Fahrettin Altun’un “Siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek…” sözlerinden sonra bu konu çokça konuşuldu. Tüm siyasetin olduğu gibi kültür-sanatın da sıkıştırıldığı yer “muhafazalar-laik” ikilemi içinde 50’lerden bugüne kadar getirilen irtica meselesiyle de iç içe geçirerek tartışılmaktaydı; bu tartışmalara, kendisine “sol” diyenlerin bir bölümü de aynı içerikten katıldı. Dizi, film, tiyatro, edebiyat üretimlerinden, tartışmalarına kadar hareket noktasını cumhuriyetçi-laikçilik ve muhafazakarlık karşıtlığına dayanan anlayışlar politikada uygulandığı gibi kültür-sanatta da bu ikiliğe sıkıştırılmış bir biçimde her gündemde önümüze konulmaktadır. Geçmişte “Amerikan kültürüne” karşı da aynı içerikle hareket edilerek yaklaşıldı. Amerikan kültürüne karşı konulan şey yine baskın olarak ulusalcılık olmuştu. Hem politikada “ulusal burjuvazi”nin desteklenme teorileri ortaya atılmış hem de “onların blue jeans”lerine karşı yerlilik propagandaları yapılmıştı.
Haliyle bugün çokça dillendirilen “yerli ve milli” söylemlerinin hayatın her alanına nüfus ettirilmesi sadece AKP’nin eliyle yapılmış değil, ulusalcı-sol açısından da geçerli. Onlar da kendi açılarından “onlar gerçek yerli ve milli değil” diyerek kendi “yerli-milli” anlayışlarını koydular. Bugün baskın olarak hem kültür-sanatta hem de politikada kendisini sosyalizm-komünizme dayandıran değil de yine burjuva sınırları içinde konum alarak geliştirilen sanatsal-kültürel üretimler kapitalizmin “ruhuna” uygun olarak açığa çıkıyor.
Kültürel-sanatsal hegemonya meselesi ulusalcılık-muhafazakarlık ikiliği üzerinden tartışıldıkça görüngülerin kendisi de öz’ün kendisi zannedilmeye başlandı.
Asıl Hegemonik Güç Burjuvazi
“Sanat metalaşır mı?” tartışmaları çoktan bitmiş, sanatın da metalar dünyasına dahil olmasının ötesinde sanat açıkça sermayeleşmiştir. Türkiye’de hâlâ “yüksek sanat dallarında AKP muhafazakar hegemonyasını kuramamıştır, alt-kültür, dizi sektörü vb. alanlarda sıkışmıştır” çıkarımları yapılırken, tiyatrolar özelleştirilmiş; sinema, kitap, müzik endüstrileşmesi tekelci boyuta gelmiş vaziyettedir.
Türkiye’de sanat üzerindeki sıkışmanın —her ne kadar bu süreç muhafazakar-laik, cumhuriyet-şeriat arasına sıkıştırılarak okunmak istense de— asıl sebebi 90’larda hız kazanmaya başlayan kapitalist-toplumsal dönüşümün yarattığı gerilimdir.
Köylerden-kentlere doğru akış, kasabaların kentleşme ivmesi, feodal aile bağlarının çözülüşü, işçileşme dalgası, meta egemenliğinin kendisinden önceki biçimleri kalıcı olarak yıkışı, AKP’li yıllarla beraber 90’larda başlayan özelleştirmenin her yere nüfus etmesi, kapitalist dönüşümün tüm diğer şeylerle iç içe geçerek yaşanması; kapitalist üretim, burjuva yaşam ve düşün dünyası üzerinde de egemenliğini kurmasıyla sonuçlanan bir süreç yaşanmıştır. Bu süreç Neo-liberalizmde faşizme özgü olan anti kültür-sanat biçimleriyle de kendisini yer yer göstermektedir.
