Seçimler, kriz, kitleler ve biz! (2)– Yüksek Yiğitdoğan

Bir toplum nasıl ele alınır? Birbirine düşürülerek, düşkünleştirilerek, yabancılaştırılarak ve başkalarının acısı karşısında kayıtsız kalarak ötekileştirerek… Hiç bir dönem bu denli kötülükte, çirkinlikte ve zalimlikte yarışılmamıştır. Bütün bunlar bile isteye ve göz göre göre yapılmaktadır. Bir iç savaş stratejisidir. Toplumu dizayn etmek için önce diz çöktürmeye ve sonra kendi emellerine, ihtiyaçlarına göre biçimlendirme isteği arzusudur. Kitlelerin mücadelesini kırmadan ve baskı altına almadan bunları gerçekleştirmek zordur. Yıllardır uğraşıyorlar hâlâ istedikleri noktaya getirmenin ezikliğini saldırganlıklarıyla gidermeye çalışıyorlar. Kültürel ilk didar vurguları boşuna değildir. Bu alandaki tahammülsüzlükleri aynı zamanda toplumsal duyarlılığın yarattığı dayanışma, yardımlaşma refleksleri kaldırmakla alakalıdır. İçlerine oturuyor çünkü… 6 Şubat depremi de bunları her açıdan yeniden yaşadık ve hissettik. Bir kez daha depremi fırsata çevirmekten tutun da depremzedeler arasında ayrımcılık yapmaya, kurtarma çalışmalarını geciktirmeye hatta engellemeye çalıştılar. Ama her şeye rağmen halkın dayanışmasını kıramadılar. Öfke ve kıskançlıklarını şimdilik not etmekle kaldılar. Ancak bunlarla yetinmeyecek eklerini bir kez daha hatırlatmak isteriz.

Peki ya bizim not ettiklerimiz ne olacak? Hem de nice zamandır düşünüyoruz. Bir türlü sıra onlara gelmiyor nedense? Eskisi yenisi, dünü bugünü ve şimdisi… Birleşik mücadele için neden bir araya gelemiyor. Aslolan sınıfın ve kitlelerin çıkardıysa eğer niçin derlenip toparlanamıyoruz? Onca emeğe, bedele rağmen nasıl oluyor da o gücü örgütleyemiyoruz? Ama bir başkası senin ulaşamadığın yere hiçbir sıkıntı güçlük çekmeden ulaşıyor ve istediğini elde ediyor. Sahi nasıl oluyor bu? Arkasında toplumsal bir güç var, ona dayanıyor ve o gücü her defasında yeniden örgütlüyor. Kemikleştiriyor. Demek ki örgütlülük bir başına yapılan bir iş değil. Örgütlülük birlikte üretme işidir. O birlikteliği kolektif işleve dönüştürmek asıl maharettir. Ortak bir ruh, ortak bir duygu ve düşünce, ortak bir inanç ve yaşam sunmaktır önemli olan. Parçası olduğumuz toplumun kendisinden yalıtılmış, dahası sınıfsallığından, toplumsallığından kopmuş ve elitist bir dile, tutuma sahibiz ancak bu gerçekliğin farkında değiliz. Eğer farkındaysak ve bunun dışına çıkamıyorsak işimize gelmediğindendir. Başka bir açıklaması olamaz. Ne yardan ne serden vazgeçiyoruz demektir. Hadi biz kendimizi kandırıyoruz ve kendimize katlanıyoruz ama başkalarının kanmasını ve katlanmasını beklemek insafsızlık olacaktır. Buna hakkımız olmadığı gibi bu tarz bir yaklaşıma asla müsama gösteremeyiz. Kim olursa olsun fark etmez. Ayrıca hayat ve mücadele zaten eliyor, tavizlere prim vermiyor. Kendi içinde kolektif bakışı ve yaklaşımı sergilemeyen, geliştirmeyen ve büyümeyenlerin başkaları için hayata geçirecekleri İddiası pek inandırıcı olmasa gerek. Zaten kimse de inanmıyor. Bazen gülünç bile kaçıyor. Elbette bu ısrarın kendince makul sebepleri vardır. Kendinden menkullüktür. Bunu hastalıklı bir ruh haliyle pekiştirerek gelip geçicilikten beslenen ve kendini olduğundan farklı gösterme niyeti ve uğraşı içinde sürekli olarak rekabete tutuşur. Kime, neye karşı olduğu o kadar açıktır ki birbirini büyütüp geliştireceği yer de küçülür ve tüketir. Bunlarla boğuşmaktan asıl meselelere sıra gelmez ve not ettiğimiz şeyler peşine düşülmez. Bu bir sorun mu, elbette sorun. Bu zihniyet ona çıkart dokunulmazlık sağlıyor. O anlayışı alt etmeden bize rahat ve huzur yok. Bu özel bir durum yani bize ait bir şeydir. Kendi gerçekliğimiz içinde boy veriyor. Dönüp dolaşıp bizi vuruyor. Gerçeğe ulaşmak, gerçeği yakalamak bazen çok zaman ister bazen de çok geriden gelmeyi ve göze almayı şart koşar. Sürecin gelişkinliğine rağmen hem de… O yüzden önereceğimiz şeyler bugüne denk düşmeyebilir, çok geri de bulunabilir. Zaten siyaseten de öyledir. Ama gelin görün ki bazen de bugünü gelecek için feda etmek gerekir. Peki, bunun göze alabilecek miyiz, alamayacak mıyız? İkilemde kalamayacağımıza göre bir cevabımız olmalı…

