
İngiltere Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Sir Mark Skyes
Şark meselesi henüz bitmemiş gözüküyor. Hatta yeniden başlamış görünüyor!
Adeta mitolojideki çok başlı ejderha Hydra efsanesindeki gibi (kesilen her başa karşılık iki yeni baş çıkması) Hindistan ile Mağrip arasındaki büyük ve kadim coğrafyada, biz buna dünyanın en muhteşem uygarlık dehlizleri diyoruz, savaşlar hiç dinmiyor. Hydra efsanesinde Herkül, çözümü her kestiği başı dağlamakta bulmuş, ama bununla sınırlı kalmamış, yeni düşmanları için Hydra’nın zehirli kanını toplamayı ihmal etmemiş. Efsanelerde bir canavar olarak gösterilen Hydra’nın görevi insanların dünyası ile ölüler dünyası arasındaki kapıyı korumaktır. O hep oradadır, ölüm ile yaşamın doğal sürecinin koruyucusudur. Dönemin egemen tanrıları dünya kendi istedikleri istikamette gitmediği zaman yaşamın doğal akışına dışarıdan müdahale etmek için bu ölüm-yaşam kapısına güçlü savaşçılar gönderirlerdi. Herkül de bunlardan biridir. Herkül aslında mitolojinin bize anlattığının tersine bir kahraman değil, zorba bir savaşçıdır. Tanrıların kiralık katilidir. Bizim kahramanımız ise o korkunç ve vahşi Hydra’dır, çünkü ona bahşedilen kudret ve heybeti dünyanın dengesini korumak için kullanmaktadır.
Emperyalizm, dünyanın uygarlık dehlizini, bu kadim koridoru, kültür ve ahlakın soy kütüğünü yaratan bu toprakları 18.yüzyılın sonundan beridir tarumar etmekte ama her defasında karşısında Hydraları bulmaktadır. Bu direniş karşısında bulduğu yeni çare Hydraların kanları ile yaptığı zehirli oklarla kendi Hydralarını yaratmasıdır. Afganistan’daki mücahit, Taliban ve El Kaide olarak kendine geri döndüğünde onun kanı ile HTŞ’yi yaratması gibi. Hydraları dönüştürerek bulundukları kadim kapının ötelerine savurdular. Özbekler, Uygurlar, Tacikler vekil güçler olarak kâh Libya’ya, kâh Azerbaycan’a kâh Rojava ’da SMO’nun saflarına katıldılar. İnsanlığın ölüm ve yaşam kapısını koruyan Hydralar, egemenlerin kapısına köle oldular. Şimdi karşımızda hem emperyalizmin kiralık katili Herküller hem de uygarlık dehlizlerini korumayı bırakmış, kendi türüne yabancılaşmış Hydralar var.

Skyes-Picot
Evet, Şark Meselesi henüz bitmedi. Suriye’nin düşürülüşü 21.yüzyılın yeni Skyes-Picot’una kapı açmış olabilir mi? İsrail’in kuruluşu Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı ile başlar. Bu Skyes-Picot antlaşmasıdır. Birinin yıkılışı ve diğerinin kuruluş kararı aynı tarihtedir. (1916- Mayıs) Peki, Suriye’nin düşürülüşü ve şimdiden yarattığı artçı depremler bölge açısından yeni bir milat özelliği taşımamakta mıdır? Öte yandan Devlet Bahçeli’nin kendisinden hiç beklenmeyecek tarzda İmralı konusunda bu kadar ısrarcı olmasının nedeni Balfour deklarasyonu ve Skyes Picot anlaşmasını tarihten çok iyi bilmesinden kaynaklanıyor olabilir mi? Bahçeli Kürt meselesinin emperyalist-Siyonist güçlerin gözünde eskisinden bambaşka bir gözle değerlendirildiğinin şuuruyla gerçekten de erken bir hamle yapmış gözüküyor. Tarih şunları da yazıyor: Çanakkale muharebelerinde İngilizlerle birlikte cephe gerisinde savaşan Yahudi “Sion Katır Birliği”, ilerleyen zamanda İngilizlerin Kudüs’ü Türklerden alırken oluşturdukları “Yahudi Lejyonu” ile bu sefer çok daha ciddi bir rol oynamışlardı.