Sanatta Burjuva Durağanlık
Kapitalistler gerçek ihtiyaçların kendisiyle ilgilenmediği için, üretim anarşisi içinde değişim değeri odaklı üretim yaparlar. Bu kapitalist biçimden sanat-sanatçı da kaçamamaktadır. Kapitalizmin geldiği bu aşamada sanat, metalaşmakla sınırlı kalmayıp sermayeleşerek devasa bir endüstriyel kompleksin parçası haline gelmiş bulunmaktadır. Sinema, müzik, edebiyat ve sahne sanatları gibi sanat alanları, sektör haline gelerek tekelci biçimler oluşturmuştur. Kapitalist üretim gerçek ihtiyaçların karşısına artı-değeri, niteliksel olanın karşısına niceliği koyar. Sanatta da televizyon dizilerinden, sinemaya, kitap yayıncılığına kadar da her sektörde belirleyici olan reytingler ve satış grafikleri haline gelmiştir. Sermayenin; sanat galerilerini, festivalleri, sponsorluk ağlarını ve vakıfları kurarak, büyük şirketlerin üniversitelere “kültür-sanat bursları” vermesi veya devlet tiyatrolarının özelleştirilmesi veya reklam gelirleriyle ayakta kalabilmesi, şirketlerin aynı zamanda sanat “koleksiyonerleri” haline gelmesi bir taraftan “sanat pazarı”- “sanat borsası” üzerindeki hegemonyasını gözler önüne sermekte diğer taraftan da sanat ürünlerinin kapitalist içeriğini belirleyen haline geldiğini göstermektedir.
Sanatta burjuva hegemonyanın kendisi; bir taraftan sanat üretimini seri üretime sokar, nicel olarak sanat ürünleri artarak bizlere ulaşır, ancak diğer taraftan da içeriksel anlamda “fabrikasyon” üretiminden gelen bir durağanlık yaşar. Bu durağanlık aynı kapitalist üretim biçiminde olduğu gibi bir görünüme sahiptir. Kapitalist üretimin verimlilik ve artı-değer odaklı oluşu emeğin gerçek potansiyelinin gerçekleştirilmesinin önünde engel olduğu gibi, sanat da yaratıcı, ufuk açıcı, insanın toplumsal ve iç dünyasının geçmiş-gün ve gelecek ile kurduğu-kuracağı ilişkinin üretkenliğini yansıtmak yerine sermayeye odaklı olduğunda burjuvaziye has durağanlığa sebep olur. Seri üretim vardır (değişim değeri için üretim) ama gerçek ihtiyaçlarımızın dışındadır, insan vardır, doğa vardır ama gerçek ilişkilerinden kopuktur. Bu kopukluk aynı işçi sınıfının toplam toplumsal üretimde iş bölümünün yarattığı biçime benzer. Parça işçinin, parça yaşamları, parçalı ve belirsiz anlatılara konu olmakla kalmaz, “bireysel özgürlük” söylemiyle buluşarak toplumsal gerçeklikleri de bozuma uğratır. Bu anlamda burjuvazinin egemenliği altındaki sanatın da misyonu, sınıfsal sömürüyü silikleştiren bir içerik kazanır. Bir taraftan yüksek fiyatlara ulaşan tablolar, moda markalarının “sınırlı seri” koleksiyonları veya dizilerde lüks yaşam tarzları, “ortam müzikleri” diğer taraftan da burjuva ideolojisine uygun olan “başlangıç-diriliş” hikayeleriyle yerlilik-millilik manifestoları yaratılır.
Kapitalizmde Boş Zamanın İçeriklendirilmesi ve Burjuva Pasifizmi
Kapitalizmin, işçi sınıfının çalışma dışı zamanını sermayenin ruhuna uygun olarak örgütleyebiliyor oluşu, ihtiyaç ve özlemlerimizin kendisini de biçimlendirir. Her ne kadar sanatın özerkliği, politika dışı oluşu anlatıları revaçta olsa da burjuvazi yaşamlarımızı kendi ihtiyaç ve özlemlerine göre biçimlendirmek için tüm enstrümanlarını kullanır. Sanat, bilim, felsefe, spor vb. alanlar tüm biçimleriyle kapitalist ilişkilerin hakimiyetinde olur.
