Seçimler ve devrimciler – Mehmet Güneş

Seçimlerin kararttıkları

Bütün medya faşizmin seçim platformunu meşrulaştırmak için yırtınıyor. Muhalif ve devrimci kesimlerin çoğunluğu da kendi meşrebince aynı koroya katılıyor ve seçim sonuçları üzerine kimileri kallavi siyasal analizler, kimileri de düzen medyasındaki yorumcuların söylediklerine bakarak seçimler ve sonrası gelişmeler üzerine tahliller yapıyorlar. Tüm bu tahliller iki esas gerçeği es geçiyor. Bir, karşı güçler üzerine konuşuyor devrimci güçler ve kendileri üzerine konuşmuyorlar. İki, farkında veya değiller, önümüzdeki zorlu sürece seçimler üzerinden bakıyorlar. Bu bakış açılarıyla, düzen seçenekleri görülür, devrimci bir perspektif kurulamaz.

Seçimler 31 Mart’ta yapılmış ve tüm siyasal sonuçları açığa çıkmıştır. AKP-MHP iktidarı kaybetmiştir. Seçimleri İmamoğlu’nun tekrar açık farkla kazanması, bir kontrgerilla ittifakı olan AKP-MHP ittifakına ikinci bir darbe olmuştur. Daha önemlisi rejimin krizi şiddetlenmiş ve düzenin tüm dengeleri sarsılmış, düzen güçleri arasındaki hırlaşma derinleşmiş, devlet içindeki faşist klikler ittifakı bozulmuştur. Mevcut diktatörlüğe karşı öfke ve nefret büyümüş, faşist zor yoluyla kurulan kitleler üzerindeki korku duvarları yıkılmıştır. Sürece seçimler üzerinden bakanlar bu sonuçlar üzerinden olumlulukları görüyor, halk kitleleri ve tüm devrimci güçler üzerine katlanarak gelen tehditleri es geçtikleri için görmezden gelmeye yatıyor, devrimci perspektiften kopuyorlar.

Siyasal sürece, seçimler üzerinden bakanlar, biçimsel açıdan bir değişikliği görürler. Aynı zamanda bu bakış açısıyla AKP-MHP kliğinin kaybettiği ve muhalefetin kazandığı da açıktır.  Ancak, uzun yıllardır içeride ve dışarıda kanlı savaşların sürdüğü bir ülkede iktidar ilişkileri bu kadar biçimsel bakışla anlaşılabilir mi? AKP-MHP-Kontrgerilla iktidar koalisyonu bir yerel seçim sonucuyla iktidarı bırakır mı? Bu faşist koalisyon bir biçimde iktidarı bırakmaya razı olsa bile, sistem onları bırakır mı? Bir de bunlara içeride yaşanan ekonomik çöküş ve dış politikadaki sıkışmışlık eklendiğinde, sorunun biçimsel açıdan görülenden çok farklı boyutlara uzandığı açıktır.

İç ve dış koşulların zorlamasıyla kriz AKP-MHP iktidarının sorunu olmaktan çıkıp sistemin beka sorunu düzeyine sıçramıştır. Tayyip diktatörlüğünün sarsıntısı, sistemin zorlanması ve krizinin sonucudur ve korunması, iktidarda tutulması, sistemin korunması, sistemin bekasının devam ettirilmesidir. AKP’nin beka sorunundan söz etmesini siyasi hile olarak görenler Türkiye’de yaşanan sistem sorununu hiç anlamamışlardır. Tayyip iktidarının her sıkıştığında MHP’nin daha önemlisi ve daha etkin olarak CHP’nin kurtarıcı olarak devreye girmesi, sistemin bekasının korumak içindir. Sistemin bekası söz konusu olduğunda CHP ile AKP aynı yerdedir hatta CHP bu konuda AKP den daha çok sisteme bağlıdır. Biçimsel bakanlar seçimlerin sonuçlarından AKP’nin geriletilmesi, CHP’de massedilen muhalefetin kazanması sonucunu çıkarırlar. Bu bakış açısına sahip solculuk, yaşadıkları onca deneye, ödedikleri onca bedele rağmen Türkiye’de devlet ve rejim mekanizmalarının nasıl işlediğinden bihaberdirler.  

AKP ve Erdoğan sistemin ağır bir kriz ve çöküş döneminde iç ve dış sermaye eliyle bu krize çözüm olarak iktidara oturtuldu. Kim ne derse desin Erdoğan bu ağır krizi 17 yıldır başarıyla yönetti. Sıradan solculuk Erdoğan’ın ülkeyi kötü yönettiği ve bu duruma soktuğunu ileri sürerken, devlete ve düzene bilinçsiz inancını açık ediyor. Sanki bu düzen çok matah bir şeymiş de Erdoğan onu bozmuş. Kemalistlerin güzelim cumhuriyetini Erdoğan bu hale getirmiş. Tek parti diktatörlüğü, Bayar Menderes diktatörlüğü, Faşist MC dönemleri, 12 Mart, 12 Eylül faşist diktatörlükleri, Özal, Çiller dönemleri demokratik dönemlerdi de Erdoğan’la buraya varmadı. Bunları bütün burjuva iktidarlarını aynı kefeye koymak için yazmıyoruz, sadece Erdoğan’ın bu sistemin parçası ve adına Türkiye Cumhuriyeti denilen bu sistemin yaratığı ve kurtarıcısı olduğu gerçeğini anlatmak istiyoruz. Erdoğan, sistemde yaptığı değişiklikleri de tek başına yapmadı, bunların bir kısmında fazla ileriye gitmiş olabilir ama yaptıkları sermaye ve sistemin bekası içindir.

Reformist sol ve kendilerine ‘komünist’ adını takan Kemalistler TC denilen düzeni bütün kirlerinden arındırarak kendilerinin kılıyorlar, buna bir şey diyemeyiz, beğensinler ama gerçekleri çarpıtmasınlar. Adı ‘TKP’ olan partinin sözcüleri sık sık “Türkiye Erdoğan’a layık değil” derken burjuva TC sistemini aklıyorlar. Bunu söylerken, kendi içindeki gizlenmiş düzen ve istikrar arayışını açık ettiğinin farkında değiller. Erdoğan gökten ilahi bir kuvvet tarafından zembille indirilmedi. Bizzat TC denilen devletin sahibi sermayedarlar ve düzenimizi yıkıyor diye ağlaşan TC yüksek bürokrasisi tarafından yaratıldı. El hâk, Erdoğan da bunun kıymetini bildi ve hak etti. Kenan Evren’in bile cesaret edemediği emekçilerin kazanılmış yüz yıllık haklarını yok etti. Bunu bu topluma yedirecek başka bir kuvvet yoktu. 17 yıl önce ağır bir düzen krizine çözüm olarak iktidar yapılan Erdoğan’ın kendisi şimdi daha ağır bir krize dönüşmüştür. Solun ezici kesiminin unuttuğu bu ağır kriz ve çöküş halinin Erdoğan’dan önce bu düzenin krizi olduğudur.

Solda, krize cevap olarak öne sürülenlere itirazımız sistemin yarıklarını ve sürtünme hatlarını giderme ve toplumsal parçalanmışlığı onarma temelli ‘sosyalist pansuman’ türü tedavi önerilerinedir. Bunların etkili olup olmamalarından önce düzeni tamir işi devrimcilik değildir. Burada garip bir paradoks ortaya çıkıyor. Eleştirdiğimiz sol çözüm önerileri, sermayenin kriz içindeki sistemini yeniden yapılandırma hedefleriyle aynı şekilde, aynı tedbirleri aynı sistem içinde kalarak “demokratikleşme” olarak öneriyorlar. Bu eleştirmekte olduğumuz şeyin içinde kalan, onun solculaştırılmış ters yüzüdür. Paradoks dediğimiz sola aittir, eleştirdiği şeyin içinde hem yerleşmek hem yıkmak hayali içinde olmak… Onu yıkmak için, yapmamız gereken önce bu sistem içinde ördüğümüz kozalardan çıkmak ve yıkmak istediğimiz şeyle ortak varoluş ilişkisinden kurtulmaktır.

