İnsan çevresiyle ilişkilenirken belli yöntemler izler. Biz burada, bu yöntemlerin hepsine giremeyeceğiz. İyi bir giriş için temel bir düzlemden meseleye giriş yapacağız. Fakat iki tanesinin üzerinde karşılaştırmalı bir yöntem ile duracağız. Aklımızda sürekli olup bitene dair mevcut bir tahlil vardır. Bu, zaman zaman aynı kalırken, zaman zaman değişiklik gösterse de, çevreyi anlamak için kullandığımız bir tahlil ya da tahliller hep olur. Peki çevredeki değişkenlikler dönüştükçe, çevre değişim gösterdikçe tahlilleri nasıl değiştiririz? Mevcut nesnellik ile tahlili, yani teoriyi sınarız. Bunu politik durum nezdinde gözleme, toplumsal alanda sınama gibi çeşitli yöntemlere dayalı olarak yapabiliriz. Fakat yöntem asıl olarak sınamaya dayalı bir akıl yürütme çerçevesinde gelişecektir. Sınamalar bize doğru yolda olup olmadığımızı gösteren, süreklilik sağlayan pusulalardır. Fakat çoğu zaman bu pusulaları kullanmayı reddetmekte, tahlilleri sınamaktansa uydurmayı tercih etmekteyiz. Kafamızdakiler her neyse, mevcut nesnelliği sürekli, inatla, sınamadan kavramaya çalışmaktayız. Yani bir tahlil yapılmış diyelim; örneğin “Türkiye’de feodalizm var, Türkiye yarı feodal bir ülkedir” tahlili olsun. Ülkede her ne olursa olsun, artık onun için bütün gelişmeler ancak bu tahlili doğrulayabilir. Çünkü zaten kafasındaki soyutlama buna odaklıdır. Kendisi ve söylediği artık dünyanın merkezidir. Ve tersinin gelişmesi mümkün olmadığından, ne yapar eder, olan her gelişmeyi bir biçimde kendi gerçeğine uydurur. Gerçekliğin apaçık kendini gösterdiği durumlarda bile, gözünü kapatıp inkar etmeyi asla bırakmayacaktır. İşte bu da bir sorunlar yumağını beraberinde getirecektir. Oysa ki olması gereken tam tersidir. Kendi tahlilinden emin olsa da umarsızca “emin”liğini tazelemeli, sürekli bu tahlili mevcut gerçeklik üzerinden sorgulamalıdır. Teori böyle gelişir, böyle büyür. Doğru yöntem sınamaktır; uydurmak değil.
Tam da burada özellikle de bu tarz yöntemlere uzun zamandır maruz kalmış arkadaşlarda nesnelliği, gelişmeleri hesaba katma yöntemlerinin ne kadar uydurma bilinçle işleyebildiğine şahit olabiliyoruz. Aslında asıl soru şu olmalı, bu yöntemin esası neye dayanıyor? Ne oluyor da, ya da ne olmuşta devrimciler bu gibi kendi ideolojik temeli itibarıyla özsel yöntemselliğinden uzaklaşıp bu kadar basit bir hatalar yumağının içine girebiliyor? Bunun sebebine çıkışsızlık diyebiliriz. Hatta belki de yöntemsel bakışı uygulayamadığı için, bu sorunsallık kişiye ya da örgüte, ne yapılacağını kestirmesine olanak sağlayamayan yöntemsiz bakış olarak geri dönüyor diyebiliriz.Yöntemsizlik, çıkışsızlık yaratır. Çünkü ancak nasıl savaşacağını bilmeyenler yolundan sapar. Elbette yöntemsizlik, eninde sonunda sapmaya yol açacaktır. Fakat sorunun kaynağı sapma mıdır yoksa kökten bir yöntemsizlik mi? Bu sorunun cevabı, çözüm yöntemi için önemli bir bakış açısı sunuyor. Ancak burada yöntemsizliğin süreklilik halini alma durumunun kendisi, Türkiye Devrimci Hareketi için bu iki durumun da -şu anki şekli itibariyle- sorunun kaynağı haline gelmiş olduğunu gösterir ve bu anlamda birbirini besleyen bir ilişki kurduklarını rahatça söyleyebiliriz. Şimdi, bu durumun analizine biraz daha derinlemesine girelim.