*******
Geleceğe ve büyük resme bakmaya ehemmiyet vermek. Küçük derelerde boğulmamak. Bunlar Türk egemenlik sisteminin Osmanlı’dan beri savunma ve dış politikada en başarısız olduğu konuların başında gelir. Sonra millet soruyor, Hakan Fidan neden bu kadar sinirli? En son Fransa Cumhurbaşkanına verdiği cevapta olduğu gibi, (“ABD’nin arkasına saklanmasınlar gelsinler de görelim”) bir dışişleri bakanına yakışmayan ciddiyetsiz üslubu ile eleştirilere konu oluyor. Hürriyet başyazarına CNN’de verdiği mülakatta sahadaki askeri gerçekliği ve “diğer oyuncuları” görmezden gelerek, PÖH ve JÖH edasıyla “askeri operasyondan” söz edebiliyor. İbrahim Kalın’la birlikte Şam ziyaretleri zaten evlere şenlikti. Biri Golani’ye ‘zafer’ namazında eşlik ediyor diğeri adeta bayramlık kıyafet giydirdiği oğlunu gezmeye götürüyor. İngiliz ve Amerikalılar da TC devletinin artık Suriye’de “eli en güçlü devlet” olduğunu sürekli tekrarlayarak onun yeni Osmanlı hülyalarını okşamayı sürdürüyor. Öte yandan İngiltere, Westminster’da PYD Dış İlişkiler sorumlusuyla birlikte yuvarlak masa toplantısı yapıyor. (Fatih Portakal haber bülteni), Fransız Dışişleri Bakanı “Kürtlere karşı borcumuzun bilincindeyiz” (AA) diyor. Alman Dışişleri Bakanı TC’yi hedef alarak, “Suriyeli Kürtlerin tutumuna askeri olarak değil, siyasi olarak cevap verilmesi gerektiğini” (DW) kaydediyor. Yeni siyasi sisteme “kadınların katılımına”; Kürtlerin yanı sıra Dürziler, Aleviler ve Hıristiyanların da tüm Suriyeliler gibi bu sürecin içinde kendilerini bulmalarına çok özel bir önem verdiklerini ekliyor. Ve Trump, Başkanlık yemini için Mazlum Abdi’yi Washington DC’ye davet ediyor! (Roj News haberi, henüz teyit edilmemiş bir haber)
Osmanizasyon, geçmiş anlamıyla Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ve parçalanmasıydı. Bir imparatorluktan birçok koloni devlet çıkarmaktı. Bugünkü Osmanizasyon ise, İsrail’in bölge devletlerine Osmanlının “millet sistemini” dayatarak yeni bir yönetim felsefesi yaratmak istemesidir. Osmanlı millet sistemi, bilindiği üzere her bir dini-mezhebi ve etnik grubun (Dürziler, Ermeniler, Nusayriler, Marunîler vs.) Osmanlı egemenliği altında kendi içsel yönetimlerine sahip bulundukları bir sistemdi. İşte İsrail’in bugün yapmak istediği bu millet sisteminin yeniden hayata geçirilmesidir. Noam Chomsky, yıllar önce buna dikkat çekmişti. Yalçın Küçük “Fitne/Gizli Tarih” kitabında Chomsky’nin bu yazısına atıfta bulunmuştur.
