Seattle’dan Prag’a: Yeni bir enternasyonalizme doğru – Hedef Dergisi |2000

Yukarıdaki fotoğrafta Seattle eylemcilerinin yanında poz verdiği Lenin heykeli, Bulgar heykeltraş Emil Venkov tarafından Çekoslovakya Komünist Partisi için yapılmış ve 1993’te ABD’ye getirilmişti. Heykel, vakti zamanında sosyalizm döneminden kalma bir eserin para edebileceği düşüncesiyle ABD’ye taşınmıştı. Heyhat, Lenin heykeli şimdilerde yanında eylemcileri ağırlarken, şehirdeki diğer heykeller denizin dibini boyluyor.

Tesadüf odur ki 2000 yılında Hedef Dergisi, o dönemde alevlenen antikapitalist gösteri dalgasını, tıpkı heykelin yolculuğundaki gibi, Çekoslovakya’dan ABD’ye uzanan bir hattı izleyerek analiz ediyordu. Yine tesadüf odur ki, bu yazının tam isabet tutturan tutarlı komünist duruşu, tam 20 yıl sonra ABD’deki mevcut eylemliliği açıklamak için de kılavuz görevi görüyor.

Komün Dergi


Seattle, Washington, Davos, Melbourne ve son olarak Prag…

Başlangıçta kendini “küreselleşme karşıtı” olarak tanımlayan, giderek “antikapitalist” protesto eylemlerine dönüşen bu yeni hareket neyin nesidir? Nereye kadar gidebilir?

Dünyadaki tüm sol güçler yoğun bir biçimde bu soruları tartışıyor. Hareketin içinde yer alıyor, aynı zamanda eleştiriyor, aynı zamanda sahip çıkıyor, aynı zamanda da harekete devrimci, sosyalist bir yöneliş kazandırmak istiyor doğal olarak.

Hareketin niteliği ve geleceği üzerine tartışmayı sadece komünistler yapmıyor. Hareketin içerisinde yer alan sosyalist olmayan her ulusal ve uluslararası inisiyatif, örgüt veya grup da aynı sorulara cevap arıyor. Çünkü her biri hareketin içinde aktif olarak yer alıyor ama hem de hareketin kendisi, her birinin dışında ve hepsini aşan bir olgu. Hiçbir bileşeni hareketi belirleyen durumda değil.

Hem politik olmayan hem de gayet politik bir hareket… Düzen içi ve düzen dışı karakterleri bir arada var. Reformcu, uzlaşmacı ve devrimci özellikleri bir arada bağrında taşıyor. Bilinçlilik ve örgütlülük ile örgütsüzlük ve kendiliğindenlik yoğun bir biçimde içiçe. Sınıfsal bakımdan oldukça heterojen. Hareketin içindeki güçlerin ortak bir ideolojisi de yok. Buna rağmen birliğini koruyor ama her an ayrışmaya ve parçalanmaya da namzet. Giderek yükseliyor ama bir şekilde sönmesi de pek mümkün. Böylesine çelişkili bir durum daha dar alanda hareketin metotlarına da yansıyor. Yasallıktan şaşmayanlarla yasadışılığı esas alanlar bir arada. Gizlilik ve açıklık, şiddet ve barışçılık bir arada.

Hareketin niteliğini ve istikbalini sadece içindekiler değil, dışında karşısında yer alan güçler, emperyalist iktidarlar da tartışıyor. Karşı güçler de harekete karşı hem şiddet yoluyla ezme, hem de diyalog kurup içine girme yönünde çelişen politikaları bir arada uyguluyorlar. Hareketi birbirine karşı koz olarak kullanmaya çalışan emperyalistler de var.

Bütün bu saydığımız birbirine karşıt özellikler hareketin hem çok olumlu bir potansiyel taşıdığını hem de ciddi olarak zaaflı olduğunu gösterir.

Bu karmaşık ve çelişkili karakter, kendiliğindenliğin ve ideolojik çeşitliliğin ağır bastığı her muhalif kitle hareketi için söz konusudur. Öyleyse de bu durum, hareketin devrimci bir potansiyel taşımadığı anlamına asla gelmiyor.

Bu hareketi nasıl tanımlayacağız? Aslında hareketin çoğunluğu tarafından yeni yeni kabul görmeye başlayan iki niteliği gerçekten de hareketi doğru tanımlamaya yetiyor. Birincisi bu bir “muhalefet” hareketidir. İkincisi de bileşenleri birbirinden çok farklı muhalefet motifleriyle ve çok farklı özgül hedefler uğruna harekete geçmiş olsa da bu muhalefetin toplam niteliği onun “antikapitalist” olmasıdır. Elbette içinde asla antikapitalist olmayan güçler de var. Ama “antikapitalizm” sloganını öne çıkartan anarşist ve sosyalistlerin gösterilerde giderek daha etkin ve sürükleyici hale gelmesi, hareketin “antiküreselci”likten “antikapitalizme” evrilmesinde rol oynadı. Antikapitalizmi hiç benimsemeyenlerin bile gösterilerin bu baskın havasında objektif olarak içine girdikleri konum antikapitalizm olmuş durumda. 