Faşist kliğin kaybetmesi ve kitlelerin talepleri önümüzdeki dönemde devrimci güçler için büyük olanaklar sunduğu açıktır. Sorunlara bunları görmeyen bir yerden bakmıyoruz. Kimsenin şüphesi olmasın tüm düzen kurumları, bütün güçleri ile bu krize çare arıyorlar. Muhalif ve solcu herkesin ortaklaştığı ‘burjuva üst aklın’ galip gelerek sistemin tamirini (restorasyon) başa alacağı ve daraltılmış temsili kurumları genişleteceği doğrultudadır. Ve bu gelişme kendileri açısından daha uygun siyaset yapma koşullarının beklentisi ve bu yönde sürece ‘demokratik taleplerle’ çeşni katarak destek vermektir.

Öncesini saymazsak cumhuriyetin tarihi hep solun ve muhaliflerin ezilme tarihidir, bu hiç mi bir şey öğretmiyor? Türkiye’de 80 yıl boyunca kriz dönemlerinde bu tür beklentiler hep hüsranla sonuçlanmış ama olsun olmayanın (demokrasi) hayali bile çok güzel! Şimdiye kadar bu düzen ve devlet hiçbir krizden darbeler, sıkıyönetimler, kitlesel terör ve şiddet yöntemlerini devreye sokmadan sonuç alamadı. Bugün bunlar daha sinsi bir biçimde, görünmez olarak sisteme ve topluma yedirilmiş olarak toplumun yarısı üzerinde uygulanıyor. Kürt coğrafyasında ve uzantısı metropollerde Kürt olan ve Kürtlere yakın duran kesimler ve devrimci tavır alan herkes üzerinde OHAL uygulanıyor, tüm haklar ve özgürlükler faşizan uygulamalarla gasp ediliyor ve kanıksanmış olduğu için görülmüyor. Bu oldukça tehlikeli bir durumdur; gözümüze sokulan terör ve şiddet gerçeğine kör olmak bir ideolojikleşme halidir. İmamoğlu ile düğün bayram yapanlar, TSK’nın yüz binleri aşan birliklerinin sınır boylarında olduğunu; farklı coğrafyalarda haksız ve sömürgeci bir savaşı ve işgali sürdürdüğünü görmüyorlar veya görmezden geliyorlar. Biz gözlerimizi kapatsak da, her gün uçak filoları havalanıyor, tanklar ve toplar gümbürdüyor, geniş bir coğrafya yakılıyor, yıkılıyor ve televizyonlardan herkese seyrettiriliyor tüm bunlar.  Ve yıllardır sayısı binleri, on binleri geçen insanları (terörist diye) öldürdüklerini ilan ediyorlar. Erdoğan sarsılıyor, ama TSK ve tüm kontrgerilla birimleri tam gaz faaliyet halindeler.

Erdoğan’ın seçim sonuçlarına boyun eğmiş görünmesine, CHP ve güzel beklentiler hayal eden sol inanabilir ama Erdoğan oyunu böyle oynamıyor; gerektiğinde tanklarla, gerektiğinde bombalarla siyaset yapıyor. Erdoğan her sıkıştığında geri kaçmadı, savaşmayı seçti. Gezi’de, 7 Haziran’da (ve 31 Mart’ta kısmen) açık seçim sonuçlarını kabul değil savaşmayı seçti. 7 Haziran seçimlerini kanlı katliamlarla 1 Kasım’da tersine çevirdi. Koşulları oluşturarak aynı yöntemlere yönelmeyeceğini kim garanti edebilir? Seçimler sonrası yasal siyasette Erdoğan’ı ve AKP’yi düzenin diğer güçleriyle devirme ‘umudu’ yeniden tavan yaptı. CHP’ye bunun nasıl yapılması gerektiği noktasında akıl veriliyor; bu minvalde birçok görüş ve öneri ortaya atılıyor. Ancak, Erdoğan’ı ve AKP’yi devirmek isteyen bu görüşlerin küçük bir kusuru var; Erdoğan ve AKP bu düzenin görünür ve görünmez tüm kurumlarıyla iç içe geçmiştir ve kontrgerilla klikleri kadar CHP de düzeni yıkmak isteyenlere değil AKP’ye yakındır. AKP yi yıkmak isteyenler, seçim sonuçlarından yola çıkarken, kontrgerilla ve AKP uzun zamandır ‘iç savaş hazırlığı’ yapmakta ve faşist rejimi tahkim etme arayışına yönelmiş durumdadır. Sistemi restore etme arayışının önemli bir enstrümanı kuşkusuz, zor ve şiddet kullanacak legal ve illegal yapılanmalardır. Devletin güvenlik kurumlarındaki örgütlenmelerini bir tarafa bıraksak dahi SADAT, DAİŞ artığı devşirilmiş selefiler, Osmanlı Ocakları, mafyalarla içiçe geliştirilen sokak çeteleri, binlerce silahlandırılmış linççi sağcı faşizan sivil kitleler ne olacak? Erdoğan bunları dağıtacak mı?

Tayyip Erdoğan kişisel gücü ne kadar abartılırsa abartılsın bütün bu dönemleri tek başına yürütmüyor, sürecin önünde duruyor ve liderlik ediyor. Düzenin bütün etkili güçlerini, iç ve dış muktedirlerin tavırlarını gözlüyor ve burada bir denge kurulacağını anladığında harekete geçiyor. Sık sık dengesiz çıkışlar yapsa da bel kemiği yok hemen geri basıyor, önemli sorunlarda önemli kararları kafasına göre almıyor, güçler analizi ve dengeleri değerlendirerek adım atıyor. Şimdiye kadar da attığı hemen her adımda yalnız kalmadı, düzenin muktedirlerinin kahir ekseriyetini hep arkasında buldu. Kuşkusuz 23 Haziran sonrası da seçim sonuçlarına göre, iç ve dış muktedirleri arkasına alıp kendisine mecbur bırakacak adımlar atmayı deneyecektir. Bunu atlamayalım.  

Sistem eskiye dönemiyor, yeniyi de kuramıyor

Seçimler bütün dengeleri altüst etti. Kontrgerilla klikleri ve AKP arasındaki ittifak bozulabileceği gibi daha geniş kesimleri içine alıp topyekün faşist diktatörlüğü pekiştirmek için harekete geçebilirler. Devlet içinde kontrgerilla klikleri arasında kapışmanın başladığı açık, anlaşabilirlerse bütün güçlerini sahaya sürerek ve riskleri göze alıp sonuna kadar gitmeyi deneyebilirler. Eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ, AKP hükümetinin arkasında durarak, PKK ile tekrar “çözüm süreci”ne kırmızı çizgi çekiyor ve Rojava’da bir Kürt statüsünü beka sorunu olarak ilan ediyor. Bu bir faşist kliğin (Ergenekoncuların) AKP’ye muhtırası olarak ta okunabilir. Bahçeli, Ağar, Ergenekon, NATOcu klik hepsi ayrı ayrı veya değişen ittifak ilişkileriyle gerileyen dinci faşist kliğin boşalttığı ve giderek zayıflayacağı alanlardan güç devşirmek için siyaset icra ediyorlar.

Kısaca söylemek istediğimiz, önümüzdeki süreç sol muhalif kesimlerin çoğunun güzel beklentileri doğrultusunda gelişmeyecek. Ama bundan da önce, düzenin iç ve dış muktedirlerinin “ortak aklı” devreye girerek en istenir olanı tercih etse bile, egemenlerin istedikleri ve bekledikleri gibi de gelişmeyecektir. Ne restorasyon dedikleri daraltılmış burjuva kurumları ve temsili kurumları rahatlıkla uygulayabilirler ne de topyekûn bir diktatörlüğü zorunlu kılan iç savaşın derinleştirilmesi, darbe dâhil başka istikrar denemelerini istedikleri gibi uygulayabilirler, yani bugün egemenler ne yapma ne yıkma konusunda kadir-i mutlak güce sahiptirler.

Egemenlerin krize cevap arayışları çatallaşabilir ve bir aşamada daraltılmış temsili olanaklar yetmez, birbirlerine karşı zor ve şiddet yöntemlerine başvurabilir (15 Temmuz’da olduğu gibi) ve devletin baskı aygıtlarına ek olarak uzun yıllar boyu değişik nitelikte kitlesel paramiliter örgütlere dönüştürdükleri silahlı, sivil linçci kalabalıkları devreye sokmak durumunda kalabilirler. Daha önceki dönemde sivil faşist güçler asıl stratejiye giden yolda kullanılıyor (1975-80 arası MHP) sonra devre dışı bırakılıyordu. Şimdi devletteki parçalanmışlıkta kimin ve hangi güçlerin devre dışı kalacağı ve kimin hangi kliklerin baskın çıkacağı belirsiz ve birisinin ön alması da eskisi gibi kolay olmayacaktır.

