrimle birlikte kurulacak olan İşçi-Köylü iktidarı içinde proletarya bu devrimi derinleştirerek, proletarya devrimi için dönüşümü sağlama imkanlarına sahip olur. [10*]
Ve nihayet, tekelci kapitalizmin birinci bunalım döneminde, Mao Tse-tung “Leninist kesintisiz devrim teorisi”ni, emperyalizmin boyunduruğu altında yarı-sömürge bir ülke olan Çin’in somut pratiğine uygulayarak, “Milli Demokratik Devrim Teorisi”ni formüle etmiştir.
Görüldüğü gibi, bu teori proletaryanın öncülüğünü önermekte, proletaryanın hegemonyasını esas almaktadır. Bu nedenle, “proletaryanın milli demokratik devrimde öncülüğü için objektif şartlar tam olgunlaşmamıştır”, sözünde, “öncülük” kelimesinin hiçbir anlamı yoktur. Ve fazladan kullanılmıştır. Çünkü milli demokratik devrim ancak proletaryanın öncülüğünde söz konusu olabilir. İşçi sınıfının öncü role sahip olması, hemen devrimi yapabilecek güçte olması demek değildir. İşçi sınıfı, müttefikleri ile birlikte düşmana karşı sürekli bir mücadele içinde olacaktır. Bu sürekli savaş içinde, zaman zaman yenilecek, bozguna uğrayacaktır. Fakat her bozgundan daha güçlü ve tecrübeler kazanmış olarak çıkacaktır. Ve sonunda, müttefiklerinin başında, devrimin kesin zaferini sağlayacaktır.
Demokratik devrimin zaferini temsil eden devrimci iktidarını bir “düzen örgütü” değil, bir “savaş örgütü” olarak görmek gerekir. İster politik iktidarı ele geçirmiş olsun, (tabii müttefikleriyle birlikte), ister geçirmiş olmasın, her dönemde işçi sınıfı yoğun bir savaşın içinde olacaktır. Demokratik devrimin zaferinden sonra işçi sınıfı, sosyalizme geçişin maddi ortamını yaratmak için savaş verecektir. Milli demokratik Devrim mücadelesi bir kaç aylık bir hareket değil, yıllarca sürecek olan bir savaştır. Demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında bir Çin Seddi yoktur. Stalin’in deyişiyle, burjuva demokratik devrim ile sosyalist devrimi bir tek zincirin iki halkası olarak ve bir tek tablo olarak görmek gerekir. Ve az çok işçi sınıfının belli bir toplumsal gücü temsil ettiği bütün ülkelerde, burjuva demokratik devrim sosyalist devrime geçiştir. Ancak Kamerun, Bassertol’un gibi genç Afrika ülkelerinde sanayi yok sayılabilecek bir seviyededir, dolayısıyla belli bir toplumsal gücü temsil eden işçi sınıfı da yoktur. Bu ülkeler, emperyalizmin “böl” ve “yönet” yöntemi ile esas ana parçalarından kopartılmış ülkelerdir. Güdük de olsa, var olan sanayi kuruluşlarının büyük bir çoğunluğu zamanında kopartıldıkları bütünde kalmıştır. Ve ilkel kabile ilişkilerinin derin izlerini taşıyan bu ülkelerde, proletaryanın öncülüğünde bir devrim düşünmek biraz zordur.
Burada, bugün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin sosyalizme geçişlerine ilişkin, Marksist çevrelerde yapılan bir tartışmaya, kısa da olsa, değinmek yararlı olacaktır. Bilindiği gibi sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin bağımsızlıklarını kazanıp, sosyalizme yönelmelerindeki yöntem meselesinde Marksist çevrelerde iki ayrı görüş vardır. Birinci görüşün temelinde, “her şeyi silahlar belirler” teorisinin bir ifadesinden başka bir şey olmayan, nükleer silahların bütün insanlığı tahrip edecek bir seviyeye ulaştığını, bu nedenle sosyalizmin zafere giden savaşçı yolunun milyonlarca insanın ölümünden geçtiğini öne süren “karamsar” bir düşünce yatmaktadır. Bu görüş “barış içinde bir arada yaşamak”, “barış içinde kapitalizm ile sosyalizmin ideolojik mücadelesi” tezlerinin sömürge ve yarı-sömürge ülkeler için uygulanması olan “kapitalist olmayan yol” teorisini formüle etmektedir. Kısaca özetlersek, bu görüşe göre, belli bir toplumsal gücü temsil eden işçi sınıfına sahip olmayan Afrika ve Asya’nın sömürge ülkelerinde emperyalizme karşı milli mücadele “devrimci demokratlar” denilen, köken itibariyle emekçi sınıflardan gelme milliyetçi aydın ve
subayların yönetiminde yürütülebilir.
Ancak bu görüş kendi içinde pek homojen değildir. Bu görüşü savunanların bir kısmının, bu “devrimci demokratların” öncülüğünde anti-emperyalist ve anti-feodal mücadele verildikten sonra, sosyalizme bile geçmenin mümkün olabileceğini belirtmelerine karşılık, diğerleri küçük-burjuva kökenli aydın ve subayların öncülüğünü, genel demokratik programın uygulanmasıyla pre-kapitalist ilişkilerin
büyük ölçüde tasfiye edileceği ve ülkede güçlü sayılabilecek bir işçi sınıfını doğurabilecek seviyede bir sanayileşmenin sağlanmasına kadarki süre ile sınırlamaktadırlar. Ve küçük-burjuva iktidarına alternatif olarak ortaya çıkan bu işçi sınıfının güç kazanmasıyla ancak sosyalizme dönüşümün mümkün olabileceğini
söylemektedirler. Bu birinci görüşün farklı nüansları, bu iki ana yorumun geçici ve melez ara şekillenmeleri biçimindedir. [11*]
İkinci görüş ise, gerek emperyalizme karşı mücadelede, gerekse de sosyalizme geçişte işçi sınıfının ideolojik, örgütsel ve politik öncülüğünü esas almaktadır. Milli Demokratik mücadeleyi, Marksist-Leninist kesintisiz devrim teorisinin bir bölümü olarak kabul etmektedir.
Hemen belirtelim ki, işçi sınıfının öncülüğü olmadan ne anti-emperyalist savaş başarıya ulaşabilir, ne de sosyalizme geçiş mümkün olabilir. İşçi sınıfının öncülüğü olmadan sosyalizme geçişi mümkün görmek boş bir hayaldir. Fakat, “sosyalizme geçişi mümkün görmemek şartıyla” bu görüş, çok özel şartlar altında olan, işçi sınıfı var sayılmayacak kadar zayıf ve cılız olan Kamerun, Burundi, Bassertolun gibi Afrika ülkelerinde, işçi sınıfı belli bir güce sahip olana kadar, tatbik imkanına sahip olabilir. Bu ülkelerde sosyal yapı, büyük sınıf farklılaşması göstermemektedir. Sosyal sınıf ve zümreler kesin olarak birbirinden ayrılmamıştır. Bundan ötürü, bu tip ülkelerde Marksist partiler gerçek birer Marksist parti olmaktan çok, milli kurtuluş akımlarını ve hareketlerini dile getiren, devrimci sınıf ve zümrelerin örgütleri biçimindedirler.
Ve kuruldukları günden itibaren milletin bütününün özlemlerini ve çıkarlarını temsil etmişlerdir. Örneğin bir İngiliz sömürgesi olan Bassertolu’nda, John Mottoheloa’nın sekreterliğini yaptığı Komünist Partisi bu niteliktedir, stratejik programı “kapitalist olmayan yol”dur. Bu parti, işçi sınıfı olmadığı için, ülkenin bütün anti-emperyalist ve demokratik güçlerine hitap etmektedir. Ülkede daha modern sınıfların iskeleti bile tam anlamı ile oluşmamıştır. Buna karşılık, Tunus Komünist Partisi’nin stratejik programı “Milli Devrimci Yol” değil, “Milli Demokratik Devrim yoludur”. Çünkü Tunus’ta belli bir seviyede sanayi kuruluşu ve dolayısıyla belli bir sosyal güce sahip işçi sınıfı vardır. Bu tartışmalara M. Belli’nin (15 Aralık 1967, Türk Solu, Sayı: 5, Sf. 5’deki yazı) görüşü de açıklık getirmektedir.
“… Sosyalizm, işçi sınıfının davasıdır, onun toplumsal düzenidir. İlkel kabile toplumunun derin izlerini taşıyan, sözü edilebilecek sanayii bulunmayan ve dolayısıyla işçi sınıfı da olmayan, ya da işçi sınıfı tarihi gelişmeyi etkileyecek güce erişmemiş bulunan bağımsız bir ülkede, örneğin Gana’da, Somali’de, elbette sosyalist kuruluştan söz edilemezdi. Öte yandan bu ülkeler için kapitalist kalkınma yolunu tutmak demek, yeniden, emperyalizme bağımlı geri tarım ülkesi durumuna dönmek demektir. Bu durumda, bu ülkelerin yurtseverlerinin tutabilecekleri yegane doğru iktisadi kalkınma yolu, sosyalizme götürecek olan “kapitalist olmayan yol” olabilirdi. Ama sanayii olan, işçi sınıfının toplumsal bir gücü temsil ettiği geri kalmış ülkelerde devrimci şiar, elbette ki, sosyalist kuruluş şiarı olabilir ve olmalıdır. Örneğin kurtuluşunda, sanayinin iki yüzbin istihdam gücü olan Cezayir’de ‘kapitalist olmayan yol’dan söz edilemezdi ve nitekim edilmedi, bu ülkede sosyalist kuruluş şiarı ileri sürüldü. Bu bakımdan Cezayir’den ileri olan Türkiye gibi bir ülkede, kapitalist gelişmede bir hayli yol katetmiş olan Türkiye gibi bir ülkede ‘kapitalist olmayan yol’un
sözü hiç edilemez.” [12*]
Ülkemizde “kapitalist olmayan yol”u savunan, şu anda küçük burjuvazinin azami programını çizmekte olan D. Avcıoğlu fraksiyonunu görmekteyiz. Avcıoğlu’na göre Türkiye proletaryasının emperyalizme karşı mücadelede öncü rolü oynamasına objektif olarak imkan yoktur. Bu nedenle, II. Milli Kurtuluş savaşımızda öncülük, “demokrat devrimcilere” başka bir deyişle asker-sivil zümreye aittir. “Ülkemizin bugünkü gelişme aşamasında milliyetçi devrimciler bir kez daha ön planda rol almaya aday gözükmektedir” demektedir, Avcıoğlu. [13*]
Avcıoğlu’nun görüşü: “Bugün milliyetçi devrimciler ön planda rol oynamaya aday gözükmektedirler”. Çünkü, “ülkenin bugünkü gelişme aşaması bunu gerektirmektedir”.
“Sağ Sapma”nın Avcıoğlu’nun yorumuna ilişkin görüşü: “Hiç olmazsa bir süre için yanlış değildir”. (Şahin Alpay, Türkiye’nin Düzeni Üzerine, sf. 464, Aydınlık Sayı 12) Çünkü “bugün proletaryanın ön planda rol oynaması için objektif şartlar olgunlaşmamıştır.”
Görüldüğü gibi, “asker-sivil aydın zümrenin” öncülüğü meselesinde Avcıoğlu ile “sağ sapma” hemfikir. Gerekçeler de aynıdır; “ülkenin iktisadi gelişme seviyesi proletaryanın değil de, asker-sivil aydın zümrenin öncülüğüne uygundur”. Avcıoğlu’nun “kapitalist olmayan yol”unu eleştiren sağ sapma, değişik bir tarzda
tıpatıp aynı şeyleri söylemektedir.
Açıktır ki, birinci tezin yani kapitalist olmayan yol tezinin, ikinci nüansı ile, “sağ” görüş arasında hiçbir fark yoktur. Avcıoğlu’nun görüşü ile arasındaki fark da, birinci tezin iki nüansı arasındaki fark kadardır. Bir nüans ayrılığı da metoda ilişkindir; Avcıoğlu Marksist olmadığını açıkça söylemesine ve de Marksist terminolojiyi çok kullanmamaya dikkat etmesine karşılık, sağ görüş, Marksizm’e sahip çıkarak Marksist terminolojiyi bol bol kullanmaktadır. Yazımızın başında bahsettiğimiz küçük burjuva devrimciliğinin saflarımızdaki yankısı işte budur.
Kısaca özetlersek, sağ görüşe göre, “asker-sivil aydın zümrenin öncülüğünde uygulanacak genel demokratik program, ülkede belli bir sanayileşmeyi sağlayacak, toprak ve tarım reformları yapılacak, böylece işçi sınıfının öncülüğü için objektif şartlar yaratılmış olacaktır ve proleter devrimcilerinin bugünkü görevleri bu küçük burjuva iktidarı için çalışmaktır”. Bugün için bu görüşün Türkiye işçi sınıfına atfettiği
rol ikincildir, Türkiye işçi sınıfının siyaset sahnesindeki rolü objektif şartlara sahip olmadığından ikincil bir roldür. Oysa milli demokratik devrim teorisinde, işçi sınıfının rolü, artçı değil, öncü bir roldür. Milli demokratik devrim mücadelesi sosyalizme geçişin hazırlığı olduğu gibi, bir bakıma da işçi sınıfının iktidar mücadelesidir.
Herhangi bir devrim öncesinde öncü rolü oynamaya aday olan sınıfın, bu rolü oynayabilecek belli bir potansiyeli olması gerekir. “Öncülüğü için işçi sınıfının objektif şartları oluşmamıştır” demek, “işçi sınıfının bu öncülüğe sahip olmasına maddeten imkan yoktur” anlamına gelir ki, bu da tekelci kapitalist dönemde, işçi sınıfına tekel öncesi burjuva devrimlerindeki gibi ikincil bir rol tanımak demektir. Açıktır ki, böyle
bir düşünce de, milli demokratik devrim düşüncesinin dışında sağcı bir düşüncedir.[14*]
Hortlayan II. Enternasyonal Oportünizmi ve Tekelci Dönemin Marksizmi
Meseleyi daha da açmak, daha da somutlaştırmak için II. Enternasyonalin “objektivist” düşüncesine, “takipçilik” ideolojisine ve de tekelci dönem Marksizm’ine kısaca da olsa mutlaka değinmek gerekir.
II. Enternasyonalin düşüncesi, Marx, Engels ile Lenin arasındaki uzun sayılabilecek bir dönemin en etkin ideolojisidir. II. Enternasyonal düşüncesine “objektivizm” veya “takipçilik” ideolojisi de diyebiliriz. Marksizm’i öz bakımından ekonomik bir teori, sosyolojik ve tarihi bir veri olarak kabul eder. “Objektivizm”, Marksizm’in devrimci ruhu olan diyalektiği bir tarafa bırakan bir düşüncedir. Bu düşünce, Marksizm’i bu
bilimlerin -tarih, sosyoloji ve ekonomi- bir yerde dar sayılabilecek çerçevesi içine hapseder. Sınai gelişme ile proletaryanın eylem yeteneği arasındaki sıkı bağlantıyı, mekanik bir biçimde ele alır. Takipçilik ideolojisinde, Marksizm’in devrimci ruhu evrimciliğe dönüşmüş ve Marksist felsefenin devrimci kişiliği, mekanik düşüncenin karanlığında görünmez olmuştur. (Tabii bütün bunlar, sözüm ona, diyalektik metotla,
Marksizm bilimi adına yapılmıştır).