Hareket nereden peydahlandı ?

Kapitalizmin tam da yeryüzünde ebedi zaferini ilan ettiği koşullarda 1998’de başlayıp 2000’lerde devam eden bu antikapitalist dalga nasıl başladı, nasıl gelişti?

1990’ların başında 70 yıllık reel sosyalizm sahneden çekilirken kapitalist dünyada demoralize olmuş, kimisi parçalanıp sağa sola savrulmuş, kimisi sınıf mücadelesini sürdüren, kimisi ise kapitalizme teslim olmuş eski komünist partilerin kalıntılarını geride bıraktı. Batı’da çok daha öncesinde başlayarak kendini şu veya bu sosyalist ülke yanlısı partilerin dışında tutan, düzen karşıtı bir başka sol muhalefet daha vardı. Genel olarak “sol” olarak tanımlayabileceğimiz mevcut sosyalizm deneylerine karşı çıkan ya da mesafeli duran bu akımlar troçkizmden anarşizme, RAF, Doğrudan Eylem, Kızıl Tugaylar gibi küçük silahlı örgütlere veya onların tabandaki mirasçısı Otonomlar’a kadar uzanan devrimci bir kanat ile barış hareketi, çevrecilik, feminizm gibi ideolojik olarak devrimci olmayan muhalif bir kanada sahipti. Ayrıca komünist parti ve sol örgütlerde yer almayan, kendini sol veya sosyalist olarak gören Marksist entelektüeller de vardı. Sosyalist ülkelerin çöküşü, başlangıçta mevcut sosyalizm deneylerinin hepsine karşı çıkan Batılı muhalif hareketleri sevindirdi. “Bütün tarihsel görüşlerimiz haklı çıktı diye düşünen troçkizm ve anarşizm bir dönem için itibar kazandı. Burjuva demokrasisini fetişleştirenler ise reel sosyalizmin çöküşünden “demokrasi” çıkacak sandılar. Ancak kısa sürede neoliberal politikalarla, vahşi kapitalizm dönemlerinden daha pervasız geliştirilen sermayenin topyekun saldırısı Batı solundaki bu hercai eğilimlerin de aklını başına getirdi. Reel sosyalizmin varlığının kapitalizme dayattığı “sosyal devlet”, “refah devleti” politikaları sona erdirildi. Özelleştirme furyası başladı. Parasız sağlık ve eğitim bitirildi. Sendikal hareket göçertildi. Sınıfsal uçurum büyüdü. Toplum, fertlerine dek atomize edildi, tüketimci Amerikan kültürü her yere hakim oldu. Sosyalizmsiz bir dünyanın ne menem bir şey olduğunu insanlık 70 yıl sonra bir kere daha yaşadı. ABD ve Alman emperyalistleri Avrupa’nın göbeğinde, Yugoslavya’da 2. Dünya Savaşı’nı hatırlatan kanlı sahneler yarattılar. Bu arada Batı sosyal demokrasisi de çöktü. Zaten çoktandır reformcu sosyalizmden çıkıp reformcu kapitalist partiler haline gelmişlerdi. 1990’larda kapitalist reformculuğu da bıraktılar; düpedüz sağcı neoliberal partilere dönüştüler.

Sermayenin bu topyekun saldırısı karşısında zengin kapitalist ülkelerin yoksul sınıfları, işçiler, çiftçiler, kamu çalışanları örgütsüz ve umarsız kaldı. Muhalif kesimlerin, özellikle çevreci kesimlerin bir bölümü Almanya’da Yeşil Parti örneğinde olduğu gibi düzene katıldı. Küçük silahlı devrimci yapılar dağıldılar. Bunların sempatizan gençlik kesimi legal “otonom” gruplara dönüştüler. Daha profesyonel unsurları ise devrimci şiddeti bilgisayar ortamına taşıma çabasına girdiler. Gençlikte “postmodern”ci liberal bir anarşizm dalgası gelişti. Muhalif entelektüeller ise kötümser bir ruh haline kapılmalarına rağmen “globalizm”e ve “YDD” ye şiddetli eleştiriler geliştirmeye başladılar.