Bütün bunlara tüy diken, egemenlere bile kâbus gördüren, iç ve dış iç içe geçmiş kriz dinamikleridir. Egemenler, dış politikadaki tüm sorunlarda birleşseler bile, ellerinde sihirli değnek yok; kriz ağır yıkım olarak üzerlerine geliyor. İç kriz dinamiklerinin tümünü bir kenara bıraksak ekonomik çöküşü durduracak olanaklardan yoksunlar. 1980 yılında bir ekonomik krize çözüm olarak Demirel hükümeti “24 Ocak ekonomik kararları”nı ilan etti. Düzen politikacısı Ecevit bile, bu kararların normal koşullarda uygulanamayacağını ve bu kararların “ara rejime geçiş ve askeri darbe” çağrısı olduğunu söyledi. Kısa zaman sonra da kanlı 12 Eylül darbesi yapılarak ekonomik soygun paketi hayata geçirildi. Bugün yaşanan kriz ve sermayenin talepleri “24 Ocak kararlarına” rahmet okutacak boyutlardadır. Erdoğan toplumun yarısının rızası, diğer yarısını terörle sindirerek sermayenin tüm soygun planlarını uygulayabiliyordu. Seçimlerden sonra ise, tüm emekçi ve çalışanlar üzerinde yoğun bir terör estirilmeden bu acı reçeteleri yutturacak bir hükümet modeli yoktur.

AKP-CHP koalisyonu dâhil, CHP- İYİP-SP ortaklığı ve HDP’nin dışardan desteği vb. tüm sistemi tamir çabaları, iç ve dış, çözümsüz ağır kriz koşullarında gelip Kürt sorununa çarpmaktadır. Egemenler, ister ortak kararlarla restorasyon sürecini işletsinler, ister zorlanarak, derinleşen çatışmaların iç savaş düzeyine yükselmesiyle çare olarak baş vuracakları bir NATO darbesine mecbur kalsınlar, durum aynıdır. Her iki çözümü kalıcı kılmak için Kürt Hareketi’yle, dolambaçsız olarak PKK ile masaya oturmak ve anlaşmak zorundalar. Tarihin bu aşamasında, Türkiye’de Kürt sorununa dokunmadan alınacak yol yok ve bulunacak her çözüm çok kısa ömürlü olacaktır.

Gelişen süreçte restorasyon denemeleri çöker, faşist kliklerin ağırlıklı kesiminde beka sorunu ağır basarsa; seçim vb. oyunlarla vakit kaybetmeyecekleri açıktır. Baskılar, hileler sökmez ve faşist klikler kitle hareketinin yükselişi (ve kendi gerilemesini) durduramazsa 7 Haziran sonrasında yaptıklarından çok daha yüksek bir savaş ve katliam yöntemlerini devreye sokmak zorunda kalabilirler. 7 Haziran’ın yeniden tekrarı hem zordur (içte ve dıştaki dinamikler nedeniyle) hem de çok kolaydır (2015’ten çok daha örgütlü ve organize bir paramiliter güç de söz konusudur çünkü). Kontrgerilla faaliyetleriyle bütün bu süreçte yaşanan kitlesel canlanmayı bir anda tersine çevirmeyi hedefleyebilir. Bu, tam anlaşılmalıdır. Burası, halk muhalefetinin aşil topuğu, faşizmin güç kaynağıdır. Binbir provokasyonla, dışarda ve içerde savaş davullarının gümbürtüsüyle, Kürtler üzerine sefere çıkarak; hem kendi tarafındaki dağılmayı durdurabilir hem muhalefet güçleri arasında oluşmuş ittifakları paramparça edebilirler.

Bunun için, militarizm ve Kürt düşmanlığı köpürtülecektir. Kürtlere karşı savaşın katliam boyutlarına yükseltilmesi ve dış düşman söylemi üzerinden gene diğer Kürt coğrafyalarına seferler her zaman olduğu gibi faşizmin tahkimine olanak sağlayacaktır. Faşist devletin, Kürt düşmanlığı ve militarizm dışında, faşist devlet ve düzen ittifak güçleri arasındaki çatlakları ve arkalarındaki kitle desteğindeki çözülmeyi durdurmasının başka türlü olanağı yok. Bunlar nihai olarak olanaksız olsa da, bir dönem daha ömrünü uzatmasına yarayacaktır. Daha önemlisi karşısında oluşmuş toplumsal muhalefeti de, Kürt düşmanlığı üzerinden parçalamak, bir kesimini arkasına almak için savaşı yükseltecektir.

Kürt savaşı şiddetlenerek sürüyor

Mevcut durumda, Kürt halk direnişinden başka, bu konsepte karşı durabilecek bir güç yok. Kürt halkı direnecektir, ama Rojava başta olmak üzere yayıldığı tüm alanlarda emperyalizmin ve bölge gericiliğinin ağır kuşatması altındadır. Türkiye’deki faşist- şovenist cephe, bu konjönktürden aldığı güçle topyekûn imha etmek üzere saldırmaktadır. Uluslararası dengelerde oluşacak değişiklikler sonucu, bu topyekûn kuşatma gevşemezse, verili durumda Kürt hareketi mücadelesini daha ileri düzeylere sıçratamaz. Türkiye tarafında bir dinamiğin devreye girmesi gerekiyor. Faşizmi yıkmak, devrimi gerçekleştirmek isteyen, Türkiye devrimcilerinin buraya yönelmesi gerekiyor.  

KÖH, TC’ye karşı uzun mücadele tarihi boyunca politik ve askeri savaşta büyük oranda inisiyatifi kendi elinde tutmuştur. Zaman zaman devlet inisiyatifi ele geçirmiş, zaman zaman pata durumlar yaşanmış ama KÖH kısa bir zamanda askeri daha çok politik taktik değişiklikleriyle tekrar öne geçmiş ve düşmana kendi inisiyatifini dayatma yeteneği göstermiştir. Belirli bir dönem sonunda bu yeteneğini kaybetmiş ve inisiyatif büyük oranda düşmanın eline geçmiştir. Buna bir tarih verilecekse, 7 Haziran seçimlerinden sonraki dönemdir. 7 Haziran sonrasında, KÖH dâhil tüm devrimci güçler büyük bir basiret bağlanması yaşamış ve faşizmin tam kuşatması altına girmiştir.

7 Haziran’da, parlamentoda kazanılan mevziyle düzen ve düzen içi mücadeleye güven, tavan yaptı. Faşizm, faşist devlet, devrim ve devrimci zor vb. kavramları yıllarca söyleyenler bile bu havaya kapıldı. Düzene güven ve yasallık, zirveye çıktı. Reformist ve sol liberal eğilimler örgütlerde ve devrimci ortamda alan kazandı. Devrim ve iktidar konusundaki devrimci yöntemler unutuldu. Hayat ve gerçekler acı biçimde kendini gösterdi: Devrimcilik edimimiz, yasal ortamların bittiği yerde bitiyor. 7 Haziran’dan sonra gelen baskı ve terör ortamında bizim devrimci faaliyetlerimiz de bitti. O tarihten beri biz hangi şoktayız, tam belli değil. Devletin ve faşizmin, IŞİD olarak bomba yağdırmasının etkisi olduğu açık. Ama asıl olarak, devrimci hareketin içine de nüfus eden liberal reformist hayallerin, parlamenterizm ve demokrasi hayallerinin yıkılmasının şoku devam ediyor. Bu tarihten sonraki dönemde yaşadıklarımız ve eylem kapasitemiz, düzenin meşruiyetinin sınırlarında başlıyor ve bitiyor. Bu, radikal iddialılar dâhil solun reformist bir dünyaya hapsolduğunun somut göstergesidir.

Bu tarihten sonra devlet hemen tüm alanlarda inisiyatifi ele geçirmiş ve adım adım KÖH’ü büyük bir kuşatma altına almıştır. Faşist devlet, Kürt hareketinin, Türkiye ve Kürdistan sahasındaki parlamenter birikimini, belediyelerdeki ve diğer tüm meşru alanlarda oluşturduğu kurumları kontrol altına almış ve onu siyaset yapamaz hale düşürmüştür. KCK ve tüm yan örgütlenmelerini dağıtmıştır. Kuzey Kürdistan kırsalında gerilla hareketliliğini, yüksek savaş teknolojine yaslanarak sınırlamıştır. KDP ve YEKİTİ ile işbirliği içinde Güney sahasını adım adım kuşatmaya girişmiştir. Rojava’yı daha ağır bir kuşatma ve işgal tehdidi altında tutmaktadır.