II. Enternasyonalin mekanik düşüncesinin en belirgin örneğini, Kautsky’nin meşhur “üretici güçler teorisinde” görmekteyiz. Bu teori, sadece çelişkinin özgül karakterine dikkat eder. Çelişkinin evrensel karakteri ve bunun özgülde yansıması, bu teorinin hesaba katmadığı bir sorundur.
Ve proletarya devrimi için objektif şartların olgunlaşması sorununda, bu teori sadece tek tek ülkelerin iktisadi gelişme seviyelerini tahlil ederek, tekelci kapitalizmin dünya ölçüsünde had safhaya ulaşan evrensel çelişkilerini ve bunların ülkelerin iç çelişkilerinde yansımalarını hesaba katmayarak, II. Enternasyonal’in bütün partilerini “oportünizmin” mezarına gömmüştür. II. Enternasyonalin Çarlık Rusya’sındaki uzantısı Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin “Menşevik Hizbi”dir. Bu hizip, bu teoriye
sıkı sarılarak “Rus proletaryasının objektif şartları olgunlaşmamıştır”, “bu nedenle Rus proletaryasının, (Çarlık Rusya’sının politik konjonktüründe öncü bir rol oynamasına maddeten imkan yoktur”, “Rusya’da proleter bir ihtilalci olanak yoktur” mihveri etrafında, Lenin’i kitlelerden kopuk, “komplocu bir Blanquist”, “küçük burjuva maceraperesti” diye suçlayarak, Marksizm adına, Leninist çizgiyi en sert biçimde eleştirmiştir .
Oysa Lenin’e göre, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki dünya ölçüsünde varılan çelişme had safhaya ulaşmıştır, kapitalizm artık çöküş dönemine girmiştir. “Tarih bize bu an için bir görev vermektedir, görevlerin en devrimcisi…. Avrupa gericiliğinin ve aynı zamanda Asya gericiliğinin en kudretli kalesinin yıkılması, Rus proletaryasını enternasyonal devrimci proletaryanın öncüsü haline getirmektir” diyen
Lenin, kapitalizmin en uç noktaya ulaşmış olan çelişmelerinin sosyalist dönüşümü kaçınılmaz bir hale getirdiğini ve Çarlık Rusya’sının dünya kapitalizminin bütün çelişkilerini bağrında taşıdığını, bu nedenle dünya kapitalist sisteminin en zayıf halkası olan Çarlık Rusya’sında bir proletarya ihtilalinin mümkün olduğunu görmekte ve örgütlenme v.s. gibi bütün hazırlıkları buna göre yapmaktadır bu yıllarda.
Emperyalist dönemle birlikte, tarihin lokomotifinin burjuvazi değil, proletarya olduğu esprisi, Leninist kesintisiz devrim düşüncesinin özüdür.
Emperyalizm henüz köylülükten kurtulamamış, zayıf ve genç işçi sınıflarını, ülkelerinin en devrimci sınıfları haline getirmiştir. Lenin, “artık proletarya devrimlerinin mihrakı doğu olmuştur” derken, bu kesintisiz devrim anlayışı içinde proletarya devrimine geçişi kastediyordu. Sömürge ve yarı-sömürge olan bu
ülkelerde proletarya devrimi, tek aşamada değil, iki aşamada, bu sürekli devrim esprisi içinde oluşmaktadır. Ve bu ülkelerde burjuva devrimi ile proletarya devrimi,
“bir tek zincirin iki halkası”, “bir tek tablo” durumundadır.
Şimdi gelelim sorunun en alıcı noktasına: Yarı-sömürge, sömürge ülkelerin proletaryalarının, Marksist-Leninist sürekli devrimi omuzlayabilecek objektif şartlan var mıdır? Diğer bir deyişle, “Milli demokratik devrimde proletaryanın öncü bir rol oynaması için ülkenin iktisadi gelişme seviyesi müsaittir veya değildir ama objektif şartlar tam olarak olgunlaşmamıştır” soru ve önerileri tekelci dönemin Marksizm’i için
hiçbir anlam ifade etmemektedir. Bu tip tartışmalar, tekelci dönemde, Stalin’in deyişiyle, artık geride kalmıştır.
Stalin, meseleleri son derece açık bir şekilde koymaktadır:
“Eskiden proletarya devrimine hazırlık devresinin şartlarının tahlili, genellikle ayrı olarak ele alınan, şu
veya bu ülkenin ekonomik durumu bakımından yapılıyordu. Şimdi artık meselenin bu tarzda tetkiki yetersizdir. Şimdi meseleyi, bütün ülkelerin veya ülkelerin çoğunluğunun ekonomik durumu açısından, dünya ekonomik durumu bakımından tetkik etmek gerekir, çünkü ülkeler ve milli ekonomiler kendi kendilerine yeter birim olmaktan çıkmışlar, dünya ekonomisi denilen bir zincirin halkaları haline
gelmişlerdir… Eskiden ayrı ayrı ülkelerde veya daha doğrusu gelişmiş şu veya bu ülkede, proletarya devrimi için objektif şartların varlığından veya yokluğundan söz etmek adetti. Şimdi artık bu görüş yetersizdir. Şimdi devrim için objektif şartların dünya ekonomik sisteminin tamamında bir bütün olarak mevcut olup olmadığından söz etmek gerekir.” [15*] (Leninizmin İlkeleri, sf. 30-3 1)
Ve Stalin, emperyalist dönemde, tek tek ülkelerde proletaryanın devrim için objektif şartlara sahip olup olmadığının tetkikini, II. Enternasyonal düşüncesinin bir ifadesi olarak görmektedir.
“Bu sebeple ayrı ayrı olarak ele alınan şu veya bu ülkenin proletaryasının genel nüfusa nispeti hakkında istatistik hesaplarına, emperyalizmin ne olduğunu anlamamış olan ve vebadan korkar gibi devrimden korkan II. Enternasyonal yorumcularının verdikleri özel önem tamamen büyütülmüştür”. (J. Stalin, Leninizmin İlkeleri. s. 233).
Ve emperyalist zincirinin yakın gelecekte nereden kırılacağı sorusuna Stalin’in cevabı şudur: “Yine zincirin en zayıf bulunduğu noktada. Zincirin, örneğin, Hindistan’da kırılması imkansız değildir. Niçin? Çünkü Hindistan’da genç ve ateşli bir proletarya vardır. Ve bu proletarya milli kurtuluş hareketleri gibi itiraz kabul etmeyen bir müttefike sahiptir. Çünkü bu ülkelerde devrime karşı duran düşman, manevi her itibardan mahrum ve Hindistan’ın bütün ezilen ve sömürülen kitlelerinin nefretini hak etmiş olan, herkesin tanıdığı yabancı emperyalizmdir”. [16*]
Gelelim saflarımızdaki sağ eğilime: Manifesto’daki modern sanayi proletaryası için gerekli öğeleri sıralayarak, “Türkiye proletaryası bu şartlara sahip değildir. Bu nedenle Türkiye proletaryasının, milli demokratik devrim mücadelesinde “öncülüğü” için Türkiye’nin ulaşmış olduğu iktisadi gelişme seviyesi yetersizdir. Bu dönemde, ön planda rolü, asker-sivil aydın zümre oynayacaktır, zaten bugün yurt çapındaki esas mücadele işbirlikçilerle bu zümre arasında olmaktadır” mihveri etrafında, Kautsky’nin üretici güçler teorisine sıkı sıkı sarılan bu görüşün temelinde, görüldüğü gibi, II. Enternasyonalin “takipçilik ideolojisi” yatmaktadır. Bu, öncü, devrimci bir düşünce değil, kuyrukçu, artçı ve evrimci bir düşüncedir. Böyle bir görüşe milli demokratik devrim etiketi takmakla da “proleter sosyalist” olunamaz!…
“Köylü Devrimi” olarak Milli Demokratik Devrim Savaşı
Bütün açıklığı ile “sağ” niteliği ortaya çıkan bu düşünceyi şimdi de bir başka açıdan ele alalım: Objektif şartların oluşması için “işçi sınıfının köylülükle bağları tam olarak kopmalıdır” düşüncesi yanlıştır ve milli demokratik devrimin “köylü savaşı”, “köylü devrimi” niteliğine ters düşen bir sağ görüştür.
Bir kere, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, işçi sınıfı kısa bir geçmişe sahiptir ve büyük çoğunluğunun köylülükle bağları tazedir. Bu kötü bir şey değil bilakis, milli demokratik devrim için elzem olan işçi-köylü ittifakını kolaylaştıran bir avantaj olabilir.
İkinci olarak milli demokratik devrim mücadelesi, işçi sınıfının öncülüğünde yapılan
bir köylü devrimidir.
“Köylü sınıfı milli hareketin esas ordusunu teşkil eder. Bu ordu olmadan güçlü bir milli hareket olamaz… Milliyet meselesi aslında bir köylü meselesidir. (J. Stalin’in, III. Enternasyonalin İcra Komitesinin Yugoslavya Komisyonunda 30 Mart 1925 tarihinde söylediği, Yugoslavya’da milliyet meselesine dair nutku) sözlerine atıfta bulunarak “bu demektir ki, Çin inkılabı aslında köylülerin inkılabıdır… Japonya’ya karşı savaş da
bir köylü savaşıdır… Yeni demokrasi siyaseti aslında köylüleri takviye siyaseti demektir” diyor, Mao Tse-Tung. [17*]
Lin Piao da, “Yaşasın Halk Savaşının Zaferi” broşüründe milli demokratik devrimin
köylü savaşı niteliğini açıkça belirtmektedir. “Ta birinci devrimci iç savaş döneminde
Mao Tse-Tung arkadaş köylü sorununun Çin devriminde önemli bir yer tuttuğunu,
emperyalizme ve feodalizme karşı gerçekleştirilecek burjuva demokratik devrimin
aslında bir köylü devrimi olduğunu belirtmiş ve Çin proletaryasının burjuva
demokratik devrimindeki temel görevinin köylü mücadelesine önderlik etmek
olduğunu işaret etmişti. (…) Köylüler, emperyalistlere ve onların uşaklarına karşı
demokratik devrimin ana gücünü temsil ederler.” [18*]
Çin’de Mao’nun deyişiyle, “Proletarya saflarında burjuva reformizminin yankısı olan,
Çen Tu-hsieu ve şürekası, bu gerçeği anlayamayarak, Leninist kesintisiz devrimin
dışında, burjuvaziye öncülük tanıyan bir burjuva demokratik devrim öngörmüşlerdir.
Görüldüğü gibi “İşçi sınıfının objektif şartlarının olgunlaşması için köylülükle bağları
tam olarak kopmalıdır” önerisi, milli demokratik devrim teorisinden habersiz olmanın
ta kendisidir. İşçi sınıfının öncülüğü için “köylülükle bağlarının tam olarak kopmasını”
beklemek, kuyrukçuluk politikasının savunucusu Çen Tu-hsieu’nun yanında, aynı
bataklıkta kulaç atmaktan başka bir şey değildir.
Sağ Sapma ve Devrimci Pratik
Son olarak bu görüşü bir de “devrimci pratiğin” canlı pınarına sokalım.
“Türkiye proletaryası, milli demokratik devrimde öncülük için objektif şartlara sahip
değildir” veya -aynı anlama gelen- “Türkiye’nin bugünkü ekonomik gelişme seviyesi,
işçi sınıfının milli demokratik devrim için öncülüğünü imkansız kılmaktadır”,
“proletaryanın bu objektif şartlara sahip olabilmesi için… köylülükle, özel mülkiyetle
bütün bağları tam olarak kopmalıdır” sözleri, dünya proletarya hareketinin devrimci
pratiklerini inkar etmek demektir.
Bilindiği gibi Çin’de milli demokratik devrim, proletaryanın hegemonyası ile zafere
ulaşmıştır. Ve proletaryanın ideolojik, örgütsel ve politik öncülüğü ile sosyalizme
geçilmiştir.
Kuomintang’ın devrimci bir çizgi izlediği (Mao Tse-Tung, Li Ta Çoa, Lin Po Çu ve ÇuyuPay’ın merkez komitesine seçildikleri), “Rusya ile ittifak”, “Sosyalistlerle işbirliği”, “Köylülere işçilere yardım” ilkelerinin kabul edildiği, Çin Komünist Partisinin milli
demokratik devrim mücadelesinde son derece etkin olduğu 1924-27 Devrimini sevk ve idare ettiği bir dönemde, 1926 Martında, Mao Tse-Tung Çin işçi sınıfı hakkında şunları söylemektedir: “Çin’de modern proletarya aşağı yukarı iki milyon civarındadır. Çin, ekonomi bakımından geri olduğu için modern proletarya sayısı fazla değildir… Çin’de şimdilik pek az modern kapitalist tarım vardır. Tarım proletaryası denilen, yıllık, aylık ya da günlük olarak tutulan tarım ırgatlarından ibarettir.”[19*]
Çin Komünist Partisi’nin öncülüğünde Japonya’ya karşı güçlü bir milli birleşik cephenin kurulduğu,
Çin Komünist Partisinin komutlarına yığınların kulak verdiği, kurtarılmış bölgelerde milli demokratik hükümet birimlerinin kurulduğu bir evrede, Mao Tse-Tung, Çin proletaryasının niteliğini şöyle belirtmektedir: “Çin proletaryası, geniş ölçüde, iflas etmiş köylülerden meydana gelmiş olduğundan, köylülükle tabii bağları vardır. Bu da proletarya ile köylülüğün ittifakını kolaylaştırır. Binaenaleyh, köylülüğe kıyasla küçük hacmi, kapitalist ülkelerin proletaryasına kıyasla genç yaşı ve burjuvaziye kıyasla
düşük kültür seviyesi gibi bazı kaçınılmaz zaaflarına rağmen, Çin proletaryası, Çin inkılâbının temeli olabilmiştir.” [20*]
Görüldüğü gibi, milli demokratik devrimin en üst aşamalarında, milli birleşik cephenin
öncülüğünü yaparken bile, Çin proletaryası, bu sağ görüşün önerdiği biçimde değildir.
Fidel Castro’nun ikinci “Havana Bildirisi”nde söylediği şu sözler de soruna son derece
açıklık getirmektedir: “Eğer Amerika kıtasının geri kalmış ülkelerinde işçi sınıfının
sayıca nispeten az olduğu doğru ise, içinde yaşadığı insanlık dışı şartlar belli olduğuna
göre, devrimci işçi ve aydınlar tarafından yönetilip ulusal kurtuluş mücadelesinde
kesin bir rol oynayan sosyal bir sınıf var demektir. Ülkemizde egemen olan noktalar,
sanayinin geri kalmışlığı ve tarımın feodal karakteridir. [21*]
İki milyon civarında imalat sanayiinde çalışan, dört milyona yakın proletaryanın
bulunduğu ve nüfusunun % 70’i köylülerden oluşan, tarımda, feodal ilişkilerin
yanında kapitalist ilişkilerin uç verdiği bir ülkede (Türkiye’de)” proletaryanın milli
demokratik devrimde öncülüğü için objektif şartları yoktur; ve bu şartlara sahip
olabilmesi için “köylülükle, özel mülkiyetle bağları tam olarak kopmalıdır” diyen
görüşün devrimci olmadığını, devrimci pratiğin canlı pınarı açıkça göstermektedir.