Bu süreçte 1994 yılında Meksika’da başlayan Zapatist hareketin mesajları Batı’nın sosyalizme güvensiz muhalif kesimlerinin duygularına denk düştü ve yankılar yarattı. EZLN Meksika ile ABD arasındaki NAFTA serbest ticaret anlaşmasına karşı mücadeleyi gündeme getiriyor, tüm insanlığın dikkatini “serbest ticaret” adı altında dünya çapındaki sermaye saldırısına çekiyordu. Bir süre sonra iktidar hedefi taşımadığını açıklayıp silahlı mücadeleyi bırakan EZLN, yerli hakları ve otonomi için uğraşan bir liberal – sol bir kültürel muhalefet hareketine dönüştü, silahı ve gerillayı romantik, folklorik bir unsur haline getirdi. Yetmiş yıldır Avrupa’da karşıt sınıflar arasında kıran kırana süren bir iktidar savaşının sonundaki ağır yenilginin psikolojisi ve reel sosyalizmdeki geçmiş siyasal rejimlere karşı kimi haklı tepkilerin de etkisiyle her çeşit iktidar projesinden kaçar hale gelen Batılı muhalif kesimler, özellikle de Batı gençliği arasında neoliberalizme karşı EZLN tipi bir kültürel muhalefet söylemi kendine uygun bir zemin buldu. Kapsamlı bir kurtuluş ve devrim fikrinden uzak, özgül sorunlar temelinde parçalı bir muhalefet eğilimleri canlandı. Bu muhalefet 20. yüzyıldaki sosyalizm pratiklerine o kadar tepkili ve emperyalist beyin yıkama operasyonlarının o kadar etkisi altındaydı ki, örneğin o dönemdeki Bosna savaşında Yugoslavya’ya karşı emperyalistleri canı gönülden destekleyebiliyordu. Bu arada EZLN’nin NAFTA vesilesiyle dikkat çektiği dünya çapındaki neoliberal saldırı da muhalefetin gündemine girmiş bulundu.

Zamanla Batı’da kapitalizmin asıl acısını çeken sınıflar varlıklarını yeniden hissettirmeye başladılar. 1995’te Fransa’da kamu işçilerinin ve demiryolcuların öncülük ettiği 1968’den beri yaşanan en büyük grev dalgası patladı. Ardından İtalya’daki büyük genel grev geldi. Bu arada, iyiden iyiye zayıflayan burjuva sendikal hareketin en alt kesimlerinden veya sendikal hareketin dışındaki düşük ücretli işi kesimlerinden dikkat çekici eylemler oldu. İngiltere’de bazı dok işçileri şiddete başvurdular. ABD’de inşaat işçileri örgütsüz bir şiddet hareketi geliştirdi, şantiyeleri tahrip etti. Yine Amerika’da kargo ve nakliye işçilerinin ünlü UPS grevi patladı ardından, dünyanın en ünlü sarı sendikası AFL-CIO’nun yönetimini kendisine “Yeni Sesler” adını veren muhalif bir ekip ele geçirdi. Amerikan üniversitelerindeki öğrenciler, atölyelerdeki “terleme sistemi” denilen ağır çalışma şartlarına karşı sendikasız düşük ücretli işçilerle dayanışma eylemleri örgütlediler. Bunlar yıllardır görülmemiş şeylerdi.  Aynı süreçte Amerika’da, siyahların 1970’lerde devlet terörüyle ezilen devrimci geleneğinin yıllar sonraki bir devamı olarak, Mumia Ebu Cemal’i ve diğer siyasi tutukluların idamını önleme kampanyaları yükseldi ve çabucak uluslararası bir etki yarattı.

Bu gelişmelerin sonucunda sosyalist hareketlerin dışında kalmaya özen gösteren liberal kültüre muhalefet hareketler, asıl sorunun “kültürel” değil “sosyal” sorun olduğunu görmeye başladılar ve böylece radikal işçi, çiftçi ve siyah muhalefet hareketleriyle aralarında bağlar kurulmaya başladı.

Bu süreçte iki olay gayet önemlidir. Birincisi 1997-98’deki Güneydoğu Asya Krizi “globalizm”in bütün sihrini bozdu. “Küreselci” tezlerin muhalefet güçleri üzerindeki ideolojik etkisi sarsıldı. İkinci olarak Kosova savaşı ise Batı’daki bu şekilsiz toplumsal muhalefetin bilincinde kısa sürede nasıl bir sıçrama gerçekleştiğini gösterdi. Üç-beş yıl önce NATO’nun Bosna müdahalesini cahilce alkışlayan Batılı muhalifler bu defa NATO’nun Kosova müdahalesine ve Belgrad’ın bombardımanına, doğru olarak şiddetle karşı çıktılar.

Artık “YDD” ve “globalizm” efsaneleri çökmüştü. Muhalefet tüm bir dünya sistemini karşısına almaya başladı.

1998’de ise başka bir önemli gelişme yaşandı. Eski GATT’ın devamı olarak yeni kurulan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) içerisindeki tüm ülkelere karşı emperyalistler MAI (Çok Taraflı Yatırım Anlaşması) adıyla bir komplo örgütlüyordu. Hükümetlerden bile gizli olarak ABD liderliğindeki emperyalist sermayeler arasında hazırlanan MAI anlaşması, gerçekleştiği takdirde imzacı tüm ülkeleri yabancı sermayeye kendi sınırları engelsiz açmak zorunda bırakacaktı. Anlaşma taslağı henüz gizli olarak hazırlanma aşamasındayken, çıkarları sarsılan Fransa tarafından bir şekilde ifşa edildi. “NGO” denilen çeşitli düzeniçi girişimlere sızdırıldı, buradan muhalif hareketlere ulaştı ve Batı’dan başlayarak dünya çapında bir MAI karşıtı kampanya ortaya çıktı.

İnternet ortamında koordine olan çok çeşitli girişim, grup, çevre, kişi, parti, örgüt veya sendika, ortak muhalefetlerini emperyalistlerin üç önemli kurumuna, IMF, Dünya Bankası ve DTÖ’ye yönelttiler.