Devletin, ezici gücü ve yüksek teknoloji olanaklarına yaslanarak sürdürdüğü bu saldırılarına KÖH, insanüstü ve yüksek fedakârlıklarla büyük bir devrimci direniş sergilemektedir. Bir dönemden beri, yeni koşullara uygun taktikler geliştirerek ve yeni bir konsept oluşturarak, bu saldırıları sınırlamış olsa da, inisiyatif, hala devletin elindedir. Mevcut konjonktürde yaşanacak ciddi değişimler dışında, bu kuşatmanın ağırlaşarak süreceği anlaşılıyor.

Devrim mücadelesinde siyaset ve savaş iç içedir ve KÖH tam da bunları iç içe götürüyor. Bazen politik ataklar öne çıkıyor, ama ekseni hep devrimci savaş belirliyor. Devrimci savaş gücündeki dalgalanmalar, tüm diğer alanlardaki mücadeleleri yakından etkiliyor. Gerilla atakları yükseldikçe, kitlesel mücadele atağa kalkıyor. Bu deneyin öğrettiği, Türkiye coğrafyası için aynen doğrudur. Türkiye tarafında da, devrimci siyaset, devrimci güçlerin siyasal varlık olarak şiddet yöntemleriyle mücadele yürüttüğü zamanlarda, politik bir varlık olarak, sınıflar mücadelesi minderinde görünür olabiliyor. Devrimci hareketin kendi tarihini doğru okuyabilmesi, çok önemlidir. TDH’nin kitlelerin gözünde en görünür olduğu iki dönem 1969-71 ve 1976- 1980 arası, burjuvaziye karşı şiddet ve zor yöntemlerini kullanabildiği dönemlerdir. Mücadele, savaşın en sert ve en uç biçimlerinin yaşandığı bir minderde sürüyor ve TDH, bu minderin dışındadır. KÖH’ün sıkışmasının da, bu aşamada temel faktörü, Türkiye tarafındaki bu ölümcül boşluktur.

Tüm tehdit ve tehlikeler, KÖH üzerinde yoğunlaşmaktadır. KÖH, uzun politik ve savaş tecrübesi, geniş bir coğrafyaya yayılan siyasal ve askeri gücüyle zorlanacak da olsa, bu faşist kuşatmayı kıracak birikim ve potansiyele fazlasıyla sahiptir. Asıl büyük tehdit altında olan Türkiye devrim ve sosyalizm güçleridir. Kim farkında kim değil, asıl kaybedecek olan Türkiye sahasındaki güçlerdir.

Seçim tavırları üzerine birkaç söz

Seçimlerde alınacak tavırlara ilişkin fırtına koparmak ve seçim tavrını devrimciliğin ölçütü haline getirmek bilinçaltında yatan liberal parlamentarist hayallerin dışavurumudur. Çok özel tarihsel anlar dışında, burjuva sistemdeki seçimlerde alınacak tavır, bizim devrimciliğimizin ölçüsü olmaz. Burjuva parlamento ve yasallığındaki tüm faaliyetlerimizin yönü “somut koşulların somut tahlili” üzerinden belirlenir ve bunların hiçbirisi de mutlaklaştırılamaz. Burjuva parlamento seçimlerine katılmak ve boykot devrimcilerin kullandığı iki alternatiftir. Burjuva parlamentolarına katılımın ölçüsü de solda koparılan fırtınalar gibi, burjuva demokratik hakların varlığı veya yokluğu değildir. Burjuva demokratik haklar az çok kullanılıyorsa seçimlere katılınır, kısıtlı veya faşizan kontrol altındaysa katılınmaz diye düşünenler sınıflar savaşında kumda oynayanlardır. Burjuva yasallığı, en geniş haliyle ve bir burjuva düzende olabilecek en “demokratik” koşullarda yapılıyor olsa bile, işçi sınıf ve yoksul halk yığınları yönünü düzen dışı alternatiflere çevirmişse -ki bu koşullarda burjuvazi demokrasisini en son sınırına kadar açar- bu koşullarda burjuva parlamentolarına katılmakta ısrar, katıksız düzeniçilik, parlamentarizim, daha özel koşullarda devrime ihanet anlamına gelir. Burjuva anlamda tüm yasallıklar ayaklar altında, her türlü keyfiliğin faşist terör yöntemleriyle dayatıldığı en ağır koşullarda seçimlere katılınır, seçimlerde kapışan burjuva faşist ve gericiliklerden asıl düşmana karşı diğer düzen güçleriyle ittifak veya karşılıksız destek vermek doğru taktik hamle olabilir. KÖH’ün son seçimdeki tavrı buna en iyi örnektir ve kendisi açısından doğru bir taktiktir.  

Solda seçimlerde alınacak tavır olarak boykot veya seçimlere katılma konusunda tam bir kör döğüşü yaşanıyor. Tarihten kazandığımız bütün taktik ve yöntemler ciddi ve önemlidir. Ancak sonuç vermesi onu kullanana bağlıdır. Örgütler ciddi ise yani hayatı etkileyebiliyorsa, doğru yanlış aldığı her karar bir sonuç doğurur ve öğretir. Doğrular, deney ve tecrübe biriktirir; yanlış ise yapılmıştır ve yanlışın bir bedeli olur, ancak şu da unutulmamalıdır, yanlışlar doğrulardan daha çok öğreticidir. Doğru yapılmıştır; doğrunun bir getirisi ve mücadeleyi ileriye sıçratıcı etkisi olur. Bizde doğrunun veya yanlışın hiçbir etkisi olamaz; daha kötüsü herhangi bir taktik veya tavrın doğru-yanlış olup olmadığı bile ortada kalır. Yaşamda, doğrular ve yanlışlar, bir ağırlık oluşturursa ölçülebilir; ölçüm aletlerinin duyarlılığı dışındaki ağırlıklar ise ölçülemez. Siyaset denilen acımasız kapışmada, ölçüm aletleri bizi -TDH’yi- göremiyor, varlığımızı algılamıyorsa yaptıklarımızın ettiklerimizin bir hükmü, bir görünürlüğü, olamayacaktır. Her eylem, yaşama dokunmuyorsa boşluktadır. Boykot sorununa da buradan bakılabilir. Genel, soyut bir boykot tartışması değil. Andaki durumda ve andaki güçler kombinasyonunda boykot tartışılabilir.  

Bir adım daha atarak somutlarsak, Türkiye’de sol güçlerin bugünkü durumunda seçim taktikleri buraya kadar anlatılanların dışında kalır. Bizim boykotumuz veya başka bir taktiğimiz olamaz ve bunlar ağırlık olarak sürece giremez. Çok haklı olarak bu oyuna katılmıyoruz, her iki tarafta gericidir; boykot dersek yanlış bir şey söylemeyiz, ama kendimizi kandırmayalım boykot yapmış da olmayız. Bunun adı “tavşan dağa küsmüş dağın haberi yok” hükmündedir. Bu seçime katılmayı, bilincimiz ve ideolojimiz kaldıramaz; bu ayrı, katılmayız, ama bir siyasal eylem yaptık diye de kendimizi kandırmayız. Biz bugünkü siyasal ortamda, Türkiye siyaset sahnesinde hesap edilebilir, ölçülebilir bir yer kaplamıyoruz. Bugün mevcut gücümüzle, seçimler, etkide bulunacağımız bir zemin oluşturmuyor. Solda herkesin birbirini suçlayarak aşacağı bir durum değil. Burjuva kliklerin ikisi de birbirinden eksiksiz, sömürgeci kontrgerilla düzeninin parçalarıdır. Biri veya diğeri, ittifak güçleri olamaz. Ancak sınıflar mücadelesinde, nesnel ve öznel koşulların özgünlüğünü gözetmeyen, mutlak tutumlar da olamaz. Belirli momentlerde, “şeytanla bile işbirliği yapılabilir” sözü, yaşanan tarihsel deneyler üzerinden söylenmiştir.  Basit bir gerçeği tam olarak tespit edelim. Bugün, ardarda yapılan seçimler, çöken sistemin bütün kanatlarıyla (liberal, faşist) düzenin çöküşünü önleme çabasıdır, başka da bir şey değildir.