Devrimci pratik, proletaryanın milli demokratik devrime öncülüğü için gerekli olan
objektif şartları, önerilen bu biçimi ile onaylamamaktadır.
Devrimci pratiğin doğrulamadığı her teori boş ve kof bir doğma, bir spekülasyondur.
“…. Her teori zorunlu olarak, pratiğe dönmelidir ve bu iki sebepten böyle olmalıdır;
birincisi teori kesin olarak pratik tarafından yaratılmıştır, dünyayı seyreden
heveskarca, boş bir merak için değil, dünyayı değiştirmeye yardım etmek için kurulup
hazırlanmıştır; ikincisi, mademki gerçek, kesintisiz hareket ve değişikliktir, kendi
kendine yeterli olmaya bakan her teori kısırlaşır, artık ölü bir doğmadan başka bir şey
değildir; ısrarla durmadan pratiğe dönmezse bilgi süreci duraklar…” [22*]
Görüldüğü gibi “objektif şartlar” meselesini dört ayrı bölümde, değişik açılardan ele
alarak inceledik.
Meseleyi bu sağ görüşün koyduğu biçimde koymak, teoride, Marksist önermeleri kof
dogmalar haline getirmek ve Marksizm’in diyalektiğinden hiçbir şey anlamamak
demektir; pratikte ise, proleter devrimci hareketi küçük burjuva devrimcilerine teslim
etmektir. Böyle bir tahlil, Türkiye işçi sınıfını gücünden daha aşağı seviyede,
dolayısıyla anti-emperyalist safları olduğundan daha az kuvvetli, Amerikan
emperyalizmi + işbirlikçi burjuvazi + feodal mütegallibe cephesini de olduğundan
daha “az zayıf” değerlendirmek demektir. Düşman kuvvetlerini, olduğundan daha
kuvvetli, devrimci kuvvetleri ise, olduğundan daha zayıf değerlendirmek, “sağ
oportünizmin”, “PASİFİZM”in değişmez karakteridir.
Aslında bütün bunların temelinde, kendine ve işçi sınıfına güvenemeyen pasifist bir
küçük burjuva düşüncesi yatmaktadır. Bir ülkede halk savaşı vermek, devrim yapmak,
her şeyden önce, kendine ve öz gücüne güvenmekle mümkün olur. Ancak kendi
öz gücümüze güvenerek bu ölüm kalım mücadelesinin altından alnımızın akıyla
çıkabiliriz. (Elbette bu, ittifaklardan yararlanmamak demek değildir. Mücadelemizin
bütün aşamalarına “mümkün olan en geniş cepheyi kurmak politikası” hakim
olmalıdır) Zafere giden yolda, küçük burjuvazinin devrimci iktidarı zorunlu bir durak
olsa bile, proleter devrimcilerinin görevi, işçi sınıfını, ihtimaller üzerine kurulmuş bir
politikaya dayanarak, küçük burjuvazinin peşine takmak değil, tam tersine, onu
bilinçlendirerek, örgütleyerek bütün halkın öncüsü durumuna getirmektir. “Sen
kendini hele bir işine ver, gerisi gelir. [23*]
Proletaryanın Öncülüğü Meselesi
“Türkiye proletaryasının milli demokratik devrimde öncülüğü için objektif şartlar vardır” sözünde kastedilen bu andaki fiili bir öncülüğü değildir. “Ülkemizde proletaryanın milli demokratik devrimde öncülüğü iç objektif şartlar mevcuttur” demek, “Türkiye’nin erişmiş olduğu iktisadi gelişme seviyesi, milli demokratik devrim stratejisine uygundur; objektif gücü bakımından Türkiye proletaryası bu mücadeleyi
omuzlayabilecek bir potansiyele sahiptir” demektir.
Türkiye proletaryasının pratikte öncülüğü (fiili öncülüğü) için proletaryanın subjektif
şartlarının (bilinçlenme ve örgütlenme düzeyinin yüksek olması) olgunlaşmış olması
gerekir; yani, bilimsel sosyalizm silahı ile teçhizatlanmış öncü bir proletarya
müfrezesinin var olması, proleter yığınlarının oldukça büyük bir kısmının kendi
partisinin komutlarına kulak vermesi ve işçi köylü ittifakının sağlanmış ve bu ittifak
üzerinde bütün anti-emperyalist sınıf ve zümreleri kapsayan bir Milli Cephenin
kurulmuş olması veyahut bu yolda epeyce mesafe katedilmiş olması gerekir. Elbette,
bu şartlar yokken, hele de şehir ve köy proletaryasının ve emekçilerinin hala önemli
bir kısmının baş düşmanları olan emperyalizmin Türkiye’deki uzantısı A.P. iktidarının
ya da statükocu muhalefetin peşinden gittiği, şehir ve köy proletaryasının geniş
çevrelerinin öz devrimi sosyalist devrimden habersiz olması bir yana, ülkesinin işgal
altında olduğunun bile farkında olmadığı bir evrede, proletaryanın fiili öncülüğünden
bahsetmek, oportünizmin daniskasıdır. Böyle bir tutum, proleter devrimci harekete
ihanet ve emperyalizme hizmetten başka bir şey değildir.
Objektif – Subjektif İlişkisi
Sorunu, öz ve açık bir şekilde ortaya koyabilmek için objektif ve subjektif şartlar
üzerinde biraz durmak gerekiyor. Objektif ve subjektif şartları, aralarındaki ilişkiyi
ortaya koymadan, birbirlerinden bıçak gibi ayırmak metafizik bir tutumdur. Objektif
ve subjektif şartlar birbirine kopmaz bağlarla bağlıdırlar; objektif ve subjektif şartlar
karşılıklı etki durumunda bulunurlar ve her an onların karşılıklı nispi önemlerini en
yakından değerlendirmek gerekir.
Subjektif şartlar, objektif şartların üzerinde yükselir, diğer bir deyişle, her ülkenin ekonomik bünyesi, maddi varlığı, proletaryasının örgütlenme ve bilinçlenme düzeyini -geniş sınırlar içinde- tayin eder. Objektif şartlar nihai olarak bir ülkenin proletaryasının o süreç içindeki, tabir yerinde ise, alın yazısını çizer. Proletaryası yok denecek kadar cılız, sömürge bir ülkede nasıl ki güçlü bir proleter devrimci akımdan söz edilemezse; proletaryası gelişmiş olan bir sanayi ülkesinde de, gücü az da olsa, Marksist bir akımın var olmamasından bahsedilemez… Madde ilk veridir. Bilinç ikinci veridir ve türevdir. Sanayii belli bir seviyede olan Türkiye gibi yarı-sömürge ve yarı feodal bir ülkede, bugünün devrimci şiarı nasıl “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” şiarı ise, sekter ve gerici şiar da “Sosyalist Türkiye” şiarıdır. Şöyle bir öneri ileri sürülebilir; “madem ki Türkiye’de proletaryanın objektif şartları tam olarak mevcuttur, o zaman proletaryanın ‘kendi kendine bir sınıf değil de ‘kendisi için bir sınıf’ durumunda olması gerekir.” Bu, diyalektiği anlamamak, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki ilişkiyi mekanik olarak ele almaktır. Bu, Marksist materyalizmin birinci çizgisi olan “biçim, muhtevadan sonra gelir”den bihaber olmak demektir. (Burada bilincin ve bilginin gecikmesi söz konusudur).
Tarihte bu tip düşünceyi Objektivistlerde, II. Enternasyonalin oportünist yöneticilerinde görmekteyiz;
ekonomik seviyedeki gelişme, üretim güçlerinin gelişme düzeyi, politik ve sosyal dönüşümleri kendiliğinden, otomatik olarak sağlar şeklinde özetlenebilecek bu düşünce, “Marksist”leri pasif bir kaderciliğin rehaveti içerisinde yıllar boyu uyutmuştur. Subjektif şartlar, elbette ki objektif şartların pasif bir yansısı değildir, tam tersine aktif bir yansısıdır. Pasif yansısı biçiminde düşünmek mekanik materyalizme
özgüdür. (Ekonomist bir düşüncedir). Emperyalist dönemde dört milyona yakın proletaryanın bulunduğu Türkiye’de “proletaryanın milli demokratik devrimde öncülüğü için objektif şartlar olgunlaşmamıştır” diyen ve olgunlaşması için “köylülükle bağları tam olarak kopmalıdır” şartını ileri süren görüş, daha önce
açıkladığımız gibi ekonomist bir görüştür, ekonomizmin, emperyalizmin III. bunalım devresinde derinleştirilmesidir. Aynı şekilde Türkiye gibi bir ülke için “proletaryanın objektif şartları olgunlaşmış olsaydı, proletaryanın öz örgütü var olurdu” görüşü de yine aynı düşüncenin mahsulüdür.
Objektif şartlar, sınırlı da olsa, subjektif şartlarda mutlaka yansır. Tersini düşünmek metafizik bir düşüncedir. Bugün Türkiye proletaryasının olgunlaşmış olan objektif şartları, subjektif şartlarında yansımaktadır. Batman’da, Singer’de, Demirdöküm’de, Ereğli’deki işçi hareketleri, işçi aristokratlarının bütün uyutma ve engelleme çabalarına rağmen, Amerikalı patronlara karşı “Bağımsız Türkiye”, “Kahrolsun Amerika” şiarlarıyla fabrikalarını işgal eden Singer işçilerinin hareketleri, sarı sendika “Metal-15″in bütün engelleme çabalarına rağmen “Kahrolsun Amerika” diyerek ve işbirlikçi Vehbi Koç’a karşı fabrikayı işgal ederek, işgali kırmaya çalışan işbirlikçi iktidarın toplum polisini ters geri püskürten demir döküm işçilerinin hareketleri.. Bütün bu hareketler, bir bakıma, mesleki hak ve istemlerin ötesinde mevcut rejime, Amerikan emperyalizmine karşı tavır alışlar değil midir? Yani bütün bu hareketler ekonomik mücadeleyi de aşıp siyasi bir mücadeleye dönüşme belirtileri değil midir! (Siyasi hale dönüşmeye yönelmesi demek, sosyalist mücadele olması demek değildir.
Sosyalist mücadele olması için mücadelenin tek tek patronlara karşı mücadele olmaktan çıkması gerekir). Aylardan beri süregelen işçi sınıfı hareketi, işçi sınıfının sınırlı da olsa, “kendi kendine sınıf”dan, “kendisi için sınıf” durumuna geçmekte olduğunun belirtileridir. Bütün bu hareketler işçi sınıfının potansiyel öncülüğünün fiili bir öncülüğe dönüşebileceğinin ilk işaretleridir. Milli kurtuluş savaşımızın bu aşamasında, proleter devrimcilerinin yönettiği gençlik hareketleri ve yoksul köylülerin toprak işgalleri bir tarafa bırakılırsa, hangi sınıf ve zümre işçi sınıfımız gibi açık olarak emperyalizme ve müttefiklerine karşı kesin tavır alıyor ve bu yolda eylem ortaya koyuyor? Bütün bu hareketler işçi sınıfımızın objektif koşullarının varlığının ve yansımasının belirtileridir. İşçi sınıfının bu hareketleri üzerinde o mahallerdeki işçi sosyalistlerin elbette rolleri küçümsenemez. Ama Ankara ve İstanbul’da yayın organları etrafında kümelenmiş bizler, bu hareketlerin peşine takılmak durumunda kalmaktayız. Şüphesiz, proleter devrimci hareketimiz henüz işçi hareketlerini koordine edici ve işçi sınıfını bütün halkın milli demokratik devrim mücadelesinin lokomotifi durumuna getirecek seviyeye erişmemiştir. Proleter devrimci kadroların
dağınık, çeşitli kümelenmeler içinde ve nihai olarak etkisiz olmasında çeşitli etkenler rol oynamaktadır -bu ayrı bir yazı konusu olacak kadar önemlidir- Konumuz bu olmadığı için bu etkenlere çok kısa birkaç örnek vermekle yetineceğiz: Proleter devrimci bir partinin olmaması, küçük-burjuva devrimci fraksiyonunun -tali- görevini mükemmel yapması dolayısıyla kısa zaman dilimi için de olsa etkinliğini saflarımızda
sürdürebilen sağ sapma, ve “kötü teori yapılabildiği gibi kötü pratiğin de yapılabileceği…”
“Türkiye işçi sınıfı hegemonyasının objektif şartları olgunlaşmamıştır” diyen sağcı
görüşün Türkiye’deki konjonktürü değerlendirişi oldukça ilginçtir: “Somut şartların
somut tahlilinden hareket eder ve idealizme sapmazsak, daha bir süre Türkiye’deki
devrimci harekette asker-sivil aydın zümrenin önemli bir rol oynayacağını görürüz.
Bugün de yurt çapında esas mücadele işbirlikçilerle bu kuvvet arasında cereyan
etmektedir. Proleter devrimcileri ancak yeni yeni, o da esas olarak gençlik
hareketlerine dayanarak mücadelede yer almaktadır.”[24*]
Sınıfsal durumu gereği küçük-burjuvazi emperyalizmin karşısındadır. Kaldı ki,
Türkiye’deki asker-sivil aydın zümre bu sınıfın en bilinçli ve uyanık kesimidir. Ve
dünyanın ilk milli kurtuluş savaşının yöneticisi olmuş, “laiklik ve milli kurtuluşçuluk”
diye tanımlayabileceğimiz Kemalist düşünce ve eylemin mirasçısıdır. %60’i okuma
yazma bilmeyen, feodalizmin baskısı altındaki küçük-burjuvalar ülkesinde, elbette,
“daha bir süre devrimci harekette asker-sivil aydın zümre” önemli bir rol
oynayacaktır. Ama “yurt çapında” esas mücadele, işbirlikçilerle Kemalistler arasında
cereyan etmekte demek değildir bu. Gerçekten Kemalistlerin bugünkü devrimci
mücadeledeki yerleri azımsanamayacak kadar önemlidir. Fakat emperyalizme ve
müttefiklerine karşı mücadelenin tek devrimci alternatifi değildir. Bugün
emperyalizme karşı ilk boy hedefi Kemalistler değil, proleter devrimcileridir.[25*]
“Türkiye’de esas mücadele, işbirlikçilerle Kemalistler arasında oluyor” sözü, “Türkiye
proletaryasının objektif şartları yoktur” sözünün doğal bir sonucu ve devrimci
sosyalist teoriden sapmanın pratiğe yansımasının açık bir belirtisidir. Evet, bugün
proletarya öz örgütüne sahip değildir ama, Kemalistler de öz örgütlerine sahip
değillerdir. “Proleter devrimciler ancak yeni yeni, o da esas olarak gençlik hareketine
dayanarak mücadelede yer almaktadırlar.” (Şahin Alpay, “Türkiye’nin Düzeni
Üzerine” Aydınlık, Sayı: 12, s: 466) sözü iki nedenden dolayı yanlıştır. Bir kere böyle
bir değerlendirme, Türkiye proleter hareketinin geçmişini küçümseme anlamını taşır.
Bunu söyleyen arkadaş, tarihi bir ad taşıyan AYDINLIK dergisinin, yarım yüzyıl önce
proleter devrimci hareketin organının adını taşıyan bu derginin, yazarı olduğunu
unutmaktadır. Türkiye’deki sosyalist hareketin yarım asırdan fazla bir geçmişi, bir
tarihi vardır.[26*] Bu denli köklü bir geçmişe sahip olan Türkiye proleter hareketi için,
“Türkiye’nin siyasi platformunda yeni yeni, o da gençlik hareketlerine dayanarak yer
alıyor” demek, en yumuşak deyişle, doğru bir değerlendirme değildir. Bugüne kadar
ki, proleter devrimci mücadelenin hiç mi sosyalist birikimi olmadı? Yarı-feodal bir
ülkede, sosyalist olmadığı halde sosyalist bir kimlik ile Türkiye halkının karşısına çıkan
TİP’in, Filipin demokrasiciliği şartlarına ve oportünist yönetime rağmen, derme çatma
bir örgütlenme ve kısa bir seçim çalışması ile “300 bine yakın” oy almasının başlıca
nedeni, 1919’dan bugüne kadar gelen Türkiye proleter devrimci hareketinin
oluşturduğu birikimdir. Diğer bütün etkenler bu ana etkenin yanında önemsiz ve
talidir.[27*]
İkinci olarak, haldeki proleter devrimci saflardaki örgütsüzlük ve dağınıklık bizleri
yanıltmasın; gerçekte, hareketimiz büyük bir atılım yapmanın eşiğindedir. Toplumun
çeşitli kesimlerinde ve Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde proleter devrimci hareket bir
çığ gibi büyümekte, gelişmektedir. Hareketimiz Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar
uzanmaktadır. Hemen hemen her bölgede bir proleter devrimci grup veya kişi vardır.
İçinde bulunduğumuz aşama demir gibi bir disipline sahip bir proletarya örgütünün
içinde bu hareketi merkezileştirmektir. Toplumların, sosyal olayların gelişimi düz bir
çizgi izlemez, trentler çizerek akar. Bugün bir “trent” atlamasının içindeyiz. Çok kısa
bir zaman dilimi sonra bu süreci geçmiş olacağız. Bir çığ gibi büyümemize siyasi irtica
engel olamaz. Hayatın gerçekleri, safsatalara karşı her zaman muzaffer olmuştur,
olacaktır da.
Yazımızın bu bölümünü bitirmeden önce, öteki sağ oportünizmin, yani
“emperyalizme teslimiyeti oluşturan” Emek fraksiyonunun proletaryanın objektif
şartlarını değerlendirmesi üzerinde biraz duralım. Emek’e göre, “Türkiye’de objektif
şartlar sosyalist devrim için uygundur. Tarımda kapitalist üretim ilişkileri hakimdir.
Feodal kalıntılar %5 gibi önemsiz bir teferruattır. Üst yapıda gözüken feodal
ideolojiler ise bir önceki üretim tarzının tortularıdır. Ve haldeki ‘az gelişmiş kapitalist’
ilişkiler tarafından mass edilmiştir”.
Bir an iç feodal kalıntıları %5 gibi önemsiz bir teferruat olarak kabul edelim; Marksist
materyalizme göre bir düşünce, bir ideoloji varlığını meydana getiren maddi şartlar
kaybolduğu halde, bir zaman için varlığını sürdürür. Ama, bir önceki üretim düzeninin
ürünü olan ideoloji, objektif çelişkiler geliştiği ölçüde gerilemek zorundadır, artık
geçmişe dönüş imkansızlaşır. Yeni gelişmekte olan üretim güçlerine uygun düşünce,
ideoloji eskinin yerini alır. Ülkemize bir bakalım; Atatürk döneminde sinmiş, pusmuş
olan feodal ideolojiler, 1950 Demokrat Parti hareketi ile birlikte birdenbire bir çığ gibi
büyümüş ve gürbüzleşmiştir. Bugün “nurculuk hareketi” o denli etkilidir ki, ülkedeki
“politik iktidarın” oluşumuna, eli altındaki birkaç milyonluk oyu istediği yöne kanalize
ederek “ağırlığını” koyabilmekte, hatta zaman zaman müttefiki işbirlikçi burjuvaziyi
bile ürkütmektedir. Şimdi bu beylere sormak gerekir; Marksist diyalektiğe göre,
feodal üretim düzeni büyük ölçüde tasfiye edilmiş olsaydı, bu feodal ideolojilerin
giderek gerileyip, etkinliklerini yitirmeleri gerekmez miydi? Oysa 1950’den bu yana
gelişim açıktır. Feodal ideolojiler giderek semirmiş, güçlenmiş ve toplum yaşantısında
etkinliğini çok fazla arttırmıştır. Uzağa gitmeye gerek yok, son seçimlerde partilerin
aday listelerine şöyle bir göz atmak kafi; ağalığın, şeyhliğin, aşiret reisliğinin adaylıkta
ne denli önemli olduğu açıktır. Seçim sonrası, sadece mezhepçiliğe dayanarak
seçmenlerin karşısına çıkan bir partinin azımsanmayacak sayıda oy toplayabildiğini
hepimiz gördük. Görüldüğü gibi, derinliğine bir araştırma yapmadan, yüzeyde bir
değerlendirme bile, feodal kalıntıların öyle %5’lik artıklardan olmadığı açıktır.
Erdost’un belirttiği gibi, tarımda feodal ilişkilerin yanında kapitalist ilişkiler uç
vermektedir. Bu durumda kalkıp da, “tarımda feodal sömürü yüzde şu kadar,
kapitalist sömürü şu kadar” diye hesaplar yapmak hatalıdır. Marksizm’in dışında bir
metodla meselelere yaklaşmaktır. 1905 Rusya’sında bugün Emek fraksiyonunun
yaptığı tahlilleri yapan ihtilâlci sosyalistlere Lenin’in cevabı açıktır: “Rusya’da modern
büyük toprak işletmesi, derebeylik ve kapitalizmin karakterini bağrında toplar.
Köylülerin büyük toprak ağalarının karşısındaki bugünkü mücadeleleri, objektif değer
ve kapsam bakımından, derebeylik kalıntılarına karşı mücadeledir. Ama bütün tek tek
durumları ayırdıktan sonra her durumu ayrıca ölçüp tartmak ve derebeyliğin bitip,
pür kapitalizmin başladığı noktayı matematik bir kesinlikle bulmaya girişmek, kendi
ukalalığını Marksistlere yüklemekten başka bir şey olamaz. Bir bakkaldan satın alınan
değer-emek payıyla hırsızlık payını ayıramadık diye, değer-emek teorisini inkar mı
edelim baylar?…”[28*]
Ayrıca, ülkemizde feodal artıkları % 5 değil de %05 olsa bile, Marksist diyalektik
analize göre, bugünün devrimci şiarı “Sosyalist Türkiye” olamaz. Tersini savunmak
“nihai tayin edici çelişme” ile “baş çelişme”yi birbirine karıştırmaktır. Bir toplumun
bünyesi karmakarışık çelişmeler bütünüdür. Bu çelişmeler arasında, üretim güçleri ile
üretim ilişkileri arasındaki çelişme, nihai tayin edici olan temel çelişmedir. Ama o
anda “baş çelişme”, bu çelişme olmayabilir. Örneğin yeniden paylaşım savaşında,
Alman işgali altındaki gelişmiş kapitalist bir düzene sahip Fransa’da baş çelişki,
proletarya-burjuvazi çelişmesi değil, burjuvazinin işbirlikçi kesimi hariç, bütün Fransız
halkı ile Alman emperyalizmi arasındadır. Türkiye’deki temel çelişmenin proletarya
burjuvazi çelişmesi olduğunu varsayalım, bu koşullara rağmen, biz sosyalist devrim
şiarını ortaya atamayız. Çünkü bugün için tayin edici çelişme, proletarya ile burjuvazi
arasındaki çelişme değil, Yankee emperyalizmi ile bütün Türkiye halkı arasındadır. Bu
durumda, proletarya partisinin görevi, proleter devrimcilerinin görevi, “sosyalist
devrim” çığlıkları atmak değil, bütün ulusun en bilinçli sözcüsü olarak milli cephenin
başına geçip, Amerikan postalları altında ezilen milli bağımsızlık bayrağını yükselterek
milli devrimi yapmaktır. Bu baş çelişme çözümlenmeden ülkede ne “sosyalist devrim”
yapılabilir ne de sosyalizm kurulabilir. İşgal altındaki bir ülkede Marksistlerin ilk
görevi, “sosyalist” değil “milli devrim”i yapmaktır. “Sosyalist mücadele”, “antiemperyalizmi” de içeriyor diye, millici sınıfları karşına alarak “sosyalist devrim” şiarıyla ortaya çıkarsan, Amerikan emperyalizminin ekmeğine yağ sürerek Türkiye ulusuna, Türkiye proletaryasına ve enternasyonal proletarya hareketine ihanetlerin en büyüğünü yapmış olursun!
Açıktır ki, II. milli kurtuluş savaşımız düz bir hat izlemeyecektir. İçinde ayrıca evrelere
ayrılmış çeşitli aşamalardan geçerek başarıya ulaşacaktır. Bu süre içinde, çeşitli
ittifaklardan yararlanacağız, tabii düşman cephesi de. Bir yandan emperyalizme karşı
mümkün olan en geniş milli cepheyi kurmaya, öte yandan da proletaryaya politik
bilinç götürmeye çalışacağız. Bunun için millici sınıflara gideceğiz, görev alanımız
bütün millici sınıfların alanıdır. Proleter devrimcisi olarak, Amerikan
emperyalizmi+işbirlikçi burjuvazi+mütegallibe ittifakına karşı bütün alanlarda en
kesin mücadeleyi vereceğiz. Proletaryanın kendiliğinden eylemleri içine girerek, bu
ekonomik mücadeleleri örgütleyerek siyasi mücadelelere dönüştürmeye çalışarak,
geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasına girişerek proletaryaya sosyalist
bilinç vermeye çalışacağız. Proletaryaya oportünizmin bütün biçimlerini göstererek,
gençlik hareketlerinin anlam ve niteliğini, Kemalizm’in tarihi geçmişi ve milli
kurtuluşçu geleneğini tekrar tekrar anlatarak, II. milli kurtuluş savaşımızda işçi ve
köylü kitlelerinin en yakın dost ve müttefiki olduğunu belirterek politik bilinç
götüreceğiz. Ama bütün bunları yaparken proletarya hareketinin siyasi bağımsızlığını
göz bebeğimiz gibi koruyacağız!
İttifaklar Politikası ve Sağ Sapma Ünlü İkili Görev
Emperyalizmin boyunduruğu altında bulunan yarı-feodal bir ülkede, proleter
devrimcilerinin ikili bir mücadele biçimi içinde olmaları gerektiği açıktır; bir yandan
emperyalizme karşı mücadelede bütün millici sınıf ve tabakaların yanında yer almak,
anti-emperyalist cephenin kurulması için azami gayreti göstermek, öte yandan da
proletaryaya politik bilinç vererek örgütlemek ve onu bütün halkın öncüsü durumuna
getirmektir.
İşçi sınıfının bütün halkın öncüsü durumuna getirmek için “önce kuvvet kazanalım sonra örgütlenmiş bu güç ile ittifaklara girelim” diye düşünmek, görevleri sıraya koyduğu için, Marksizm’in dışında, metafizik bir düşüncenin ürünüdür. Bir yandan geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası yürüterek işçi sınıfına sosyalist bilinç vereceğiz, işçi-köylü kitlelerini örgütleyeceğiz, öte yandan da diğer bütün millici sınıflara milli demokratik bilinç vermeğe çalışarak, onların antiemperyalist hareketlerine destek olarak, öz örgütlerine kavuşması için mücadele edeceğiz ve milli cephenin kurulmasına çalışacağız. Bu, diyalektik bir bütündür. Bu ikili mücadele birbirinden ayrılamaz. Önce birisi sonra diğeri ele alınamaz, ikisi bir arada yürütülmelidir.
Bütün bunlar, her zaman tekrar edilen, bilimsel sosyalizmin genel doğrularıdır.
Sorunu bu soyut şekli ile bırakırsak, hiçbir şeye aydınlık getiremeyiz ve pratikte bu
soyut formülasyonun hiç bir değeri yoktur -bu hali ile bırakılırsa tabii-. Mutlaka,
sorunu soyut plandan somut plana indirmemiz ve somutun tahlilini yapmamız
gerekir. Nasıl ki, bir süreçteki iç içe geçmiş bütün çelişkileri birbirine eşdeğer kabul
etmiyorsak, bir çelişkili bütünde de (bu ikili görevde de) iki çelişik yönü eşit olarak ele
alamayız. Bu iki çelişik görevi eşdeğerde ele almak, “proleter devrimcilerinin hiç bir iş
yapmaması” demektir. Çünkü bu karşıt iki yön birbirini dengelediği için, hareket
yerini statiğe terk edecektir. Şu halde, dinamik bir durumdan bahsetmek istiyorsak
mutlaka bu iki yönden birisinin diğerine nazaran, az da olsa, ağır basması gerekir. Bu
iki yönden bütünün karakterini belirleyen yönüne çelişkinin ağır basan yönü, ötekine
de çelişkinin ikincil yönü denir.
Şimdi gelelim meselenin en can alıcı yerine; “Bir yandan proletaryaya sosyalist bilinç
götürüp onu örgütlemek, proletaryayı öz partisine kavuşturmak, diğer yandan da,
millici sınıfların anti-emperyalist mücadelesine omuz vermek, onları öz örgütlerine
kavuşturmak için çalışmak” şeklinde konulan bu iki çelişkili görevden hangisi ana
görev, hangisi tali görevdir? Milli demokratik devrim mücadelemizin bu aşamasında
proleter devrimcilerinin ana görevi nedir? Bugünkü taktik hedeflerimizin çizilmesi
açısından bu son derece önemlidir. “Bir çelişmenin ana ve tali yönlerinin incelenmesi,
devrimci bir partinin siyasi, askeri, stratejik ve taktik direktiflerini tayinde önemli
metodlardan birisini teşkil eder”. (Mao Tse-Tung)
“Bazen birisi, bazı hallerde de ötekisi tali veya ana görev olur, duruma göre değişir”
cevabı eklektik ve ciddi olmayan bir cevaptır. Bu soruya cevap vermeden önce, içinde
bulunduğumuz evrenin niteliğini kısaca çizelim; bir kere, bu evrenin en belirgin
niteliği işçi sınıfı da dahil olmak üzere bütün millici sınıfların bilinç seviyesinin
düşüklüğüdür. İkinci olarak, bütün millici sınıflar öz örgütlerinden yoksundurlar.