Seattle bu yeni hareketin ilk büyük çıkışı ve moral zaferi oldu. Hareket giderek sola kaydı. “Küreselleşme” karşıtlığı altında “O Sizi Öldürmeden Siz Kapitalizmi Öldürün” gibi sloganlarla yavaş yavaş kapitalizmin kendisi sorgulanmaya başladı.

İçindeki güçler, ideolojileri, çelişkileri

Hareketin sosyal tabanı ve içindeki güçleri harekete geçiren saikler son derece çeşitlidir. İçerisinde AFL–CIO gibi patron sendikacılığından hala kopuşamamış büyük bir işçi konfederasyonuyla AI (Uluslararası Af Örgütü), Greenpeace, Yağmur Ormanları Hareketi gibi çok ünlü düzen kuruluşları da vardır, adı duyulmamış sayısız inisiyatif de, pasifist anarşistlerden eylemci anarşistlere komünist parti ve gruplardan “Amilcar Cabral’cı” siyah örgütlere ve Kara Panterlerin devamcılarına: otonomcu solcu gruplardan feministlere, lezbiyen ve gaylere, Fransız çiftçilerden çocuk emeği kullandığı için “Nike” ve “Reebok” ayakkabı markalarına karşı savaş açanlara, teknoloji karşıtlarından tüketimciliği, reklam ve medyayı sorgulayanlara kadar sayısız grup… Bu yeni hareket içerisindeki unsurları ikiye ayırabiliriz: birincisi harekete “think–tank” görevi yapan entelektüel çevreler, ikincisi ise eylemli nitelik taşıyan hareketler. Bu ikincisini de yayını, irtibat bürosu gibi legal kurumları olanlar ve böyle kurumlaşmaları olmayan doğrudan eylemci gruplar olarak ikiye ayırmak mümkün.

Hareket hem sınıfsal hem ideolojik bakımdan heterojendir ve içinde kızıl renk azdır. Ama sosyalistler herkes tarafından hareketin meşru bileşeni olarak kabul edilmektedir. İşçi ve emekçi örgütleri azdır ama en azından lafız düzeyinde hiç kimse bu hareketin asıl bütünleşmesi gerekenin onlar olduğunu inkar edememektedir. Yani, kapitalizme karşı olanlarla kapitalizmi yıkmaya muktedir olanların uluslararası çapta uzun süredir ilk kez aynı kanalda buluşmasının zemini olmuştur hareket. Tarihi önemi de asıl buradadır.

Hareket etkilidir ama bu etki henüz yalnızca zengin kapitalist ülkelerle sınırlıdır. Ama “Üç dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi”, “Emperyalist sömürüye son verilmesi” gibi talepler, bu Batılı muhalefetin bağımlı halkların mücadelesiyle bütünleşme dinamiği taşıdığını gösteriyor.

Hareketin kendi içinde ciddi çelişkiler taşıdığı su götürmez bir gerçektir. Düşman ilan ettikleri IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi emperyalist kurumlarla her an uzlaşmaya hazır olanlarla, perspektifleri net olmasa bile uzlaşmaz bir mücadeleden yana olanlar arasındaki çelişki, şu anda en bariz çelişkidir. Örneğin Seattle gösterileri esnasında, IMF ve Dünya Bankası yöneticileri çağırdığında AFL-CIO, Greenpeace ve AI sözcüleri hemen araya girip görüşmüşlerdi. En son Prag’da da Dünya Bankası Başkanı Wolfhensohn 150 “NGO”nun sözcüleriyle diyalog kurabilmişti. Hareketin kimi kesimleri “daha demokratik bir küreselleşme” içine masada kendilerine de bir yer istiyor.

Keza, bu kesimler arasında çelişki vardır. Örneğin AFL–CIO, Prag’da çatışmaya girenleri “terör” yapmakla suçladı. Eylemci kesim içinde ise anarşistlerle sosyalistler arasında gerilim vardır. Anarşistler her fırsatta solu aşağılamakta, komünistlerin hareketin içine girip önderliği ele geçirmek isteyeceklerinden endişe ettiğini söylemektedirler. Şimdilik “hiyerarşiye izin vermeyen karnavallar” havasında giden gösterilerin, komünistler tarafından yarın örgütlenip disipline sokularak “hiyerarşiye büründürülebileceği”nden dem vurmaktadırlar.

Sınıfsal farklılıklar da ilerde kopuşmalara neden olacak kadar derindir. Zengin kapitalist sınıftan gelme tatminsiz unsurlar ve burjuva aydınlar, yarın sıradan emekçiler alanları doldurduğunda pekala gösterilerin “kalite”sinin düştüğünü söyleyip uzaklaşabilirler.

Şimdilik bütün bu ihtimaller potansiyel olarak duruyor. Ama neyin nasıl gelişeceğini hareketin bundan sonraki yönelimi tayin edecektir.