TDH’nin seçimlere devrimci bir bakıştan nasıl koptuğu Kürdistan’daki seçim sonuçlarını değerlendirmelerde ortaya çıkıyor. Seçimleri devrim mücadelemizin bir alanı olarak görmek yerine kendi başına seçimlerden siyasal sonuçlara varmak farkında olmadan seçimleri amaçlaştırmaktır. Kürdistan seçim sonuçları üzerine, milimetrik hesaplarla KÖH şuralarda kazandı, şuralarda şu kadar oy kaybetti vb. değerlendirmeler mücadeleyi seçimlere hapseden anlayışlardır. Kürdistan’da mücadele, seçimler üzerinden yürümüyor, seçimlerde birkaç puan artırmak, birkaç belediye daha fazla kazanmak herhangi bir etkiye yol açmaz. Bu seçimlerde KÖH, kendi yataklarında asıl olarak kitle desteğini korumuştur. Buradaki asıl gerileme bir kaç puan oy değil bu desteğin oy vermekle sınırlı pasif bir destek olarak kalmasıdır. Kitleler sandığa gidiyor ve oy veriyorlar, ama kayyum atandığında da sessiz kalıyorlar. Bunun bir boyutu savaşın geldiği aşamadır. Ama asıl sorun yirmi yıllık belediyecilik pratiklerindedir. Burada çok ağır hatalar yaşanmış, istisnalar dışında, burjuva belediyelerinde yapılan kayırma, rüşvet vb. işlere bulaşma sonucu kitleler bu yöneticilerden kopmuştur. KÖH’ün, tüm meşru alanlardaki, başta parlamento ve belediyeler olmak üzere, tüm kurumlarında, güçlü bir muhasebeyle, yerleşik burjuva tarzları kırıp yeni bir halkçı, devrimci tarzı yerleştirmeyi acilen yapması gerekiyor.

Kürdistan’da savaşın geldiği aşamada, belediyeler, parlamento ve diğer tüm meşru kurumlar, bir dönemki önemlerini yitirmişlerdir. Belediyeler seçimlerle kazanılmadı. On binlerce gerillanın, kanı ve canı pahasına sürdürdüğü savaş sonucu kazanıldı. Küçük gerilla birliklerinin, Kürt dağlarında yaktığı ateş, kısa zamanda tüm Kürdistan şehirlerinde serhildanlara dönüştü ve belediyeler zapt edildi. Bu süreç sonucu, metazori olarak, TC masaya oturmak zorunda kaldı. 20 yılı aşan bir dönemdir belediyeler ve daha geniş anlamda ezici kitle desteğiyle yerellerde toplumsal hayatı kontrol eden bir düzey kazanıldı. Yerel yönetimlerde, bu yıllar boyunca baskılar eksik olmasa da, kırlardaki gerilla hareketliliği, şehirlerdeki aktif ve militan kitle desteği bu baskıları sınırlıyordu. Savaşın sertleştiği bu aşamada, tanklar hatta uçaklarla şehirleri bombalayanlar, belediyelere kayyum atamaktan niçin çekineceklerdi?

Bu seçimlerde Kürt hareketi, belediyelere, devletle yürüttüğü savaşta bir cephe, bir mevzi-kapışma olarak yaklaşmış ve Türkiye’de ‘stratejik oy kullanma’ dediği bir taktik uygulamıştır. Bu taktik hamlesiyle, yalnızca seçimlerde biraz daha fazla oy kazanmaya değil her alanda süren savaşı ve her cephedeki mücadeleyi gözeten bir taktik adım atmış, düşmanın kuşatma hamlesini bir dönem için zaafa uğratan sonuçlar almış, çok yönlü süren savaşın bu cephesinde inisiyatif kazanmıştır. Nitekim bu taktik beklenilenden çok daha etkili sonuçlar doğurmuş, burjuva kampın merkezi allak bullak olmuştur. O kadar ki, birbirinden şoven kanlı Kürt düşmanları, İmralı’nın kapısını çalmak zorunda kaldı, Öcalan’dan himmet bekler duruma düştüler. Bu taktik yaklaşım, 31 Mart seçimlerinde doğrudan CHP’ye çağrı biçiminde olmasa da, 23 Haziran’da açık CHP destekçiliğine dönüşmüştür. 23 Haziran’dan hemen önce, burjuva kliklerden hiçbirine yedeklenmeme ve demokratik ittifak güçleri ile üçüncü bir cepheyi oluşturma perspektifi doğru olan yaklaşımdır ve bu anlamda Abdullah Öcalan’ın yapmış olduğu uyarılar yerindedir.

Solcu adaylar neye hizmet etti?

Seçimlerde sol adına görünür olan iki aday çıktı. Biri, CHP’den Beyoğlu belediye başkanlığına aday gösterilen ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, diğeri TKP’den Dersim Belediye Başkanlığı’na seçilen SMF’li (Sosyalist Meclisler Federasyonu)  Fatih Mehmet Maçoğlu. Her ikisi de adaylığı döneminde, burjuva medyada kendileri ve partilerinin etkinliklerinin çok üstünde bir “hüsnü kabul” gördü. İki burjuva kamp ve HDP’nin dışında, seçimlerde farklı birer renk -biri sosyalist, diğeri komünist- olarak sunuldu. Alper Taş, CHP’nin sol yüzü olarak, sol kitleleri düzen siyasetine taşımada rol oynadı. Fatih Maçoğlu, kendi arzusu hilafına, Kürdistan’da HDP karşıtı olarak, çok daha fazla medyada öne çıkarıldı. Özellikle bu tespitimize, SMF şiddetle itiraz edecektir, ama seçimler boyunca devlet televizyonu dâhil, burjuva medyadan bu kadar ilgi görmelerini başka türlü nasıl açıklarlar?

Kendisine sosyalist diyen bir partinin genel başkanı, burjuva devlet partisi kontenjanından Beyoğlu belediye başkanlığına soyunuyor. ÖDP bu seçimlerde millet ittifakının sol yüzü olmuş, Alper Taş ve birkaç solcu geçinen Alevi aday bu sahneyi süslemiştir. Her şey yerli yerinde, “her şey çok güzel olacak”; ÖDP, nihayet küçük bir parçasından bu kirli düzende tutunacak bir yer bulmuştur! ÖDP, mevcut ortamdan yararlanarak kendilerini CHP’nin kuyruğuna takarken, daha çok kendisini sosyalist ve devrimci olarak tanımlayan geniş örgütsüz kesimleri, yani solun geniş tabanını CHP’ye taşıma misyonunu üstlenmiştir. ÖDP, 12 Eylül öncesi ideolojik yanılgılarına rağmen devrimci hareketin en kitlesel ve militan gücü olan Devrimci Yol’un tabanını düzen içinde eritti. Şimdi, aynı uğursuz rolü, CHP ile aynılaşarak tüm sol potansiyel üzerinde oynamak istiyor. Bu burjuva eğilime karşı, etkili bir mücadele yürütmememizin zararlarını ve ağır faturasını, önümüzdeki dönemde, yaşayarak göreceğiz.  

31 Mart’ta, Dersim belediye başkanlığı seçimi, apayrı bir önem kazandı ve seçimler boyunca öne çıkarıldı. Dersim adaylığı konusunda yanlışta duran ve sekter davranan HDP’dir. HDP’nin bütün her yerde gösterdiği adaylardan neyi eksikti Maçoğlu’nun? Maçoğlu’nun popülist, pragmatist, uzlaşmacı bir çizgiyle komünist kimliği kullanmasının eleştirisini bir tarafa bırakarak, başkanlığı döneminde başarılı bir kitle çalışması ve sol propaganda yürüttüğü açıktır. Ne kooperatifçi ne nohutçu diye yaptıklarını küçümsemek, bizim işimiz olamaz. Başka alanlarda birlikte mücadele ettiğimiz devrimcilerin, farklı düşündüğümüz devrimcilerin, devrimcilik adına başarısı bizim başarımızdır. Maçoğlu’nun adı üzerinden, halkçı bir belediyeciliğin kamuoyuna yansıtılması devrimci mücadeleyi besleyen bir rol oynamıştır. Maçoğlu’nu ‘nohutçu’ diye eleştirenler başarılarını gölgelemeye değil yanlışlarına dokunsalar daha devrimci bir iş yapmış olurlardı. Zira Maçoğlu’nun başarıları yanında yanlışları, ciddi bir biçimde sırıtmaktadır. Maçoğlu, SMF üyesidir, başarılı belediyeciliğinin yanında, buna gölge düşüren bir duruşu olmuş; yer yer devlet ve düzen güçleriyle uzlaşmayı esas almıştır. Kemal Atatürk’le poz vermesi; kayyumlara sesiz kalması; Dersim’de, yürütülen devlet terörüne ve operasyonlara yeteri kadar ses çıkarmaması eleştirilmelidir. Bunlar da bir yere kadar meşruiyet arayışı, -yanlış veya doğru- bir taktik olarak kabul edilip tartışılabilir; ama Dersim’e atanan kayyum çetelerini kabul etmek ve onlarla poz vermek, onlara bal ikram etmek, oportünizmin ötesinde bir yamulmadır. SMF’nin Maçoğlu’nu, ulusalcı şoven bir çizgisi olan TKP’den aday göstermesi, sadece Dersim’le de sınırlı kalmayan TKP ile yapmış olduğu seçim ittifakı -Mersin Mut’ta da TKP listesinden aday göstererek seçimlere katılmıştır- ise taktiktir denilerek geçilecek bir durum değil. SMF’li dostlarımızın seçim tavrının, doğrudan ulusalcı şoven TKP’nin görünür olmasını sağlama ve etki alanını genişletmesi gibi nesnel bir sonucu olmuştur.

