Seçim savaşları start aldı! (1) – Mehmet Güneş

I. BÖLÜM

Erdoğan kendisini seçimlere kilitledi ve her cephede saldırıya geçti. Bir dönemdir tüm dış ilişkilerini, içeride hem otoritesini güçlendirecek hem seçimlerde desteğe dönüştürecek bir eksende yürüttü. İsrail, Suudi Arabistan, BAE, Mısır ile tükürdüklerini yalayarak ilişkileri düzeltti. Rusya, Katar, Suudi Arabistan ve BAE’den ulufe düzeyinde olsa da, toplamda belli miktarda bir dolar Merkez Bankası kasasına girdi.

Dışarıda aldığı yolla içeriye döndü. Erdoğan içeride tek ata oynamıyor, aynı dönemde içeride zor ve rıza (havuç ve sopa) taktiklerini birlikte uyguluyor. Önce peş peşe vaat balonlarını patlattı: İki yüz bin kişiye “ucuz konut”, esnaf ve KOBİ’lere kredi, öğrencilerin KYK borçlarına düzenleme, EYT’lilere çözüm vaadi ve en sonunda asgari ücrete zamlarla, havuç politikalarını devreye soktu ve seçim süreci boyunca da devam ettireceğinin işaretlerini verdi.

Zor ve şiddet bunların arkasından geldi; asıl seçim startı savaş ilanı olarak Taksim bombasıyla ve Rojava’ya görülmedik boyutlarda hava saldırılarıyla verildi. Ardından, kimsenin beklemediği ikinci büyük bomba patlatıldı; İmamoğlu’na hapis cezası ve siyaset yasağı verildi, yetmedi İstanbul Başsavcılığı’ınca işleme konan terör soruşturmasıyla İBB’ye kayyum atamasının önü açıldı. Buraya kadar yapılanlar bile, nasıl bir seçim sürecine girildiğini gösteriyor. Bu adımlar sonrasında yapılacaklara da ışık tutuyor.

İmamoğlu kararıyla Erdoğan bir adım attı, bunu çok daha büyük ve sert, içeriye ve dışarıya doğru yeni hamleler takip edecektir. Neler yapacağını değil ama önümüzdeki dönemde yapacaklarının, şimdiye kadar yapılanları mumla aratacağını zamanında Akşener’e yapılan müdahale sonrası söylemişti: “Bu daha bir, daha neler olacak neler. Daha dur bakalım, bunlar iyi günler.”

İmamoğlu’na verilen ceza, her koşulda kazanma beklentisine yatan burjuva muhalefet ve liberal reformist dünyayı allak bullak etti. Günlerdir, onlarca kanal ve köşelerinden yüzlerce yorumcudan her kafadan birbirini tutmayan yorumlar döktürülüyor. Bu cenahtan yapılan değerlendirmeler uç düzeyde kafa karışıklığını yansıtıyor. Kimileri bu hamleyle Kılıçdaroğlu’nun önünün kesildiğini, kimileri İmamoğlu’nun önünün kesildiğini ileri sürüyor. Bütün bunlar, iktidarı ve muhalefetiyle düzen siyasetinin nasıl bir çukurda debelendiğini gösteriyor.

Bu kararın Sarayda alındığı açıktır, buna rağmen AKP-MHP faşist kliğinin sözcüleri, pişkince bunun Erdoğan’a darbe olduğunu ileri sürebiliyor. Hemen arkasından gelen terör soruşturması ise tüm bu adımların Sarayın hamleleri olduğunu kesinleştirdi. Erdoğan bu adımlarla cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en güçlü gördüğü rakibini devre dışı bırakmak, seçimler öncesi İstanbul Belediye’sinin devasa olanaklarına el koymak vb bir çok amaç gütmüş olabilir. Bildiğimiz Erdoğan bir konuda kesin kararını vermeden önce, karşısındaki güçlerin ve toplumun tepkisini ölçerek yolunu belirler. Bu doğru hamle veya yanlış hamle, ama Erdoğan’ın kararıyla alınmıştır, Erdoğan’ın toplumu ve karşı güçleri test etmek için geliştirdiği bir adımdır, bundan sonra gelişmelere göre davranacaktır.