ABD’deki hareketin etkisi

Hareketin en önünde yer alan ülkeler ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’dır. Bunlar arasında Amerika’nın özel bir yeri var. Kasım’da yapılacak devlet başkanlığı seçimlerine bağımsız aday olarak giren Ralph Nader isimli aydın, bu yeni muhalefet hareketinin adayı olarak görülüyor.  Nader, yıllardır tüketici hakları için uğraşan, zamanla biraz sola kayan birisi. Yeşiller Parti’nin başkan adayı. Kapitalizmi sistem olarak reddetmiyor. Kendi kurduğu “Küresel Ticaret Gözlem” isimli “sivil toplum örgütü” Seattle ve daha sonraki gösterilerde aktif olarak yer aldı. ABD’deki hareketin sendika bileşeni AFL–CIO, 1930’lardan beri Demokrat Parti’yi destekliyor. Kasım’da da destekleyecek. 1960’lardan beri Demokrat Parti’yi destekleyen siyahların ise bu seçimde işçi sınıfının yoksul kesimleriyle birlikte Ralph Nader’a oy vermesi bekleniyor. Nader, yüzde 5 oy toplarsa bu ABD’deki “küresel karşıtı” hareket açısından zafer sayılacak.

İçindeki ideolojik kargaşa, hareketi reddetmenin gerekçesi olmamalı

Hareketin ideolojik şekilsizliği onun en temel zaafını teşkil ediyor. Zaten emperyalistler de bundan yararlanarak hareketin devrimci potansiyelini öldürüp onu sıradan bir reform hareketine çevirerek söndürebilmeyi umuyorlar. Ancak bu, hareketi küçümsemenin mazereti olamaz. Çünkü ideolojik kargaşanın çok anlaşılır toplumsal tarihi sebepleri var. Dolayısıyla pekala zamanla ve çabayla giderilebilir.

Bu yeni hareket, tarihi bakımdan iki şeyin ürünüdür, her ikisinin de damgasını taşımaktadır. Birincisi, sermayenin neoliberal saldırısının çocuğudur ve ona karşı doğmuştur. İkincisi geçen yüzyıldaki sosyalizm girişimlerinin başarısızlığının çocuğudur, dolayısıyla sosyalizm idealine, devrim, sınıf, iktidar fikirlerine son derece güvensizdir. Böyle olunca da kapitalizm karşıtlığında net olsa bile kapitalizmin yerine nasıl bir dünya kurulacağı veya böyle bir dünya kurmak için iddia sahibi olmaya değip değmeyeceği sorularına net cevaplar verememektedir.

Bir kere şu anda hareketin kitlesinin çoğunluğunu oluşturan kuşak 1989-91 dünya çapında sosyalizmin yenilgisinden sonra yetişti. Yenilgiyi bizzat yaşamadı, bunun getirdiği yenik ruh halini tatmadı. Bu durum, geleceğe bakarken onu daha cesur kılıyor. Ama öte yandan yenilginin bütün ideolojik serpintileri altında ve kapitalizmin “ebedi zafer” şarkılarını işiterek büyüdü. Bu ise onu tereddütlü kılıyor.

68 gençliği gibi Marx, Lenin, Mao, Che’yi okumadılar. Bu kuşak yetişirken onlar “demode” ilan edilmişti, arasalar bile sosyalizm üzerine okunacak kitap zor bulurlardı kitapçılarda. Daha çok “çok kültürlülük”, “anti küreselcilik”, feminizm, “küçük güzeldir”, teknoloji karşıtlığı, “postmodernizm” üzerine okudular ve bu etkiler altında yetiştiler. Bu muhalif kuşağa liberal – anarşist – pasifist bir kültürün egemen oluşu bu çerçevede anlaşılır hale gelir.

Abartmayalım ama küçümsemeyelim de

Hareketin niteliği ve geleceği üzerine içeriden ve dışarıdan tartışmalar sürüyor. Kimi sosyalist çevrelere göre işçi bileşeni harekete damgasını vuramayacak kadar zayıf olduğu için hareket bir gelecek vaat etmiyor. Türkiye MAI Karşıtı Çalışma grubu başkanı Gaye Yılmaz ise “Prag’da işçilerin oranı sanıldığının aksine daha yüksekti” diyor. Noam Chomsky gibi kimi sol aydınlar ise bu konuda çok daha iyimser: Bu hareket somutunda şimdiden “İşçi sınıfı, mücadelenin önündeki tarihsel öncü rolüne dönmektedir”.

Keza, soldan bakıldığında çoğumuza “liberal radikalizm” olarak görünen hareket düşman kamptan bakıldığında “1968 artığı neokomünistler” olarak görünebiliyor. (Financial Times’dan Cumhuriyet, 4.10.2000) Seattle’dan Prag’a devam eden bu yeni hareketin, devrimin merkezinin Doğu’dan Batı’ya kaydığının ispatı olduğu şeklinde abartılı değerlendirmeler yapan solcular bile var.