Genel olarak, devrimci hareket olarak bu seçimlerde, tavır ve söylemlerin ötesinde kitlelere bir ses veremedik. İnsan, hangi pratik içindeyse düşüncelerini de o pratik belirler. Bizim, yıllardan beri tüm pratiğimiz, düzen sınırları içinde süren demokratik haklar mücadelesidir ve biz yıllardır düzen sınırları içindeki uğraşıları aşamayarak, düzen içinde soluk alıp veriyoruz. Kendi faaliyetimizle, farkında olmadan, düzenin bir parçasına dönüşüyoruz. Bu seçimlerdeki en büyük aczimiz, yüzü devrimci harekete dönük, geniş sol kitleyi seçim atmosferinde alternatifsiz bırakarak, CHP coşkunluğunun içinde erimesine hizmet etmiş olmaktır.

Yıllardır önümüze sürülen her seçim, liberal ve reformist hayallere tavan yaptırıyor; bu hayaller, devrimcilerin çevre ilişkileri dâhil, legal reformist ve kendisini radikal gören örgütlü kesimleri de içine çekiyor. İmamoğlu figürü, bu hayallerle beslenerek tüm yoksullara ve muhalif kesimlere kurtarıcı olarak yediriliyor. İşverenliğiyle övünen bir müteahhit, burjuva kesimden çok, genel sol basın tarafından göklere çıkarılıyor. Bu, bir seçim taktiğinin yanlışlığı doğruluğu olmaktan çıkarak, büyük bir ideolojik ve irade kırılmasını gösteriyor. İmamoğlu şahsında, kontrgerilla düzeni kendisini meşrulaştırıyor.

Devrimciler nereye bakmalı?

Dönem analizi yaparken dikkat etmemiz gereken, andaki temel görevi doğru tespit edebilmektir. İçinden geçtiğimiz süreçte tutulacak ana halkayı doğru tespit etmeden yol alamayız. Devrim mücadelesi tek boyuta indirgenemez ve tek boyutlu düşünülerek çözülemez. Ancak belirli tarihsel anlarda öne çıkan ve bütün gelişmeleri kendinde toplayan dönemsel bir ana halka vardır ve bugünkü Türkiye’de bu halka, devrimci bir merkez, görünür bir devrimci merkez yaratmaktır. Ana halkaya iki boyuttan bakmalıyız, devrimci hareketin bütünü üzerinden ve kendi görevlerimiz açısından. Devrimci hareket, görünür bir devrimci merkez yaratmadan hiçbir alanda başarı sağlayamaz, kendi kendini kandırarak siyasetçilik oynar. Devrimci merkez, Türkiye’deki faşist kurumlaşmaya direnecek ve onunla boy ölçüşüp onu mezara gömecek güç ve yetenekte bir merkez olmak zorundadır. Bu, tam adıyla savaş örgütüdür ve önümüzdeki dönemin tutulması gereken ana halkası, olmazsa olmazı budur. Kendi açımızdan söyleyecek olursak; bütün çabamız, olanağımız, gücümüz, ideolojik-politik-örgütsel görevlerimiz ve devrimci pratiğimiz öncelikli olarak devrimci savaş örgütünü yaratmaya ayarlı, bu göreve hizmet eder durumda olmak zorundadır. Devrimci güçlerin tümüne, bu gerçeği kavratmak ve bu yönde ideolojik-politik “şiddet” uygulamak zorundayız. Bütün gündemlerimizin baş tartışma konusu, bütün pratiğimiz, güncel devrimci görevlerimizin tümü, bu ana halkaya bağlı olmak durumundadır.

Gündemimiz nedir, neyi konuşacağız? Emperyalist kriz, dünya bunalımı, bölgemizde ve ülkede tırmanan iç ve dış savaşlar. Teorik sorunlar, güncel Marksist hareketin durumu. Türkiye siyasal ortamı, egemenler arası kapışma, Kürdistan’da sertleşen savaş, Türkiye’de faşizmin kurumlaşması. İsteyen, birçok başka başlık ekleyebilir; biri diğerinden daha önemsiz değildir. Sorun önceliğin nerede olduğudur. Biz, önceliği bir bütün olarak, TDH’nin pratik siyaset yapamaz durumda oluşuna veriyoruz ve bunların tartışılması için çabalıyoruz.

Kitabın orta yerinden boş laflar!

Herkes her alanda ve her yerde krizden bahsediyor. Dünya kapitalizminin ağır bunalımı ve bu temelde yükselen emperyalist rekabet ve bölgesel savaşlar büyüyor, yayılıyor ve şiddetleniyor. Ortadoğu halkları 30 yıldır savaş ateşleri içinde kıvranıyor. Türkiye ve Kürdistan coğrafyası bölgenin en ağır sorunlarını üzerinde taşıyor. Türkiye’de ekonomik, politik, ideolojik, kültürel anlamda sistem ve devlet krizi giderek ağırlaşıyor. Bütün bunlar doğruysa bize düşen ne, biz Türkiyeli devrimciler bu sorunların neresindeyiz? 50 yıldır emperyalizmin, Türkiye kapitalizminin krizinden bahsediyoruz ve tüm sorunlara bir amentü gibi buralardan başlıyoruz; yıllardır her defasında hüsrana uğrasakta, kendimizden değil krizlerden medet umuyoruz. Buradan başlıyoruz, ama sorunlar ağırlaştıkça biz bu sorunların biraz daha dışına düşüyor, dışına düştükçe kriz analizlerine yükleniyoruz. Kriz analizleri, öylesine gözümüzü karartmış ki, kendiliğindenciliğin propagandasını yükselttiğimizin farkında bile değiliz. Zaman zaman söylediklerimiz hayat buluyor, toplumsal bir kriz patlıyor, ama biz bu anlarda da seyirci olmaktan öteye geçemiyoruz. Daha acısı öylesine körleşmişiz ki, asıl en büyük krizi, kendi krizimizi, TDH’nin krizini görmüyoruz; bunun üzerine konuşmuyoruz. Ve bu krizden, nasıl çıkacağımız konusunda hiçbir öngörümüz, planımız, önerimiz yok.  

Seçimlerden sonra, CHP şöyle davransın, böyle yapsın vb. tarzı değerlendirmelerle, CHP’ye akıl vermekten vazgeçip kendi yapmamız gerekenleri ve nasıl yapacağımızı konuşmak gerekiyor. Ama kendi görevlerimizi konuşmuyor, kendi dışımızdan medet umma olarak lanetlediğimiz anlayışa düşüyoruz. Bırakalım devletin, sermayenin, AKP’nin neyi nasıl yapacağını kırk kere ölçüp biçmeyi, halk güçleri ve kendisine devrimci kimliğini layık görenler ne yapacak? AKP böyle yapacak, CHP şunu yapmalı tarzı akıl yürütmeleri veya akıl satmalarını bırakıp devrimci bir program öneren var mı? Devrimci güçler zayıf, zayıf olmaktan daha kötüsü bunu kanıksamış, bir devrimci önerisi yok, devrimci bir örgüt böylesine düzen güçlerinin bangır bangır beka sorununu tartıştığı bir dönemde bağımsız bir mücadele programıyla ortaya çıkamıyor. Önce bu durumu görmek gerekiyor. Bırakalım başkalarına akıl satmayı; bırakalım, kitleler birleşsin ortak mücadele verilsin, en geniş cephe kurulsun tarzı, zevahiri kurtaracak ortaya karışık, öznesiz öneriler yapmayı ve bunu devrimci politika sanmayı. Bu, kendini devrimcilik yapıyor göstermek, kendini kandırmaktır. Emekçi yığınlar ve işçiler birleşsin, çok güzel, birleşsin; en geniş cephe kurulsun, bu da çok güzel, kurulsun; peki kim kuracak ve sen necisin? Nesnel koşulların olgunlaşması, kitle eylemliliklerinin yükselmesi, devrimci durumun olgunlaşması, hepsi çok iyi olsa, bize ne yazar? Ne yazacağı Gezi’de görülmedi mi?