Çatışmalar ve sorunlar hayatın çok büyük bir kısmını oluşturur. Politik açıdan ideolojik yöntemlerle varılan tespitler ve yöntemlerle bunlara nasıl müdahale edebileceğimiz konusu netleşmediği zaman. Bu konuda boşluklar yaşandığı zaman, örgütler içerisinde yaşanan çıkışsızlık, devrimciliğin önünde yer alan ciddi bir engel olarak duruyor. İdeolojik açıdan çözümlenemeyen olaylar-sorunlar, yöntemsel değerlendirmeler içerisinden görülemiyor. İşte tam da böyle durumlarda psikolojik bir hal ile karşı karşıya kalıyoruz. Ne olup bittiğini ya da ne yapması gerektiğini anlayamayan, tanımlayamayan örgütler, durumlar karşısında psikolojik eğilimlere giriyorlar. Türkiye Devrimci Hareketi, bunu çok ciddi anlamda yaşayan bir harekettir.
Bu psikolojik eğilimleri en kaba biçimiyle üçe ayırarak değerlendirebiliriz. Biri kaçınma eğilimi. Burada çözemediği-çözümleyemediği durumla karşılaştığı andan itibaren durumdan kaçan ve çatışmanın sonlanmasını arzulayan bir eğilimden bahsediyoruz. Bir diğeri ise uzlaşma eğilimidir. Burada ise duruma kendisini adapte etmeye çalışma söz konusu oluyor. Ötekini ise saldırganlık diye tarif edebiliriz. Bu, özellikle silahlı mücadeleden bahsedenler için oldukça yaygındır; hatta en yaygın olanıdır diyebiliriz. Burada çözümü sonuna kadar saldırmakla, agresif eylemlerle çözme isteği devreye giriyor.
Şimdi dışarıdan bakan bir göz şöyle diyebilir; bu üç yöntem zaten çelişkileri çözme yöntemleridir. Tabii ki de örgütler bunlardan bir tanesini yapacak ve kendisini bunun üzerinden var edecektir. Maalesef sorunsallık da, tam da burada başlıyor. Bunlar çıkışsızlık üzerinden gelişen psikolojik eğilimler olarak kendilerini var ettikleri anda, sapmadır. Çünkü aslında bahsettiğimiz şey, ne yapıldığından çok, o sonuca nasıl ulaşıldığıdır. Eğer ki mevzubahis mevcut nesnelliği kavramaksa; olgusallığı, onu sadece gözlemlerle değil, girmiş olduğu ilişkiler düzleminde çok yönlü bir biçimde incelemek ise, o halde bu yapıldığı zaman, öznenin karşısında duran şey, bambaşka bir şey olur. Artık karşısında ne olduğunu bildiği ve anladığı bir şey vardır. Bundan sonra devreye devrimci eylem girer. Yukarıda bahsettiğimiz enerji kendini hissettirir. Yöntemsel mantık (diyalektik) burada kurulur. Döngü, sırayı değiştirme eylemine vermiştir. Sonrasında saldırı da, uzlaşma da, kaçma da bir yöntemsel mantığın sonucu olarak ortaya çıkar. Fakat böyle olmadığı zaman, saldırı sol sapma anlamına gelecektir. Uzlaşma eğer gerçekten gerekli değilse, mücadeleyi daha iyi bir yere getirme noktasında faydalı olmayacaksa çok ciddi bir sapma olacaktır. Kaçınma eğer örgütün hazır olmadığı şeylerden, hazır olmadığı zamanlarda sakınmak ve geçici olarak, hazır olana kadar korunmak için değilse, örgütü yanlış yerlere sürükleyecektir. İşte Türkiye Devrimci Hareketi’nin çoğu zaman yaşadığı sorunlardan biri budur. Şimdi asıl meselemize gelelim.