Hareketin pek çok zaafını saydık. Ama bu küçümsediğimiz anlamına gelmemeli. Tam tersine, Seattle’den Prag’a devam eden dalga, kapitalizmin dünya üzerinde alternatifsiz ve ebedi zafer ilan ettiği en ters koşullarda tarihi önemde bir sürecin başlangıcı olarak görülmelidir. Açıkçası şimdiki antikapitalizmin bir adım ötesi, sosyalizmin yeniden dünya çapında gündemleşmesi, kendini yeniden tartıştırması olacaktır.

Öte yandan, yarattığı sonuçlarla bu hareket en kudretli, yenilmez ve yıkılmaz gibi göründüğü şu dönemde kapitalizmin ideolojik bakımdan ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu göstermiştir. Nereden belli? İlk örneği daha Seattle’da gördük: Clinton öylesine panikledi ki göstericilere “sizleri anlıyoruz” mesajları göndermek zorunda kaldı. BM Genel Sekreteri Kofi Annan ise Dünya Ekonomik Forumu toplantısında “Küresel pazara insancıl bir çehre kazandırmak mecburiyetindeyiz” demeye başladı. İş bu kadarla kalmadı, “küreselleşme” edebiyatı baştan sona tartışma konusu haline geldi. Birdenbire ekonomi çevrelerinde neoliberal politikaları sorgulayan ters rüzgarlar esmeye başladı. Batı’da neokeynescilik tartışılır oldu. Finans imparatoru Soros, eski Keynesçi politikaları kastederek “Kaldırdığınız şeyi vaktiyle niye koyduklarını düşünün” çağrıları yaptı. “Küreselleşme lügatini değiştirip yerine yeni şeyler koymanın derdine düştüler. ABD Başkan adayı Bush: “globalizm” yerine “şefkatli kapitalizm” diye bir kavram icat etti. Ama işin bizim açımızdan iyi tarafı şu ki, bu tür öğütler kapitalizmin muhtemel tehlikeyi görüp de kendini reforme etmesi açısından hiçbir işe yaramıyor. Çünkü kapitalizm, uzun vadeli siyasal çıkarlar vb. tanımayan öylesine kısa vadeli özel kar beklentisi üzerine kurulu bir ekonomi ki, onu geleceğe ilişkin kaygılar veya dost tavsiyeleri falan durduramıyor. Piyasanın bütün vahşi, anarşik ve kör işleyişiyle, yarın-öbür gün devrime toslamak üzere yuvarlanıp gidiyor.

Zengin kapitalist merkezlerde en kabadayısının sayısı 20 – 30 bin protestocuyu geçmeyen gösteriler kapitalizmin kırılganlığını gösterdi. Yarın koskoca Asya’nın, Latin Amerika’nın, Afrika’nın aç milyarları ayağa kalktığında ne yapacaklar?

Yeni enternasyonalist yükselişe hizmet eder

Bu hareket kapitalist dünyada yeni bir sürecin başlangıcıdır dedik. Yarın hareket parçalansa yahut sönse bile, bu hareketin yeni bir süreç başlattığı gerçeğini değiştirmez. Kaldı ki hareket halen büyüyerek devam ediyor.

Saydığımız zaafları, doğuşunun tarihsel oluşuyla ilgilidir. Her başlangıç gibi kendi doğum lekelerini üzerinde taşıyor. Her yeni başlangıç gibi ideolojik kargaşa içinde. Hareketin kendi pratiği ve sosyalist bilinçlilik onu netleştirecek, kendi içinde saflaştıracak, daha tutarlı sınıfsal zeminlere oturtacaktır.

Hareketin bir–iki senede uluslararasılaşması, yeni bir enternasyonalizme doğru mu gidiliyor sorusunu gündeme getiriyor. Neden olmasın?

Evet, zaaflarını görelim ama bizim işimiz olmaz’ını söylemek değil, işin olur’unu gösterip gerçekleştirmektir.

Hareketin orta kesim aydınlar tarafından başlatıldığı ve şu anki haliyle devrimci potansiyel taşısa bile daha ziyade reformcu bir niteliğe sahip olduğu doğrudur. Ama 1820’lerin 30’ların ünlü Çartist hareketi de işçiler tarafından değil, burjuva, küçük burjuva aydınlar tarafından, üstelik “herkese oy hakkı” gibi liberal reform talepleriyle başlatılmıştı. Ama kısa sürede kıta Avrupa’sını etkileyen devrimci bir emekçi hareketine dönüştü.