Bugün, kimin kazanıp kaybetmesine daha yakından bakarsak çok farklı bir gerçeklikle karşılaşırız.  AKP’nin kaybedip faşizmin geriletilmesine sevinebiliriz ama devrimci bir odak yaratıp süreci karşılayamazsak, bir adım sonra mevcut koşullarda en çok kaybedenin devrimci hareket olacağı açıktır.

AKP-MHP faşist iktidarının gerilemiş olması ve geniş halk kitlelerinin aktif olarak siyaset sahnesine çıkması, devrimci mücadeleye muazzam olanaklar açacaktır. Bunu görmemek siyasal körlüktür. 17 yıllık AKP iktidarının, sınırsız ve pervasız dayatmaları, bilinçsiz dev bir öfkeyi açığa çıkarmıştır. Bütün düzen güçleri, bu büyük öfkeyi massetmek, düzen sınırları içinde tutmak için çırpınıyor. Tam devrimci söz ve eylemin zamanı ama eylemek bir yana, tüm devrimci güçler kıpırdayamaz durumda. Bir süreç okuması yapacak olursak; koşulların yarın daha uygun olacağı ve ortamın yumuşayacağı yönündeki beklentiler boşa çıkabilir. Zira iç ve dış konjonktürün basıncı söz konusudur ve her şey daha sert, daha kanlı bir sürece doğru evrilebilir. Bugünün görevlerine cevap veremeyenlerin daha zor koşullarda esamesi bile okunmaz. Bugünün, devrimci ve doğru sorusu şudur: Devrimci güçler, bugünkü görevlerin neresindedir? Proletarya, fabrika, sınıf faaliyetleri diyen çok; ama bir tek fabrikayı direnişe sokamıyoruz. Tek bir mahalle, sokak çağrımıza cevap vermiyor. Tek bir okulda boykot çağrımıza uyan yok ve biz bunun farkında olmadan, büyük büyük hedefler koyup hiçbir pratik adım atmadan, her şey yolundaymış ve dediklerimiz olacakmış gibi yapıyoruz.

Koşullar daha da zorlaşacak ve kapışan güçler daha da büyüyecek; bu durumumuzu değiştirmezsek biz daha da küçüleceğiz. Bu aşamanın görevlerinin ve çıtasının çok gerisindeysek, bir aşama sonra, daha zor ve daha büyük kuvvetlerin çatıştığı, daha sert bir ortamda, tümden geri düşüleceği açıktır. O zaman, bizim, her dönem ve her koşulda ilk sormamız gereken soru bellidir; kendimize dairdir. Bu koşulları nasıl değiştiririz? Kendimizi ve tüm devrim güçlerini nasıl değiştirir ve yeni bir devrimciliğe, muktedir bir devrimciliğe sıçratabiliriz? Daha zor dönemlere, devlet şiddeti ve terörünün daha yükseleceği bir sürece giriyoruz. Herkes bir kere daha düşünsün. İktidar rekabetleri, egemen klikler çatışmasını analiz etmekle yetinmek, bize göre değil; faşist klikler arası rekabet istemediğimiz kadar çok olanaklar açsın; bize bir şey yazmaz, çünkü biz iktidar kavgası yürüten güçlerle aynı kalibrede değiliz.

Biz, seyirciden öte bir etkide bulunamıyorsak, sonuç şöyle veya böyle neticelendikten sonra, yeni ve bir üst eşikte daha sert bir kavga yaşanacaktır. Bir alt eşikte, hiçbir rolümüz yoksa daha zor bir eşikte, daha da geride kalacağız, demektir. Bu, yıllardır böyle sürmektedir ve biz her süreçte biraz daha siyasetin ve yaşamın dışına düşüyoruz. Nasıl yaşamın dışına düştüğümüz gözler önündedir. Taksim Tünel yürüyüşlerinden, arada korsan gösterilerden ve bir iki molotof, maytap patlatmaktan gına gelmişti. Bunlarla kendimizi kandırdık; sadece bizim mahalleye oynuyorduk; dış dünya, kitleler dediklerimizi duymuyordu ve onlara dokunan tek bir adımımız olmadı. Pratik bir yana, bu sorun üzerine düşünmedik bile. O dönemde, yarın bunların da yapılamayacağı açıktı; şimdi de bir adım sonra, hiçbir şeyimiz kalmayacak. Hala dünya, bölge, Türkiye üzerine kallavi analizler ve dışımızdaki güçlere akıl satmakla kendi beynimizi sulandırıyoruz. Kim, ben, sürekli süreçleri doğru okudum, hep en doğru devrimci, proleter görüşleri öne sürdüm, diyorsa en çok, o, kafayı sulandırmıştır. Bizim cemaatler dünyamızda, çoğunluk doğrucu davutlukta, süreç okumada yarış halindedir ve mahallece kafayı sıyırdığımızın ve bu sübjektivizmle, bu benmerkezcilikle kendimizi hiçleştirdiğimizin farkında değiliz.

Beyin sulanması ve akıl tutulması tam böylesi semptomlardır. Yıllardır kafa göz yararak ve yüksek bir imanla, hayata hiç dokunmayan görüşler ve işlerle iştigal ediyoruz. Kendisini örgütlü sayan bütün güçler, yıllardır daralarak hummalı bir faaliyet sürdürüyor. 30-40 yıldır, binler ve on binler, örgütlere aktı ve tasfiye oldu. Bugüne kadar, on binler, yüzbinlere varan taraftar kitlemiz oldu. Ağır bedellere mal olan bu mücadele sonrasında, elimizde kalan nedir? Yasal ve yasadışı devrimcilik iddiasında olan, ama devrimci pratik faaliyet yapma yeteneğinden uzaklaşmış yuvarcıklar. Bu durum, bugün oluşmadı ve anlık bir olayla da olmadı, bir süreç sonucu tasfiye düzlemindeyiz ve her geçen gün, bu tasfiyeci düzlemin eğimi artıyor ve biz toptan daha hızlı sürükleniyoruz. Hala bunu görmeden kendimiz üzerine devrimci güzellemeler yağdırıyoruz. Gelin gerçeklerden korkmayalım ve kendimiz üzerine konuşalım.

Tarihsel devrimci birikimimiz bu durumdaysa, kimse bu sorunlardan kendisini azade göremez. Küçük nicelik ölçekler dışında, kim ortama büyüklük taslıyor ve kendisini dev aynasında görüyorsa -böyleleri az değil- en sarhoş ve en boş vermiş onlardır. Bir bütün olarak, her türlü rezilliğin tavan yaptığı bu ülkede, devrimciler “gık” diyemez haldeyken, bundan rahatsızlık duymuyor ve kılını kıpırdatmadan, tuzu kuru dünyasında yüksek politika yapmaya, teori kesmeye devam ediyorsa, o, en büyük sahtekârdır. Ve daha kötüsü bizim mahallede hep bu sahte sözler duyuluyorsa ve meydan bunlara kalmışsa, bu mahallede, her şey sahteleşmiş, gerçekler ölmüştür! Bizim mahalleye, sahte bir dünya demek zorumuza gidiyorsa, ölüler diyarı diyebiliriz.

Teorik mistisizmdir bu, başka ad bulamıyorum, pratik dışına düştükçe teoriye ve total analizlere kaçıyoruz. Her şeyi, her konuyu ıcığına cıcığına kadar tartışıyor, her konuda görüş belirtiyor, kendimiz ve akıl tutulmamız üzerine konuşmuyoruz. Daha kötüsü farkında değiliz. Her şey üzerine yüksek siyasetler kurup hiçbir şey yapamaz halimiz üzerine, en küçük bir söz söylemiyoruz; bu çarpılma ve yamulmadır, yanlışı doğrultmak kolaydır ama yamukluğu gidermek olanaksızdır. Niye dünya hakkında her şeyi biliyor ve konuşuyorken, kendi boşluğumuz üzerine konuşmuyoruz? Konuşmadığımız, bu çaresiz ve aciz durumumuzu görüp bilince çıkartmadığımızda, hep birlikte bataklıkta boğulup, faşizmin çizmeleri altına gömüleceğiz. Gelin, asıl ve doğru halkayı tutalım. Bugün, can alıcı halka kendimiz üzerine, TDH üzerine konuşmaktır.