Yukarıda bahsettiğimiz çerçevede bir koşullar dizisini anlatmaya çalıştık. Özelde psikolojik bir biçimde karşımıza çıkan nesnelliğin karanlığı içerisinde kaybolan bir düzlemdeysek, kendini devrimci bir biçimde yeniden inşa edebilme kabiliyetindeki bir döngüden de bahsedemeyiz demektir. İşte bu durumda yalın psikolojinin dışında bir eylem tarzı devreye girer; devrimci itiraz-kopuş. İtiraz, mevcut gidişatadır. Onunla uzlaşamaz, ondan kaçamaz; tek yol onunla kavga etmektir. Ama kavga nasıl olacaktır? Kavga, diğerleri gibi mevcut nesnelliğe boyun eğerek yapılabilir mi? Örgütler, özne müdahalesini gerçekleştiremedikleri oranda kendilerini avutma amaçlı oyun alanları yaratırlar. Oynamak, nesnellikle uzlaşarak yaşamaktır. Bundan en ufak bir rahatsızlık bile hissetmezler. Üstüne üstlük bir de büyümeye çalışırlar. Farketmezler ki büyümek, sadece oyun alanını büyütmek demek olacaktır. Oyun alanı büyüse bile, yine aynı oyun alanıdır. Devrimcilikten uzaktır. Orada, nesnelliğin yorumlanması, anlama çabası yoktur. Orada, değişim cüretine yer yoktur. Orada, olan sadece yaşamı idame etmektir. Nitekim nesnelliğin karanlığındayken, bizim devrimciler için büyümek de mümkün olmaz.
Şu an’a kadar nesneden bahsettik; esasen anlatım “şeylerin” doğasına dair olduğundan dolayı bahsettiğimiz iki şey nesnede de, öznede de bu anlamıyla farklılık göstermez. Bunlar içerik ve biçimdir. Asıl konumuz olan özneye buradan giriş yapabiliriz. Yukarıda verilen örnekte araçların doğasına dair belli açıklamalarda bulunuldu. Bu açıklamalar işlevsellikten ne anladığımızı açmak ve araç’ın çevresiyle kurduğu ilişki üzerinden onun kendisini tarif edebilmek içindir. Çünkü gözlem bilgisini yadsıdığımız andan itibaren, karşımıza çıkacak olan gerçeklik, doğrudan araç’ın çevresiyle kurduğu ilişkinin kendisidir. Bu da onun ne olduğu sorusunun cevabını bize ulaştırır. Onu bu verilerin üzerinden incelemek doğru bir yöntem olacaktır.
İtirazın gelişmesi meselesini ise, bir atlama, sıçrama durumu olarak anlamak doğru olmaz. Tersine doğrudan uzun erimli bir farkındalık sürecidir. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru şekilde, koşullarını bulduğu zaman görkemli bir sıçrama eylemselliğine girecek bir farkındalık bilincinden bahsediyoruz. Süreci, bilincin oluşma dinamiklerinin gelişmesi olayı olarak anlayabiliriz. Bunu yaratacak olan farkındalık sürecine eğilelim. Farkındalık; insanda etrafıyla kurduğu ilişkiyi belirleme ölçütüdür. Bu ölçüt, etrafıyla kurduğu ilişki kadar kişinin-örgütün kendiyle kurduğu ilişkiyi de belirler. Bu ikisi birbirinden çok da bağımsız gelişmez. Çünkü insanın insandan doğru çevresiyle kurabileceği olası ilişkiler bütünü, kendi ile kurduğu ilişkinin bir sonucu olarak, yani düşüncesinde oluşan olasılıkların bir sonucu olarak-seçenekler silsilesi olarak belirir. Düşüncenin, kişinin aklındaki canlanma durumu, yani soyutlaması bu ilişkide bir sonuç olarak ortaya çıkar. Kendi ile kurduğu ilişkide ise çevre faktörlerinin belirlinimliliklerine başvurmak zorunludur. Çünkü mevcut kendisi çevrenin bir parçasıdır. Diğer her şey gibi, insanın da varlığı, çevresiyle girdiği ilişkilerle özdeştir. Yani bir şeyin varlığını, ancak yaptığı etkiler ya da çevresinden aldığı etkilenme ilişkileri üzerinden algılayabiliriz. Bu ilişkilere sahip olmayan herhangi bir şeyin de varlığından söz etmek mümkün olmayacaktır. Yani burada bahsettiğimiz farkındalık, içerikteki bilinç durumu olduğu gibi, aynı zamanda pratik eylemsellikteki varoluş eyleminin ta kendisidir. Varoluş, doğrudan nesnenin ya da öznenin içerik ve şeklinin uyumu ve çelişkisiyle ilişkilidir. İçerik ve şekli derken bahsetmek istediğimiz şeye gelelim.