“Bazılarının bölgenin ‘Osmanlılaştırılması’ adını verdikleri şey, İsrail açısından uzun vadede akla yatkın bir hedef olabilir. Yani güçlü bir merkez (eskiden Türkiye idi, şimdi ABD destekli İsrail) ve büyük bölümüyle tercihen birbirine hasım olan etnik-dini cemaatlere bölünmüş bir bölgeyle Osmanlı İmparatorluk sistemine benzer bir yapının ihyası” (Chomsky)
Ortadoğu’da çoktandır ülke sınırlarının anlamını yitirmesi, ulus-devlet sisteminin iflası, ordular kadar vekil güçlerin ön plana çıkması ve selefi-cihadist güçlerin askeri karşı saldırı için çok güçlü bir gerekçe sunması ABD, İngiltere ve İsrail açısından bölgede yeni bir sistem kurulması zorunluğunu doğurmuştur diyebiliriz. Chomsky’nin analizini mantıksal sonucuna götürecek olursak, ABD ve İngiltere, merkezinde politik olarak kendilerinin askeri olarak İsrail’in bulunduğu yeni bir Osmanizasyon peşindedir. Burada ilk anda fark edilmeyen en kritik nokta ise, aynı Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi millet sisteminin teritoryal olmaması yani toprak üzerinde bir hükümranlığı bulunmamasıdır. Rojava’yı bekleyen en sinsi tehlikelerden biri budur. Açık seçik sınırların olmadığı, siyasi yetkileri budanmış, askeri gücü merkezi orduya devir olmuş ve salt idari bir ‘millet’ sistemi içinde, sadece oy hakkı olan birer Suriye’li vatandaş haline dönüştürülmeleri…
İşler nasıl da hızla değişiyor? Suriye’de topa girenlerin sayısı giderek artıyor. Suudi Arabistan ve Katar HTŞ’ye milyarlarca dolar akıtmaya başladılar. İsrail Dürzi ve Alevi topluma sahip çıkacağını yüksek sesle haykırıyor. TC’nin vekil gücü SMO içindeki yabancı savaşçılar ne için savaştıklarını sorguluyor, hem niçin HTŞ hala onlara yüksek mevkide bir bakanlık, komutanlık vermiyor ki? En başlarda sessiz duran Almanya ve Fransa da konuşmaya başladılar. Hem de SDG’yi destekler nitelikte.
Geçiş sürecindeki bu gelişmeler başta da belirttiğimiz üzere, Ortadoğu’da yeni bir “Osmanizasyon” sürecini başlatmıştır. Eğer Türkiye ve Mezopotamya emekçileri buna bir dur demezlerse tabi! 1. emperyalist savaş ile başlayan ve 1916 Mayıs Sykes Picot anlaşmasıyla nihayete eren Ortadoğu’nun, özelde Kürdistan’ın paylaşılması sürecinin tümüne Osmanizasyon diyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki toprakların (Irak, Musul, Suriye, Ürdün, Filistin, Lübnan ) İngiltere ve Fransa arasında paylaşılması, Balfour deklarasyonu ile İsrail Devleti’nin temellerinin atılması, Brest Litovsk ve İngilizlerle yapılan Ticaret anlaşmasıyla Ekim devriminin Doğu halklarını ayaklandırmasının önüne geçilmesi, Kürdistan’ın dört ayrı devlet arasında paylaştırılması, Anadolu’da Kemalist bir cumhuriyet ve İran’da da Sovyet karşıtı bir iktidar yaratılması; işte tüm bunlar dünyanın yeni bir döneme girdiğinin göstergeleriydi. Osmanizasyon Osmanlıyı dağıtırken, emperyalizme yeni işgal ve sömürü alanları yaratıyordu. Geçmişte Osmanizasyon Türk merkezliydi, bugünkü ise İsrail merkezli bir yeni Osmanizasyondur.
AKP Ergenekon ittifakı acaba bu yeni Osmanizasyon sürecinin ne kadar farkında? Farkında olsa bile buna ne kadar hazırlıklı? Ya da tüm hazırlıklarını buna göre mi yapıyor? AKP’nin anladığı ile emperyalist-Siyonist ittifakın Osmanizasyon’dan anladığı birbirinden epey farklıdır. Selefi ve /veya Müslüman kardeşler çizgisi ile ittifak yaparak bir yeni Osmanlıcılık yapılamayacağı artık ortaya çıkmıştır. Abdülhamit’in Panislamizm’i ile Enver Paşa’nın Pantürkizm’ini sentezlemeye çalışan AKP-Ergenekon güçleri tarihten hiçbir ders almamışa benziyorlar. Ortadoğu’nun ‘yeni’ geleceğinde ABD ve İngiltere’nin şemsiyesindeki İsrail’in askeri hegemonyası ve onunla ittifaka girmiş Körfez gericilikleri, bölgede tam hizaya girmeyen diğer devletlerin içindeki ulusal topluluk ve azınlıkları egemen Sünni ve Şii nüfuslara karşı bir silah olarak kullanacağı bir proje güçlü bir olasılıktır. İsrail, Suriye’nin düşürülmesinden sonra Ortadoğu’daki egemen uluslar içindeki tüm azınlıklar ve ulusal topluluklar için özgürlük istemektedir!
