Seçimi, fetret devrinin içinden okumak – Derya Doğan

Bildiğimiz bir sözdür; “eski ölüyor, yeni ise doğamıyor.” Özellikle 2008 krizi sonrası, içinde bulunduğumuz dünya durumunu tarif etmek için sıkça kullanıldı bu söz. Ancak bu ifadenin gerçek anlamına kavuşması ve önümüzü aydınlatması için, önü ve arkasını bilerek ve bütünlüğü içerisinde kullanmak daha doğru olur. Gramsci, Hapishane Defterleri’nde faşizmin içine doğduğu koşulları –“marazi belirtileri”– tahlil ederken ve ayrıca yeni olanın neden doğamadığı mevzusu üzerinde dönenip dururken şöyle yazar: “Yöneten sınıfın dayandığı konsensüs ortadan kalkarsa, o artık sadece yalnızca zor uygulayan “öncü”dür ama “hakim” değildir; bu tam olarak büyük kitlelerin geleneksel ideolojilerinden koptukları ve bundan böyle daha önceden inandıkları şeye inanmadıkları anlamındadır, vb. Kriz, tam olarak eskinin ölmekte olması ve yeninin doğamaması olgusuna dayanmaktadır; bu fetret devrinde çok çeşitli marazi belirtiler görülmektedir.” [1]

Gramsci, her kriz evresini böyle tanımlamaz. Kestirmeden“eski ölüyor, yeni ise doğamıyor” diye popülerleşen ifadeyi bağlamıyla birlikte ele aldığımızda, Gramsci’nin tariflemeye çalıştığı fetret devri (“interregnum”), sadece ekonomik alanda veya herhangi bir başka alanda yaşanan “konjonktürel kriz”le ifade olmaz. Bu ara dönem, üst üste binen, birbirini tetikleyen ve büyüten ekonomik, siyasal, toplumsal, ideolojik, kültürel her alan ve düzeyde yaşanan krizle, onun deyimiyle “organik kriz”le ortaya çıkar. Yönetenlerin, zor ile rızadan oluşan denge ile emekçi sınıfları sisteme içerebilme kapasitesi daralmış, içinde bulunduğu “hegemonya krizi” koşullarında denge birinci yönünde bozulmuştur. Canavarlar zamanına kapı aralayan da; -eğer devrimci özne rolünü oynayabilirse- devrimci bir kırılma anına mahal verecek olan da bu “organik kriz” durumudur.

Gramsci’nin dizgesini devam ettirerek ilerleyelim; o nesnelciliğe yaslanan tarih anlatısıyla arasına mesafe koymuştur. Hegemonya krizinin, otomatik bir şekilde eskinin ölümüne yol açmayacağını, bunun için bir iradi gücün açığa çıkması ve “yeni”nin doğumuna ebelik etmesi gerektiğini belirtir. Eğer bu olmazsa, marazi belirtilerle, faşist rejimin tahkimatıyla sürdürülebilir kılınan bir dünya, distopya olarak tanımlayacağımız bir gelecek, bizi bekler.

“Organik kriz” süreçleri, her dönem yaşanmaz. Yaşandığında ise ya canavarlar zamanını sahneye davet eder ve bu, doğrudan bir karşı devrim olarak işler ya da tarihsel sürekliliği parçalayacak devrimci özne çıkar, bir kırılma anı yaşanır ve devrim mümkün hale gelir. Aynı zamanda sermaye içinde, hangi burjuva sınıf fraksiyonunun sermaye birikim politikalarında ön alacağını, emekçi sınıfların ensesinde boza pişireceğini belirleyecek bir iç savaş olarak da yaşanır bu süreç. Ve devrimci öznenin yokluğu veya etkisizliği koşullarında, fetret devrini egemen güçler cephesinden nihayete erdirerek yeniden, yeni bir temelde hegemonya tesisini koşullayacak olan tek şey; dizginsiz sermaye birikimi için ekonomik, siyasi, toplumsal, sınıfsal tüm ilişkilerin yeniden dizayn edilmesidir. Ezilen ve sömürülen tüm kesimlerin bastırılması ve sisteme içerilmesini sağlayacak karşı devrimin örgütlenmesidir.

Tabloyu bu yalınlıkta ortaya koyduğumuzda, dönemi devrimci imkanlar ve bunu olduracak bir politik perspektif üzerinden değerlendirebilir; “sermayenin iç savaşı”nın edilgen bir aktörü olmaz, kendi sınıf davamızın devrimci öznesi haline gelebiliriz.