Çok açık olarak bu hamle Erdoğan’ın bir nabız yoklamasıdır. Sonucunda kim karlı çıkar, kime yarar bunlar sonrasında yapılacak hamlelere göre değişir ama Erdoğan bu hamlenin rakiplerinin işine yaradığını görürse; dava henüz sonuçlanmadı bu işin yargı safhası devam ediyor diyerek, geriye çevirecek adımların önünü açık bıraktı. Ama oyun alanlarının daraldığı açıktır, kendi partisi içinde bile bu gelişmelerden rahatsızlık duyanlar var. Cemil Çiçek bunu açık dile getirdi. Cemil Çiçek 12 Eylül’den bu güne ekibiyle (Ali Coşkun, Abdülkadir Aksu vb) birlikte, hemen tüm hükümetlerde yer almış muteber bir düzen adamıdır. Bundan dolayı Cemil Çiçek’in itirazlarını devlet içinden bir tavır olarak anlamalıyız. Basına da yansıdığı gibi AKP içi kaynayan kazan durumundadır. Ama yalnız AKP değil, bütün düzen partileri aynı durumdadır. Burjuva faşist kampta da geçişkenlik devam ediyor. Davutoğlu’nun bir ayağı masadaysa diğer ayağı Cumhur İttifakının içindedir. İmamoğlu aynı durumdadır, CHP’den çok Akşener faşistine yakındır. Bu yakınlık ikilinin tercihinden öteye, faşist klikler ve devlet içindeki bir koalisyonun siyaseti, restorasyonda devletin faşist yapısının korunmasını gözeten kesimlerin eğilimidir.

Devrimci kesimlerde de sol jargonla benzeri yorumlar yapılıyor. Kılıçtaroğlu’nun önü mü kesildi, İmamoğlu’nun önü mü açıldı, Erdoğan’a darbe mi vuruldu, Millet İttifakı’nı dağıtmak için mi yapıldı, bu olay kime yaradı? Bunlar daha ilk adımlar, seçime kadar 5-6 ay içinde beklenmedik benzeri çok daha sert ve şiddetli adımlar göreceğiz. Faşist karargahın hamlelerinin nasıl sonuçlar doğuracağı, kimlerin önünü açacağı, kimlerin önünü kapatacağı için kesin şeyler söylemek için çok erken. Daha önemlisi, sistem içindeki kapışmalar, olaylar üzerinden doğru olarak anlaşılamaz, süreci tam olarak kavramak için, daha geniş bir çerçeveden bakmak gerekir.

Tartıştığımız konunun esasını gölgelemeden daha geniş bir çerçeveden bakarsak, neler söylenebilir? Farklı bir dönemdeyiz eskiden siyasal bir sorunu değerlendirmek için belli ekonomik parametrelere bakmak, belli ilişkileri gözlemleyerek olasılıkları değerlendirmek yeterliydi. Bugün gerek evrensel gerek yerel düzeyde çok farklı bir dönemdeyiz. Türkiye seçimlerini tartışıyorsak Türkiye’den bakarak tam olarak anlayamayız. Türkiye seçimleri, sadece Türkiye’yi ilgilendirmiyor, dünyada herkesin eli Türkiye seçimlerinin içinde. Sürekli haberlere giriyor; ta İskandinav ülkeleri, anayasasını değiştiriyor, belli adımlar atıyor ama kesin kararlar verebilmek için Türkiye seçimlerinin sonuçlarını bekliyor. Sadece onlar değil Şam da Türkiye seçimlerini bekliyor. Rusya, Türkiye seçimlerinin her boyutuyla içinde, Avrupa ülkelerinden Amerika’ya herkes değişik beklentiler ve etki gücüyle bu seçimlerin içinde.