1860’larda, işgününün yasal olarak 8 saatle sınırlanması etrafında oluşan hareket de uzlaşmacı sendikalar, aydınlar, işçilerden oluşan heterojen bir güç olarak yola koyulmuştu. Tıpkı şimdiki antikapitalist hareketin “Her ülkede aynı uluslararası çalışma standartlarının uygulanması” talebi ya da “Parasız sağlık ve eğitim”, “Çocuk emeğine son”, “Fakir ülkelerin borçlarının silinmesi”, “Kadın özgürlüğü” ve anti-medya talepleri gibi 8 saatlik işgünü de düpedüz sermaye düzeni çerçevesinde kalan reformist bir talepti. Emeğin kurtuluşunu değil, biraz daha az sömürülmesini öneriyordu o kadar. Ama Marx bu talebin “reformistliğine” hiç aldırmadı. “İşgününün yasal olarak sınırlanması, emeğin kurtuluşu için ileride atacağımız bütün adımların birinci şartıdır” dedi ve 1. Enternasyonal’i bu talep etrafında birleştirdi. O Enternasyonel’de ilk başta anarşist, blankici, komünist yetmişiki çeşit işçi veya küçük burjuva akımın bir harmanıydı. Şimdiki “Küreselleşmeyi sınırlama amaçlı gösteriler gibi 8 saatlik işgünü talebiyle uluslararası ve ulusal gösteriler düzenlemek 1. Enternasyonal’in en önemli işi oldu. Yirmi küsur yıl sonradır ki, bu gösterilerin birisinde ABD’deki Haymarket alanındaki katliamdan koskoca bir uluslararası devrimci 1 mayıs geleneği çıktı. 8 saatlik işgünü reformu bir dönem sonra gerçekten elde edildi de. Ama böyle diye uluslararası hareket durmadı. Tam tersine gitgide sınıfsal olarak emekçi zemine daha sağlam oturarak, ideolojik bakımdan sosyalizmde gitgide daha çok derinleşerek yoluna devam etti. Saflaşmalar, bölünmeler oldu ama sürüp gelen enternasyonalist devrimci geleneğin tarihi başlangıç noktası hep o 8 saat “reform” talebi olarak kaldı.

Bugün de soruna bu tarihsel deneyimler ışığında bakalım. Şimdiki karma, heterojen, şekilsiz hatta çoğu kesimi reformist hareket de yeni bir enternasyonalizmin başlangıcı olabilir. Bu, tümüyle komünistlerin ufuk genişliğine, ideolojik gücüne ve genişliğine bağlıdır. Zengin emperyalist ülkelerle yoksul bağımlı halkların tüm ezilen, sömürülen, horlanan, dışlanan kesimlerinin ırk, cins, kültür vb. temellerdeki tüm sistem karşıtı muhalefetini, kucaklayıcı, birleştirici bir bakış açısıyla işçi sınıfının nihai hedefine bağlayan antiemperyalist, antikapitalist bir uluslararası hareketin inşası neden imkansız olsun?

Doğrudur, komünistler bugün hayli güçsüz ve daralmış durumda. Ama 1800’lerin ortalarında da aralarında Marx’ın da bulunduğu komünistler bir avuçtular. Avrupa’nın her yanında kaçak dolaşabilen, yatacak yer bulamayacak kadar toplumdan dışlanmış ve güçsüzdüler. Bir taraftan da demokrat burjuva ve reformist veya ihtilalci işçi veya küçük burjuva hareketliliği vardı. Koskoca bir uluslararası hareket, o sıkışık koşullarda Marx, Engels ve arkadaşlarının kucaklayıcı perspektif genişliği sayesinde gerçekleşti. O geniş harman içinde “buğday ile karamuk” zamanla birbirinden ayrıldı, uluslararası harekete hakim fikirler komünistlerin oldu, diğerleri kaybettiler.

Bugün de komünistler bütün dünyada kriminal vaka haline getirilmiş, alabildiğine sıkışık koşullardan geçiyorlar. Çözüm, kendi dar, tecrit edilmiş alanımıza daha çok daralıp çıkışı orada aramaktan değil, yürüyen sosyal harekete açılmaktan geçiyor. Komünist hareket kendi dışında daha çok açılarak kendini büyütecektir.

Hayal aleminde yüzmeyelim ama kapitalist dünyada gelişen süreçler, içerisine girildiği takdirde, komünizme yeni ve çok büyük sıçramalar yaptırmaya adaydır.

Antikapitalist dalga Türkiye’ye ne vaat ediyor?

Sözünü ettiğimiz yeni antikapitalist hareket içinde şimdiden “Kapitalizmi yıkalım ama sonrası?” tartışması başlamıştır. Sosyalizm ve nasıl bir sosyalizm sorunları tartışılmaktadır. Medya, insan, kadın, cinsel yönelim, teknoloji, reklam, yoksulluk, askerlik, çalışma şartları, çevre gibi bugünkü dünya düzeninin sayısız sorunu etrafında her çeşit tartışma gelip bunların tümünün çözümünü ifade eden bütünsel bir gelecek hedefinde düğümlenmektedir. Komünistlerin, bu sorunların her birinde ve tümünün bütünsel çözümünde söyleyeceği çok kapsamlı şeyler vardır, olmalıdır, söylemeliyiz. Halihazırdaki parçalı sosyal muhalefet üzerinde sosyalizmin ideolojik hegemonyasını kurmak, “kendi” sorunlarımıza kapanmaktan değil buradan geçiyor.