Varoluş eyleminin kendisi doğrudan içerikle ilgilidir. Öznenin kendisi, bir şeyi oluşturmaya yönelir. Bu yönelim, hareketi şekillendirme işlevi görür. Şekillenen biçimselliktir. Doğal bir sonuç olarak ortaya çıkar ve kendini sabitlemediği oranda gerçekçidir. Sabitlenmemek, kararsızlık anlamı taşımaz. Zaten mevcut denklemin içerisinden varılan sonuç nettir. Öznenin varoluş eyleminin kendisi bu konuda kararlılığın iddiası anlamına da gelir. Yani kararlılık, öznenin varoluş eylemiyle doğru orantılı olarak güçlüdür. Fakat denklemi kendi yöntemsel bakışı üzerinden sürekli ve yeniden denetler. Kendini oluşturan şeyleri, bu varoluş işlemini yaparken izlediği soyutlamalar döngüsünden yola çıkarak oluşturduğu yöntem ile sınar. Bu sınamalar, nesnelliği kavrayışın da bir sonucu olarak olgusallıkla doğrudan ilişki kurma işidir. Bu döngüyü tamamladıkça, özne varoluşunu gerçekleştirme, yani değiştirme işlemini yeniden inşa etmiş olur.
Özneyi ele aldığımız zaman görüyoruz ki, yukarıda biçim ya da şekil olarak tarif ettiğimiz kısmı bir görsellik olarak kendini dışarıdan bir gözleme dayalı çıkarılabilecek bir “nesnenin bilgisi” olarak var edebilir. Bu salt kaba var ediş; yani şekilsellik, içi boş ya da dolu olsun. Bu noktada bunun potansiyel içeriği de mevcut olgusallığın içerisinden kayda değer bir önem taşımayacaktır. Ta ki içini gerçekten somut biçimde doldurabilene, sınırları somut olarak aşabilene kadar. Çünkü içerikten henüz yoksundur. Ve bu kaba var ediş, gayet tabi program, tüzük, ilan, deklerasyon, iddia, çıkış, vb… dışarıya verilmiş bilgi düzeyinde kalmış herhangi bir biçimsellik olarak anlaşılabilir. Dediğimiz gibi bunlar bilgi düzeyindeki biçimselliklerdirler. Bir şeyi öncelerler. Fakat oluşturmazlar. Bu önceleme eylemi ise özneye bir şeyler yükler. Bunlar yükümlülüklerdir. Yükümlülükler özneyi öncelediği şeyi gerçekleştirme eylemine, failliğe doğru iter. Peki özne bu itici gücü karşılayamazsa?.. İşte o zaman biçimselliğin işlevselliği kaybolmaya başlar. Bu şekilselliğin kalıcılaşmasına, kalıcılaşanın da muhafaza edilmesine yol açar. İnanılan şey, tutuculuğa dönüşür. Kararlılık sekterliğe dönüşür. İleri gitmeyen doğal sonucu olarak geri düşer. Geri olan, muhafaza eden, tutucu olan, köktencileşen sabitlenir. İşte o zaman nesnelliğin karanlığında kaybolmaya mahkumdur. Fakat özne, yani değiştiren, etkide bulunan, belirleyen bunu reddederse bu kayboluş eyleminden kopar.