İçeride ve dışarıda Türkiye seçimlerinden beklenenler

Burada konudan biraz ayrılarak olayı başka bir boyuttan değerlendirelim. Marks, kapitalizm üzerine yaptığı uzun analizlerinin sonucu olarak, o zaman İngiltere’de gelişmiş biçimiyle kapitalizmin tüm dünyaya yayılacağını “kendi suretinde bir dünya yaratacağını” söylüyor. Bugün Marks’ın analizlerini doğrulayan, hatta onun öngörülerini aşan, bütünleşmiş ve iç içe geçmiş bir dünyada yaşıyoruz. Dünya kapitalizminin geldiği aşamada hiçbir ülke, kendisi olarak yer almıyor, siyasal ve ekonomik olarak dünya sisteminin bir parçası olarak yer alıyor.

Tarihte sınıflar mücadelesi hiç olmadığı kadar bugün genişlemiş; yaşamın ve toplumun tüm alanlarını derinlemesine ve yaygınlığına içine almıştır. Dünya üzerinde, sınıflar savaşı tarihinin en yüksek çatışmaları yaşanıyor. 19. yüzyıla da 20. yüzyıla da benzemiyor, başka bir dünyada yaşıyoruz. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1930’larda sınıflar mücadelesinin enternasyonal karakterini anlatmak için, dünyayı şehirlerle karşılaştırıyor: “Şehirler nasıl semtlerden meydana geliyorsa, dünya üzerindeki ülkeler de bir şehrin semtleri gibidir” diyor. Bu anlamda, semtlerde yaşanan her gelişme, nasıl şehrin bütününü etkiliyorsa, bir ülkede yaşanan gelişmeler de tüm dünyayı ilgilendiriyor. Hikmet Kıvılcımlı’nın erken bir tarihte dillendirdiği bu öngörüler, bugün daha ileri boyutlara sıçramıştır. Kabalaştırarak söylersek; Türkiye dünya denilen bütünün bir semtidir ve bu semtte yaşananlar dünya egemenlerini, güçleri ve çıkarları oranında yakından ilgilendiriyor.

Türkiye seçimlerinde dış dünyadan birçok gücün eli varsa, bu seçimleri etkileyebilecek dış koşullara da bakmak gerekir. İlk göreceğimiz dünya kapitalizminin çözümsüz krizidir. Bütün göstergeler, emperyalist krizin gerilemek bir yana giderek ağırlaştığını gösteriyor. Krizin ağırlaşması, devam eden savaşın yayılmasını, yeni güçlerin savaşa katılmasını veya savaşın başka bölgelere de yayılarak büyümesini getirebilir. Bu kışın, Avrupa’da nasıl gelişmelere yol açacağını, İran başta olmak üzere bölgemizde gelişmelerin ne yönde seyredeceğini tam olarak bilemeyiz. Ama Avrupa, Amerika dahil tüm kapitalist ülkelerde kitlelerin muhalefetinin yükseldiği, bizzat emperyalizmin kalemleri tarafından dile getiriliyor.

Bütün bu gelişmelerin Türkiye’yi derinden etkileyeceği açık. Daha önemlisi, TC devleti Irak, Suriye, Libya’da savaş ve çatışmalar içindedir. Ayrıca Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Kuzey ve Orta Afrika’da sert rekabet içindedir. Akdeniz ve Ege’de Yunanistan üzerinden AB ile sürtüşmektedir. Ukrayna’daki savaşın sertleşmesiyle Karadeniz’de tarafsız rolünü oynayamayacak durumda kalabilir. Ek olarak, dünya ve bölgesel güç dengelerindeki sertleşme eğilimi, yalnız dış ilişkilerde değil iç ilişkilerde de beklenmedik değişimleri tetikleyebilir. Bahsedilen bölgelerde yalnız Türkiye değil hemen tüm ülkeler, aynı sorunlarla karşı karşıyadır. Bu koşullarda TC faşizmi tüm bu dış yayılma alanlarından istese de bir anda geri çekilemez. Geri çekilen yarıştan düşer. Yarıştan düşmekle kalmaz, bunu fırsat bilen rakipler, onun üzerine üzerine gelirler. Bu, emperyalist rekabetin zincirlerinden boşaldığı dönemlerin yasasıdır.