“Egemen sınıfı oluşturan bireyler, diğer şeylerin yanı sıra bilince de sahiptirler ve bu nedenle düşünürler. Bundan dolayı bir sınıf olarak egemenliklerini sürdürdükleri ve bu dönemin yayılımını ve yönünü belirledikleri sürece açıktır ki, bunu kendi etkinlik alanlarının tamamında yaparlar; dolayısıyla diğer şeylerin yanı sıra düşünürler olarak, düşünce üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretimini ve yayılmasını düzenlerler. Bu nedenle onların düşünceleri egemen sınıfın düşünceleridir.” (K. Marx- Alman ideolojisi, sf. 39)
Burjuvazinin sınıf çıkarları, sanatın konularını işleyiş biçimini de şekillendirir. Örneğin göçmen-mülteci sorunu pik noktasına geldiği dönemlerde, kısa filmler, hikayeler, resimler vb. bir taraftan “evrensel değerler” noktasından genişletilir diğer taraftan bireysel trajedilere indirgenir ancak emperyalist savaşların kökenine değinilmez. “Sosyal adaletsizlik” konuları işlenir ancak sınıfsal çelişki ve sınıf savaşımı silikleştirilir.
Televizyon dizileri, spor veya kültürel etkinlikler, işçi sınıfının ve toplumun uyuşturulması bir tarafa, burjuva toplumun iç yasalarının da yeniden üreticisi olurlar. AVM’ler, spor müsabakaları, televizyondaki dizi-film platformları, dijital oyun sektöründeki streaminglerle sarılı bir yaşam emek gücünün yeniden üretimi sürecini de belirleyen hale gelerek metalar dünyasından kaçışı imkansızlaştırır. “Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülür.”- Marx
Metalar dünyasının büyümesi ve bu anlamıyla boş vaktin geçirilmesi de meta dolayımıyla gerçekleştirilir bir hale getirilir. Bu anlamıyla, sanatın günümüz üretim tarzında, yüzeysel entertainment (tüketici eğlencelik, ilginçlik, atraksiyonerlik, populizm) egemen olmaya başlar. Bunun sonucunda ise sanatın sanat niteliği ortadan kalkarak belirleyiciliği meta hali oluşturur, haliyle meta hali sadece “satış” esnasında değil, üretim biçimi olarak açığa çıkar. Örneğin artık film-dizi izlemenin ifade ettiği temel şey; bilet fiyatları, abonelikler ve ürün yerleştirmeleriyle kârın bir aracı oluşu haline gelmesidir. Bu esaslı olarak bir film izlemenin karşısında ücret ödemenin ötesinde bir durum yaratmıştır, zaten sermayeleşmiş film sektörünün sanatsal üretimin içeriğini de belirlediği bir noktada boş vaktin de sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin bir parçası haline getirilmesidir.
Burjuvazi bu anlamda boş vaktin kendisini etkinlikler içinde organize ederken kendi “evrensel insan hakları cenneti”yle bizi baş başa bırakır. Bu cennet “Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır.” (K. Marx Kapital Cilt 1) Bu evrensel değerler cenneti, onların gözünde doğal olandır ve politika yapılmayacak kadar önemlidir!
Deprem gibi felaketlerden, sanata kadar toplumsal içeriği olan her şey sık sık “politika dışı” ilan edilir. Ancak bu burjuvazi için geçerli değildir şüphesiz. Burjuvazi sanatı, sporu, felsefeyi, bilgiyi, bilimi hem politikalarının bir aracı haline getirir hem de bu araçlar aracılığı ile kendi fikirlerini topluma empoze eder.
Öz itibariyle burjuva toplumda sanatın-sanatçının geldiği bu durumda sanatsal üretim “kendisiyle çelişenleri öpüşmeye zorlar” ( Karl Marx, 1844 Elyazmaları)
Yoksulluk-zenginlik, işçi-patron, göç ve savaş, özgürlük ve tutsaklık vb. içerikler bir şekliyle işlense de, çalışan-işçi görüntüleri verilse de, özgürlük, aşk, doğa konuları olsa da bunlar kendi gerçekliğinden kopartılır ve burjuva yaşam içinde kaynaştırılır, çelişkinin olduğu yerden uzaklaşılır, sınıfsal çelişkiler buharlaştırılır, “gelecek düşü” yine sistemin sınırları içinde kurularak “çelişkiler öpüştürülür”.