TİP’de proleter devrimciler, CHP’inde de Kemalistler ancak bir hizip teşkil
edebilmektedirler.
Mücadelemizin bu evresinde, bu koşullar altında proleter devrimcilerinin ana görevi
(dikkat edilsin, bütün veya tek görevi değil) işçi yığınlarının dışındaki, diğer millici
sınıfların veya zümrelerin öz örgütlerine sahip olması için çalışmak, Kemalistlerin cılız
da olsa yürüttükleri devrimci mücadelelerine destek olunması değil, işçi sınıfına
bütün siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile sosyalist bilinç götürmek, işçilerin
kendiliğinden gelişen hareketlerini örgütlemek ve proletaryayı öz partisine
kavuşturmaktır. Diğer bir deyişle, proleter devrimcileri olarak güç ve olanaklarımızın
önemli bir kısmını bu ana yönde, geri kalan kısmını da tali yönde istihdam edeceğiz.
Bu çelişkili ikili görevi bu kadar somuta indirgeyerek, karakterize etmemiz, bu ikili
yönün karşılıklı ilişkilerini ihmal edecek kadar aşırı basitleştirmek değil, tam tersi, iki
çelişkili görevin ayırıcı karakterini ayrı ayrı ele almamız, Marksist diyalektiğin tahlil
metodu olarak gerektirdiği bir zorunluktur. “Bir çelişmenin ana ve tali yönlerini
incelemeseydik, yani çelişkinin bu iki şartının ayırıcı karakterlerini ayrı ayrı ele
almasaydık, soyut bir inceleme içine sıkışır kalır, bu çelişmenin şartlarını somut olarak
anlayamaz ve sonuçta onu çözmek için doğru metodu bulamazdık”. (Mao Tse-Tung).
Marksist tahlil, somutun tahlilidir. Olayları, meseleleri ve çözüm yollarını, taktik hedef
ve şiarları belli bir mekan ve evre içinde ele almak zorundayız. Her aşamanın temel
taktik problemlerine, ancak içinde bulunulan şartların ciddi ve ayrıntılı tahlil ve
açıklamaları yapılarak çözüm getirilebilir.
Milli demokratik devrim mücadelemizin bu evresinde proleter devrimcileri olarak
bizlerin ana görevi işçi sınıfına sosyalist bilinç götürmek ve işçi kitlelerini öz
örgütlerine kavuşturmaktır. Gücümüzün az olduğu (buraya dikkat; kendi gücümüzün
az olduğu, bazı ittifaklarda temsil etmek iddiasında olduğumuz sınıfın değil!..) bu
evrede, bu görevin neden ana görev olduğu öyle Marksist teorinin girift bir meselesi
değildir. Marksizm’den birazcık nasibini almış bir kişi bile, hemen anlayacaktır ki, bu
evrede, işçi sınıfı arasında yerimizi sağlamlaştırmak “asli sorunumuz” olmalıdır.
Sosyalistler bütün halkın milli demokratik mücadelesine öncülük etmekle
yükümlüdürler. Fakat bu aşamada, işçi ve köylü hareketleri içinde yerimiz ve
etkinliğimiz dikkate alınırsa, neden ikinci göreve öncelik tanımanız gerektiği ortaya
çıkar. Marksist diyalektiğin büyük ustası Lenin, tartışma götürmez bir açıklıkla sorunu
formüle etmektedir: “İlk dönemde, gerçekten pek az gücümüz vardı ve o sıra
kendimizi yalnızca işçiler arasındaki eyleme adamamız ve bu yoldan sapmalara karşı
çıkmamız pek tabii idi. O sıra bütün görevimiz işçi sınıfı içinde durumumuzu
sağlamlaştırmaktı.”[29*]
Elbette bu ana görevimiz, milli demokratik devrim mücadelemizin bütün
aşamalarında hep aynı kalmayacaktır. İşçi ve köylü kitleleri arasındaki yerimizi
sağlamlaştırdıktan sonra, yani proleter devrimci bir örgüt kurduktan ve işçi köylü
hareketlerini koordine edici bir duruma geldikten veya bu yolda epeyce yol aldıktan,
diğer bir deyişle bu evreyi geçtikten sonra, bugün tali olan görevimiz ana, ana olan
görevimiz tali duruma dönüşecektir.[30*]
Açıktır ki, işçileri örgütlemek ve bilinçlendirmek sorunu ile Milli Cephenin
kurulmasına çalışma eylemi, mücadelenin yaşayan diyalektiği ile birbirine bağlıdır. Bu
iki mücadele iç içe geçmiştir ve onları ayıran arada bir Çin Seddi yoktur. Fakat, milli
birleşik cephenin yönlendirici gücü olan işçi sınıfının bilinçlenme ve örgütlenme
meselelerinde belli bir yol katedilmeden, gerçek bir anti-emperyalist cephenin
kurulmasının mümkün olacağı ciddi olarak düşünülemez. Bütün millici sınıfların bilinç
seviyesinin düşük olduğu ve öz örgütlerinden mahrum oldukları bu dönemde,
Amerikan emperyalizmine karşı mücadelenin hızlanabilmesinin ve Milli Cephenin
kurulabilmesinin ilk adımı, proletaryanın siyasi partisinin kurulmasıdır, bu nedenle
çabaların büyüğünün bu alanda gösterilmesi zorunludur. Bu yapılmadan, işçi
kitlelerini örgütlemeden, bilinçlendirmede belli bir ölçüde başarı sağlamadan, milli
cephe hakkında genel gevezeliklerin ötesinde, hiç bir şey yapılamaz. Meselenin öbür
yanı da şudur; işçi sınıfını örgütlemek ve bilinçlendirme eyleminin daha fazla gelişme
göstermesi, büyük ölçüde emperyalizm ve müttefiklerine karşı bir milli cephenin
kurulmasına bağlıdır.
Sorunun somut tahlilini yaparak, bu evredeki ana görevlerimizi böylece belirttikten
sonra gelelim sağ sapmanın bu konudaki görüşlerine; “Birinci mesele milli cephe
politikasıdır”[31*] “Ve ülkemizde emekçilerin öz partisinin kurulması olanağı bugün
yoktur. Bugünkü biçimsel demokrasi buna imkan vermemektedir”[32*]
Sağ görüşün, ikili görevde görevleri mekanik olarak sıraya koymadığını varsayalım. O
zaman, açıktır ki, ana görev olarak “milli cephenin kurulması için çalışılması”
önerilmektedir. “Ana görevimiz, objektif şartları olmayan bir sınıfa subjektif şartları
kazandırmak olmalıdır. Bunun ilk adımı proletaryanın öz örgütünü kurmaktır”
denseydi, elbette çok ters olurdu. Doğaldır ki, ülkenin ekonomik seviyesi işçi sınıfının
objektif şartlarının olgunlaşması için yetersiz bir seviyede ise, ana görev diğer millici
sınıflara destek olmaktır.[33*] (Bu evrede işçi sınıfının rolü aktif değil, pasiftir)
Gerçekte ise, burada bir yansıtma yapılmaktadır. Kendi proleter devrimci
hareketimizin cılızlığı işçi sınıfına yansıtılmakta, bu sınıfın, şu an için, milli demokratik
devrimi yönetecek subjektif şartların yanında objektif şartlarından da yoksun olduğu
ilan edilerek, işçi sınıfının örgütlenmesi ekonomik ön şartların olgunlaşacağı daha ileri
bir aşamaya bırakılmakta, bu döneme kadar da ünlü ikili görevin şu dönemde, öncelik
kazanması gerekeni ikinci plana itilmektedir. İşçi sınıfının ekonomik ön şartlarının
yerine getirilmesi savunularak, “Milli devrimci yol”, “Kapitalist olmayan yol” kendini
“Proleter Sosyalist” ilan eden ağızlarda “Milli demokratik devrim yolu” olarak
şekillenmekte ve saflarımızda “ekonomizm” böylece hortlatılmış olmaktadır.
“Ülkemizde emekçilerin öz partisinin kurulması olanağı bugün yoktur” sözü, bu
sapmanın başka bir kanıtı ve “işçi sınıfı öncülüğünün objektif şartları henüz
olgunlaşmamıştır” değerlendirmesinin doğal bir sonucudur. “Bugünkü biçimsel
demokrasi buna imkan vermemektedir”, o halde, bu aşamadaki mücadelemizin
başlıca amacı, (işçi sınıfının mücadelesi, pozitif değil, negatif bir mücadeledir) emekçi
kitlelerine bu imkanı verecek olan demokratik ortamın kurulması olmaktadır. Bu
değerlendirme ise, Leninizm’e karşıt bir değerlendirme ve “ekonomizm”in bir
ürünüdür. Burjuva, burjuva devrimi yapar, proletarya, proletarya devrimi yapar”,
“işçi sınıfının ülkenin siyasal sahnesinde birincil bir role sahip olabilmesi için burjuva
demokrasisinin geliştirilmesi gerekir” diyen ve “sosyalist devrim ile burjuva devrimi
arasında uzun bir mesafe olacağını” düşünen 1905 demokratik devriminin eşiğinde,
Leninizm’in iktidar mücadelesinin boş bir hayal olduğunu söyleyerek, acil politik
amaçlar arasam da, “parti kurma özgürlüğüne” özellikle ağırlık veren “ekonomist”
düşünce ile “emekçilerin öz örgütünün kurulması olanağı bugün yoktur, buna
bugünkü biçimsel demokrasi imkan vermemektedir” diyen görüş arasında temelli bir
ayniyet olduğu açıktır. Oysa Leninist kesintisiz devrim teorisine, bu teorinin yarı sömürge ve yarı-feodal ülkelere uygulanması olan Milli Demokratik Devrim teorisine göre, burjuva demokratik devrim aşaması ile sosyalist devrim arasındaki mesafe uzun değil, kısadır. Ve Leninizm’e göre, proletaryanın öz örgütü mücadelenin her döneminde kurulur, demokratik haklar için mücadele başlı başına bir amaç değildir.
“Ülkenin ekonomik gelişme seviyesi, milli demokratik devrim stratejisini
öngörmektedir” yani, “proletaryanın objektif şartları mevcuttur”. Bu aşamada
proleter devrimcilerinin görevi işçi ve köylüleri bilinçlendirmek, örgütlemek ve
proletaryanın öz örgütünü kurmak, tali görevi ise, diğer millici sınıfların öz örgütü için
ve de Milli Cephenin kurulması için çalışmaktır, doğru devrimci çizgiye karşı, sağın
görüşü şudur; “Ülkenin ekonomik gelişmesi proletaryayı anti-emperyalist
mücadelede ikincil kılmada”, “şu anda yurt çapında esas mücadele işbirlikçilerle
Kemalistler arasında olmaktadır” ve bu önerilen doğal bir sonucu olarak “ana görev
milli cephe politikasıdır”.
Proletarya hegemonyasının objektif ve subjektif şartlarının mevcut olmadığı ve öz
örgütünün de bu aşamada kurulmasına imkan olmadığına göre, “Milli Cephe”den
kastedilenin küçük-burjuvazinin hegemonyasında bir cephe olduğu açıktır. (kısaca
özetlersek, sağ görüş şunları söylemektedir): Bu aşamada devrimci hedef, Mısır’daki,
Suriye’deki gibi anti-emperyalist bir küçük-burjuva iktidarıdır. Bu harekette Türkiye
işçi sınıfının rolü, artçı “destekçi” bir roldür. Kemalistlere destek olmaktır. Bu küçük-
burjuva iktidarı proletarya öncülüğünün şu anda var olmayan objektif şartlarını
oluşturacak, (fabrikalar kuracak, ülkede toprak reformu yapacak) ülkede demokratik
bir ortam yaratacak, böylece bu demokratik ortamda proletaryanın öz partisi
kurulacaktır!.
Kemalizmin “Sağı-Solu” ve Asker-Sivil Aydın Zümre
Aybar, Aren oportünizminin, asker-sivil aydın zümreyi “metafizik bir kategori” olarak
ele alışını tutarlı bir biçimde, kıyasıya eleştiren saflarımızdaki sağ görüş, Kemalizm’i
sağ-sol diye metafizik bir ayrıma tabi tutarak, aynı idealizmin içine yuvarlanmaktadır.
Sağ görüş meseleyi şöyle anlatmaktadır: “Küçük-burjuvazinin en uyanık kesimini
meydana getiren asker-sivil aydın zümrenin Kemalist devrimci çizginin bugünkü
ideologları küçük-burjuvazinin bocalayan niteliğini yansıtan bir şekilde, bir sol
devrimci, bir de, sağ gerici parlamentarist iki kanada ayrılmıştır. Bugün bu ayrımı
yapmadan, asker-sivil zümrenin bu iki ayrı kanadın liderliğinde bölünmüş olduğunu
görmeden, Kemalist devrimci çizginin bugün içinde bulunduğu meseleleri doğru
tespit etmeye imkan yoktur. Bu konuda doğru tespitlere varmak ise, kendimiz kadar
müttefiklerimizin durumunu da bilmek zorunda olan proleter devrimcileri
bakımından büyük önem taşır… Aralarında Bülent Ecevit’in bulunduğu diğer bir
kadronun liderliğinde olan sağ kanat ise, Türkiye’deki parlamentarizmin gerici
niteliğini kavramamakta, bu demokrasicilik oyununu burjuva demokrasisi olarak
kabul etmekte ve onun üzerine kanat germektedir… Bu tutum kaçınılmaz olarak
onları emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı tavizci, uzlaştırıcı, teslimiyete dayanan bir
politika izlemek zorunda bırakmaktadır. Ama biz, hiç olmazsa ana kesim itibariyle
küçük-burjuva devrimcilerinin uzun süre gerici parlamentarizme bel bağlayacaklarına
inanmıyoruz”. (Şahin Alpay, Türkiye’nin Düzeni Üzerine, Aydınlık, Sayı: 12. Sf, 450-
451) [34*]
Bu konuda tutarlı bir tahlil yapabilmek için, ilk önce Kemalizm’in niteliği üzerinde
biraz durmamız gerekiyor. Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir
ülkede doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek
milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük-burjuva milliyetçiliğidir. Türkiye’deki küçük burjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizm’i karakterize eden yalnızca “Milli Kurtuluşçuluk” ve “Laiklik” öğeleridir. Eşyanın doğası gereği Kemalizm’in belirli bir iktisat politikası yoktur ve olmamıştır. Küçük-burjuvazinin emekle sermaye arasında bocalayan genel niteliği, Kemalizm’in iktisat politikasında yansımaktadır.