Bu koşullarda dünyaya baktığımızda nasıl bir dünya görüyoruz? Bütün ülkeler görülmedik boyutlarda askeri bürtçelerini artırıyor. Bu alanda her zaman olduğu gibi ABD başı çekiyor 2023 bütçesi 900 milyar dolara yaklaştı. Onu kendisi açısından 300 milyar dolar gibi dev boyutlarda bir bütçeyle Japonya ve 200 milyar dolarla Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri takip ediyor. Onları Körfez ülkeleri, Türkiye, Mısır, Yunanistan vb.leri izliyor. ÇHC, Hindistan ve diğer BRİCS ülkeleri de aynı yolu izliyor. Bütün ülkeler dünya çapında yükselen ekonomik krize ve bütün ülkelerdeki kitlelerin yükselen mücadelesine rağmen yapıyorlar bunu. Bütün göstergeleriyle dünya kapitalist ekonominin krizinin ağırlaşacağı, kısa vadede bir istikrar beklenmemesine rağmen askeri harcamalar yükseliyor. Bu, işin doğası gereği oluşan zorunluluktan kaynaklanıyor. Emperyalizmi ve emperyalist krizi de buradan kavramamız lazım. Kapitalizmde savaşlar krizi yaratmaz, büyük savaşlar hep kapitalizmin çözümsüz krizlere girdiği dönemlerde yaşanmıştır, dönemsel krizler değil ama ağır krizler savaş dışında aşılamaz. Bu bakımdan dünya çapında krizin derinleşmesi mevcut süren savaşın yayılarak, başka ülkelere sıçrama koşullarını zorluyor. Bu koşullarda Avrupa’nın göbeğinde süren savaşın daha sertleşerek devam edeceği açıktır. Bunu kriz içindeki dünya ekonomisi üzerine bindireceği ağır yıkımlarıyla birlikte düşünmek gerekir.

Ukrayna’da süren Rusya NATO savaşının nasıl gelişeceğini, hangi boyutlara ulaşacağını, nükleer silahların kullanılıp kullanılmayacağı üzerine kesin öngörüler yapılamaz ama ABD ve NATO’ nun ÇHC’ni savaşa çekmekten vazgeçmeyeceği kesin. Zamanını ve nasılını bilemeyiz ama bir ABD ÇHC çatışması dünyanın önünde duruyor. Tüm dünyayı asıl geren ABD ve NATO’nun ÇHC’ne yönelik saldırgan tavrıdır. Ukrayna’daki savaşı da bütün gücüyle ateşleyen ABD ve NATO dur. Bu savaşta Ukrayna geri adım atamaz, çünkü savaşın yürütücüsü ABD’dir. Nitekim, ABD savunma bakanlığı 2022 yıl sonuna kadar Ukrayna’ya Patriot füze sistemleri ve şimdiye kadar gönderdiği 65 milyar dolara ek olarak 45 milyar dolar tutarında gelişkin silah göndereceğini açıkladı. Bütün dünyada jeopolitik öne çıktığı için tüm halklar savaş korkusu ve psikolojisine sokuluyor.

Böylesi bir dünyada istikrar olmaz, emperyalist rekabetin dünya siyasetine olduğundan daha yıkıcı etkilerini, ülkelerin iç siyasetinde gözlemliyoruz. Bütün dünya Avrupa kışını, tedarik sorunlarını, gıda krizi, açlık, ekonomik durgunluk, enflasyon vb sorunların yaratacağı kitlesel isyanlar üzerine tartışıyor.