Bu yeni antikapitalist hareket sadece durup durup beş altı ayda bir IMF veya bir başka emperyalist kurumun toplantısında medyatik gösteriler yaparak çok uzun süre devam edemez. Şimdiye kadar her biri geniş yankılar yaratan uluslararası gösteriler, bir noktadan sonra, ulusal zeminlere oturmuş, sürekliliği olan farklı ülkelerdeki hareketlerin uluslararası birliğini ifade etmek zorundadır. Mevcut hareketin en önemli zaaflarından biri de içinde yer alan güçlerin kendi ülkelerinde ciddi bir ulusal pratiğe tekabül etmemesidir. Üstelik, “Tek ülkede bir şey olmaz, olacaksa küresel olur” türünden hayalci yaklaşımlar da bu yeni güçler açısından uyumsuz oldukları kendi toplumlarıyla kaynaşan gündelik bir sosyal pratikten kaçışın mazereti olabilmektedir. Oysa bu hareket eğer cidden uluslararası ilerici bir misyon yüklenecekse mutlaka yerel, ulusal mücadele ayaklarına oturmalıdır. Yoksa emperyalist ülkelerin bir kısım bilgisayar müptelası gençlerinin arada bir sahneye çıkarak emperyalist medyayı bir süre daha meşgul eden ama sonunda sönüp gitmeye mahkum zararsız şovları derekesine düşer.

Prag’daki gösterilerde ikinci gün gözaltındakilerin sayısı farklı ülkelerden 900 kişiyi bulmuş… Farklı diller konuşan, farklı milletlerden bunca insan alanlarda olduğu gibi polis karakollarında da birlikte dayak yiyor… 1800’lerde Fransız komünistlerin, Alman göçmen işçilerin, İtalyan karbonarilerin, Hollandalı anarşistlerin, mülteci Rusların, İngiltere veya ABD’deki 1 Mayıs alanlarında yüz yüze bir araya gelişlerinden bu yana tarihte ilk kez yaşanan şeylerdir bunlar. Yeni dönemin enternasyonalist ruhunda bu olgu mutlaka güçlü izler bırakacaktır.

Pekiyi Türkiye bu uluslararası gelişmelerin neresinde? Türkiye emekçileri, aydınları ve gençliğinin Batı’daki bu antikapitalist dalganın serpintilerinden derinden etkilenmeye başladığını söyleyebiliriz. Batı’daki  gibi Türkiye’de de 12 Eylül yenilgisini, reel sosyalizmin 1989-91 çöküşünü yaşamamış, dolayısıyla yeniklik psikozundan uzak genç bir kuşak yetişiyor. Bu kuşak için her şey daha önemsiz, her şey daha kolay. Bu bir dezavantaj olduğu kadar avantajdır da. Neoliberal ahlakın, “postmodern” ilkesizliğin ve değersizliğin, her çeşit savrulma ve dejenerasyonun etkisi altında. Ama aynı zamanda mevcut kültüre, egemen yaşam tarzına, tüketimciliğe muhalif duygular içinde. Sorgulamadığı hiçbir şey yok, sahip çıkacağı, yaşamına anlam verecek değerler arıyor. Bugün aykırı gençlik modalarıyla veya farklı yaşam tarzı kurma çabalarıyla kendini ifade eden gençlik tepkileri yarın çok kolaylıkla önce kültürel bir tepkiye, oradan da hızla toplumsal bir tepkiye dönüşebilir. Unutmayalım, 68 dalgası Türkiye ‘ye vurduğunda ilk başta hippi’liğe veya motosikletli “asi gençlik” modasına yönelen gençlerin ezici çoğunluğu kısa sürede kendilerini toplumun tüm acılarından sorumlu sayan devrimci militanlar olup çıktılar.

Üstelik Türkiye, sosyal çelişkilerin alabildiğine derin olduğu, toplumsal pratiğe ezkaza adımını atanı hızla netleştiren kesinlikte bir ülkedir.

Dünyada neoliberalizm, “globalizm”, özelleştirmecilik iflas ettiyse Türkiye’de daha çok iflas etti. Gelişmenin hızına bir bakın. Özelleştirmeleri eskisi kadar cesaretle savunabilecek kimse kalmadı ortada, siyasette çürüme, toplumsal çürüme, “öteki Türkiye” tartışması giderek egemen ahlakı ve düzenin temellerini sorgulatmaya başladı insanlara. Televizyonlarda IMF karşıtı protestoları izleyen Türkiye emekçileri ve gençliği için IMF uzak bir şey de değil, Ankara’daki Cottarelli’dir. Amerikalı çevrecileri ekranda izleyen Bergama köylüsü aynı sorunları yıllardır yaşıyor, sokaktaki Fransız çiftçileri izleyen Türkiye köylüsü tarıma yönelik aynı emperyalist politikaların kıskacında.

Sözün kısası Batı’daki antikapitalist hareket Türkiye toplumunun derinden ve gayet olumlu etkilemektedir. Toplumsal bilinçteki aydınlanma ve canlanma, bizler için her zamankinden daha olumlu bir zemin hazırlıyor. Yeter ki, sermaye düzenin yarattığı birbirinden farklı sorunlarda söyleyeceğimiz söz, göstereceğimiz bir çözüm olsun, yeter ki toplumsal muhalefetteki her çeşit kıpırdanışa cesaretle uzanalım.

Kaynak: Hedef Dergisi, Sayı 103, Ekim-Kasım 2000, s:12-16