Türkiye’nin fetret devri ve faşizmin güç kazanması

Bugün, Gramsci’de “interregnum” olarak tariflenen, bizim topraklarımızda ise fetret devri olarak kavramlaştırılabilecek bir ara dönemin içindeyiz. Bu ara dönem, kriz dinamiklerinin her birisini sınıf siyasetinin konusu yapamadığımız ve sistemin sinir uçlarına dokunacak bir eylem hattı ile karşı hegemonya oluşturamadığımız için faşist dalganın yükselişine zemin oluşturdu. Kitlelerin ideolojik-siyasal kabulleri sarsıldı, dehşet bir öfke birikti. İşte tam da bu koşullarda devrimci bir çıkış imkanı yoksa, işçi sınıfı ve emekçi kitleler, kendi kaderlerini ellerine alacakları bir mücadele programını ve onun taşıyıcısı siyasal özneyi göremiyorlarsa, mevcut güç ilişkilerinin özde olmasa da görüngüde yıkıcı bir eleştirisini yapan karşı kutupta, ırkçı-faşist siyasi öznelerde toplanır. Dünyanın birçok yerinde ırkçı-faşist hareketlerin güç kazanmasının temel nedeni budur.

Türkiye özgülünde, bu dalgayı görebilmek için seçim sürecine bakmamız yeterlidir. 21 yıldır iktidar olan Erdoğan, kitleler nezdinde krizin sorumlusu sayılabilecek ve hesap sorulabilecek pozisyondayken, kutuplaştırma politikasını işletip dinsel, ulusal, cinsel fay hatlarını tetikleyerek süreci ilerletti; seçim sonuçlarına baktığımızda hilelerle birlikte (ki bu da onun başarısıdır ve “marazi belirtiler”e bu da dahildir) başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Yine faşist partilerin beklenenden yüksek oy alması; göçmenlere karşı pogrom örgütlemeyi doğrudan savunan Zafer Partisi’nin (ve adayının) ikinci tur için kilit parti olabilmesi; kadınları “Damızlık Kızın Öyküsü” kitabındakine benzer bir distopyaya mahkum etmeyi programına yazan YRP’nin çıkışı vb.yi de fetret devrinin marazi belirtileri kategorisinde ele alabiliriz.

Bunları niye yazıyoruz? Öncelikle dönemin karakteristik özelliklerini ıskalayan bir kavrayışın toplumsal muhalefet cephesine hakim olması nedeniyle. Seçimlere gelmeden önce fetret devrinin fırsat ve tehlikelerine ne kadar odaklandık sorusuna cevap aramamız gerekir. Zira bu cevap, karşılayamadığımız her fırsatın tersten bir tehlike olarak, karşı devrimci bir atakla nasıl bize döndüğünü kavramamızı kolaylaştıracaktır. Genel bir doğrudur; böylesi kriz süreçleri, uçların güç biriktirdiği zamanlardır. Devrimci hareket, güçlü çıkışlar yaptığında, sistem karşıtlığını gündelik siyasetin bir parçası olarak örgütlediğinde, yani kendi gündemini kitlelere taşıdığında, bir uç olarak; karşı devrimci dalgaya karşı bir odak olarak çıkış yapacak, siyasal gündemi de belirleyecektir.

Dinci-gerici faşist hareketler, ortalamaya konuşmadıkları için güç topladılar. (Yine bu kategorideki AKP de mevcut gücünü, metal yorgunluğuna rağmen bu şekilde konsolide edebildi.) Çünkü eski dünyanın içinde, ama bu dünyanın “organik krizi”nin ayırdında olarak konuşuyorlar. Kitleleri mevcut düzene çağırmıyorlar. Artık bu evrede, eski olanın aynen korunarak inşa olamayacağını görerek politika yapıyorlar. AKP’nin bu temelde Cumhur İttifakını Hizbullah ve YRP ile tahkim etmesi, Kürt düşmanlığını büyük devlet miti ile sarıp sarmalayıp gelecek projeksiyonunun esas unsuru haline getirmesi vb. buradan okunmalıdır.

Ne içinde ne dışındaysan çemberin, sistem içi olursun

Buna karşın sol, faşist iktidarı sarsacak olan sokak siyaseti olmasına rağmen bundan imtina ederek sandığa endeksli bir mücadele hattı belirledi. Oysa sokak, aynı zamanda uçları çağıran ve uçlara örgütleyendir. Devrimci güçler de mevcut tabloyu dağıtacak bir pratik konumlanış içinde olmayarak, bu kategoride sayılabilir. Bu anlamda sol güçler, oldukça düzen içiydi. antifaşist mücadele çağrılarına, seçim günü ve sonrasında gelişecek faşist saldırılara karşı öz savunma çağrılarına rağmen devrimci güçler, bu temelde adım adım süreci örgütleyerek ilerlemediği ve görünür hale gelmediği için çemberi yaramadılar. Toplumsal muhalefet güçlerinde, 2019 yerel seçimlerinden sonra gelişen, somut olarak ise iki yıl önce HDP’nin seçim tutumunu deklere etmesiyle daha da derinleşen bir sandıkta hesaplaşma beklentisi vardı. Devrimci hareket, toplumsal muhalefetin kapıldığı bu rüzgarı tersine çevirmek için sistematik ve planlı bir mücadele yürütmedi. Hatta kimi zaman o rüzgarla birlikte, hatta onu arkasına alarak politika yapma tutumunu sergiledi, bunun dışında kalan güçler ise görünür bir odak oluşturamadı. Bu da düzen içiliği hakim kıldı ve dönemin ihtiyacı olan devrimci seçeneği, bir uç olarak karşı devrimin karşısına dikemedi.

Oysa çok bariz bir biçimde Türkiye üç kez sarsıldı. İlki pandemiydi. Sadece Türkiye mi dünya sarsıldı. Bir yerden başlayacak dalganın bir bütün olarak dünyayı sarma imkanı bile vardı. İşçiler, pandemiye rağmen, sokağa çıkma yasaklarına rağmen fabrikalara sürüldü. Bu korkunç bir durumdu. Ancak “korona değil düzeniniz öldürüyor” diyen işçi ve emekçi kitlelerin öfkesi, isyana dönüştürülemedi. Pandemi koşullarında, ağır çalışma koşullarının tetiklediği işçi direnişleri büyütülemedi. Bu dönemde özellikle motokuryelerin direnişi bir dalga oluşturdu. Farklı sınıf bölükleri içerisinde de direniş odakları oluştu. Bu direnişler, klasik sınırların dışına taştı. Dışsal kalan bir dayanışma ile değil, doğrudan geniş halk kesimlerinin eylemli desteği ile buluştular. Ancak tüm bunlar, iktidarı sarsacak bir eylem hattına bağlanmadı. Ezcümle Erdoğan iktidarı, pandemi sürecini yönetemez noktaya getirilemedi. Bu da Erdoğan’a, pandemi ile tıkanan küresel tedarik zincirlerini fırsat bilerek, ucuz emek sömürüsü ile uluslararası iş bölümünde rol kapma rüyasını gördürdü.

İkinci kırılma noktası, doların önlenemez yükselişi ile başlayan zamlar ve enflasyon canavarının dizginsiz artışı sonucu yaşananlardı. İlk etapta sokağın verdiği tepki, iktidarı da korkuttu. “Ödemiyoruz” ve “zamlar geri alınsın”da ifadesini bulan eylemler, kimi kitlesel çıkışlar oldu. Sokağın ısınacağı görülüyordu. Sistem karşıtlığına evriltilebilecek bir öfke birikiyordu. Ancak bu öfke, Kılıçdaroğlu’nun sembolik “elektrik faturamı ödemiyorum” eylemi ile seçime bağlanarak pasifize edildi. İktidara yönelecek ve sokakta hesap sorma bilincini geliştirecek olan bu çıkış, devrimci hareket tarafından bir kanal oluşturulamadığı için burjuva muhalefetçe sönümlendirildi. Devrimci güçler olarak, burjuva muhalefetin, bu tepki birikimini soğurmasına ve seçime endekslemesine engel olamadık.

Üçüncüsü ise depremdir. Depremde de yine büyük bir öfke açığa çıktı. Devrimci güçlerin de aktif yer aldığı ve yer yer motor işlevi gördüğü, güçlü bir toplumsal dayanışma ağı oluştu. Devrimciler ve muhalif güçler, depremin ilk günlerinde devletin yokluğu ile birlikte alternatif bir odak olarak sıyrıldı. Öte yandan devrimciler, bu süreçte hesap sormayı başa almadı; dayanışma ile hesap sormayı buluşturamadı. Hatta kendisini; böyle ifade etsin etmesin, “deprem komünizmi” ile avuttu.

Oysa hiç nefes aldırmadan bu katliamın sorumlularından hesap sormayı örgütlemeliydik. Tribünlerle başlayan, sonra 8 Mart’ta kadınların polis barikatına karşı yürürken attığı “hükümet istifa” sloganı ile bile doğru bir biçimde ilişkilenmedik. Bu tepkiyi oradan alıp başka bir yere taşıyamadık. Kitlelerin kendiliğinden gelişen bu eylemini, kimilerimiz geri bularak ilişkilenmedi kimimiz istifa sloganında ifade bulan dip dalgayı göremedi. Oysa seçimlere aylar kala, kitleler seçimi beklemeksizin Erdoğan iktidarını istifaya çağırıyordu, hesap sorma bilinci ile hareket ediyordu. Bahçeli’sinden Erdoğan’ına herkesin öfkesini tavan yaptırtan ve sokakların ısınmasına vesile olabilecek bu eylem dalgasını, sokak siyasetini örmenin, kitleleri seçmen kategorisine indirgeyen burjuva muhalefetin oluşturduğu seçime endeksli muhalefet kıskacını kırmanın vesilesi yapamadık. Devrimci hareketin büyük bir kesimi, bu arada olağan koşullarda yapılıp edileceklere odaklanmış, hatta HDP ve EÖİ liste tartışmalarına boğulmuştu.

Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda, seçimlerde hükümet düşüren dalgayı oluşturanın da sokaklar olduğunu görebiliriz. Örneğin Özal’ı sarsan Mengen yürüyüşüydü. İşçi ve emekçi kitlelerin artan grev ve eylemleri, sokak direnişleriydi. “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı”, “hükümet istifa” sloganlarıyla sokaklarda oluşan basınç sandıklara da yansımıştı. Diyeceğimiz o ki seçimler, eğer bir sonuç çıkartacaksa da, kitlelerin artık mevcut iktidar tarafından yönetilmek istemediğini sokakta da dillendirmesiyle çıkartabilir. Bugün karşı karşıya kaldığımız tablo çok açık ki, devrimci hareketin burjuva liberal siyasetin hegemonyasını kıramaması; işçi sınıfı ve emekçilerin, kadınların, gençlerin birer seçmene indirgenmesi nedeniyledir. Devrimci hareket, siyaset yapma kanalının salt sandıkla tanımlandığı bu gidişatı bozamadığı, bunun politikasını yapmak bir yana, bir yerden sonra bunun içerisinden düşünmeye başladığı için muhasebe yapmalıdır.

Seçim süreci bu yazdıklarımızla birlikte, toplumsal muhalefette büyük umutlardan büyük umutsuzluklara savrulma şeklinde bi etki yaptı. Muhalif güçlerde büyük bir demoralizasyon, umutsuzluk ve pesimist bir ruh hali hakim hale geldi. Yaşanan bu savrulma halini çözümlemek ve tersine çevirmek gerekiyor. Bu, ancak sandığa endeksli hayatları dinamitleyerek olabilir. Yanlış anlaşılmasın seçim süreçlerini, bu dönemin politizasyonunu yok sayalım demiyor, toplumsal muhalefetin sandığa yüklediği anlamı ters yüz edelim diyoruz. Bu da ancak antifaşist mücadeleyi gündelik hayatın içinde adım adım örebilir, sokak siyasetini hakim kılabilirsek mümkün.

Faşizme karşı mücadele etmeden, artık soluk alamayacağımız bir eşikteyiz

Faşizm, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, ezilenlerin örgütlenme kapasitesini dağıtmayı, toplumsal muhalefeti bir bütün olarak ezmeyi merkezine alır. Zira o, olağan üstü bir yönetme biçimi olarak, sermaye sınıfının ve devletinin yönetme krizine bir çare arayışı olarak gelişir. Ve bu yönetme krizini oluşturan temel unsur da kitlelerin eskisi gibi yönetilmek istememesi ve bunun sonucu olarak gelişecek örgütlenme dinamikleridir. Faşizm, asıl olarak bu olasılık ve imkanı, baskı ve zor yoluyla, kitleleri sindirerek yok etmek içindir.

Marazi belirtilerin daha da artacağı; faşizmle, yaşamın her alanında karşı karşıya kalacağımız ve cepheleşeceğimiz bir eşikteyiz. Faşist iktidar, üst yapı kurumlarını, doğrudan baskı ve zor aygıtlarını önceleyecek şekilde örgütlerken, hegemonya tesisini yaşamın her alanında gerçekleştirmeyi hedefliyor. Dininden eğitimine, medyasından STK’larına… her şey, faşizm koşullarında bu temelde regorganize ediliyor.

AKP-MHP faşist iktidarı, içeride milliyetçiliği ve şovenizmi körükleyerek “makul” çoğunluk içinde, ezilen ulus, mezhep/din, ulusal azınlık, cins ve cinsel kimliklere karşı düşman algısını canlı tuttu, yetmedi sürekli dış mihrak ve düşman algısıyla kitleleri alıklaştırıp sisteme yedeklemeyi hedefledi, şovenizmi ayrıca büyük devlet mitiyle ve emperyal hayallerle köpürttü. Kürt düşmanlığını kendisine can suyu yapan Erdoğan iktidarı, ırkçı-faşist güçleri harekete geçirip, özellikle İç Anadolu ve Karadeniz’de şovenizmi bir toplumsal histeriye dönüştürdü. Seçim stratejisi de gösterdi ki Erdoğan; değişik fay hatları üzerinden sürekli zinde tuttuğu tarihsel gericilik birikimiyle, katliam ve pogromlara ucu açılabilecek hamlelerle, organik krizi sürdürülebilir kılma arayışında.

Faşizm, kimi zaman tarihsel bir figür ve bu figürü temsilen bir yapı ve kurumun merkezde olması ile karakterize olur, kimi zaman ise kanlı canlı bir reiste… Militarizm ve yayılmacılık bu şef kültü ile birlikte etkinleştirilir. Türkiye özgülünde Erdoğan’ın oynadığı rol ve misyon budur.

Türkiye yüzyılı ülküsünü bayrak edinen ve emperyal emellerini dünya aleme ilan eden Erdoğan[2], ulus, din/mezhep, bayrak, dilde simgelenen tekçiliğini; yanı sıra kadın düşmanı ve heteroseksist karakterini en pespaye biçimde dışa vurmuştur. Bu, yaşamın her alanında çelişki ve çatışmaların boyutlanacağı düzlemdir. Faşizmin kurumsallaşma yönünde atacağı her hamle, bu temelde emekçi kitlelerde bir yarılmayı da koşullayacaktır. Tersten, ancak toplumsal yarılma örgütlenebilirse bu hamleler hız kesmeksizin gelişecektir. Bu nedenle antifaşist mücadelenin sınıfsal karakterini, çok daha net bir şekilde ortaya koymamız gerekiyor.

O halde antifaşist mücadele, bugün salt faşist saldırılara karşı mücadele sığlığında kesinlikle ele alınamaz. Mücadelemizin ana eksenini oluşturacak olandır. Ve dönem, faşizmin kurumsallaşması yönünde hamlelerin artacağı bir dönemse, bugün iktidar tarafından yapılıp edilecek her şey bu eksene oturacaksa, biz de gündelik mücadelenin tüm gündemlerini antifaşist mücadele ekseninde ele almalıyız.

“Zam, zulüm, işkence işte faşizm” şiarı; 90’lı yıllarda neoliberal saldırıların hız kazandığı, krizin acı reçetesinin emekçi sınıflara kesildiği bir kesitte, bir siyasi öznenin yaygınlaştırdığı bir slogandı. Birçok devrimci çevre tarafından, faşizm tanımını kabalaştırdığı, darlaştırdığı iddiası ile eleştirildi.[3] Kitleler tarafından çok rahat kabul görebilecek olmasına rağmen kullanılmadı. Bugün de yine aynı saiklerle eleştirilebilir. Ancak bir sloganla, bir devrimci örgütün programının deklere edilemeyeceğini, her sloganın buradan bakıldığında eksikli ve yanlış olacağını da bilerek hareket etmek durumundayız. Konumuz, devrimci hareketin dar mahfiller içerisinde yürüttüğü polemikler değil. Bu sloganı hatırlamamızın ve hatırlatmamızın nedeni; faşizmi ekonomik alandaki saldırıyı da içine alarak yapmasıdır. Bu sloganın özgün ve esinleyici olması gereken boyutu budur.

Bugün, yaşamsal tüm sorun ve ihtiyaçları, faşizme karşı mücadelenin gündemi olarak ele almak zorundayız. Buna uygun örgütlenme biçimleri üzerinde mutlaka düşünmeliyiz. Faşist iktidarın kadın düşmanı ve heteroseksist uygulamalarına, yasal düzenlemelerine mi karşı koyacağız; o halde antifaşist mücadele yürüteceğiz.[4] Derelerimiz özgür aksın mı istiyoruz; o halde faşist iktidara da palazlandırdığı enerji şirketlerine de antifaşist mücadele ile yanıt vereceğiz. Örgütlenme yasağı ile daha ağır ücretli kölelik koşullarına mı mahkum ediliyoruz; o halde faşist sendika yasasına karşı antifaşist cephenin bir parçası olacağız. İnternet yasağı ile sesimiz mi kısılmak isteniyor; o halde düşünce ve ifade özgürlüğümüzü savunmak için bu faşist ablukayı dağıtacağız. vb. vb. Bugün yürüttüğümüz tüm mücadeleler, içine hapsedildiğimiz cendereyi kırmak için yapıp ettiğimiz her şey, antifaşist mücadelenin birer veçhesidir. O halde tüm mücadele dinamiklerini kapsayacak en geniş antifaşist mücadele örgütlenmelerini oluşturmayı esas almalıyız.

Faşizme karşı mücadele, iki temelde büyür: birincisi toplumsal ayağını en geniş şekilde örebilirsek, ikincisi öncü çıkışlar ve vuruşlarla, faşizmle cepheleşecek kesimler için esinleyici örnekler oluşturabilir ve bir yol açabilirsek… Seçim gecesi mahallesinde faşist güruhların zafer kutlamalarına engel olan emekçi semtlerdeki halkın yaptığı, işte bu öncü çıkıştır. Sokak hakimiyetini adım adım oluşturacağımız bir mücadele hattını; son dönemde antifaşist mücadele, öz savunma vb. örgütlenmeleri için sık sık çağrı yapan tüm devrimci güçler önlerine görev olarak koymak durumundadır. En önemlisi de antifaşist mücadele, bu temelde bir cepheleşme, aynı zamanda birlikte, omuz omuza mücadele etmeyi, karşı bir hegemonya oluşturacak bir mevzilenmeyi gerektirir. O halde fetret devrini, emekçi sınıflar lehine sona erdirmenin devrimci siyasetine kafa yormanın, mücadele araç ve biçimlerini bu temelde yeniden kurgulamanın ve hayata geçirmenin zamanı.


[1]Gramsci Çağı – Peter G. Thomas, Dipnot Yayınları, s. 214

[2]Yanlış anlaşılmasın; yayılmacılık ve emperyal emeller, Erdoğan’ın kişisel hezeyanlarının ürünü değildir. Bu, Türkiye kapitalizminin geldiği düzey üzerinden, sermayenin bir bütün olarak (klikler arasında yol-yöntem konusunda farklılıklar olsa da) arkasında durduğu bir vizyondur.

[3]Bu slogan her dönem ve koşulda doğru olmaz; zira burjuva demokrasileri de sermaye egemenliğinin en yeğin biçimi olarak azami sömürü-azami karı sağlamayı esas alır ve yine orada da sınıf mücadelesi keskinleştikçe zulüm ve işkence hiç de az değildir. Emeklilik yasasına karşı Fransa’da yürütülen mücadele karşısında devletin aldığı tutum bunun en çarpıcı örneğidir. Ekonomik saldırı da baskı ve zor da var, ama Fransa’da faşizm değil burjuva demokrasisi hükmünü yürütmektedir.

[4]Kadın özgürlük mücadelesi salt faşizme karşı mücadele ile sınırlı değil. Erkek şiddetine de bizi yok sayan, ikincilleştiren patriyarkal kapitalist sistemin tüm yapı ve kurumlarına karşı da elbette mücadele edeceğiz. Öte yandan bu mücadeleyi atlamaksızın, “Damızlık Kızın Öyküsü”nde resmedilen Gilead Cumhuriyetine benzer bir devlet inşasının hayalini kuranlara -Yeniden Refah ve Hizbullah’la kendisini tahkim eden faşist iktidara- karşı antifaşist cephenin en önünde yer alacağız.