Bir yandan da çevre akmaya, akıp gitmeye, süreklilik içinde kendini yeniden inşa etmeye devam eder. Bu devam ediş, bütün bu olgusallık içerisinde öznenin tarihsel evreninde yer tuttukça, bilinç dünyasının içerisinde olmakta olan, yol ile ilişki kurar. Bilinç düzeyinde yol ile özdeşleşen her “olan”, yol için olan anlamıyla özne için soyutlama demektir. Olanları amacı üzerinden yorumlar ve değişim düzlemine kazandırır. Yani özne “olan” ı diyalektik içerisinde, tarihsel evrenin bir parçası olarak tasvir ettiği anda, bu soyutlama yol ile kurduğu özdeşlik ile doğru orantılı olarak nesnelliği aşma eylemidir. Özne, artık özne olmaya başlıyordur. Tarihe giriş yapıyordur. Bunu, onunla uzlaşarak yapmayacağı gibi yardım da dilenmez. Özne, tek yardımını hareketten alır. Öznenin hareketi, çekim gücü demektir. Bu, mistik bir aura olarak anlaşılmasın. Tarihe giriş yapılan yerde, yani mevcut nesnellikte, bu anlamda bir değişim hareketi olması demek, orada bir çelişki var demektir. Özne, çelişkinin içinden ona müdahale edendir. İşte tam da bu noktada, ortaya çıkan belirleyicilik eylemi, değişim gücünün de kaynağı olduğundan güçlü bir enerji teşkil eder. Özne buradan güç alır.
Bununla birlikte, özne, varoluşun dinamiklerini kavrayamaz ve onunla bütünselleşemezse, ortaya çıkan şey de “kaba” olur. Buradaki kabalığı salt estetikle ilgili bir şey olarak görmek çok doğru olmaz. Kabalık, uyumsuzlukta ortaya çıkar. Sadelik değil bahsettiğimiz şey. Bahsettiğimiz şey ayrıksılıktır. Ayrıksılık içerisinde özne, biçimsellikten öteye gidemez. Çevre, ayrıntılarla doludur. Çevre, çeşitlidir. Çevre, vaad eder. Çevre, çeker. Kaba olan uyum sağlayamaz. Toplumsallaşamaz. Uyum sağlayamayanın motifleri ayrıksıdır, tuhaftır. İskelet olarak tarif edebileceğimiz şey, buradaki soyutlamasının karşılığı olarak biçim, şekil. Ana hatlarını oluşturan şey; en yaygın ama ısrarla reddettiğimiz tabirle “ne olduğunun somut yansıması” (ne olduğuna dair olan gözlem bilgisi). İşte, bu biçim diye tarif ettiğimiz şeyin, yani nesnemizin bir de içeriği vardır. Biçimin içinde, ona sadık ama onun asıllığını belli eden şeylerdir bunlar. Bunlara bazen detay ya da ayrıntı da dense bahsettiğimiz şey, işlevselliğin belirliyici unsurlarıdır. İşlevselliğin en kritik yeri bunlardır. Mesela silahlarda; bütün silahın biçimi çok önemlidir ama iğnenin ucundaki bir santimlik çıkıntı nesnenin bütün işlevini belirler. İşte bu yüzden çevresiyle kurduğu ilişkiyi inceleyerek ele aldığımız şekilselliğin işlevinden bahsetmek gerekiyor. Zira tanımın sahiciliği buradadır. Şeylerin ne olduğuna dair olan asli bilgi burada yatmaktadır. Bir şeyi sadece öncelediği şey üzerinden ele alamayız. Gerçekten ne olduğunu inceleyebilmemiz ve anlamamız için daha derine inmemiz gerekecektir. Kopuşun soyutlamasının başladığı yerlerden birisi de burasıdır.
