Şehir ve Devrim – Tufan Yakın

Kentin Kırsalı Yutarak Büyümesi, Komşu Kentlerle Birleşmesi ve Kırsalın Kentselleşmesi: Devrim Stratejisini Değiştirir mi? Ya da Ne Kadar Değiştirir?

Demografik-Coğrafi Değişimlerle Birleşik Devrim’i Yeniden Düşünmek

Küba’da bugün devrim yapmak isteseniz ilk olarak Moncado’ya mı çıkardınız? Fokoculuk Latin Amerika’da bugün de bir devrim stratejisi olabilir miydi? Ya da Çin’de bugün devrim yapmak isteseniz yine kırları mı temel alırdınız? Kent-kır nüfusu bu kadar tepe taklak olmuşken, sanayi ve dijital teknoloji bu kadar gelişmişken? Çin’in Şenzen kenti bir zamanlar küçük bir balıkçı köyü iken bugün 12 milyon nüfusuyla dünya telefon üreticilerinin merkez üssü, yeni bir Silikon Vadisi haline gelmişken? Bu sorular aklınızda kalsın.

*******

Birleşmiş Milletlerin nüfus verilerine göre, 1950 yılında dünya genelinde nüfusu 1 milyondan fazla 86 kent vardı; 2015’te bu sayı 550, bugün ise yaklaşık 700 olmuştur. Evet, artık kent çağında yaşıyoruz. O bizi tükettikçe her ne hikmetse biz onu yüceltmeye devam ediyoruz! 2050’de yaklaşık 10 milyara çıkması beklenen dünya nüfusundaki bu artışa nerdeyse bütünüyle kentler katkıda bulunacak. Çin, Hindistan ve Brezilya’nın toplam kent nüfusu hemen hemen Avrupa ve Kuzey Amerika’nın toplam nüfusuna eşittir. Fransız Devrimi’nde tüm dünyanın nüfusu 20 milyondu. Şimdi bu nüfusu tek başına Tokyo taşımaktadır. Kentsel büyüme ve genişleme o denli hızlanmıştır ki coğrafyacılar, sosyologlar ve şehir planlamacıları “bitişik kentler” kavramını kullanmaya başlamışlardır. Brezilya’da Rio-San Paulo arasındaki 500 km’lik genişletilmiş metropol bölgesi, Tokyo-Yokohama arası, Mexico City ve çevresi ile Batı Afrika’da Gine körfezi bitişik şehirlere çarpıcı örneklerdir. (BM verileri.) Bizce Çorlu- Çerkezköy’den başlayıp İstanbul’u geçerek Bursa’yı da içine alan Bolu sınırlarına kadar dayanan alan da bir kent bölge ya da bitişik kent özelliği taşımaktadır.

Banliyöler hem zenginler için şehrin dışında korunaklı bir muhit hem de şehir merkezinden dışlanan emekçi halk için gecekondu ve sosyal konut alanlarından oluşan mahallelerdir. Ama mesele şu ki eski kent merkezinden tasfiye edilen emekçiler bu sefer kendi şehriyle bitişik komşu kent arasında kalan banliyölerde yaşamakla her iki kent ile ilişkili hale gelmiştir. Bizim de henüz tam tanımlayamadığımız karşılıklı daha karmaşık bir etkileşim söz konusudur. Ancak bu konuda ilk söyleyeceğimiz, şehirlerin kendi resmi- demografik sınırlarını köy ve kasabaları yutarak komşu şehirlere kadar uzanması onun (metropolün) emekçi kuvvetlerin kuşatmasından kurtulamayacağı manasına gelmektedir! Çok katmanlı bir emekçi kuvvetler birleşimiyle karşı karşıyayız. İşçi sınıfı, köy ve kasabaların metropol kapitalizmi tarafından ele geçirilmesiyle periferideki küçük üretici köylülük, tarım işçileri ve geçimini kendi toprağını işleyerek kazanan diğer kır yoksulları ile bir araya gelmiştir. Bugün İstanbul proletaryasından ziyade İstanbul’dan Adapazarı ve Düzce’ye kadar, hatta Bursa’yı da içine alan çok katmanlı emekçi kuvvetlerin varlığını görmeli buna dikkat çekmeliyiz Mersin, Adana, İskenderun, Hatay da bir “kent bölge” dir. Çorum, Amasya, Tokat, Sivas bir kent bölgedir. Çorlu’dan İstanbul’ u geçerek Bursa’yı da içine alan ve Bolu’ya kadar uzanan bölge, ülkenin en büyük bitişik kentler silsilesidir. İşçi sınıfının küçük üretici köylülük, tarım işçileri ve diğer kır yoksulları ile iç içe geçtiği, bu anlamda yeni ve farklı bir emekçi kuvvetler kuşağının tohumlarının atıldığı alanlardır buralar.

Kentlerin kendi evrim tarihi içinde dayanabileceği en son fiziksel ve demografik sınırlara dayanması, bir zamanlar kapitalizmin kendi “mezar kazıcılarını” (devrimci proletarya) nasıl yarattıysa, aynı kapitalizm çok daha saldırgan, çok daha derin sömürü biçimleri ve insanı toplumsallığından koparan dijital teknolojisi ile yeni bir emekçi kuvvetler ordusu yaratmaktan kendini kurtaramamıştır. Şimdi en çok bunu tartışalım. Ama sadece şehitler vermiş, zindan mücadelelerinden geçmiş, tarihsel belleğini yitirmemiş, devrimde ısrarcı gruplarla tartışalım.

Günümüzde “kente göç” artık tek taraflı bir sosyalite değildir. Birçok durumda kırsalda yaşayan insanlar artık kente göç etmek zorunda kalmıyorlar, kent onlara göçüyor! Köyler bölgesel pazar ya da butik/turistik kasabalar haline gelirken taşra kasaba ve ilçelerin bazıları da ticari veya sınai özelliklerinden dolayı “küçük kentler” haline geliyor. Günümüzde teknolojiye dayalı tarım, bütünüyle kentsel bir ürün olan endüstrinin tarımı açık bir şekilde fethetmesine dayanmamakta mıdır?

Türkiye’de tarım kapitalizmindeki tablo, ağırlıklı olarak küçük üreticilerin ve tarım işçilerinin( göçmen ve yerli)  hâkim olduğu bir manzara arz etmektedir. Kendi küçük arazisinde tarım yapan, ekin biçen, süt-yumurta için hayvan besleyen yoksul köylülük ve zamanı geldiğinde çiftliği başına yıkılacak olan büyük toprak sahipliği, Kürdistan dışında artık yok denecek kadar azdır. Küçük üreticilerin ekonomik bağı kendi yerel tefeci-tüccar ağı ile ulusal market zincirleridir. Ticaret burjuvazisidir. Sadece fındık, çay, pamuk ve kısmen zeytin gibi sanayide çevrime girerek son ürün haline getirilen tarımsal ürünler uluslararası tarım tekellerinin egemenliği altındadır.

Mevcut değişimi; Marmara, Ege, Karadeniz ve Akdeniz’deki tarım, orman ve sahil kasabalarında son 10 yıldır gelişen ekolojik direnişlerle çok ciddi şekilde gözlemleyebiliyoruz. Hayat boyu denize, tarıma ya da ormana bağlı yaşamış insanların yerleşim yerlerinden otoyollar geçirilmesi, turizme açılması, maden sahaları, Jeotermal ve hidroelektrik santralleri vb. kapitalist girişimler, ( ekolojik katliamlar) bu insanların sadece geçim kaynaklarını değil, sosyal ve ruhsal hayatlarını da harap etmiştir. Aydın, Uşak, Denizli ve Manisa illeri ve Büyük Menderes havzasında halk sağlığı ve ekosistemin (incir ve zeytin gibi antik dönemden gelen ürünlerin) mahvına yol açan girişimler karşısında köylülerimiz direnmeye devam ediyor. Köylülük artık sadece geleneksel köylülük değildir. Mücadele içinde kazandıkları deneyimler, onları hem doğa savaşçısı hem kır proleterleri (kır yoksulları değil!) haline getirmiştir. Baksanıza, egemenler Egeli köylüleri pasifize etmek için köylere gözetleme kameraları bile yerleştirmeye başlamışlar. Köyler ve kasabalar kapitalizmin yeni sömürü ve talan saldırıları karşısında hem yeni direniş odakları oluyorlar hem de diğer yandan kentselleşiyorlar. Geleneksel çiftçilik ortadan kalkmış, kır kentleşmiştir sözü gecikmiş bir sözdür! Mesela Çin’de kırsal bölgelerde yaşayan nüfus 1990’larda yüzde 74 iken bugün bu oran yüzde 40’lara düşmüştür. Türkiye’de ise kentsel nüfusun kırsal nüfusu geçtiği ilk sayım 1985 sayımıdır. Bugün ülkenin yüzde 90’ı kentlerde, sadece yüzde 10’u kırlarda yaşamaktadır. Yalnız burada taşradaki ilçeler de kent nüfusu içinde sayılmıştır. İlçeleri kısmen kırsal yapıda görürsek, kent-kır nüfusu yüzde 80 yüzde 20 olacaktır. Ancak Esenyurt, Şahinbey, Çankaya ve Keçiören gibi her birinin nüfusu 900 binlerin üzerinde olan ilçeler şehir nüfusu içinde gösterilmek durumundadır.

Kapitalist kent bugün panoptikal kameralarıyla Ege köylerindedir. Köylü de fabrika işçisine benzer şekilde kapitalizmin makinalarını ve teknolojisini nicedir, ta Bergama’daki siyanürlü altına karşı verdiği mücadeleden beridir, çok yakından tanımak zorunda kalmıştır.

Metropol ve büyük şehirlerin sırasıyla tarım, sanayi ve hizmet sektörleri oranı (2018)  
Aşağıdaki tablodan anlaşılacağı üzere şehir merkezleri sanayisizleşmekte, hizmet sektörleri hızla büyümektedir. Tarım; İstanbul, İzmir ve Ankara’da neredeyse dibe vurmuştur. Çukurova’da bile tarımda geçmiş yıllara göre ciddi düşüş vardır.  

(İzmir) 10,5 – 31,7 – 57,8
(İstanbul) 0,5 –  36,7 –  62,8
(Ankara) 3,0 – 25,7 –  71,3
(Adana, Mersin) 21,1 –  23,8 –  55,1  

Oranları sırasıyla tarım, sanayi ve hizmetler sektörü olarak okuyunuz.  

Emperyalist kapitalizmin günümüzde insan, mal, para, hizmet ve bilginin alabildiğine akışkan hale geldiği bu durağında, kırsal bölgelerde kentsel özelliklerin, kent merkezlerinde de kırsal niteliklerin varlığını arttırması gelecek açısından farklı biçimlerde mekânsal melezleşmelerin ortaya çıkacağını göstermektedir. Kentler yoğun bir etkileşim ağıyla çevrelerindeki bölgelere bağlanarak “bitişik kentler” ya da “kent-bölgeler” gibi yeni bir yerleşim birimi oluştururken, aynı zamanda kısmen kentleşmiş bir kırsal alanı da ortaya çıkarmaktadır. Komünistlerin Marksizm’in kır ve kent arasındaki antagonizmanın ortadan kaldırılmasına ilişkin ütopyasını bu melezleşmelerin içinden çıkarabilme imkânı var mıdır? Kent, banliyö ve taşra arasındaki sınırların bulanıklaştığı yeni durum ciddi bir tartışma konusu olarak önümüzdedir. Sonuçta kırsal ile kentsel arasında belirgin sınırların bulunmadığı çok merkezli, çok katmanlı kent sistemlerinin ortaya çıkışıyla karşı karşıyayız.

Değişen Kır-Kent Koşullarında Devrim Stratejisi: Şehir Komünleri ile ‘Yeni’ Maoizm’in Birlikteliği

Uzun Yürüyüş; 2. Dünya Savaşı öncesinde, 1934-1935 yılları arasında Çin Komünist Partisi askerlerinin Kuomintag güçlerinden kaçmasıyla başlayan, rotası uzun ve karmaşık bir yürüyüştür. Komünistlerin yaklaşık 10.000 kilometre yürüdüğü tahmin edilmektedir. Bu yürüyüş Mao Zedong ve Zhou Enlai’nin önderliğinde gerçekleşmiştir. Yolculukları boyunca Chiang Kai-Shek komutasındaki Kuomintag güçleriyle savaşmış, ağır kayıplar vermişlerdir. Çin’in Shaanxi eyaletine varana kadar 18 sıradağ ve 24 nehir geçmişlerdir. Bu yürüyüş Çinli gençleri etkilemiş ve Çin Komünist Partisi’ne katılmalarına ilham sağlamıştır.

İdeolojik-teorik olandan değil, coğrafi-demografik-teknolojik değişimlerin askeri-politik alana yansımasından bahsediyoruz. Mao’nun halk savaşı diyoruz ama bunun Çin, Hindistan ve Nepal gibi Maoizmin güçlü olduğu ülkelerde bile oldukça farklılaştığını biliyoruz. Kır nüfusunun kent nüfusundan fazla olmadığı, teknoloji ve iletişim ağlarının mesafeleri kısalttığı ve kırsalın tüm dünyada kentselleştiği bir gerçeklikte Maoizm elbette eski klasik biçimiyle uygulanamaz. Ancak köylük bölgelerin yerini tutacak taşranın (ara bölgeler!) bu konuda elverişli olabileceğini düşünüyoruz. Marksist ayaklanma anlayışına gelince, bunu Tahrir ve Gezi gibi 21. Yüzyıl meydan işgallerinin kent meydanlarının mahallelerle çok daha sıkı bir bağ kurarak, yani artalanlarını güçlendirerek bir üst stratejiyle geliştirilebileceğini düşünüyoruz. Meydan ve mahalle arasında tarihsel pratikleri gözlemleyerek yeni diyalektik bağlar kurulabilecektir. Paris Komününden Çorum antifaşist halk direnişine, Fatsa’nın yerel özyönetim deneyiminden Gezi Direnişi’ne değin şehir ve mahalle savaşlarının gerçekleştiği mekânları meclisler, şuralar, komünler kurulacak alanlar olarak görüyoruz. Bu “yeni bir pencere” dir. Şehir ve mahalle komünleriyle halk savaşının birleşik bir devrim stratejisiyle nasıl iç içe geçebileceğini tartışmalıyız. Kent meydanlarını, mahalle ve sokakları salt bir kavga alanı olarak değil, “şehir devrimi”nin gerçekleştirileceği alanlar olarak çok daha seçici, çok daha stratejik olarak yeni bir bakışla ele almalıyız. Bunları yazarken devrimin stratejisini “şematize etme” riski yok mu? Devrim stratejisini salt demografik, mekânsal değişimler üzerinden kurmak sadece kötü bir idealizm değil, çok yanlış bir savaş doktrinidir de! Sınıf savaşımlarını okumadan yapılacak her girişim hüsrana uğramaya mahkûmdur. O yüzden devrim stratejisinin değişen siyasal alanını da ayrı bir yazıda ele aldık. Bunu özellikle belirtiyoruz. Sınıf-mekân ilişkisini okumadan strateji belirlenemez.

Mao’nun köylerden kentleri kuşatma stratejisi, tarihte ikinci kez ama bu sefer, “ara bölgeler” dediğimiz, kentleşmiş köyler ve bitişik kentler arasındaki banliyölerin metropolleri kuşatması şeklinde ortaya çıkabilir mi? Kurtarılmış, izole kızıl siyasi iktidarlardan ziyade, bizzat bölgenin sahipleri tarafından örgütlenmiş ekolojik iktidar alanları düşünülmelidir. Kentleşen ama kent ahlakını dışlayan kırsal bir ekosistem üzerinde mutlaka düşünmek gerekir. Kapitalizmin durdurulacağı bir sınır olarak kentleşen köylere ve taşraya yönelmek yeni bir örgütsel perspektifimiz olmalıdır. Kırsalın kentselleşmesini kapitalizmin sonuna kadar yayılacağı geri dönüşü olmayan bir süreç olarak görmemek gerekir. Çünkü kırsalın bunu durduracak kendine özgü devrimci olanakları mevcuttur. Bunların bir kısmı tarihi, bir kısmı kültürel, bir kısmı ekolojik ve bir kısmı da insanların doğup büyüdüğü coğrafyayı ve nesiller boyunca ekilmiş toprağını vazgeçilmez bir miras olarak sahiplenmesinden kaynaklanmaktadır. Burada elbette bir ahlak, bir kutsiyet var. Yani mesele hem toplumsal ve tarihsel hem de ekolojiktir. Kaldı ki, kentleşen köy göç etmesini gerektirmeyecek şekilde kendi sınırları içinde özgün, yerel bir proleterleşme yaşamaktadır. Örneğin yaşadığı bölge otoyollarla, orman kesimleriyle turizme ya da yeni sanayi komplekslerine açıldığında geçim kaynakları azalsa da şehre göç etmemekte, taşranın yeni kapitalist üretim ilişkilerine dâhil olmaktadır.

Unutmayalım, koskoca Roma İmparatorluğunun kentleri bir bir yıkıldığında sadece köyler ayakta kalmıştı. Çok uzağa gitmeye de gerek yok, bir zamanların otomobil sanayinin yıldızı olan Chicago şehrinin nasıl çöktüğü okunmaya değerdir. Bu Amerikan kentinin nüfusu son 20 yılda yarı yarıya azalmıştır.

Bugün de savaşlar, işsizlik, yoksulluk, çevre tahribatı ile şehirler ola ki büyük bir çöküntüye uğradığında (kaldı ki çoğu şehir bunu yaşıyor!) ya da yok oluşun eşiğine geldiğinde köyler yine ayakta kalacaktır. Bir İstanbul, bir Moskova, bir New York yıkıldığında onları besleyen kırsalın küçük kentleri ayakta kalacaktır! Aynı Roma İmparatorluğunda olduğu gibi.

Çok daha açık konuşalım, dünyanın geleceğinde kentlerin birer düşman kalesi, kırların ise –yeni biçimiyle– ezilenlerin, yeni kuşak emekçi kuvvetlerin kalesi olacağını düşünüyoruz. Yeni bir sosyalist yaşamın kırlarda doğacağını öngörerek örgütlenmeliyiz. Tüm şehirlerin acımasızca bombalandığı, milyonlarca insanın göçe zorlandığı 21. yüzyılın en temel gerçeği değil mi? Tüm kapitalist başkentler ve megapol şehirlerde milyarları bulan yoksulun metropol yaşamında insanlığı utandıracak koşullarda ömürlerini tükettikleri yanlış mı? Çoğu kapitalist devletin mülklerini, sermayelerini, bürokratik aygıtlarını ve ordularını şehirlerin dışına (uzağına değil!) taşıdıkları doğru değil mi? Şehirleri uzaktan yönetmenin tüm teknolojik, militarist, mali, idari aygıtlarını hızla oluşturuyorlar.

Çare, kent ile kırın birleşik gücüdür! Dünyanın geleceği, şehir ile kırın birleşik gücü ile yaratılacak yeni bir emekçi kuvvetler kuşağının ellerindedir! Köylülüğün en nihayetinde tüm klasik biçimleriyle ortadan kalkacağı şehir proletaryası ile iç içe geçeceği bir gelecektir bu.

Nihayetinde kapitalizmin taşrasında sosyalizmi, tabiri caizse ekolojkik bir Maoist teşkilatlanmayla yaratmak gibi bir hedef vardır önümüzde. Bu nasıl başarılacak? Şehir ve kırları değişen koşullarda nasıl buluşturacağız?

Şehir Komünleri ile taşra, banliyö ve artık “küçük kentler” halini almış kasabalardan şehirlerin kuşatıldığı “halk savaşı”nın  –bitişik kentler ve kentselleşen kırsal alanlar üzerinden siyasi ve coğrafi olarak yeniden çözümlendiği bir model–  üzerinde düşünmek gerekir. Şehir komünleri ile halk savaşının iç içe geçtiği birleşik bir mücadele stratejisi oluşturabileceğine inanıyoruz.

Köylülüğün pre-kapitalist üretim ilişkilerinden tamamıyla kapitalist üretim ilişkilerine dâhil olduğu, feodal önyargılar ve geleneklerden modern şehir kültürüne ayak bastığı koşullarda; işçi sınıfının ise her ne kadar vasıfsızlaşma, şehir merkezinden dışlanma, sömürü oranlarındaki devasa artış ile derin bir yoksulluğa gömülme ve mekânsal apartheid vb. saldırılar altında olsa da beyaz yakalıların sayısının artmasıyla entelektüel kapasitesinin zenginleşmesi ve proleterleşen gençlik vasıtasıyla yeni ve daha enerjik bir kuşağın doğum sancıları içinde olması bitişik kentler ve kentselleşen köylerle birlikte düşünüldüğünde, evet, devrim stratejisinde bir yenilenme kendini dayatmaktadır diyebiliriz. Birleşik devrimin yakalaması gereken yeni bir halkadır bu!

Meselenin asıl gözden kaçan yanlarından biri işçi sınıfının bugün nerelerde yaşadığıdır? Komünarlarla, halk savaşçılığının birleşmesinin temel gerekçelerinden biri de budur. Son 20 yılda kent merkezlerinden sürülen işçi sınıfı nerede yaşamaktadır? Kent dışındaki organize sanayilere, banliyölere ya da kamu arazilerine taşınan fabrikalara işçiler nereden gidip gelmektedir? Yasal değişikliklerle ya da fiili olarak kentlerin mahalleleri haline gelen eski köylerden, banliyölerden veya daha hallice kentleşen köylerden gidip gelmektedir. Yani kapitalist şehirleri kuşatacak olan yine işçi sınıfı olacaktır. Ama bu sefer her gün biraz daha proleterleşen kır yoksuları ve küçük üretici köylülükle, deproletarize olmuş kent yoksullarıyla çok daha organik bir birlik içinde yapacaktır bunu. Eğer yaşasalar ya da ideolojileri yaşatılsaydı Mahir, Deniz ve İbo’nun bir araya geleceği ortak bir nokta olabilirdi burası. Merkezden kovulan işçi sınıfı artık çok daha yakınındaki kır yoksulları ve küçük köylülükle ittifak halinde şehirlere çok daha güçlü olarak geri dönecektir!

Marx’ın sanayi proletaryasının yüzde 80’i bugün metropollerde değil, bitişik kentlerde, mahalle haline getirilen eski köylerde,  kentsel-leşmiş köylerde ve banliyölerde yaşamaktadır. İstanbul proletaryası bugün şehrin demografik sınırlarının dışından itibaren başlayarak Adapazarı’na kadar yayılmıştır. Birleşik devrimimizin bitişik kentler ya da kent-bölgeler üzerinden yeniden tasarlanmasının bir diğer gerekçesi işte budur!

Bundan 100 yıl önce İngiltere’de publar, Fransa’da cafeler ve Almanya’da birahaneler işçi sınıfı kültürünün yaratıldığı mekânlardı. Türkiye’de işçi sınıfını ve emekçi halkı, fabrika ve işletmeler dışında bulabileceğimiz yerler ise; emekçi mahallelerin, sosyal konutların, bitişik şehirlerin arasındaki köy ve banliyölerin ya da şehir merkezinde sıkışmış eski tarihi mahallelerin kıraathaneleri, at yarışı ve loto bayileri, parkları, hemşehri dernek ve lokalleridir.

Karl Marx’tan Max Weber’e klasik toplum teorisi yarının dünyasının büyük kentlerin attığı sanayileşme adımlarını takip edeceğine inanıyordu. Bunun böyle olmadığını ve olmayacağını 21. yüzyıl kentsel dinamikleri göstermektedir. Çünkü metropol merkezler; hizmetler sektörünün öne çıkması ve finansallaşma ile sanayisizleşmiş, şehir merkezleri deproletarize edilmiş, Üçüncü dünyaya ihraç edilen klasik sanayiler ise İMF ve Dünya Bankası eli ile yıkıma uğratılmıştır. Ayakta tutulan sadece ucuz iş gücünün getirdiği büyük karlılık oranını sağlayan otomotiv, kimya, elektronik, yazılım, iletişim vb. yüksek teknolojili sanayiler olmuştur. Doğu Asya, Ortadoğu, Güney Amerika ve Afrika için bunun anlamı “büyüme olmaksızın kentleşmedir”. Üçüncü dünyada kentleşme önce sanayiden sonra topyekûn kalkınmadan ayrılmıştır. Afrika’da kuraklık ve kronik iç savaşlar, Latin Amerika’da diktatörlük rejimleri ile hiç bitmeyen enflasyon, yüksek faiz ve kalıcı işsizlik, