Ülkemizdeki protest müzik gruplarının Anadolu ozanlık geleneğinden hem söz hem de ezgisel olarak beslenmelerinin nedeni, bu ozanların Selçukludan Osmanlı’ya kadar tüm egemenliklere kafa tutmalarıdır. Bunun yanı sıra göçer halkların dinsel geleneklerindeki ilkel komünal yaşam tarzı da bir esin kaynağı olmuştur. Göçer ve Alevi halkların yüzyıllara dayanan ozanlık geleneği modern anlamda ilk kez 68’in özgürlük ve mücadele dolu günlerinde büyük kentlerin meydanlarına da taşınmış ve o ilkel komünal anlayış, modern sosyalizmin halesi olmuştur. Ertuğrul Kürkçü bir röportajında “Dev Genç, türkücü bir örgüttü” derken Anadolu ozanlık geleneğinin 71’in ihtilalci kuşağına nasıl ilham kaynağı olduğunu çok güzel tarif etmektedir.
“Mahir’in ve Ertan Saruhan’ın en sevdiği türkü Hekimoğlu İsmail,
Deniz Geçmiş ’in Dağlar Dağlar ve Rodrigo’nun Gitar Konçertosu ile Erdal Öz’ün anı romanında yazdığına göre asılmadan önceki gün sürekli söylediği Âşık Veysel’in Uzun İnce Bir Yoldayım türküsü,
İbrahim Kaypakkaya’nın Burçak Tarlası türküsü ve sevdiği ozan-aşıklar, Âşık İhsani ve Ruhi Su idi.
Sinan Cemgil O yar gelir,
Necmi ve İlkay Demir Ali Ekber Çiçek,
Ali Haydar Yıldız, Mahsuni ve Ali Ekber Çiçek’i dinlerdi.” (Murat Bjeduğ 2018 / T24)
Ve Kızıldere direnişinde çarpışma esnasında içeriden Karayılan türküsü duyulmaktadır.
90’lı yılların devrimcileri de halk ozanları ile Ahmet Kaya, Ali Asker, Moğollar, Hasret Gültekin, Grup Yorum, Grup Kızılırmak ve Ciwan Haco dinlerlerdi.
Ama biz, tek tek devrimcilerin belli bir misyon biçmeden sadece otantik buldukları için dinledikleri, Neşet’ten bahsedeceğiz…
Neşet
“Kırşehirli mahalli sanatçı Neşet Ertaş’tan türküler dinlediniz…”
1960’lar… Ankara Radyosu…
“Neşet Ertaş Anadolu’nun en son ozanıdır.”
2012 ölümünün ardından…
“1960’lı yıllar, Türkiye’de yoğun bir iç göçün yaşandığı, şehirleşme hızının ivme kazandığı, başta müzik ve eğlence olmak üzere, şehir hayatının nimetlerinden faydalanmak isteyen şehrin yeni sakinlerinin gazinolara, sinemalara, pavyonlara ve konserlere koştuğu yıllardır biraz da…
İşte insanlar, böyle bir ortamda, Neşet Ertaş diye bir isimle karşılaşırlar. Hem de kendilerinden bir isim. Yani köylü biri. Şehrin eski sakinleri için ise Neşet Ertaş çok orijinal, otantik ve hatta biraz da arkaik bir sanatçıdır.
Önceleri sırf değişik ve farklı buldukları için dinleyenler, bakarlar ki bu vuruş kör vuruşuna benzemiyor…
Elindeki enstrüman, herkesin bildiği bir ‘köylü müziği aleti’, yani bağlama; söylediği türküler de Kırşehir’den getirdiği ezgiler, bozlaklar, dili ise neredeyse ‘hiç yontulmamış’ kaba bir Türkçe’nin Kırşehir ağzı…
Ama bütün bunların bir araya gelmesinden doğan garip, izahı zor ve insanı büyüleyen bir ‘şey’ var ki, işte o, Neşet Ertaş’ı Neşet Ertaş yapan özün ta kendisi: Binlerce yıldır acıyla, çileyle, yoksullukla boğuşan; mayaları dertle yoğrulmuş insanların en tabii, en gerçek ve en etkileyici sesleri, yani türküler, bizim türküler…
Neşet Ertaş, ‘bizim türküler’i, bizim sazımızla ve bizden bir sesle en etkileyici biçimde söylemenin sırrını bulan sanatçı.” (Bayram Bilge Tokel – Neşet Ertaş Kitabı – 2000)
Orta Anadolu ve Toroslardaki bin yıllık Abdal Türkmen geleneğinin (hatta içlerinde “Guyende” denilen Kürt Abdallarının da olduğu) bu kadar güçlü ve özgün bir kültürel damarın devrimci siyasete, en azından sosyolojiye çok az konu olması, esin kaynağı olamaması büyük bir eksikliktir. Olabildiği kadar da bu geleneğin Horasan menşeili Türkçü bir tarih anlayışı ve Kızılbaş Alevilikten ve heterodoksiden soyutlanarak salt Bektaşi felsefesiyle ele alındığı, bu şekilde asimile edilmeye çalışıldığı görülecektir. Sanki İmam Gazali’den beri “kökleri kazınsın” denilen onlar değildi! Sünni din adamlarınca tarih boyunca “zındık”, “cavlak” ve “abdal” denilerek aşağılanan Kalenderi, Yesevi ve Haydarilik’in bileşiminden oluşan bu heterodoksi, yüzyıllar boyunca, ilkel eşitlikçi bir ütopya için önce Baba İshak öncülüğünde 200 yıl sonra da Celaliler ve Suhte ayaklanmalarıyla Selçuklu ve Osmanlı’ya başkaldırmıştır. Neşet biyografilerinde sürekli gözden kaçırılmak istenen, üzerinde fazla durulmayan tarihsel arka planın gerçekliği budur. Neşet’in ve Abdal topluluklarının ardında kanla yazılmış bir tarih vardır. Göçer halkların zorla yerleşik hayata geçirilmesine karşı Dadaloğlu’nun “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” demesi boşuna mıdır? Osmanlı’nın savaşta ilk yaptığı Avşar atlarını ahırlarında yakmak olmuştur. Yılarca atlarıyla yaşamış ve savaşmış bir halk olan Avşarlar bunu hiç unutmamıştır. Dadaloğlu’nun “Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri” destanı bu kıyımı anlatır. Bu destanı Muharrem Ertaş’tan dinlediğinizde o tarihi mutlaka duyumsayacaksınız.
“Kaynak kişiler bir köz gibidir, deşildikçe narı çıkar meydana”
Bu sözü söyleyen bir müzikolog, bir sosyolog değildir. Neşet’in ta kendisidir. Neşet’in bu sözü onun kendi sosyolojisini kendisinin yapmak zorunda kaldığını göstermiyor mu?
Neşet’in yaşamı ve eserleri 2000’li yıllardan sonra Kalan Müzik/Hasan Saltık, Bayram Bilge Tokel (MEB ve TRT) ve Yaşar Kemal’in desteğiyle ancak ele alınır olmuştur. Onca yılın ardından Almanya’ya gidişinden dile kolay 25 yıl sonra neden bu dönemde gündeme gelmiştir Neşet’in yeniden hatırlanması? Kırşehir’in “mahalli sanatçısı” nasıl birdenbire “bozkırın tezenesi” olarak taçlandırılır olmuştur?
2000’li yılların başı bir yanıyla Gölcük ve Düzce depremleriyle toplumun büyük bir yasa gömüldüğü, diğer yanıyla İmralı ve F Tipleriyle devrimciler şahsında emekçi halkların demoralize edildiği bir tarihsel kesittir. Toplumsal dinamiklerin travmatize edildiği bir dönemdir onun ülkeye dönüşü. Depremzedeler ve tutsak aileleri gibi belirli kesimler için tutunmakta zorlandıkları bu dünyada gözyaşlarını akıtacakları duru bir vadidir Neşet’in türküleri. Neşet faşist terör yıllarının ardından gelen bir taze nefestir. Kirlenmemiş, temiz, içten, sımsıcak Anadolu kültürünün yeniden anımsanması, o dönem için hiç küçümsenmemesi gereken bir olaydır. Dönemin çok ciddi ekonomik krizinde (2001 ekonomik krizi / Kara Çarşamba / MGK’de yaşanan devlet krizi) devalüasyonla ezilen yoksullar açısından ise Neşet kaderine isyan edenlerin tercümanı olmuştur. Neşet’e yaklaşımın özü de buydu aslında. Neşet toplumun düştüğü çukurdan onun türküleri eşliğinde ellerini gökyüzüne kaldırarak feryat figan eylendiğini ne kadar fark etti acaba? Neşet kendisi üzerinden kahreyleyenlerin çığlığını duyuyordu elbette.
Öte yandan Neşet’in dönüşünden sonra medya endüstrisinin ona “tüketici bir ilgi” ile yaklaştığını belirtmeden geçmemek gerekir. ”Geçmişte değeri anlaşılamadığı” için yeni neslin de tüketebileceği yeni bir kar alanı olarak görüldüğü de gözden kaçmamalıdır. Sayısız röportaj, TV programı ve konserlerle Neşet’in hayatı ve onun şahsında Abdalların geçmişinin her anının yeniden ve yeniden piyasaya sunulduğuna şahit olduk. Ama burada bile Neşet halkçı tavrını göstermiştir. Elbette her şeyin farkındadır. Devlet sanatçılığını neden reddettiğini anlatırken söyledikleri ne piyasaya ne de devlete kul olmayacağını gösterir niteliktedir:
“Devlet demek bir aile demektir. Bir ailenin içinde birinin altında şu kadar değerde bir araba, ötekinin ayağındaki ayakkabı yırtıksa ben bunu uygun görmüyorum. Şöhret bence korkulu bir rüyadır. Şöhret bence akıllı adam işi değildir. Akıllı adam şöhretlenmez, ben şöhretlenmek istemedim. Ama kader getirdi altmış yaşından sonra bizi şöhretin eşiğine bıraktı.”(Sinan Yağmur / Aşkın Son Ozanı)
Çok anlatılan bir olay, Harbiye Açık Hava konseri sırasında bilet alacak paraları olmadığı için dışarıda kalan Kırşehirli hatta köyünden gelen hemşehrilerini içeri aldırmasıdır. Neşet bu ve benzeri tavırlarıyla İstanbul’un kültür-sanat endüstrisi ile uzlaşmayacağını göstermiştir.
Ezilenlerin yok sayılan öyküsü
Devrimciler yıllarca onu dinledi ama görmedi. Mahsuni’yi gördüler ama onu görmediler. Anadolu’nun en sahipsiz en yoksul göçerlerini Türkmen Abdallarını göremediler ne yazık ki! Tüm bir Orta Anadolu’yu Torosları karış karış gezen Abdalları, bu “kara suratları”, Türkmen yoksullarını göremediler.
Oysa Neşet ve topluluğu iki kez ezilmişliği yaşadı. İlki kimliğinden dolayı Abdal olarak ezilmişlik, diğeri sınıfsal olarak yoksul ve topraksız bir Anadolu köylüsü olarak ezilmişlik.
Neşet’in eserlerinde toprak/yurt/sömürü yoktur. Sevda, gurbet, göç, özlem ön plandadır. Bu tam da onun tarihten gelen göçebe ruhuna uygundur. Neşet yurtsuzdur, sürekli göç halinde olan bir tarihten gelmenin verdiği bir yurtsuzluktur onunkisi. Eserlerinde anaya ve kadına verdiği değerin kökeninde de Anadolu’nun göçer halklarının kadına verdiği eşitlikçi-komünal değerlerin izlerini görürüz.
O hep kendi gözüyle gördü kendi gerçeğini. Onun türküleri Anadolu’nun sosyolojik çözümlemesidir. Yoksul köylülüğün, hiç toprağı olmayan göçerlerin, ezilenin de ezebildiği katmerli bir kültürel faşizmin çözümlemesidir. Bu gözle bakılması bilimseldir.
Ezilenin kendinden daha fazla ezilenle duygudaşlık kurmaması, dahası onu en az ezen güç kadar hor görmesi sosyolojik bir gerçekliktir bu topraklarda. 90’lı yıllara kadar Kürt’ün Çingene’yi Alevi’nin Abdal’ı kendinden aşağı görmesi, tüm bir Karadeniz’in “Laz” denilerek alaya alınması bir vakıadır. 2008’de Agos gazetesine verdiği röportajında Neşet Ertaş bu durumu o kadar yalın ve çarpıcı dile getirmiştir ki…
“Ülkemizde çeşitli milletleri sayarlar, en son ‘Cingan’ derlerdi. Biz Cinganlardan bir önce gelirdik. ‘Dertli yoldaş’ adlı türkümde de söylemiştim: ‘Zengin isen ya bey derler ya paşa / Fukara isen ya Abdal derler ya Cingan, haşa”
“Abdal olmayan herkes, büyüğü de küçüğü de bizim ağamızdı. Onlara hürmet göstermek zorundaydık. Beş yaşında bir çocukla bile ‘Ağamın oğlu, ağamın kızı’ diyerek konuşurduk.”
“Çocukluk yaşımı yaşayamadım. Bir gün bir köyde çocuklarla oynadığım sırada birinin ‘Biz topraktan hâsıl olmuşuz, siz fışkıdan’ dediğini duydum.”
Yine 2008 yılında verdiği başka bir röportajında ona sorulan “71 yıl boyunca gönlünüzü kıran ne oldu?” sorusuna verdiği cevap: “İnsan eşitsizliği, aşağılanmak… Kırıldığımız bu. Aşağılandığın yerde ne kadar huzur bulabilirsin?”
Alevilik, sol ve Neşet
Kimi sol ve Alevi kesimlerde eleştiri konusu yapılan önemli sorulardan biri Neşet’in Alevi bir Türkmen olmasına rağmen bunu hayatında fazla öne çıkarmaması, diğer Alevi sanatçılar gibi “politik türküler” söylememesi ya da Alevi dernekleri ile yakın bir ilişkiye girmemesinin nedenleri neydi? Âşık Mahsuni onunla gittikleri bir Avrupa konserindeki anısını şöyle anlatır: “…Benim o zaman sivri akıllılığım mı, yoksa gösteriş midir, yoksa bir zaafımın eseri miydi ki biraz sivri laflar ediyordum, bıçaklı laflar konuşuyordum. Neşet belli bir konserden sonra benden ayrılmak zorunda kaldı. Neşet Ertaş bana, ’Ben bir gönül adamıyım gardaş, siyasetten anlamam, sen hararetli tartışma adamasın; senin bu konserlerinde dövüş çıkıyor, kusura bakma ben ayrılıyorum’ dedi. Sarıldık ve Neşet ile ayrıldık” (Sinan Yağmur / Aşkın Son Ozanı kitabı)
Mahsuni’nin bu anlatımı Neşet’in gerçekten de politikadan uzak durduğunun, “protest bir sanatçı”’ olmadığının bir göstergesi sayılabilir. Öte yandan hayattaki duruşuna, bozlak ve türkülerinin sözlerine, içeriğine bakıldığında gördüğümüz şey Anadolu’nun tarihten süzülüp gelen pürüzsüz halk damarıdır. O yüzden burada asıl tartışılması gereken politik biçimciliğin ötesinde bu damarın neden devrimciliğin kültürel cephaneliğine girmediğidir! Yoksulluk, aşk, isyan, gurbet, göç… Anadolu’nun en sahipsiz, en yoksul kesimi olan Abdalların hayatını konu alan bu bozlaklar, bu türküler, bu “ezgi çekirdekleri” siyaseten de, felsefi planda da nelerin nelerin konusu olmazdı ki? Bin yıllık bir kültürel mirasın taşıyıcısı olmalarına rağmen yeryüzünde nerdeyse tek bir dikili ağacı olmayan Abdal toplulukları böylesi bir halk gerçekliği, Türkiye sosyalizminin bırakınız mücadele gerekçelerinden biri, konusu bile olmamıştır. Bir akademisyen (Erol Parlak) Abdallar için “mülkiyeti reddeden tavırlarından” hatta “ anti-kapitalist duruşlarından” bahsederken sol nerededir?
“Namerde muhtaç olmayacak ve ömrünü tamamlayacak şekilde bir ekmek parası lazım. Bunun fazlası fazladır. İnsan tam ömre göre ölçmeli onu. Bugün son ekmeğini yiyip ölmeli, artan bir şey kalmamalı. Eğer ben öldüğümde bir çuval unum kalmışsa ben suç işledim demektir…” (Sinan Yağmur / Aşkın Son Ozanı kitabı)
Sizce burada tasvir edilen nasıl bir dünya görüşüdür? Nasıl bir sistemin hayalidir bu?
Aynı akademisyen “ Neşet Ertaş gibi bir değeri Türkiye anlamamıştır” derken hiç yanılmamaktadır.
Gerçekten de çok ilginç bir durum vardır. Neşet’i bağrına basanlar kendi Abdal topluluğu dışında Anadolu’nun yoksul Sünni milyonları ve bunların Almanya’daki refahı biraz daha iyi akrabaları olmuştur sadece. Toplumun tüm kesimlerine mal olması ise ancak 2000’li yıllardan sonra gerçekleşmiştir.
Burada mesele Sol’un geniş kesimleri ve kentli Aleviliğin Neşet’e uzak durmasıdır. Onu kendi kafalarında çizdikleri Aleviliğe tam oturtamamasıdır. Neşet’e bunu hissettirmiş olmalarıdır. Abdal Türkmen geleneğini, Aleviliğin tarihsel kültür dehlizinde görmemeleridir. Ama öldüğünde de “Neden cenaze cem evinden kaldırılmıyor?” diyerek de göstermelik bir çıkış yapmışlardır. Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı “ Alevi olarak yaşayanlar Alevi olarak yolcu edilmelidir.” derken tam da Neşet’in hiç hazzetmediği tarzda bir politika yaptığının maalesef farkında değildir. Mahsuni’nin “bıçaklı laflar” özeleştirisini burada hatırlatmakta fayda var.
Yunus Emre, Pir Sultan, Karacaoğlan ve Dadaloğlu’ndan gelen halk türkülerinin Yurttan Sesler Korosu’nda kendi Alevi sanatçıları eliyle resmi Türklük potasında asimile edilmesine ses çıkarmayan burjuva bürokrat bir Bektaşi kesim vardır. Bunlar tarihsel olarak kendilerini hep “ayrıcalıklı azınlık” olarak görmüşlerdir. Ezilendirler ama imtiyazlı ezilen! Laikliği savunmalarından dolayı devletin bir türlü vazgeçemeyeceği bir topluluk olarak gördüler kendilerini hep! Bunu “celladına âşık olma” diye çok radikal adlandıranlar var. Düğünlerde, gazinolarda, Almanyalarda, göçer çadırlarında türkü havalandıran Neşet’tense Yurttan Sesler Korosu’nda türkü söyleyen kendi asimile sanatçılarını yeğlemeleri bu anlamda anlaşılırdır.
Neşet’in Aleviliğine sahip çıkmadığına ilişkin soldan gelen eleştiriler bu yüzden çok yanlıştır. Öte yandan Neşet’in birçok türküsünde, bozlaklarında Anadolu Aleviliğinin kültürel izlerine rastlarız. Neşet’te görülmeyen “öz” dür. Neşet’te siyaseti biçimsel olarak elbette hiç göremezsiniz. Onu siyaset dışı sayanlar onun siyasetinin ‘öz’de saklı olduğunu bilmiyorlar mıydı? Bilmemeleri mümkün müydü?
Hem devletin hem kendisi gibi ezilenlerin hem de sosyalistlerin yok saydığı ya da görmezden geldiği bu gelenek, sahipsizliğin doruk noktasıdır. Ama işte bu tarihsel damarı devrimci yapan da bu büyük sahipsizliktir! Kendisi dışında kendisine hiç kimsenin sahip çıkmaması, bunu mesele yapmaması, bundan gocunmaması, bildiği yoldan yürümeye devam etmesi, işte bu sahipsizlerin sosyalizmidir. Davulu zurnası ve bozlağından başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlardır onlar.
Ne devlet onu “sanatçısı” yapabildi ne sol onu “protest” yapabildi ne de Aleviler “kendinden biri” yapabildi. Onun bu kendini sahipsiz kılmasını kimi postmodern solcular (Gazete Duvar) “madunluk” olarak değerlendirdiler. Nedir madunluk; madun özne değildir, toplumda sesi ve temsiliyeti olmayandır, der Gramsci. Madunluk analizine Neşetçe cevap verelim: “…ben söylemeden karşımdaki söylüyor. ‘Abdallar’ diyor, ben de ‘Evet Abdal’ım’ diyorum, benim adımı sen koydun!” Bu bir duruştur! Gramsci bu duruşa sanırım madun demez, öz saygı derdi, özgün bir rezistans tavrı derdi.
Neşet için ölümünden sonra yazılan onca kitap ve değerlendirmede “Anadolu’nun son ozanı” değerlendirmesi yapılmış olması, onun değerinin çok sonradan anlaşılmış olduğunu gösteriyor. Demek ki zamanında değeri bilinememiş. Bu kabul ediliyor. On yıllarca sadece gariplerin ve sahipsizlerin nezdinde değeri bilinmiş, onların hayatında temsilini bulmuş bir gerçeklik var. Bir Mahsuni bir Ali Ekber Çiçek bir Âşık Veysel çapında ve bazı yönleriyle onları aşan bir geleneğin görmezden gelinmesi, tamamıyla Batıcı sol aydın geleneğin sıdalı Anadolu toprağına yabancılığı ile ilgilidir. Yaşar Kemal’in “bozkırın tezenesi” diyerek onu taçlandırmasını bekledi sol ve sosyalistler on yıllarca. Bu elbette çoktan hak edilmiş bir payedir. Ama burada asıl sorun Neşet’in Yaşar Kemal’in bu sözlerinden, peşi sıra ona devlet sanatçılığı unvanı verilmesinden sonra (ki bunu kabul etmemiştir) ancak ve ancak dikkatleri üzerine çekebilmiş olmasıdır.
Neşet bir direniştir. Anadolu kültürünün egemen kültüre karşı bir direnişidir. Kendisinin gençliğinde kapısına kadar gitmek zorunda kaldığı Ankara Radyosu Yurttan Sesler Korosu bile onun tarzını değiştirememiştir. Oysa Yurtta Sesler Korosu, yeni cumhuriyetin “ortak dil Türkçede” buluşması için kültürel düzeyde gerçekleştirilmiş en büyük projelerinden biridir. Ne Ankara Ulus’un gazinoları ne “Alamanya” gurbetçilerinin feodal tutkuları ne İstanbul’un çakal plak ve kasetçi erbabı ne de Harbiye Açık Hava Konserleri onu değiştirememiş, yenememiştir.
Yurttan sesler
“Nida Tüfekçi Ankara’ya Halk Müziği Şube Müdürü olarak gelmişti, ilk işi bizi dışarıya atmak oldu. Âşık Veysel’in bütün türkülerini, benim türkülerimi listeden çıkartmış, beş tane türkümü bırakmışlardı. Bir daha radyoya uğramadım.”
Âşıklar ve mahalli sanatçıların yörelere özgü türkü ve deyişlerinin, şiir ve destanlarının önce tercüme, sonra ‘derlenerek’ “ortak dil” Türkçe’nin kalıplarına uydurulması ve böylece bir tür resmi halk müziğinin oluşturulması… İşte Yurttan Sesler’in temel rolü bu olmuştur. Yurttan Sesler, sadece bir radyo programı değildir. Anadolu müzik kültürünün zenginliğini resmi ideoloji çerçevesinde özünden kopararak onu “modernize etmiş, Batılılaştırmış”, şehirlileştirmiştir.
Yurttan Sesler Korosu’nun isim babası kimdir? Vedat Nedim Tör! Çok kısa bir komünizm macerasından sonra 4 ay hapis yatıp sonra Türkiye’de otokratik Kemalizm’in ideolojik alt yapısını oluşturan Kadro Hareketi’nin (1) öncülerindendir. Günümüz Yapı Kredi Yayınları’nın da ilk kurucuları arasında yer almıştır. 1947 yılına gelindiğinde Muzaffer Sarısözen’in şefliğinde Vedat Nedim Tör’ün isim babalığını yaptığı Yurttan Sesler Korosu müstakil olarak kurulmuştur.
Yurttan Sesler’den önce Mustafa Kemal’in “müzik devrimi” vardır. 1926 ve 1934 yıllarında önce okullarda, sonra radyolarda ve gazinolarda “eski Türkçe” müzik dinleme yasağı getirilmiştir. Mustafa Kemal’in müzik konusundaki görüşleri şöyledir:
“Memleketimizde çalınan Türk musikisi değildir, bir Bizans aksiyonudur!”
“Bizim milli musikimizi ancak köylerde çobanlar çalar. Fakat onu da Garp musikisinin şimdiki seviyesine yükseltmek için takriben dört asır lazımdır. Bu kadar bekleme fazladır. Onun için Avrupa musikisini nakle çalışıyoruz.”
Mustafa Kemal’in bu yaklaşımından sonra Avrupa’dan müzik otoriteleri getirilmiş ancak bunlardan çoğu tarihsel gelişimi göz ardı eden iradi müdahalelerin başarısız olacağı kanaatini bildirmişlerdir. Gelenlerden birinin şu tespiti çok çapıcıdır: “Bir halk ezgisinin değeri yalnızca bıraktığı müziksel izlenimde değil, söyleyende etnik, bölgesel ve zamansal ilişkilerle uyandırılan duygulardadır. Dolayısıyla okul eğitiminde kullanılacak şarkılar eski ve güçlü halk müzikleri içinden seçilmeli, bunlar zaman içinde çok sesliliğe gitmelidir.” (Paul Hindemith)
Halk müziklerinin bir yanıyla etnik Türkçeleştirilmesi diğer yanıyla Batı müziğinin besteleme ve orkestra teknikleriyle sözüm ona daha çağdaş hale getirilmesi tam bir kültür katliamı olmuştur. Ama türküler direnebilmiştir. Arkalarında o kadar güçlü bir tarih ve insan hafızası vardır ki!
Yurttan Sesler’e kimi çevrelerce her ne kadar halk müziğinin “yüksekokulu” denilse de Anadolu müzik kültürüne tepeden bir müdahaledir. Nasıl ki kapitalizmin gelişiminde yukarıdan çarpık bir gelişim izlendiyse, müzik, sanat ve kültürde de böyle olmuştur. .Cumhuriyetin sermaye birikimi gayrimüslimlerin mallarını yağmalayarak, kültürel birikimi ise Anadolu’nun bin bir renkli çiçeklerinin asimile edilerek etrafı dikenli tellerle çevrili tek bir bahçede toplanması ile gerçekleştirilmiştir. Bunu Mustafa Sarısözen çok net ifade etmektedir: “Yurttan Sesler adı ülkede dil, tarih, duygu, düşünce ve kültür birliğini gerçekleştirmeye çalışılacağının göstergesi niteliğindedir. Bu bağlamda cumhuriyetten sonra ulus devlet temelindeki millet bilincinin yaratılması çalışmalarının halk müziği ayağında bir sorumluluk üstlenen Yurttan Sesler, bu görevi başarı ile yerine getirmiştir.” (2)
Yurttan Sesler, kültür ve sanatta tek sesliliğin öncüsüdür. Ellerinde kayıt cihazlarıyla (3) binlerce mezra, köy, kasaba gezmişler, Kürtçe, Ermenice, Rumca, Lazca, Bulgarca, Boşnakça, Çerkezce, Türkmence binlerce türkü, deyiş, ağıt, şiir ve destanları Türkçeleştirerek görülmemiş bir kültürel asimilasyona imza atmışlardır. Yurttan Sesler, Kemalist “müzik devrimi” adı altında kültürel-sanatsal asimilasyonun yüksekokulu olmuştur. 1937 ila 1952 yılları arasında Ankara Devlet Konservatuvarı tarafından Mustafa Sarısözen öncülüğünde Anadolu ve Kürdistan karış karış gezilerek yaklaşık 10 bin ezgi derlenmiştir Türk müziği tarihinde “Ankara Devlet Konservatuvarı Derleme Gezileri “ olarak anılan ve 1937-1953 yılları arasında sürdürülen bu faaliyet, Cumhuriyet döneminde yapılan en büyük organizasyondur. (4)
Son söz
Neşet bir daha ne radyo evine uğradı ne devlet sanatçılığını kabul etti ne de klasik bir protest sanatçı oldu! Belki Cemevinden uğurlanmayı isterdi ama devlet töreniyle toprağa verilmeyi hiç istemezdi. Neşet şahsında sahipsiz toprakların sahipsiz insanlarına selam olsun!
Ve elbette Neşet Anadolu’nun “son ozanı”dır. Ama bunu söyleyenlerin yüklediği anlamda değil. Çünkü O’na son ozan diyenler aslında onu kendi zevklerine, kendi bencil hayatlarının sınırlarına hapsetmek isteyen burjuva aydın ve yazarlardır. Neşet’i en değerli antikaların bulunduğu bir müzeye hapsetmek, onu sürekli yası tutulacak bir mabede dönüştürmek… Son ozan denilerek yapılmak istenen budur.
Geçmişte iyi ve güzel olan ne varsa bir daha geri gelmemecesine gittiğine iman etmemiz isteniyor. Ancak kimsenin kuşkusu olmasın kültürel ve sanatsal esin kaynaklarımız mücadele gerekçemiz olmaya devam edecek. Yaşarken onca zulüm gören aydın, yazar ve sanatçılarımızın eserleri öldükten sonra kapitalizmin ‘paha biçilmez hazineler’ dairesinde sadece kar getiren birer meta olarak değil, burjuvazinin tarihsel suçluluğunun ört bas edilmesi için de kullanılmaktadır.
Değerleri bilinmeyen, hapislerde çürütülen, sürgünlerde ölen onca ozan, yazar ve sanatçılarımızın fermanını veren tarihsel suçlular şimdilerde onlara en fazla sahip çıkar görünmektedirler. Sahipsizlerin sosyalizminin olmadığı yerde, suçluların kapitalizminin borusu ötmeye devam edecek ne yazık ki!
Eğer sahipsizlerin sosyalizmini Türkiye devriminin bir parçası yapmayı başarırsak ne geçmiş unutulacak ne de gelecek kaybedilecek!
Kazanan “Ezginin Çekirdeği” olacak.
(1) Kadro hareketi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir’den oluşan Kadro dergisi etrafında toplanarak Kemalizm’i bir devlet ideolojisi olarak hayata geçirmeye çalışan grup.
(2) millifolkor.com / Eray Alpyıldız
(3) millifolklor.com / Derleme grubu Almanya’dan getirilen “Saca” markalı hem elektrik hem de akü ile çalışan alıcı ve verici ses kaydeden makinelerle çalışır.
(4) VİKİPEDİ / FORSNET VE ARMAĞAN COŞKUN ELÇİ’NİN TÜRKÜ SİTESİ: 1943’te Muzaffer Sarısözen, Halil Bedii Yönetken ve Rıza Yetişen’den oluşan grup Tokat, Amasya, Samsun, Ordu, Giresun ve Trobzon’da; 1944’de Elazığ, Tunceli, Bingöl ve Muş’ta; 1945’te Ankara, Çankırı, Yozgat ve Kırşehir’de; 1946’da İçel, Antakya ve Antalya’da; 1947’de Çanakkale, Bursa ve Tekirdağ’da; 1948’de Bolu, Sinop ve Zonguldak’ta; 1949′ Bilecik ve Eskişehir’de; 1950’de Van, Kars, Çorum ve Ağrı’da; 1951’de İzmit’te; 1952’de İzmir, Siirt, Mardin ve Bitlis’te derleme yapmıştır.
(4)1937 ile 1957 seneleri arasındaki Türkiye’nin farklı illerine haftalar veya aylar süren, toplamda 18 tane büyük derleme gezileri düzenlemiştir. Derlediği eserler ve oyun havaları arasında “İzmir’in Kavakları”, “Bülbülüm Altın Kafeste”, “Gesi Bağları”, “Çayda Çıra“, “Bulut Gelir Seher İle”, “İnce Giyerim İnce”, “Misket“, “Çayır Çimen Geze Geze”, “Kolbastı“, “Allı Turnam”, “Burçak Tarlası”, “Bir Of Çeksem Karşıki Dağlar Yıkılır”, “İhtiyatlar Silah Çatmış Yolun Üstüne”, “Kekliğimin Kafesi”, “Yabandan Gel (Kostak Yörü)”, “Iğdır ın Al Alması”, “Suya Düştü Gülümüz”, “Süpürgesi Yoncadan”, “Bülbül Havalanmış”, “Keklik İdim Vurdular”, “Süt İçtim Dilim Yandı” gibi