Dünya durumu ve Türkiye seçimleri

Bu belirlemeler sonrası dünya durumunu birkaç başlıkta toparlayabiliriz. Bütün devletler, dünya güç dengeleri ekseninde ve bölgesel düzeyde çok yönlü kimi küçük silahlı çatışmalara varan şiddetli bir rekabet içindeler. Ama emperyalist ülkeler dahil hiçbir devlet, kendi içinde istikrar yaşamıyor, tersine bütün ülkelerde ayaklanmalar ve iç savaşa dönüşecek gerginlikler yaşanıyor. Tüm ülkelerde üç ayrı çatışma sürüyor:

1- Bütün ülkelerde egemen klikler düşman kamplara bölünmüş olarak birbirleriyle çatışıyorlar, çatışma olmayan ülke yok. Artık tek bir ABD yok, birbirine savaş ilan etmiş iki ABD var, Almanya, Fransa, İtalya ve diğer AB ülkelerinde, Hindistan, Brezilya, Türkiye, İran vb.de durum farklı değil, dünyada aynı çelişkileri yaşamayan ülke yok. Bu çatışmalar ideolojik ve kültürel farklılıklar olarak yansısa da temelinde kapitalizmin yaşadığı ağır kriz yatıyor.

2- Bütün ülkelerde yeni faşizm güçleniyor, Yeni faşizm, faşizmden farklı bir siyaset değil. Farklılık, günümüz dünyasında yaşanan gelişmelerin zorunlu sonucundan başka bir şey değil. Yeni faşizmi daha yumuşak, daha az tehlikeli gösteren burjuva sözcüleridir. Aynı görüşe inanan ilerici devrimcilerin tavrı akıl alır gibi değil. Aynı aymazlık 1920’lerde faşizm boy vermeye başladığı dönemlerde yaşandı. Komünistler, yükselen faşizmi küçümsediler, Hitler’i de Mussolini’yi de kimse ciddiye almadı ama bütün dünya bedelini çok ağır ödedi. Komintern’in ilk değerlendirmeleri bunları kendiliğinden oluşan sokak çeteleri olarak değerlendirdi, devletler ve sermayeyle bağını ise iş işten geçtiğinde anladı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na, böylesi bir süreçten gelindi. Bugün yeni faşizm, bütün dünyayı sarmış durumda. İskandinav ülkelerinde, Avrupa’nın merkez ve güney ülkelerinde, ABD, Brezilya, Hindistan ve sayabileceğimiz birçok ülkede yeni faşizmin yükselişini görüyoruz. Türkiye’de faşizmin bugünkü veçhesi de bu durumdan azade değildir.

3- Bu iki savaştan daha sert ve daha şiddetli olarak süren büyük bir savaş var, ücretliler savaşıyor. Bugünkü dünyada ücretliler dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturuyor. Ücretliler tüm dünyada kapitalizme karşı savaşıyor. Örgütsüz, programsız dünyanın her yerinde kurşunlanıyorlar ama gene sokağa çıkıyorlar, ölümüne savaşıyorlar. Ücretlilerin benzeri eylemleri dalga dalga sertleşerek tüm ülkeleri sarıyor. Bu günkü dünyayı anlamak ve anlamlandırmak zor, politikanın ve teorinin dili tam anlatamıyor, farklı bir üslupla söylersek; bugünkü dünya kudurmuş, kapitalizmin kudurtturduğu bir dünya ve kapitalizm altında kitleler cinnet geçiriyor. Kitlelerin cinnet geçirdiği bir dünyada hiçbir yerde istikrar olmaz. Türkiye denilen ülke ayrı, bu dünyadan başka bir yer değildir, bu ülkede varolan çelişkileri şu ülkeden bu ülkeden, İran’dan, Irak’tan daha az değil. Dünya bir kırılma yaşıyorsa Türkiye iki misli kırılma yaşamaktadır.