Tam da bu noktada, soyutlama eylemini, salt düşünsel bir faaliyet olarak ele alsak, desek ki; somut gerçek olan, soyut ise salt düşünsel olandır. Buradan çok rahat bir paradigma mantığı kurarak şunu diyebiliriz: Özne, mevcut olana dair bir paradigma (aynı zamanda bir soyutlamadır) inşa eder, bu da mevcut olanın fotoğrafını çekme işlemidir. Bir çeşit olmakta olanı, hareket halinde olanı dondurma işlemidir. Dolayısıyla koşullar değiştikçe paradigma değişir. Yeniden güncellenir -Maalesef elimizdeki android telefon değil-. Bizzat özne de, gözlemin kendisi de hareketin içindedir. Tersine eğer nesnellikle teorinin arasında sorun varsa, bu bizzat soyutlamanın sorunudur. Çünkü soyutlama, salt düşünsel faaliyetin kendisi olarak anlaşılabilecek bir şey kesinlikle değildir. Bu, onun düşünsel faaliyetteki yerini yadsımak için söylenmiş bir şey değil. Soyutlama, somutu anlama biçimidir. Hayatın her alanında kendini gösteren temel faktörlerden biridir. Beynin işleyişidir, düşünüştür. Bir şeye baktığımız anda kafamızda şekillenenlerin kendisidir. Daha sade biçimiyle söylersek, anlayışın kendisidir. Neye bakarsak bakalım, baktığımız şeyde soyutlamamızı görürüz, baktığımız şeyin bizim için ifade ettiği anlamdır bu. İnsan düşünüşü bu soyutlamalarla işler. Dolayısıyla da insan pratiği de bunların ürünüdür. Ha keza pratiğin sonuçları da soyutlamaları oluşturan maddi temeller ile doğrudan ilişki kurduğu oranda, özne-nesne ilişkisinin kendisini oluşturur, demek de çok doğru bir tespit olacaktır. Evet bu tam olarak süreklilik içinde kendini yeniden ve tersinden inşa eden devinim işidir. Burayı bu bütünsellik ile anlamadığımız ölçüde bağlantıları kurmak zorlaşacaktır.
“Yakın artık gemileri,
Köprüleri atın artık
Kim ne derse desin artık,
Vazgeçin onarımdan!”
Kendimizi var edip mevcut “şekilsellikler” toplamına dahil olma istemi, ne kadar kendini var etmek olabilir ki? Nesnelliğin belirlediği düzlemlerde, örgüt olmanın geçerliliği, bizim için hem tarihsel olarak hem de ideolojik olarak mümkün olamaz. Bizler, nesnelliği belirleyen örgüt olma iddiasındayız. Bizler anın değil, zamanın seyrini değiştirmenin devrimciliğini iddia ediyoruz. Eksik olanı onarma söylemleriyle, aynılığın bataklığında debelenip duran anlayışı reddediyoruz. Tersine köprüleri atmanın, gemileri yakmanın devrimciliğine cüret ediyoruz. Kimileri kendilerini bize tartışılmaz bir devasa olumluluk olarak sunma çabasındalar. Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür, diyorlar. “Görünür” olanı tiksindirici bir edilgenlikle kabul ediyorlar. Görünmeyeni gören, söylenmeyeni söyleyen devrimci anlayışı reddedetmek için, bin bir türlü takla atıyorlar. Üstelik bunu idealizmle, elitizmle suçlamaktan çekinmiyorlar. Sürekli aynı şeylerin debelenişinde mevcut olmakta olan’a karşı devrimci bir çıkış olabileceği yanılgısındaki idealizmi görmekten yoksunluk oldukça aciz bir durumdur. Görünümde yaratılmış çıkışsızlığın üstüne örtme amaçlı kullandıkları maske, hiçbir örgüte gelişecek siyasal gelişmeleri aşmada yardımcı olmayacak. Aslında başta kendi egosu olmak üzere hiçbir şeyi aşmak istemeyen bu yaklaşım; gelişmeyi/hareketi her şey, amacı ise hiçbir şey olarak niteler. Bizler için gelişme sonuçtur; amaç her şeydir. Amaca ilerlemenin sonucu kaçınılmaz gelişmedir. Ufak gelişmeler ile kendini avutma arayışı intihardır. Kimilerinin dünyaları, sadece görebildiklerine o kadar saplanmış ki, burunlarının dibinde yaşanan politik atmosferi bile analiz edemiyorlar. Sürekli olarak özne iddiasının doğal olarak getirdiği belirleyebilme eylemine o kadar uzak kalmanın bir sonucu olarak, izleyici olma durumunun ciddi anlamda sirayet ettiğini görebiliyoruz. Kendi bilinçsiz etkinliklerinin sonucu olarak seyredilen nesnelliğe yabancılaşmalarını şöyle ifade edebiliriz; izleyici ne kadar çok seyrederse, o kadar az yaşar; kendisini belli kalıpsal imajlarda bulmayı ne kadar kabul ederse, kendi varoluşunu ve kendi arzularını o kadar az anlar. Mevcut sol çevreler, kendi varoluşlarına yabancılaşmış olmaları ile birlikte devrimci istekler ile aralarındaki uçurum o denli büyük ki ellerinde tuttukları şeyin kapitalizme doğrultulan bir silah değil, kendilerini avutmak için kullanılan bir tatmin aracı olduğunun farkında değiller.