Bugün egemen biçim; eleştirel gibi görünen çalışmaların dahi (savaşın, göçün bireysel trajedileri, barışın, kardeşleşmenin konu edinilmesi, ırkçılığın kötülüğü vb konularda) sponsorluklar aracılığı ile şirketlerin, kurumların, burjuva devlet aygıtının imajı için üretilir hale gelmesidir ve çok seslilik kisvesi altında sınıf savaşımını silikleştirir. Örneğin, galerilerde sergilenen “eleştirel” performans sanatları, kapitalist-emperyalizmin çelişkilerini estetize ederek ticarileştirir; “eleştirinin” kendisini de artı-değere dönüştürür. Konuların bu biçimlerde işletilmesi, internet sayesinde milyonlarca insana merkezi olarak aktarılmasyla sanatsal üretim hem bilincimizi manipüle etmek üzerine kurgulanır hem de üretilen “sanat eseri” biçimci, içerikten yoksun, gerçeklikten kopuk, düş dünyamızı kısırlaştırarak “seri üretim” biçimine bürünür. “Üretim- üretim içindir, sanat sanat içindir”[1]
Burjuva Sanatta Bireycileşme, Biricikleşme ve Olanaklar
“Yaratıcılık çabalarının tamamında çoğu yaratıcı ve sanatçının kendini “eşsiz benzersiz” sanması, bu kişi ve yapıtlarının “eşsiz benzersiz” olduğuna bir kanıt oluşturmaz. Gösterilen vasıflı ya da yaratıcı işlerle uğraştığı için kendini “orta sınıf/üst orta sınıf” sanan bir işçinin bu bireysel sanısının, onun kapitalist üretim ilişkilerinde küçük sınıfsal ayrılmayacak bir kanıt oluşturulmayacağı gibi. “[2]
Burjuvazi toplumu, tekil bireyin kendi çıkarlarına göre hareket eden “yığınlar” olarak anlattığı hikayesini sanat anlayışıyla da sürdürür. En kaba haliyle kapitalist üretim sürecinde, neyi, ne için, kimler tarafından, kimler için ürettiği ve bütünün nasıl üretildiği bilgisinden kopartılır insan. Bu sanat için de geçerlidir. Burjuva sanat bu bireyciliğe uygun olarak “biricik sanat ürünü” olarak gösterilip bir taraftan mistikleştirilir, “bir insanın yapması imkansız” spekülasyonları yaratılır, diğer taraftan sanat üretimlerinde kullanılan tekniklere de “ulaşılmaz dahilik” çıtası konulur. Yine buna uygun olarak burjuva sanat, kendi içinde ve arasında birlik oluşturan her şeyin içsel bağlantısını, bağıntısını, çelişkisini ve ilişkisini kopartır, bağımsız olarak işler ve bunu “estetize” ederek belirsiz, parçalı ve kopuk anlatı biçimine dönüştürür. Sanat ürünü ise giderek gösterişli sergilerin, müzayedelerin, şirket koleksiyonerlerin konusu haline getirilmeye çalışılır. Bununla beraber ulusalcı-laikçi- burjuva/ küçük burjuva modernistlerin, sanatın üretimini ve sanat ürünüyle ilişkiyi kendi ayrıcalıklı alanı olarak görmesi ve kendisinden geri kalan işçi sınıfını ve diğer toplumsal tabakaları sadece tüketici konumuna itmesi de gerçekleşir. Buna rağmen burjuva toplumda sanatın bu anlamda meta olarak üretilmesi ve haliyle tüketilmesi gereken bir şey olarak açığa çıkması “sayesinde” toplumun genelini de “sanat metası” ile ilişkiye sokar.
Kapitalist üretim ve tüketim biçimiyle sanatın kitlelerle buluşması, onu toplumsal ihtiyaçlarımızı giderecek biçime dönüştürme olanaklarını da beraberinde getirir. Tüm burjuva elitist biçimlerine rağmen kitlelerle buluşan sanat, toplumsal yeniden üretimi ve kolektif olarak kullanım değerini bir yaşam etkinliği haline getirecek biçimde yeniden örgütlenebilirliğe de açılır. Böylece sanat anti-kapitalist öz ile ilişkilenmeye başladığında sadece dayanışma ve propaganda aracı olarak değil, toplum için bir yaşam etkinliğine dönüşme potansiyeli taşır.