Kapitalist ve emperyalist sistem en zayıf döneminde ama sosyalizm, sosyalist hareketin kitleler nezdinde herhangi bir karşılığı var mı? Bu öylesine sorulmuş bir soru değildir. Bugüne nasıl yanıt verileceğine ve bugünden nasıl yol alınacağına cevaplar bulmak zorundayız. Felsefi, ideolojik, sınıfsal, örgütsel-ahlaksal, kültürel yönleriyle hem de… Aşağıdan yukarıya ya da yukarıdan aşağıya… Şimdi değilse ne zaman?

Her şeyin çok hızlı geliştiği, yer yer şekil değiştirdiği, yeni pozisyonlar ve yollar belirlediği, karşılıklı birbirlerini itip çekiştirdiği ve çevrelediğini düşünürsek artık hiçbir şey tek taraflı sonuçlar üretmiyor. Doğru değerlendirir, doğru yönlendirirsek zamanla tekdüzelikten kurtuluruz. Hem alanımız hem de ufkumuz genişlemiş olur. İmkanları ve fırsatları yerinde kullanırsak büyürüz. Böylece yeni koşulları deneyimler, yaratıcılığımızı gösterir ve kendimizi geliştiririz. Biz farkına varalım ya da varmayalım süreç bizi sınıyor. Gerçi onun öyle bir derdi ol(a)maz ama bizim ona yakıştırdığımız şeylerin tezahürü üzerinden çıkarsarız. Hem de yerine, zamanına ve eylemlerine göre… Koşullar farklıysa ve bir o kadar da özel anlamlar yüklüyorsak aynı şekilde karşılık vermek kaçınılmazdır. Hazırlığın ve donanımın 10’a çıkart denk düşmelidir. Aksi takdirde bilineni bile anlaşılmaz kılar. Şaşırtıcı bir şekilde bambaşka şeylerle uğraştırır durur. Pek etkilenmemiş gibi gözükürüz ya da pek önemsemediğimizden dolayı üstünde durmayız. Kanıksayış böyle bir şeydir. Dikkatleri dağıtır ve gerçeklerden koparır.

Tarih ve sosyalizm

Neoliberalizm pratiğini reel sosyalizmin yenilgisi üzerinden kurgulanmıştır. Av politik ideolojik zemin bugün iflas etmiştir. Tarihin cilvesine bakın ki düşüş, çözülüş ve çöküş aksı yine sonunu getirdikleri “tarih” tarafından gerçekleşmiştir. Zamanla her şey unutulur ama gerçekler asla unutulmaz. Tek kalıcı olan gerçeklerdir. Ona sıkı sıkıya sarılmak demek tarihe sarılmak demektir. Düşünce ve pratiğimize eşik atlatan neyin birikip birikmediği neyin elenip elenmediği neyin gelişip gelişmediği ile ilgilidir. Çok yönlü irdeleyişlerimizin de projektörü… Tarihe o gözle bakmak, anlamlandırmaktır, yaşamaktır. Salt ürettiği sonuçların üzerinden değil, üretemediklerimizden mesul tutar bizi ve soyutlayanı somutlar.