Öte yandan emperyalistler, Selefi-Cihadistler içinden geçmişte Sovyetlere karşı savaşan Afgan mücahitler gibi kendilerine bağımlı, silahlı ancak boyun eğen bir İslam’ı yeniden ortaya çıkarmayı başardı. Taliban ve şimdiki HTŞ, emperyalizme hizmet eden İslam’dır. Taliban Suudiler üzerinden HTŞ ise Türkiye ve Körfez gericilikleri aracılığıyla emperyalizme hizmet eder duruma getirilmiştir. Elbette DEAŞ tümüyle bitecek bir yapı değildir, ancak onun içinden Amerika, NATO ve Avrupa karşıtı olmayan yeni bir DEAŞ yaratmışlardır tabiri caizse. Ruslar bir zamanlar kıyasıya çarpıştıkları Çeçen İslamcılar içinden nasıl kendilerine bağımlı Müslüman ama milliyetçi bir savaş gücü çıkardılarsa, bu da ona benzerdir.
Bölgede artık ne ‘sosyalist’ Baasçılığa ne Selefi- cihadizme ne de Şia direniş ekseni ile ittifaka bir daha asla izin vermemeye ant içmiş bir emperyalist-Siyonist hegemonya vardır. Her şeyi hızla gelişmekte olan bu yeni gerçeklik üzerinden düşünmek gerekiyor. Emperyalist Siyonist ittifak, Hindistan’dan tüm Ortadoğu’yu kat edip Magrip’e kadar uzanan, içine Kıbrıs’ı da dâhil eden bölgeyi dikensiz bir gül bahçesine dönüştürmek istiyor. Bu denklemde TC devletine yer var mı peki? TC devletinin bu denklemde yer almasının yegâne koşulu, başta Kürt meselesinin siyasi çözümü olmak üzere kapsamlı bir demokratikleşmeden geçiyor. Emperyalist zincirin en zayıf halkası olmaktan çıkmak istiyorsa, başka bir çaresi gözükmüyor.
TC’nin en büyük korkusu İsrail’in bölgede yakaladığı askeri üstünlüğü, gelecekte Sünni İslam’ın on yıllardır dışladığı ulus, ulusal topluluk ve azınlıklar üzerinden siyasi olarak da pekiştirebileceği endişesidir. Oysa TC, Kürt barışı ile Suriye, İran ve Irak’ta yaşayan Kürt kuvvetleriyle adeta üç devlet gücünü tek devlette birleştiren bir stratejiyle emperyalizmin bölgede öne çıkardığı İsrail’in hayallerine ket vurabilir. Yalnız TC için İsrail’i sükûtu hayale uğratmak ancak emperyalist bir vizyona (uzak görüşlülük) sahip olmakla gerçekleşecek bir şeydir. TC devletinin ideolojik, askeri ve mali yapısı bu vizyonu mümkün kılacak boyuttan çok uzaktır. Burada sözü edilen TC’nin yapmak istese bile yapamayacağı, yapmasına da izin verilmeyecek bir dönüşüm senaryosudur. O yüzden tersinden bu dönüşümü sağlayabilecek tek güç, Türk ve Kürt emekçileriyle onların devrimci öncüleridir. TC “silahlarıyla birlikte Kürt özgürlük savaşçılarını gömerek” elbette istediği “Kürt barışı” nı elde edemeyeceğini bilmektedir. Kendi elleriyle Kürt meselesini uluslararası boyuta taşımalarının sonuçlarına katlanmaya devam mı edecekler yoksa bir modus vivendiye[1] mi gidecekler? İmralı sürecinin önemi asıl buradan kaynaklanmaktadır.

Çin’in Kuşak-Yol projesine rakip Güney Asya’yı Avrupa’ya bağlayan yeni Hindistan Koridoru. Ortaklar içinde Türkiye’ye yer verilmedi!