Biz bütün bu anlayışları reddetmenin devrimciliğini iddia ediyoruz. Arayışımızın sahiciliği bununla birlikte gelişiyor. Tatminci ve avutmacı anlayışın reddiyesi; sıkışmış teorilere karşı kendini yenilemenin ısrarı; var olan yanlışlık düzlemine gelişen devrimci itiraz geleceğin manifestosudur. Kimileri teori yaptığımız zaman, hiç vakit kaybetmeden sözlüğü karıştırıp lafazan ve safsata, tasfiyeci gibi kelimelerin farklı farklı anlatım biçimlerini bulup bize hemen yafta yapıştırmaya çalışıyorlar. Bazen onların gelecek olan devrimci atılımdan ne kadar korktuklarını üzüntüyle karşılamaktan kendimizi alamıyoruz. Teorik olanın pratik karşılığını gerçekleştirdiğimizde ise hemen pratiği binbir türlü sapmaymış gibi tarifleme eğilimine giriyorlar. Ancak onların öyle sanması da gayet doğal. Onlar kendi karanlıklarının dünyanın tek gerçeği olduğuna o kadar inanmışlar ki gerçekle yalanı ayırt etmekten dahi çok uzaklar .Onların sözde örgütselliğini kabul etmeyişimizin tasfiyecilikten doğru geliştiğine hala inanlar var mı?!.
Donmuş topluluklar, değişimi dışlamak için ellerinden geleni ardına koymamaktalar. Bu durum bizi olumsuz etkilemiyor. Tersine bize daha fazla güç veriyor. Çünkü onlar bize sataştıkça, biz ne kadar doğru yolda olduğumuzu daha iyi anlama şansı buluyoruz. Çevremizdeki her şey bizim karşımızda konumlansa bile onlardan dahi güç alıyoruz. Kopuşun esası burada yatar. Ve biliyoruz ki, insanlığa dair bütün olasılıkların sonsuza dek kendini özdeşleştirdiği mevcut toplumsal pratiklerin, mutlak konformizminin şekilsiz hayvanlığa düşme korkusundan başka hiçbir harici sınırı yoktur. Orada insanlar, insan olarak kalabilmek için aynı olmak zorundadırlar. Bu aynılıktan çıkış, ancak ve ancak kopuşun mutlak cüretiyle mümkündür. Devrimciliği ve kopuşu ayırmıyoruz. Bu devrimciliğin mevcut durumdaki gerekliliğidir. Eğer ki devrimci çıkışı yaratmanın olanağından bahsediyorsak, bakmamız gereken yer burasıdır. Bizim iddiamız, şekilsel bir değişimin içeriğe dair her şeyi değiştireceği yolunda gelişen bir şey değil. Bizim iddiamız, içeriği değiştirmeye çalışalım şekil değişirse değişir, tarzı bir şey de değil. Biz, pazarlık yapmıyoruz. Biz, olmaması gerekenin yok edilmesini önüne koyan bir devrimciliği yapıyoruz. Biz, yapay dünyaların şekilselliğinden de içeriğinden de kopmanın pratiğini ve teorisini inşa etme düzlemindeyiz. Bu, devrimcilik iddiasıdır. Tek çıkış yolu budur. Yöntemsel bakışın gerekliliği, bundan başka bir şey olarak görülemez.