“Görüldüğü gibi, mevcut toplum şartları içinde, sanat için sanat oldukça tatsız meyveler vermektedir. Burjuvazinin dekadans devrine has aşırı bireycilik, sanatçının bütün hakiki ilham kaynaklarını tıkıyor. Bu aşırı bireycilik, sanatçıyı toplum hayatında olup bitenlere mutlak surette yabancılaştırmakta ve onu bir takım kişisel tecrübeleri ve marazi bir fantastiğin fiksiyonları kısırca tekrarlamaya mahkûm etmektedir.” [3]
“Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerine geçmez, maddi güç yine bir maddi güç tarafından alaşağı edilmelidir. Ancak teori de kitleleri kavradığında maddi bir güç olacaktır.” (K. Marx Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi)
Sanat da bu anlamda “maddi güç” olarak kitleleri sarabilir. Bundandır ki burjuvazi işçi sınıfının devrimci sanatını bastırmak için tüm zor aygıtlarını kullanır. Buna rağmen sanat çelişkinin tam ortasına kurulduğunda, kitlelerle kurduğu bağ ile devrimci mücadelenin basit bir aracı olarak değil “ruhu” olarak yerini alır.
Çelişkilerin devrimci çözümü, toplumsal çözülmenin “nostaljisini” yeniden üreterek değil, sosyalizm-komünizm ile ve geleceğin tohumlarıyla kurduğu bağ ile sanatın yaratıcılığını da açığa çıkartır.
Sanatı, pasif izleyicilerin tükettikleri nesneye dönüştürülmesini kıracak olan, tarihin devrimci öznesi olan işçi sınıfının “yanlış bilinç”ine karşı gerçekliği sadece yorumlayıcı değil, değiştirmeyi-dönüştürmeyi ve eyleme geçirici içeriğini açığa çıkartarak kolektifleştirmekle mümkündür. Sanatı aynı zamanda sınıf bilincinin ateşleyicisi haline getirmek, sadece propaganda aracı halinden de kurtararak, onun kullanım değerinin taşıyıcısı olarak, özgür zamanımızda yaşam etkinliğimizin bir parçası olarak “kurgulamak” gerekmektedir.
Sanatın meta karakterinden kurtularak üretim ilişkilerinin sınıfsız toplumda kolektifleştiği yaşamın düşünü kurduran karaktere bürünmesi onun devrimci potansiyelini açığa çıkartmaktır.
Sanatın bu anlamda devrimci potansiyelini açığa çıkarmak gerekir; bu noktada burjuva üretim ve tüketim anlayışını sanatta da “eleştiri silahı”yla köklerinden sarsmak yetmez, aynı zamanda sanatın bir yaşam etkinliği olarak, toplumsal ihtiyaçlarımızın değişim değerleri üzerinden değil, kullanım değeri noktasından sanatı kolektifleştirip duygusal, zihinsel, eylemsel “eğiticilik” ve eylemselliğini de içererek toplumsal anlam ilişkisini yeniden kurarak gerçekleştirme biçimlerinin yol ve yöntemlerini de arayıp-bulmak gerekir.
Merkan Aksoydan
[1] Sanatın Gerekliliği- Ernst Fischer
[2] Fuat Yücel Filizler – Bilim, Teknoloji ve Sanatta Burjuva/Küçük Burjuva “yaratıcı biriciklik” Anlayışının Eleştirisi (https://medium.com/@fuatfilizler/bilim-teknoloji-ve-sanatta-burjuva-k%C3%BC%C3%A7%C3%BCk-burjuva-yarat%C4%B1c%C4%B1-biriciklik-anlay%C4%B1%C5%9F%C4%B1n%C4%B1n-ele%C5%9Ftirisi6c223e6488a5)
[3] Sanat ve Toplumsal Hayat – Plehanov