İçinde bulunulan evrenin koşullarına göre yön değiştiren, bazen özel teşebbüsçü yanı, bazen
de devletçi yanı ağır basan bir iktisat politikası vardır Kemalizm’in. Kemalizm’i bugüne
kadar ayakta tutan, ona ruh veren milli bağımsızlıkçı niteliğidir. Kemalizm’in antiemperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz. Bu nedenle ancak emperyalizmin karşısındaki saflarda yer alanlar, Kemalizme sahip çıkabilirler. Emperyalizmle uzlaşarak, anti-emperyalist hareketleri kınayanlar, emperyalizmin iktidar aracı olan Filipin tipi demokrasiye kanat gerenler, sağında da
olsa Kemalist saflarda yer almazlar. 1919’da Amerikan mandası isteyenler ne kadar
milli bağımsızlıkçı ve Kemalistlerse, 1969’da anti-Amerikan hareketleri sabote etmeye
çalışarak anti-emperyalist safları dağıtmak hevesinde olanlar, milli kurtuluşçulara
“gözü dönmüş demokrasi düşmanları” “halka inanmayan yobaz aydınlar” diye kara
çalarak Amerika’ya taviz verme politikasında işbirlikçilerle yarış halinde olanlar da o
kadar Kemalisttirler. Ve bu Kemalistler ne kadar devrimci iseler, onları Kemalist
saflara sokan görüş de bir o kadar devrimcidir!..
Kemalizm’i bu şekilde sağ-sol diye ayırmak, çeşitli hataları içeren yanlış bir
tahlildir.[35*] Dikkat edilirse, sağ görüş asker-sivil aydın zümre ile Kemalizmi aynı
şeyler olarak kabul etmektedir. Bu tamamen saçmadır. Asker-sivil aydın zümre
küçük-burjuvazinin bir tabakasıdır. Kemalizm ise, bu kesimin veya küçük-burjuvazinin
en radikal tutumu, politik görüşüdür. Görüldüğü gibi burada aynı sıradan olmayan
gerçekler aynı kategori içinde yer almaktadır. Birini öteki diye almak, kullanılan
terimlerin belirlenmesini isteyen diyalektik mantığa aykırı, metafizik bir hatadır.
Sağ sapma, acaba neden “sağ-sol” diye asker-sivil aydın zümreyi ayırması gerekirken
onun radikal politik görüşü olan Kemalizm’i sağ-sol diye ikiye ayırarak hataya
düşmektedir? Aslında, kendisine Marksizm’in bu temel ilkesini çiğneten bu tahlili sağ
sapma yapmak zorunda idi. “Neden zorundaydı” açıklamasına geçmeden önce, bu
oldukça önemli mesele üzerinde bir açıklama yapalım; kavramların doğru ve yerinde
kullanılması Marksizm’de, Marksist felsefede hayati öneme haizdir. Burada sözü Louis
Althusser’e bırakalım: “Felsefe halkın teori alanındaki sınıf mücadelesini temsil eder.
Neden felsefe kelimelerle dövüşür? Sınıf mücadelesinin gerçekleri kelimeler
tarafından ‘temsil edilen’, ‘fikirler’ tarafından temsil edilir. Bilimsel ve felsefi akıl
yürütmelerde kelimeler (kavramlar, kategoriler) bilginin ‘araçlarıdır’. Fakat siyasi,
ideolojik ve felsefi mücadelede kelimeler aynı zamanda, silah, patlayıcı veya
uyuşturucu madde ve zehirdir. Bazen sınıf mücadelesi bir kelimenin diğer bir
kelimeye karşı mücadelesinde özetlenebilir. Bazı kelimeler kendi aralarında bir
düşman gibi dövüş yaparlar. Başka kelimeler vardır ki, anlam karışıklığına yol açarlar,
hayati fakat sonuca bağlanmamış bir muharebenin kaderi gibi. (…) En soyut, en zor
ve en uzun teorik eserlerine kadar felsefe kelimelerle dövüşür. Yalan kelimelere karşı,
anlam karışıklığına yol açan kelimelere karşı, doğru kelimelerden yana ‘nüanslarla’
dövüşür. Kelimeler üzerindeki bu savaş, siyasi mücadelenin bir parçasıdır.”[36*]
Althusser’in üzerinde tekrar tekrar durarak belirttiği gibi, oportünizme karşı ideolojik
savaş kelimelerle yürütülmektedir.
Oportünizmin ve revizyonizmin her çeşidinin ortak noktalarından birisi de, anlam
karışıklığı yaratarak, birbirleriyle eş anlamlı olmayan kelimeleri eş anlamlı kullanarak
aynı kategoriye sokmaktır. Bu önemsiz ve masum hatanın (!) mihveri etrafında en
korkunç ihanetlere ideolojik kılıf aranmaktadır. Örneğin, Jules Moach, “Bugünkü
rejimde iki sınıf, işçi sınıfı ile kapitalizm karşı karşıyadır” gibi ilk bakışta çok önemsiz
gibi gözüken bir kategori tahrifinden hareket ederek işçi sınıfına en büyük
ihanetlerden birini yapmıştır; işçi sınıfının öz çıkarlarını burjuvazinin yasallığı
tahtasında kurban etmiştir. (Bilindiği gibi kapitalizm bir düzendir. İşçi sınıfının hasmı
da kapitalizm değil, burjuvazidir). Görüldüğü gibi, asker-sivil aydın zümre ile
Kemalizm kavramlarında olduğu gibi burada da, ayrı kategorilerin gerçekleri aynı
kategoriye sokulmaktadır. Aynı şeyi -aynı dozda olmamak üzere- saflarımızdaki sağ
sapma da yapmaktadır. Şöyle ki, Bu görüşün iddiası “Türkiye’de proletarya
öncülüğünün objektif şartları yetersizdir” -ki bu sözün doğal sonucu, bu evrede
proletaryanın rolü aktif değil, pasiftir- anti-emperyalist savaşın bu evresinde aktif rol,
küçük-burjuvazinin en bilinçli kesimi olan Kemalistlere aittir. Buna kanıt olarak da,
“Bugün yurt çapında esas mücadele Kemalistlerle işbirlikçiler arasında olmaktadır.”
Şimdi ülkemize bakalım; sağ sapmanın deyişiyle “Kemalist kadroların büyük
çoğunluğu Ecevit’in etrafında toplanmıştır”. Eğer Ecevit, İnönü ve CHP, Kemalizm
kapsamı içine sokulmazsa “Kemalist kadroların çoğunluğu bu kesimde olduğu için”
Kemalistler bir anda büyük bir değer yitimine uğrayacaklardır. Ve “yurt çapında esas
mücadele işbirlikçilerle Kemalistler arasında oluyor” kanıtı da bir anda kof bir
dayanak durumuna düşecektir. “Yurt çapında esas mücadele Kemalistlerle
işbirlikçiler arasında oluyor” iddiasının mesnet kazanabilmesi için mutlaka, Filipin tipi
demokrasiye kanat gerenlerin, emperyalizmle uzlaşanların Kemalist saflara transfer
edilmesi gerekir. İşbirlikçi A.P. iktidarı karşısında ikinci büyük parti Kemalist C.H.P. yer
almış oluyor ki, bu dev transferle birlikte saflarını güçlendiren Kemalistler, yurt
çapındaki esas mücadelede işbirlikçilerin en önemli devrimci alternatifi durumuna
geliyorlar! (Doğaldır ki, C.H.P.’nin gücü yalnızca oyla ölçülmez. Ordu da dahil
Türkiye’nin çeşitli kurumları üzerinde C.H.P. oldukça etkindir). Ayrıca bugün gerici
parlamentarizme kanat gerenler, seçimlerden sonra yanıldıklarını görerek, bu yolla
düzen değişikliğinin imkansız olduğunu görerek, Kemalizm’in sağından soluna
geçeceklerdir (!)[37*]
Sağ sapma, her çeşit sapmanın görünüşte sıkı sıkıya yapıştığı, “somut durumların
somut tahlili” vs. süslemeleri altında Kemalizm’i ufacık (!) bir tahrif işlemine tabii
tutarak, kavram karışıklığı yaratıp sağ görüşünü meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Jules
Moach’in yaptığı minicik kavram hatası ile bizim sağ görüşün, ilk bakışta teferruata
ilişkinmiş gibi gözüken kavram hatası arasında hiçbir fark yoktur. Nasıl ki, Moach, bu
kavram tahrifini zorunlu yaptıysa, bugün sağ görüş de, sapmasına sağlam bir dayanak
bulmak için bu tahrifi yapmak zorunda idi ve yaptı. Diğer bir deyişle, Kemalizm’in sağ sol diye ayrılması, bu artçı, pasifist teorinin zorunlu bir işlemidir…
Sağ görüşün, Kemalizm’i sağ-sol diye ayırarak sorunu formüle edişi, şunu da
içermektedir: Burada iki şey aynı anda yapılmış olmaktadır. “Bir yandan yurt çapında
esas mücadele Kemalistlerle işbirlikçiler arasında olmaktadır”. “Proletaryanın
devrimde öncülüğünün objektif şartları yoktur” denilerek bu evrede, Kemalistlere
öncülük için açık bono verilerek Kemalizm abartılmakta, yüceltilmekte, diğer yandan
emperyalizmle uzlaşanlar da Kemalizm kapsamı içine sokularak Kemalizm
azımsanmakta, aşağılanmaktadır. Yani, aynı anda Kemalizm’in devrimci potansiyeli
hem büyültülüyor, hem de küçültülüyor. Bu Kemalizm’in hem büyütülmesi, hem de
küçültülmesi şeklinde iki yönlü hata meselelere proleter devrimci bir gözle
bakmamaktan oluştuğu gibi, aynı zamanda da işçi sınıfının küçümsenmesinden
meydana gelmektedir. Her çeşit oportünizm, en son tahlilde, işçi sınıfı ve
müttefiklerinin yanlış değerlendirilmesine dayanır.
Ülkemizin bugünkü sürecinde baş çelişmenin Amerikan emperyalizmi ile bir avuç
hainin dışındaki bütün Türkiye halkı arasında olduğu açıktır. Bu nedenle
toplumumuzdaki çeşitli sınıf ve zümrelerin arasındaki iç çelişmelerin gelişme süreçleri
de bu dış etkenin, yani baş çelişmenin büyük ölçüde etkisi altındadır. Bu sınıf veya
zümrelerin hem birbirlerine karşı olan çelişmelerini, hem de kendi içlerinde var olan
çelişmeleri karakterize eden bu baş çelişmedir. Sınıf ve zümreleri incelerken
metafiziğin bataklığına yuvarlanmamak için özellikle şuna dikkat edilmelidir. Bir sınıf
veya zümre veya bunların aktif olarak içinde yer aldığı örgüt içindeki çelişmeler
hesaba alınmadan bir bütün olarak ele alınamaz. Bir sınıf, zümre veya örgüt içindeki
çelişmelerin özdeşliği görmemezlikten gelinerek çelişik yönlerden sadece birisine
göre, bu çelişik yönün belli bir dönemde ana veya tali olduğu dikkate alınmadan
bütüne karşı bir tavır alınamaz. Bu nedenle asker-sivil aydın zümreyi de tahlil
ederken, büyük ölçüde ülkedeki baş çelişmeye göre şekillenen iç çelişmeleriyle
birlikte ele almamız gerekmektedir. Küçük-burjuvalar ülkesi olan Türkiye’de devrimci
bir geleneğe sahip olan bu zümre, içinde bulunduğumuz evrede de çeşitli kurum ve
örgütlerde yer alarak ülkenin politik hayatında aktif bir rol oynamaktadır. Ve bugün,
bu zümre anti-emperyalist unsurlarla birlikte “emperyalizmle uzlaşan” unsurları da
içinde barındırmaktadır. Dış etkenlerin büyük etkisiyle, çelişik yönlerden bir aşamada
ana olanın diğer bir aşamada tali yöne dönüştüğü bu zümre, bugüne kadar, ilericilik
ile tutuculuk arasında bocalayıp durmuştur.
Örneğin, bu zümrenin faal olarak yer aldığı C.H.P.’de, 1924’de, hakim olan “antiemperyalist yön”, II. yeniden paylaşım savaşının sonunda ülkenin kapılarının emperyalizme açılmasının sonucu tali yöne dönüşmüştür. Bu çelişik yönlerden yalnızca birisini ele alarak her dönemde bu zümreyi “salt Kemalist”, “salt devrimci ve halkçı” veya teslimiyet oportünizminin yaptığı gibi, “salt karşı devrimci halk düşmanı” ilan etmek idealizmin ta kendisidir. Niteliği gereği, anti-emperyalist saflarda er veya geç yerini alacak olan küçük-burjuvazinin bu en bilinçli zümresinin II. milli kurtuluş savaşındaki yeri çok önemlidir. Fakat bu zümrenin en devrimci çizgisi olan Kemalist çizgi ile, bu zümre karıştırılmamalıdır. Bugün işçi sınıfının bilinç seviyesi ne kadar düşükse, bu zümrenin bilinç seviyesi de o kadar düşüktür. Emperyalizmin ihraç metası olan anti-komünizm şartlanmasının büyük ölçüde etkisi altında olan bu zümrenin önemli bir kesimi emperyalizm olgusundan habersizdir. Ve “Gardrop Atatürkçülüğü” ile Kemalizm’i birbirine karıştırmakta, Kemalist kökleriyle bağlarını
kaybetmiş olan C.H.P.’nin dümen suyunda rota takip etmektedirler.
Şunu özellikle belirtelim ki, bugün emperyalizmle uzlaşmasına, sermaye çevreleri ve taşra mütegallibesiyle “Orta Sol” paravanası altında flört etmesine rağmen C.H.P., AP ile aynı paralelde görülmez. Temelde küçük-burjuva reformist unsurlara dayanan bu partide, bugün için tali durumda da olsa, “anti-emperyalist ve halkçı unsurlar” yer almaktadır. Fakat içinde “anti-emperyalist unsurlar da var” diye de emperyalizmle uzlaşan bu partiyi, akıl almaz bir tutumla Kemalist ilan edemeyiz.
Milli Cephe Politikası
“Milli Demokratik Cephe, bütün millici sınıfların öz örgütleriyle katıldıkları bir cephedir”, “Proletarya hareketinin güçlenmesi bir yerde milli cephenin güçlü kurulmasına bağlıdır”, “Milli cephenin kuvvetli kurulması da, devrimci proletarya hareketinin gücüne bağlıdır.” vb. Meşhur ikili görevde olduğu gibi burada da söylenilenler Marksizm’in genel doğrularıdır. Nasıl ki, ikili görevi soyut haliyle bırakmanın pratikte hiçbir değeri yoksa, milli cephe politikasını da bu soyutlama içine hapsederek yine hiç bir soruna çözüm getirmemiş oluruz.
Marksizm’in evrensel gerçeklerini inkar edenler hariç, “sapmalar” soyut formülasyonlarda belli olamaz. Her çeşit sapma Marksizm-Leninizm’in evrensel gerçeklerini soyut formüller halinde bol bol kullanır. Ancak mesele soyuttan somuta indirgendiğinde iş değişmiş, Marksist soyutlamalar artık yerini revizyonizmin somutlaştırmalarına terk etmiştir. Bu nedenle kimin doğru kimin eğri yolda olduğunu ortaya çıkartmanın tek yolu Leninizm’in evrensel ilkeleri ışığında somutun tartışılmasıdır. Ve en somut olunması gereken meselelerin başında da “Milli Cephe Politikası” gelir. Bu alanda soyut formülasyonlar hiçbir anlam ifade etmez. Milli cephe politikasında her çeşit şemacılıktan, soyutlamalardan, dogmatiklikten, hazır kalıplardan uzak olmalıyız. Örneğin, Milli Cephenin en mükemmel şekliyle sadece her sınıfın öz örgütlerinin katılmasıyla kurulabileceğini düşünmek yanlıştır. Bu milli demokratik devrimin başarıya ulaşması yolunda küçük-burjuva devrimci iktidarının kurulmasının kaçınılmaz bir aşama olduğunu düşünmek kadar yanlış bir düşüncedir. (Aynı biçimde küçük-burjuva devrimci iktidarının zararlı olacağını düşünmek de
hatalıdır).