Faşizm, dışarıda yayılmacı çizgiden geri dönemez

Bu koşullarda TC faşizmi, içeride ve sınırlarının dışında Kürtlere karşı amansız bir savaşın içindedir. Kürtlere karşı 40 yılı aşkın bir zamandır sürdürülen savaş aynı zamanda TC’nin dış politikadaki saldırganlığının temel gerekçesi haline geldi. Yayılma eğilimi sürdüğü müddetçe, Kürt savaşında geri adım atmaz, ama boyunu kat kat aşan bu geniş alanlardaki rekabet ve içeride yürüttüğü savaşta, daha çok zorlanacağı açıktır. Savaşın daha sertleştiği, emperyalist rekabetin şiddetlendiği ortamda, TC, emperyalist blokların her ikisiyle dengeci bir siyaset yürüterek oynadığı oyunu devam ettiremez. Savaşın şu veya bu yönde gelişmesi durumuna göre Türkiye’ye birileri el uzatarak, ayakta tutmak için çalışırsa başkaları da onu götürmek için devreye girecektir. Aynı biçimde savaştaki gelişmeler, Türkiye’nin bazı alanlarda önünü açarken başka alanlarda kapatacaktır.

Kürt meselesi, sadece siyasal bir sorun değil aynı zamanda TC’nin iç ve dış politikasının bütün parametrelerinin içinde yer alıyor. Ama aynı zamanda, ekonomi politiğin yönünü belirliyor. Türkiye ekonomisi, uluslararası ekonomiye tam entegre olmuştur; hem pazar ilişkileri hem sermaye akışı ve finansal ilişkiler açısından yapısal olarak bütünleşmiştir. Resmi verilere göre, 2021’de dış ticaret GSYH’nin yüzde 71’ine ulaşmıştır. Bu, Türkiye ekonomisinin kopamaz biçimde dış pazarlara bağımlı hale geldiğinin göstergesidir. Bu ekonomik koşullardaki bir ülke, dış pazarlarda yürüttüğü rekabetten kolayca vazgeçemez. Dış politikadaki yayılma ve saldırganlık eğilimi Erdoğan’ın tercihinden öteye düzenin olmazsa olmazıdır.

Bir başka boyutu, askeri sınai kompleksin ekonominin en hızlı büyüyen sektörü olmasıyla ilgilidir. Askeri sınai kompleksin büyümesi de dış rekabetin ve yayılmanın genişlemesini zorlamaktadır. Dünyada da bütün ülkelerde, askeri sınai kompleks, ekonomilerin motoru oluyor. Savaşın ekonomiye getirdiği yüklerin yanında olanaklar da göz ardı edilmemeli. Türkiye, dünya durumundan dolayı savaş hazırlıklarından ve bunun gereği askeri sınai kompleksin büyütülmesinden geri basamaz. Düzenin Kürt siyasetini beka sorunu olarak başa yazmasını, ideolojik duruşu kadar bu koşullar belirliyor. AKP’nin yerine gelebilecek olan iktidarın da Kürt sorununda politik niyetlerinden çok, bu koşullar adım atmasını zorlaştıracaktır. Bu durumun farkında olan burjuva muhalefetin hiçbir kanadı, Kürt sorununda gıkını çıkaramıyor. Biraz ortamı yumuşatacak laflar ederek, belki Kürtleri memnun edecek bir iki laf söyleyerek durumu idare etmeye çalışıyorlar. Bu konuda en fazla, geçici uzlaşmalar dışında adım atamazlar. Toplumda ve devlette savaş histerisi içindeki kesimlerin yanı sıra savaş yorgunluğu daha güçlüdür, bunu görmemiz gerekir ama buna rağmen burjuva kamptan savaş karşıtı tek bir söz dahi çıkamıyor. Kürt meselesi, bugünkü emperyalist rekabet ortamında TC’ye belli gerekçeler sağlıyor. TC’nin geniş bir alanda rekabet yürütme gücü, sınırlarının bitişiğindeki Kürt coğrafyasında sürdürdüğü savaşa, askeri ve politik olarak yakından bağlıdır. 40 yıllık Kürt savaşında kazandığı askeri ve teknolojik birikimiyle geniş coğrafyada rekabet yürütebiliyor.

Devam edecek…