TC Devleti tüm olan bitene rağmen, İsrail için hala “rezerv devlet”[2] özelliğini korumaktadır. Türk egemen sınıfları ve devlet içinde çok ciddi İsrail yanlısı güçler hali hazırda mevcudiyetini korumaktadır.1908 Jön Türk devriminden sonra, gayri Müslimlerin de içinde yer aldığı Meclisi Mebûsan’ a (en özgür meclis!) imparatorluk içinde artan Yahudi göçü ile ilgili Ermeni, Rum ve Yahudi vekillerin tartışmalarını bir okuyun. İttihat Terakkici vekiller, Yahudilerin ülkeye gelmesinde hiçbir kısıt uygulanmamasını ancak Filistin’de Arap nüfusu geçecek düzeyde olmamasını dile getiriyorlardı. İTC kurucularından Dr. Nazım Bey, Filistin’e 3 milyona kadar Yahudi’nin yerleşebileceğini söylemektedir. Ancak bunu söylediklerinde, Yahudi nüfus Arap nüfusu zaten çoktan geçmişti! Anlaşılıyor ki ünlü Balfour bildirgesinden çok daha önce İsrail devletinin tohumları Abdülhamid ve İttihat Terakki döneminde Selanik ve İstanbul’da atılmaya başlanmıştır. Siyasi temel Balfour’da atılmış olabilir, ancak kültürel tohumları Osmanlı coğrafyasında atılmıştır. Yahudiler için Osmanlı coğrafyasının Filistin için bir atlama tahtası olması gayet önemliydi ama aynı zamanda Osmanlı, kendilerini asimile edecek daha yüksek bir kültüre de sahip değildi. Bunu bilmek gayet önemlidir. Türk egemenleri bunu hiç unutmamışlardır. İsrail ise bunun kendi tarihleri açısından devlet kurmaya giden yolda en stratejik merhale olduğunun bilincindedir. İspanya tarafından 14.yüzyılda kovulmalarından beri tarih boyunca onlara en çok sahip çıkan, ülke topraklarını açan Osmanlı İmparatorluğu ve Jön Türkler olmuştur. Rezerv Devlet meselesinin tarihsel boyutu budur.
Bu anlamda AKP özünde ne antisemitisttir ne de anti Siyonist! Hiç biri! Jön Türkler gibi o da Juda- islamiktir. Siyonizm’e belli bir mesafede dursalar da Yahudi sermayedarları ile içli dışlıdırlar. O yüzden Kürt halk önderi, İsrail’in yeni Osmanizasyonuna karşı eğer bir deklarasyon yayınlarsa, AKP’nin buna vereceği cevap çok önemlidir. Böylesi bir bildirge devlet ve sermaye güçleri arasında bir kargaşaya sebebiyet verebilecek, hatta bir “yarılma” noktası teşkil edecektir.. AKP’nin İsrail hakkında, 7 Ekimden bu yana “Katil İsrail”, “Soykırımcı devlet” söylemlerinde ne kadar ciddi ve samimi olduğu, ne kadar sözünün eri olduğu işte o zaman açığa çıkacaktır. AKP’ ye yeni Osmanizasyona boyun eğip öyle yoluna devam edecektir ya da bunun dışında geliştireceği her plan onun nihai sonu olacaktır. Osmanizasyon onu biraz daha yaşatır ama Kürt meselesi çok daha çetrefil bir hal alarak araya garantör devletler girecek kadar büyüyebilir. Meclis yoluyla ülke içi bir ara çözüm durumunda ise yapması gereken çok ciddi demokratik görevleri yerine getirmesi olanaksız gözüküyor. AKP için sonuçta Türkiye ve Mezopotamya emekçi kuvvetleriyle hesaplaşma günü yaklaşmıştır diyebiliriz. İmralı onlar için öyle bir kritik eşiktir ki Tayyip’in tüm bu “gömeceğiz” teraneleri, gelecek korkusunun bir ürünüdür. Onları gerilmiş bir yay gibi tutmaktadır. Yayın ucundaki ok onları biraz daha yaşatacak kısa vadeli hedeflere mi yoksa halkların selametine olacak uzun vadeli hedeflere mi kilitlenecek?
Devrimcilerin görevi AKP’nin Kürt sorununu emperyalist çözüm yollarına sevk etme oyunu karşısında uyanık ve hazırlıklı olmaktır. Askeri çözümde inat etmek ya da şu andaki gibi aynı anda hem çökertme operasyonları hem çözüm beklentisi yaratıp, teslim alma planları gütmek ise şimdiden iflas etmiş sonuçsuz bir politikadır.
* Yalçın Küçük / Fitne
[1] Modus Vivendi: Geçici antlaşma. Uyuşmazlık içindeki tarafların temeldeki anlaşmazlığın çözümünü bir başka zamana bırakarak geçici bir süreliğine mutabakata vardıkları antlaşma.
[2] Yalçın Küçük / Fitne