Maşallah sol tüm bu ve benzeri analiz ve tahlilleri işin uzmanı, akademisyenlere ve araştırmacılara taş çıkartacak düzeyde geliştirdi. Çok isabetli ve sonradan bak ben dememiş miydim diye övünmekte haklı olabilecek öngörülerde bulunuyorlar ve bu solda bir büyük hastalığın kaynağıdır. Mevcut gerçekliği ile hiçbir karşılığı olmayan ve olmayacak konular üzerinde, büyük büyük tahliller ve çoklu ihtimaller ve hiçbir analizden kendisine pratik en küçük bir görev çıkarmayan değerlendirmeler; tam, dostlar alışverişte görsün, hem de büyük büyük siyaset, dünya siyaseti yaptığımızı sansın kandırmacasıdır. Hatta bu, somut pratikten gizli bir kaçışı perdeleyen son derece gerici bir tarzdır. Devrimci pratikten kopukluk sonucu, bizim mahalle akademizm ve analizcilik hastalığına tutulmuş, pratikte boşluğa düştükçe veriyor analizin gözüne. Büyük güçlerin ve uzun vadeli görevlerin derin sarhoşluğu içinde, önündeki küçük taşları bile göremez haldedir. Dünya ve büyük güçler üzerine, AKP, ordu ve düzen güçlerinin siyasetleri üzerine isabetli öngörülerde bulunuyor ve devrimcilik için makro, ama karşılığı olmayan politikalar belirliyor; sadece somut işleri es geçmiyor, asıl yapabileceklerini konuşmuyor; yapabileceklerinden kaçıyor; soyut konuşuyor; böylece sol, kendi kendini işsiz bırakıyor. Bunlar gereksiz demiyoruz. Bunlar üzerine kallavi analizlerden önce, kendimiz bu dünyanın neresinde ve neciyiz üzerine konuşalım. Asıl olarak da neden yapamıyoruz, nasıl yaparız sorusunu başa alarak konuşmalım diyoruz.

Toplumsal altüst oluş dönemlerinin amansızlığı!

Seçimlerden sonra, sola bakan bir muhalefet potansiyeli ortaya çıkmıştır. Ama bu, örgütsüz, ideolojik ve politik manipülasyonlara karşı yeterli bilinç birikiminden uzaktır. Düzenin yükselteceği demokrasi ve refah söylemlerine kanabileceği gibi, ulusalcı demagojilere ve yükseltilecek şovenist dalgalara karşı dirençsizdir. Diğer yandan devrimci örgütler, mevcut halleriyle, düzenin toplumsal muhalefeti restorasyon sürecine altlık yapmasını engelleyecek durumda değiller.

Her toplum kesiminden ve her coğrafyadan, değişimin ve değişiklik isteyenlerin sesi duyulmaya başladı. İlk sahneye, ODTÜ öğrencileri çıktı, tarihine sahip çıktı, saldırılara direndi, rektörlüğe geri adım attırdı. Türkiye’de her yükseliş dönemine gençlik öncülük etmiş, gençliğin ilk başkaldırısı da ODTÜ’den yükselmiştir; diğer üniversitelerin de seslerini yükseltmesi beklenmelidir. Tüm toplumun, en durgun dönemlerinde bile susmayan kadın hareketinin, daha fazla sokaklarda olacağı açıktır. Fabrikalarda hiç eksilmeyen parçalı direnişler büyüyebilir ve yaygınlaşabilir. Ekonomik yıkımın sonucu, işsizler başta olmak üzere, toplumda birikecek öfke, akacak kanal bulabilirse; en radikal, kara isyan dalgaları bu kesimlerden yükselebilir. Bütün bu toplumsal öfke kanallarının, aynı zamanda, Türkçü faşistler ve selefi cihadistler için de yuvalanma alanları olacağı açıktır.

Coğrafya olarak da değişim, tüm Türkiye hattına yayılma eğilimindedir. Karadeniz, başı çekti. Karadeniz’deki kitlesel coşkunlukta, “Pontuscu” tartışmalarının ve hemşericiliğin etkisi vardır, ama bundan öteye, bu büyük coşku ve kitlesellik, değişim arayışıdır. Karadeniz’in lokması küçülen, işsiz ve aç yığınlarının, öfkesidir. Karadeniz’deki değişim arzusunun, diğer coğrafyalara da yansımaması için bir sebep yok. 31 Mart’ta, AKP oylarında başlayan kayma bunun göstergesidir. Tüm bölgelerden almış olduğu yoğun göçle, Türkiye’nin bir prototipi olan İstanbul’un 23 Haziran’daki seçim ise, değişim arzusu ve muhalif öfkenin İstanbul’la sınırlı kalmayıp tüm Anadolu’ya akacağının da göstergesidir. Yoksulluğun kırıp geçirdiği kenar mahalleler, dinci gericilikten kopuşmaktadır.

Gezi bastırıldığından beri, her fırsatta, “ben buradayım” diyen kitlesel muhalefet, 31 Mart’ta yeniden sandıklardan ses vermiştir. Buradan kazandığı güvenle, sandıklardan sokaklara akmaya hazırdır. Biraz farklı biraz aynı, biraz eksik biraz fazla sandığa giden ve AKP’ye seçim yenilgisini tattıran Gezi’deki kitledir aynı zamanda. Bütün siyasal yanılgıları ve ideolojik şartlanmalarına rağmen, soldur ve ana gövdesi devrimcilere yakındır. Gezi’de başlangıcında Türk bayrakları ve Kemalist sloganlarla, milliyetçi motifler ağırlıklıydı. Cılız gövdemizle dokunduğumuzda, kısa sürede, kitleler yüzünü sola döndü. Bugün de, sorun gelip tekrar devrimcilerin gerçekliğine çarpmıştır.

TDH’nde, uzun yıllardır, devrimci polemiklerin yerini dedikodu, protokoller ve sahte nezaket aldı. Siyasal ve ideolojik polemikler bir iddianın götergesidir. TDH’nin en coşkulu yükseliş dönemi (1969-71), aynı zamanda, yoğun ideolojik ve politik polemiklerin yaşandığı dönemdir. Devrimci mücadelede demagojiye kaçmayan polemikler, müthiş geliştiricidir. Özellikle bu dönemde, birbirimizle, devrimci kamuoyu ve tüm devrimci sempatizanlar, yakın çevremizin önünde, açık tartışmadan korkmayalım.

Devrimci harekette daralma, kastlaşma, küçülme uzun yıllardır devam ediyor. Küçük dünyalar, aynı zamanda geridir, ama asıl tehlike bu değildir; tehlike gericileşmektir. İleriye bakan her hareket, zorunlu olarak geriden gelir, ama gerilik ilkelliktir ve hızla ilkellikten kopmak gerekir. İlkel, bir dönem sonra, geride kalmıyor; tersine, bir yön değişikliği kazanıyor ve gericileşiyor. Gerilik ve ilkelliğe, aynı anlamda, küçük örgütlere -ki bu küçük dünyalarla iç içedir-, küçük dünyaları yıkmak için Mao’nun Kültür Devrimi’nde kullandığı sloganını ödünç alarak, bir kültür devrimine soyunalım. Kastlaşmış, “karargahları bombalayalım!” “Küçük, gerici dünyaları yıkalım!”

Koşullar, hilafımıza ‘amansızdır’; biz isteyelim istemeyelim, tarihin bu anında, Türkiye toplumu, eskisi gibi olamaz. Eskiden olduğu gibi, bir arada yaşayamaz; büyük bir toplumsal altüst oluşun eşiğindedir. “…toplumun her genel yeniden altüst oluşunun arifesinde, toplumsal bilimin son sözü hep şu olacaktır: Le combat ou la mort: la lutte sanguinaire ou le néant. C’est ansi que la question est invinciblement posée (G. Sand) – Ya savaş, ya ölüm, ya kanlı mücadele, ya yok olma. Sorun işte böyle amansızca konulmuştur.”(K. Marx)