Tarih bilincinin kavranması demek geçmiş bugün ve şimdi anbean ve de yarın kendini tekrarlar mısın üzerimize çökmesin diyedir. Bugünler, gelecek için var. Ona her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç duyuşumuz, sadece tecrübe ediş bilgilenme açısından değil, önümüzü görebilme içinde bulunduğumuz zamanın birer tarihi değer taşıdığı, tarih yazıldığının bilinciyle hareket etmeli ve şeyler arasındaki ilişkiyi bütünlükle ele alabilmeliyiz. Hiçbir parçamızı arkamıza bırakamayız ya da geçmişi yad ederek vakit kaybedemeyiz. Gelecek bugünden inandırıcı olmak zorunda, o attığımız bir adımdır, yönelim, harekettir. Diğer bir deyişle hem katledilen mesafedir hem de katledilecek mesafedir. Görüp öğrenmiş olmak bugünkü ve kaybetmediklerimizi kazanmaktır. Yapmak, etmek, kurmak ve üretmek… Yıkmak ve yeniden inşa etmek… İlişkileri biçimlendirmek… Buna her şey dahildir hatta sosyalizmin kendisi bile…

Sosyalizm savunucusunun ötesine geçememek veya sosyalist olup olmamak arasında gidip gelmek kendi sınırlarına hapsoluştur. Bir türlü bu ikilemden çıkılamamıştır. Muazzam bir sirkülasyona rağmen tabular aşılamamıştır. Yenilgi sonrası dönemin kavranılmamasının payı büyüktür. Eğer o günden bugüne kitleler içinde sınıfsal ve toplumsal hayatı yeniden üretebilseydik hiç kuşkusuz işlerimiz şimdikinden daha kolay olurdu. Ama biz hala o sürecin kodlarıyla varoluş kavgası veriyoruz ve nasıl ki biz bugünden geçmişi sorguluyorsak ve kıyasıya eleştiriyorsak yarın öbür gün benzer eleştirileri bizden sonrakiler de bizleri yöneltecektir. Belki de çok daha ağır eleştirilerde bulunacaklardır. Haklılar da… biz yarına göre konumlanmıyoruz ve “-mış” gibi yapıyoruz. Aklımız fikrimiz zamanımızla cebelleşmenin ötesine geçmiyor. Emperyalizm, o uzun dönemi “yeni dünya düzeni” ve “küreselleşme” stratejileri ile geçiştirdi. Geldiği bu aşama için de alkış arayışlarını güçler dengesi ve paylaşım savaşları üzerinden dizayn etmekteler. İşlerin bu noktaya varacağını bilmeyen yoktu. Sorun şu; avantajlı durumumuzu geliştirmek şöyle dursun mevcut örgütsel dinamikleri ve güçleri birer birer kaybetmekle kalmadık, tüketir tüketen bitirdik. Acı olan bunları kendi ellerimizle yapmamız. Düşmanın kırıp döktüklerini kaldırmak kolaydır, söz konusu bize ait olanları ise çok zor. Not ettiklerimizin çoğu sorun teşkil ediyor, bu durumu görmek ve bilmek zorundayız. Bir kez daha yineleyelim ki; yeni bir hayat sunamazsan var olanı tutunup kalırsın. Başkasını gözün görmez, yalnızca kendinle ilgilenirsin, savunmaya geçersin.

Hayatın farklı aktığı ve o akışın içinde belirlenen şeylere karşı ilgisiz habersiz isen olacağı budur. Sınıftan ve toplumsallıktan yoksun kendini talileştirir ve ötekileştirirsen olan bitenin farkına varamazsın. Mücadelesini verdiği şeyin kendisine yabancılaşırsın. Diline siner, üzerine yapışır ve davranışlarına yansır. Örgütsel süreçlerdeki iç çelişkiler kişiselleşir, iktidarlaşma arayışı sürüp gider. Sınıf ve emekçi kitle bunların dışındadır. Sınıfın örgütsüzlüğü, kitlelerin neoliberal esintileri kapılması vs. bütün bunlar Neoliberalizmin başarısı olarak sunuluyor ama asıl bizim başarısızlığımız bazılarının kazancına dönüşüyor. Tarihin düştüğü bu hakikati bir kez daha not etme ve etmeme arasındayız. Önceliklerimizden bir türlü sıra gelemediğindendir. Müsaade etmiyor.

Ne demiştik!? İlgisizlik ve duyarsızlık kayıtsızlığı pekiştirir. Politikasızlık böyle bir şeydir. O uzun dönemin bir ürünü de kimliklerdir. Kimlikler, dün de vardı bugün de varlar ve yarın da var olacaklar. Bu denli görünür kılınışlar bir sonuçtur. O sonucun bugünkü karşılığı sosyolojik olduğu kadar sınıfsaldır. Göz ardı edilemeyecek derecede sahadanlar ve inisiyatif sahibidirler. Yedeklemeye de hiç niyetleri yok! Toplumsal mücadelenin önemli dinamiklerindendir. Bu gerçekliğe kayıtsız kalmak demek baştan itibaren kaybetmeyi kabullenmektir. Ne yazık ki öyle de olmuştur. Sınıfsal, toplumsal bir güce dönüşmesi mücadele hattının bir bileşeni olan bu olguya karşı eklektik bir biçimde yaklaşımlar, doğrusu eğreti durmaktadır. Bu tarz eğilim ve yönelimler pragmatizmin bir sonucudur. Kuşkusuz düşünsel boyutu da var. Özellikle Kürt hareketinin dolaşma soktuğu kavramsal allıkları olduğu gibi kullanma kolaycılığına kaçış gibi… Meselelerle doğrudan yüzleşmeyince bütünlüklü bir görüşe de sahip olamıyorsun. Siyaseten bu alanın kendi örgüsü şekillenmiş gibi gözükse de görüşlerimizi netleştirme zamanı fazlasıyla gelmiştir. Genel geçer sözlerle yetinemeyiz. Zaten o da buna prim vermiyor. Senin onda bir karşılığın yoksa onun sen de bir karşılığı yok demektir. Kendisinin önemsenmediğini bilmek ve görmek ister istemez tepkisel sonuçlar üretiyor. O da seni önemsemiyor. Kendi gerçeğiyle baş başa kaldıkça varlığına daha da sıkı sarılıyor. Sadece kimliksellikler için geçerli değil, bütün ilişkilerimiz açısından geçerlidir. Müştereklik bunu gerektirir.

İdeolojik, siyasi ve örgütsel ilişkiler bir dizi içsel değişimler geçiriyor. Bulundukları alanda kapsayıcılığı yakalamak bu yeni koşullara göre kendisini uyarlayabilme becerisini gerektiriyor. Yani bilinç, örgütlenme ve eylem üzerine dair kurduğumuz her cümle, önerme ve seçenek işte bu farklılaşan durumu gözetilmeli, yeni gelişmelere göre de çalışmalarını çeşitlendirmeli ve ardından da yaygınlaştırılmalıdır. Bir yerde kitleler, kimlikler kendi mecralarını kendisi belirliyor. Belki çoğu zaman göze batmıyor, ses getirmiyor aralarındaki ilişkileniş açısından böyle… Sokağa yansıyanlar üzerinden yaptığımız yorum, müdahaleler ve değerlendirmelerle yetinen ve her şey haline getirdiklerimizle buluşturamadığımız içindir ki hareketin bütününe nüfuz edemiyoruz. Doğallıktan uzak zorlayıcılık hareketin iç kaynamasını hissedilmeyen, sezen kaya derinliklere de inemez. Düşüncelerimizin çakışması, geliştirilmesi ve yeniden biçimlendirilmesi buradaki etkin çıkışlarımıza bağlıdır.

Dünyamız savaşlar, katliamlar, felaketler ve yıkımlarla karşı karşıyadır. Sorunsuz hiçbir yer ve hiçbir şey yok. “Daha ne olması gerekiyor, daha ne bekleniyor?” sorusu yine öylesine sorulmuş bir soru değildir. Hiç kimse bizi beklemiyor, biz de beklemeyelim!