Milli Cephe politikasına ilişkin tahlillerimizin önemli bir kısmını; “Ünlü İkili Görev”, “Kemalizmin ‘Sağı-Solu’ ve Asker-Sivil Aydın Zümre” bölümlerinde yaptığımız için, bu bölümde önemli gördüğümüz birkaç nokta üzerinde durmakla yetineceğiz. Önce köylülük sorunu üzerinde duralım. Niteliği gereği milli demokratik devrim bir köylü devrimidir. Bu nedenle devrim süreci içinde köylü meselesi çok önemlidir. Öyle ki, örneğin Mao Tse Tung, Çin toplumundaki sınıfları tahlil ederken, nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eden orta ve fakir köylüyü küçük-burjuvazinin bir bölümü olarak değil de başlı başına bir kategori olarak ele almaktadır. (Köylülük ve köylülük dışındaki küçük-burjuvazi diye ayırım yapmaktadır.) Milli Cephenin kurulmasının ilk ittifakı olan işçi-köylü ittifakı aynı zamanda işçi sınıfının bu cepheye öncülüğünün başlıca koşuludur.
Milli cephe iki ittifak üzerinde yükselir; “emekçi sınıflar ittifakı” ile “milli burjuvazi ve emekçi olmayan halk ile emekçiler arası ittifak” ve işçi sınıfının öncülüğünün sağlanabilmesi, milli demokratik devrimin başarıya ulaşması meselesi, proletaryanın öz örgütünün, köylüleri etrafında toplayarak sevk ve idare edip etmemesine bağlıdır. Bu nedenle, milli demokratik cepheye, köylülüğün öz örgütüyle katılması pek öyle avantajlı bir durum değildir. Örneğin, cephenin en mükemmel şekline sahip olduğu evrede bile, Çin’de köylülerin öz örgütleri olmamıştır.
Emekçi ittifakı sağlanmadan milli cephenin gerçek anlamda kurulabileceğini
düşünmek boş bir hayaldir. Bu dönemde, ikili görevimizden işçi sınıfını örgütlemek ve
öz partisine kavuşturmak meselesinin neden ana görev olduğu açıktır; proletaryayı öz
partisine kavuşturmak, Milli Cephenin kurulmasının en büyük adımıdır.
Diğer önemli bir mesele, milli cephe politikasının katı, değişmez bir biçimde ele
alınması tehlikesidir. Her evrede, proleter devrimci şiarlar, bu mücadelenin bütün
potansiyel müttefiklerini kazanmaya yönelik olmalıdır. Fakat o evrede karşı-devrim
saflarına geçmiş olan potansiyel müttefiklerin düşmanca tavırlarına karşı mutlaka
kesin bir tavır alınmalıdır. Elbette ki, bu devrimcilikle karşı-devrimcilik arasında
bocalayan küçük-burjuva örgütlerinin, işbirlikçilerle aynı sepete konulması demek
değildir.
Herhangi bir evrede, eğer mevcut örgütler küçük-burjuvazinin milli çıkarlarını tam
temsil etmiyorsa, güç birliği politikasının bir amacı da, küçük-burjuvaziyi tutarlı bir
biçimde temsil etmeyen bu örgütlerdeki, millici kadroların hakim duruma gelmesine
çalışmaktır. Eğer bu mümkün değilse, bu tip örgütlerle küçük-burjuvaziyi çelişkiye
sokmak ve onu bu örgütlerden koparmaktır.
Milli Cephe politikasının katı, değişmez olmadığının en güzel örneklerini Çin’in
devrimci pratiğinde görmekteyiz. 1927’de Kuomintang’ın milli burjuvazi ve emekçi
olmayan halkın önemli kesimlerini peşinden sürükleyerek karşı-devrim saflarına
geçmesi üzerine, 1928’de Çin proletarya partisinin ana şiarı “İşçi-Köylü Cumhuriyeti”
olmuştur. Bu evrede, temel müttefik olan köylüler ve şehir emekçileri aynı zamanda
potansiyel müttefikler ve tek devrimci parti, Çin Marksist Partisidir. Bu dönemde milli
ve demokratik görevleri zorunlu olarak Çin Marksist Partisi omuzlamıştır.
1935’deki Japon işgali, Çin’deki sınıflar arası ilişkiler tablosunu değiştirmiştir.
Bu değişik durumla birlikte, Çin milli burjuvazisi ve emekçi olmayan halk kesimleri tekrar
Milli Cepheye yönelmiştir. Ve bunun üzerine Çin Marksist Partisi de “İşçi-Köylü Cumhuriyeti” olan ana şiarını “Halk Cumhuriyeti”ne dönüştürmüştür. O evrede Mao şöyle diyor: “Şimdiki durum, sloganımızı değiştirmemizi gerektirmektedir. Bunun sebebi Japon istilasının Çin’deki sınıf ilişkilerini değiştirmesidir ve şimdi yalnız küçük burjuvazinin değil hatta milli burjuvazinin bile anti-Japon mücadeleye katılması mümkündür”. (Emperyalizmle Mücadele, sf. 117, Sol Yayınları)
Bir başka önemli sorun da şudur; Amerikan emperyalizmi, sömürüsünü sadece iş birlikçileri aracılığı ile değil, aynı zamanda devrimci ve millici sınıf ve zümrelerin arasına sızarak, adamlarını sokarak veya bu örgütlerdeki fırsatçı ve yoz klikleri tutarak, bulundukları örgütlerde hakim kılmaya çalışarak sürdürmektedir. Bu nedenlerle potansiyel müttefiklerimizin örgütlerini değerlendirirken dikkatli olmak
zorundayız.
Bugün Amerikan emperyalizmine ve onun iktidar aracı olan Filipin tipi demokrasiye
karşı takınılan tavır, küçük-burjuvazinin (onun bir kesimi olan asker-sivil aydın
zümrenin) gerici bölümleri ile devrimci bölümleri arasındaki seti belirtir. İşbirlikçilerle
aynı saflarda yer alan gerici kampın yönetici kliklerine karşı savaşmamız ne kadar
yoğun olursa devrimci sosyal demokratlarla güç birliği o kadar etkili olur. Ve sol
cephe içinde küçük-burjuvazinin çeşitli unsurlarının daha çabuk yer alması için biz
sosyalistlerin Milli Cephe hareketinde, emperyalizmle işbirliği yapanlar bir yana,
reformist küçük-burjuva unsurların peşinden gittiği, fakat emperyalizmle flört
durumunda olan örgütlere karşı kararlı savaşmamız gerekmektedir. Bir şeyler
yapabilmenin çırpıntısı içinde bocalayan gayri memnun küçük-burjuva unsurların
kendi örgütlerine gösterdikleri ve çoklarımız tarafından yanlış anlaşılan sadakat ve
“büyük isimlere” körü körüne bağlılıklarını bilerek, bu örgütlerin yoz ve fırsatçı
kliklerini, cesaretle ve sabırlı bir mücadele ile teşhir etmeliyiz. Küçük-burjuvazinin
gerici liderlerinin telkin ve tavsiye yolu ile ikna edilerek Kemalist devrimci çizgiye
geleceklerini düşünmek büyük saflıktır. Tersi bir düşünce, yani, “küçük-burjuva taban
onların gerçek yüzlerini bilmediği için, yönetici kliklerine savaş açarsak bütün bu
tabanı karşımıza alırız” diye düşünmek, “biz şiarlarımızı atarız gelen gelir” düşüncesi
kadar yanlıştır. Milli kurtuluş savaşımız ve Milli Cephenin kurulması açık ve gizli
düşmanlara karşı sert bir mücadele olmadan başarıya ulaşamaz.
Küçük-burjuva unsurların bir anda kitleler halinde devrimci saflara gelmesi
olanaksızdır elbette. Bugün, gerici kanadı bir yana, küçük-burjuvazinin en bilinçli
kesimi olan Kemalistlerin bile, hemen kararlı bir anti-emperyalist savaşçı durumuna
geçecekleri hiçbir ara aşama olmaksızın, doğrudan doğruya her çeşit anti-emperyalist
eyleme destek olacakları hayal edilmemelidir. Hatta öz örgütleriyle kesin mücadele
içine girdikleri evrede bile bir müddet bizlerle beraber aynı cephe içinde yer
almamaya dikkat edebilirler. Aynı cephede ortak düşmana karşı omuz omuza olmak,
öyle zannedildiği gibi sözlü-yazılı eleştiriler veya dostluk temennileri ile değil, (sadece
değil) hele dalkavukluk ve sırt sıvazlamalarıyla hiç değil, oldukça güç ve karmaşık bir
mücadele süreci içinde sabırlı bir mücadeleyle ilkelerden taviz vermeyen sosyalistçe
bir tutumla, yiğitçe ve mertçe emperyalizme karşı dövüşerek, saygınlıklarını
kazanmakla mümkündür. Ancak bu yolla emperyalizmin ideolojik ihraç metası olan
anti-komünizm şartlanmasından onların kurtulması süratle mümkün olabilir.
Ancak ve ancak sapına kadar sosyalist olanlar, emperyalizme karşı mücadelede hem
kendi saflarında hem de bütün anti-emperyalist sınıf, zümre ve örgütler arasında
birleştirici ve yönlendirici olabilirler…
Bu bölümü bitirirken kısa bir hatırlatma yapalım.
Milli bağımsızlık ve gerçek demokrasi için Amerikan emperyalizmine karşı en sert bir
şekilde mücadele verirken, bunu Kemalist devrimciler olarak değil, proleter
devrimciler olarak yapmaktayız. Halkımızın kurtuluşunu bir küçük-burjuva yurtseveri
olarak değil, proleter devrimcileri olarak savunuyoruz. Bu nedenle, II. milli kurtuluş
savaşımızda, esnek bir milli cephe politikası izlerken, emperyalizme ve müttefiklerine
karşı millici güçler ile birlikte hareket ederken, işçi sınıfını ve sosyalizmin
gerçekleşmesinin tarihi zorunluluğunu bir nebze bile aklımızdan çıkarmamamız
gerekir.
Kitle Çizgisi ve Sağ Sapma
Yazının uzunluğunu ve konunun da önemini dikkate alarak; bu bölümü ayrı bir yazı konusu olarak ele alıp irdeleyeceğiz. Burada birkaç noktaya değinmekle yetineceğiz. Kitle çizgisi, Marksist hareketin bel kemiğidir. Marksist hareketi her çeşit küçük burjuva hareketinden ayıran bir seddir kitle çizgisi. Marksist devrim teorisinin üç ana ilkesinden biri ve belki de en önemlisi, devrimin kitlelere dayandırılmasıdır. Kitle çizgisi, mücadelenin herhangi bir aşamasının herhangi bir evresinde, o evrenin şartları altında, çıkarları devrimde olan yığınlara dışarıdan verilecek olan bilincin biçim ve özelliklerini, taktik ve şiarlarının niteliklerini tayin eder. Kitle çizgisi, Marksist olduğunu söyleyen her fraksiyonun ideolojik görüşüne göre (Marksist veya oportünist ideolojiye göre) değişik yollar çizer. Örneğin, ekonomizmin çizdiği kitle çizgisi ile Leninizm’in çizdiği kitle çizgisi apayrıdır. Ekonomizmin kitle çizgisi, kuyrukçu bir kitle çizgisidir. Ve Leninist kitle çizgisi onun için bir “sol sapma”, “sol maceracılıktır” Ve bu düşünceye göre de Lenin ve Bolşevikler, “Blanquistler”, “Anarşistler” ve maceracılardır. Aynı şekilde Çin’de, kuyrukçu Çen Tu Hiseu’ye göre, Mao Tse-Tung ve arkadaşları, kitle çizgisinin dışına düşmüş olan sekterlerdir, çünkü o evrede proletaryaya değil, Çin milli burjuvazisine öncülük tanınması gerekmektedir. Ve Güney Amerika’daki oportünist komünist partilerine göre de, Fidel, Guevara ve arkadaşları, “maceraperestler” ve Küba’daki Marksist devrimci hareketi baltalayan
hainlerdir (!).
Türkiye’de ise, II. Enternasyonal’in “takipçilik ideolojisi”ni derinleştirmekte olan sağ sapmaya göre, proleter devrimci çizgi “sol oportünizmin” ve “maceracılığın” yoludur. Açıktır ki, kendi görüş1erini ve çizgilerini kabul etmeyen, onların pasifizmine ayak uydurmayan kişi, her çeşit sağ sapmaya göre “sol maceracı” ve “sekter”dir.[38*] Ve gençlik kesimindeki proleter devrimcileri değerlendirmede, teslimiyet oportünizminin dilinde “Gauchiste” sözcüğü, sağ sapmanın ağzında “küçük-burjuva maceracıları” olarak şekillenmektedir. Lenin’in belirttiği gibi, ister sağdan gelsin, ister soldan, temelin yanlış analizine dayanan bütün görüşler, nihai olarak çakışır. 1903-1905 Rusya’sında, “Sosyal Demokratik İşçi Partisinde, işçiler henüz yer almamıştır, parti sadece aydınlara dayanmaktadır” diyerek Çarlığa karşı mücadelede liberal burjuvazinin o evrede öncü bir rol oynamasını savunarak, aksini ileri süren Leninist çizgiyi maceracılıkla suçlayan Axelrod’un kitle çizgisi ne kadar devrimci idiyse, 1970 Türkiye’sinde, “proletarya öncülüğünün objektif şartları demokratik devrim için olgunlaşmamıştır”, “içinde bulunduğumuz aşama, henüz sosyalist aydın kadroların meydana gelmesi aşamasıdır” diyerek emperyalizme ve feodalizme karşı mücadelenin bu evresinde küçük-burjuvazinin ön planda rol oynamasını savunan sağ görüşün kitle çizgisi de o kadar devrimcidir.
Ve Lenin, ne kadar maceraperestse, sağ görüşün “maceracılıkla” suçladığı militanlar da o kadar maceracıdırlar!..
Son söz
Saflarımızda bir sağ sapmanın ortaya çıkması kötü bir şeydir elbette. Ama bu,
kaçınılmaz ve varlığı da objektif bir gerçek olduğuna göre, bu sapmanın açıkça
belirtilmesi, ortaya çıkartılması sosyalist mücadelenin esenliği açısından zorunludur.
Devrimci proleter hareketin sınırları kesin çizilir ve hareketimiz güçlü bir raya oturur,
saflarımız çelikleşir.
Böylelikle kötü bir şey, güçlü bir oluşumu sağlar.
Saflarımızdaki sağ sapma, Marksizm’in lafızları arkasına gizlenerek laf ebeliğini ve
“gevezeliğini” bir süre daha sürdürecektir. Ne var ki, Türkiye 1960’ların değil,
1970’lerin Türkiye’sidir ve gerçekle sahteliğin, oportünizmle devrimci teorinin açıkça
seçilebildiği bir ülkedir.
Biz biliyoruz ki, oportünizm çeşitli biçimlerde devrimci proletarya hareketini
saptırmaya, çarpıtmaya çalışacaktır. Fakat bu saptırma gayretleri boşunadır.
Ülkemizin devrimci pratiği ve 19. yy. sonlarından bugüne kadar devam edegelen
devrimci Marksizm ile revizyonizm ve oportünizm arasındaki ideolojik mücadelelerin
tarihi ve vargısı, devrimci Marksist çizgi ve yol hakkında bizlerin en sağlıklı
kılavuzudur. Mücadelemizin her döneminde, tekelci dönem Marksizm’in yüce bayrağı,
ülkemizin somut pratiği önünde dalgalanacaktır.
* Mahir Çayan’ın bu yazısı, ilk kez Ocak 1970 tarihinde Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 15.
sayısında yayınlanmıştır.
Dipnotlar
[1*] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’de Kapitalizm” Cilt: 1, sf.18, 20. Tarihsel
Maddecilik Yayınları.
[2*] Aybar oportünizmi, bu etkenlerden sadece birisinin etkisi ile mi oluşmuştur,
yoksa her ikisi de birden mi etkili olmuştur? Hangisi ana, hangisi tali etkendir? gibi
sorular, objektif bir değerlendirmenin dışındadır.
[3*] Kuyuya Atilan Taş, Emek, Sayı: 5, sf. 4. ltalikler bize aittir.
[4*] Hare ve Macomber Amerikan kongresi önünde “Geleneksel Yöneticilerden”
yakınmaktadır : “Bürokrasinin bir kısmının, dış yardımlara tüm sempati ile baktığı
konusunda şüpheliyim… Türkiye’de özel sektöre daha çok rol verildiğini görmenin
sabırsızlığı içindeyiz, seçimle işbaşına gelen yeni iktidar da aynı şeyden şikayetçidir”.
(D.Avcıoğlu, Yön, 14 Ekim 1977, s.8-9-10)
[5*] Yön’ün Aybar-Aren, İdris ve Divitçioğlu oportünizmine karşı açtığı mücadele,
sosyalist saflarda hızlı bir uyanışı sağlamıştır. Özellikle E.Tüfekçi ve Vahap
Erdoğdu’nun yazıları…)
[6*] Şahin Alpay, Türkiye’nin Düzeni Üzerine, s.464, Aydınlık, Sayı 12
[7*] Şahin Alpay, Türkiye’nin Düzeni Üzerine, s.464, Aydınlık, Sayı 12
[8*] Lenin, Marksizm’in Kaynağı, s.48, Gün Yayınları
[9*] Görüldüğü gibi sadece sosyalist devrimi sunmakla sosyalist olunamıyor, hatta
bazen bu eylem kişiyi alçaklık mertebesine oturtabiliyor.
[10*] “Leninist Kesintisiz Devrim” ile Troçkist “Sürekli Devrim” teorilerini özellikle
birbirine karıştırmamak gerekir. Leninist tahlil, somut durumların somut tahlilinden
hareket ettiği halde, Troçkist tahlil, soyutun tahlilidir ve zaman ve mekan
mefhumlarını dikkate almayan metafizik bir formüldür. 1905 demokratik devrim
döneminde Troçkist formül özet olarak şudur : “Devrimcilerin önündeki aşama,
burjuva devrimci aşamadır. Rus burjuvazisi tarihi kaçırdığı için, bu devrimin temel
gücü Rus proletaryasıdır. Bu yüzden her iki devrim (burjuva devrimi ve sosyalist
devrim) giderek bütünleşecektir. Geçici bir “İşçi Hükümeti” kurulacak ve böylece
burjuva devrimi proleter bir devrim olacaktır. Politik iktidarı eline geçirmiş olan işçi
sınıfı kırlarda tarımın kollektivizasyonunu gerçekleştirecektir. Buna, o zamana kadar
işçi sınıfını destekleyen mülkiyet düşkünü köylüler direnecektir. Ayrıca Rus
burjuvazisinden başka Avrupa burjuvazisi de, Rus işçi sınıfı iktidarına karşı harakete
geçecektir. Fakat, batı burjuva devletlerinin müdahaleleri önlenebilecek; çünkü
Rusya’daki sosyalist devrim süratle batıya sıçrayacak, Avrupa proletaryasını harekete
geçirecektir. Böylece devrim, sürekli devrim olacaktır.
[11*] Bu konuda geniş bilgi için bkz.”Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz” Bilim ve
Sosyalizm Yayınları. “Azgelişmiş Ülkeler ve Askeri Darbeler”, “Afrika’daki Milli
Kurtuluş ve Sosyalizm Hareketleri”
[12*] İtalikler bize aittir.
[13*] İtalikler bize aittir. (D.Avcıoğlu, bilindiği gibi kitabında, Milli burjuvazinin
varolmadığını ileri sürmektedir. Aslında Avcıoğlu bunu ileri sürmek zorundadır, çünkü
savunduğu “kapitalist olmayan yol” tezine göre, bu tezin geçerli olduğu ülkelerde
toplumsal gücü temsil eden iki grup vardır, ve bu iki grup da küçük burjuva aydın
zümreden gelmektedir; bir kesimi “bürokratik burjuvazi” adı altında emperyalizm ile
işbirliği yaparak “kapitalist yol”u savunmaktadır, diğer kesimi ise “demokratik
devrimci güçler” olarak “kapitalist olmayan yol”un izlenmesini istemektedir. Milli
burjuvazinin çekirdek halinde de olsa varlığı, bu görüşe ters düşmektedir, çünkü
ülkede modern sınıflaşma oluşmamıştır).
[14*] Ülkede devrimci sınıf ve zümrelerden herhangi biri, o evrede işçi sınıfına
nazaran daha faal ve aktif olsa bile, proleter devrimcilerin görevi, “ülkenin iktisadi
gelişme seviyesi müsait değildir” diyerek işçi sınıfına ikincil bir rol atfedip, işçi sınıfını
bu sınıf veya zümrenin peşine takmak değil, bu sınıf veya zümreyle birlikte ortak
düşmana karşı savaşta bir yandan bu dosta omuz vermek, itelemek, diğer yandan da
öncülüğü kazanmaya çalışmaktır.
[15*] İtalikler bize aittir.
[16*] “Leninizmin İlkeleri”, sf. 32, Sol Yayınları. Herhangi bir tereddüde yer
bırakmamak için şunun açıklanması yararlı olacaktır. Stalin’in, “emperyalist dönemde
proletarya devrimleri için proletaryanın objektif şartları artık olgunlaşmıştır” sözünü
Leninist devrim anlayışı içinde ele almak gerekir. Şöyle ki, yarı-sömürge ve yarı-feodal
bir ülkede proletarya hegemonyasının objektif şartlarının var olması demek, “sürekli
devrim anlayışı içinde proletaryanın, zincirin ilk halkasını omuzlayarak başarıya
ulaştırıp, ikinci halkaya, ‘sosyalizme’ geçebilmesi için ülkenin gelişme seviyesi
elverişlidir” demektir. Yoksa tek aşamada proletarya devrimini yapması demek
değildir. Böyle bir düşünce anti-Leninist ve bir bakıma Troçtskist düşüncedir. İkinci
önemli husus da şudur: Proletarya hegemonyasının objektif şartlarının var olması ile
devrimin objektif şartı (devrimin temel kanunu) birbirine karıştırılmamalıdır. Lenin’in
ihtilâlci kriz teorisine göre devrimin temel kanunu şudur, “Bir devrimin olabilmesi
için, sömürülen ve ezilen kitlelerin eskiden olduğu gibi yaşamanın imkansızlığının
bilincine varmaları ve değişme istemeleri yeterli değildir. Devrim olabilmesi için
sömürenlerin eskiden olduğu gibi yaşayamamaların ve hükümet edememeleri
gerekir. ‘Milli ölçüde genel bunalım olmadan devrim imkansızdır’.” (Lenin’in Hayatı
ve Eserleri, sf 36, İtalikler bize aittir)
[17*] Mao Tse-Tung, Yeni Demokrasi, sf. 44, Sosyal Yayınları.
[18*] Lin Piao, Yaşasın Halk Savaşının Zaferi, sf. 26 ve 54, Bilim ve Sosyalizm Yayınları.
[19*] Teori – Pratik, sf. 235-137, Mao Tse-Tung, Sol Yayınları
[20*] Yeni Demokrasi, sf. 97, Mao Tse-Tung. Sol Yayınları.
[21*] “Sosyalist Devrim”, sf. 3 1, Fidel Castro.
[22*] Felsefenin Temel İlkeleri, sf. 194, George Politzer, Sol Yayınları.
[23*] Lenin, Napolyon’un bu sözünü işçi sınıfına güvenmeyen eyyamcılar için
kullanmıştır.
[24*] Şahin Alpay, Türkiye’nin Düzeni Üzerine, Aydınlık, Sayı: 12, sf. 446.
[25*] Türkiye’deki sosyalist hareketin etkinliğine örnekler verelim: FKF’nin Türkiye
politik konjonktüründeki etkinliği, (TDGF bilimsel sosyalizmi öğrenme yolunda gayret
gösteren ve bu yolla devrimci pratiğe katılan sosyalist gençliğin örgütüdür) işgale
varan köylü ve işçi hareketlerinde, o bölgedeki proleter devrimcilerin bu hareketleri
örgütleme ve kanalize etmelerindeki etkinlikleri, devrimci yayın organları olarak,
Aydınlık, Türk Solu’nun, Türkiye politik hayatındaki etkinlikleri, (oportünizmin bütün
denetimine ve sosyalist bir niteliğe sahip olmamasına rağmen) TİP’in, içindeki
proleter devrimci unsurların itelemeleri ile de olsa, Türkiye politikasındaki etkinliği.
(Daha pek çok örnek verebiliriz).
[26*] Milli kurtuluş savaşımızdan bugüne kadar ki süregelen proleter devrimci
mücadele öyle pek kolaylıkla azımsanacak bir şey değildir; 20 Eylül 1919’da Türkiye
İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın kurulması, kurulmasından 3 ay sonra 2000 işçi
delege ile ilk kongresini yapmış olması, İngiliz sansürüne rağmen marksist bir yayın
organı olan Aydınlık’ın çıkartılması, 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi’nin
kurulması ve bu ara dönemde siyasi irticaya karşı, demokrasi düşmanlarına bile şapka
çıkarttıracak kadar güçlü bir mücadele verilmiş olması, 951 olgusu, Vatan Partisi’nin
kurulması öyle bir kalemde karalanacak olgular değildir.
[27*] Elbette “oy mekanizması” kesin bir ölçü değildir. Ama, bir birikimin ifadesidir.
[28*] Lenin, Küçük-Burjuva Sosyalizmi ve Proletarya Sosyalizmi, Seçme Yazılar, sf. 69.
[29*] Lenin, Ne Yapmalı?, sf. 1 10, Sol Yayınları
[30*] Elbetteki iki çelişik yönü aşamalara göre katı bir şekilde ayıramayız. Fakat
her aşamada genellikle bir tanesi ana, diğeri tali durumunu, o aşamanın sonuna
kadar sürdürür. Yani Marksist diyalektik analize göre mücadelenin her aşamasında
ikili görevlerden birinin diğerine ağır basması gerekir.
[31*] Erdogan Güçbilmez, Ömer Özerturgut’un TDGF kurultayındaki
konuşmalarından.
[32*] Ö. Özerturgut ile röportaj, Devrim, Sayı: 5
[33*] Aydınlık’ın 14. sayısındaki (Bu yazı Aydınlık’ın 14. sayısından önce yazılmıştır)
Halil Berktay’in “Bilimsel Sosyalist Devrim Anlayışı” yazısı, Ş. Alpay’in “Türkiye’nin
Düzeni Üzerine” yazısından sonra, sağın takipçilik ideolojisinin diğer bir yazılı
belgesidir.
H. Berktay, içinde bulunduğumuz evrede, proleter devrimcilerinin küçük-burjuva
radikalleri ile olan güç birliği ilişkisinin “Dostluk-Destek-Eleştiri” ilişkisi olduğunu
söylemektedir. Kendisi -bunun kuyrukçuluk olmadığını söylemesine rağmen- bu
politika sağ kuyrukçu bir politikadır. Bu politika küçük-burjuva radikalliğinin
saflarımızda yankısından başka bir şey değildir. Milli demokratik devrim mücadelesi,
içinde ayrıca evrelere ayrılmış çeşitli aşamalardan geçecektir. Herhangi bir evrede
proleter devrimci akım, çeşitli nedenlerin etkisiyle küçük-burjuva radikal akıma
nazaran daha az güçlü olabilir. Fakat proleter devrimcilerin bu evredeki görevi,
“dostluk- destek- eleştiri” teranesiyle proleter devrimci hareketi, küçük-burjuvazinin
peşine takmak, küçük-burjuva devrimcilerine öncülük için açık bono vermek değildir.
Milli demokratik devrim mücadelesinin her evresinde, proleter devrimci güç birliği
politikası, “hem mücadele, hem dostluk” politikasıdır; ortak düşmana karşı savaşta
dostluk, Milli Cephenin öncülüğü için de mücadeledir.
“Dostluk-Destek-Eleştiri” politikası, Chen Tu Hsieu’nun “hep dostluk, mücadele yok”
biçimindeki sağ oportünist politikasının değişik ifade biçiminden başka bir şey
değildir.
[34*] İtalikler bize aittir. Görüldüğü gibi asker-sivil aydın zümre ile Kemalizm eş
anlamda kullanılmaktadır.
[35*] Kemalizmi sağ- sol diye ikiye ayırıp, bugün emperyalizmin dümen suyunda rota
takip edenleri de Kemalizmin safları içine sokmak, proleter devrimci taktik açısından
da yanlıştır. Kemal Satır’a veya Bülent Ecevit’e Kemalist dersek, Süleyman Demirel
veya Metin Toker’e ne diyeceğiz? Çünkü onlar da Kemalizme sahip çıkmaktadırlar.
(Dış Basın, LE MONDE yeni hükümeti kapitalist metotlara ve batıya çok bağlanan ve
kemalist olduğunu söyleyen muhafazakar bir ekip diye tanımladı.)
[36*] İtalikler bize aittir. “Devrim Silahı Olarak Felesefe” Aydınlık, Sayı: 6, sf. 482-483.
[37*] Sağ sapmanın CHP hakkındaki değerlendirmesinin temelinde bu düşünce
yatıyor zannederim.
[38*] Milli Demokratik Devrimi stratejik planda savunan sağ sapma ile, nihai tahlilde
emperyalizme teslimiyeti savunan öteki sağ oportünizmi birbirine karıştırmamak ve
aynı kefeye koymamak gerekir. Çünkü bir taraf en azından milli bağımsızlık için
mücadeleyi savunmaktadır.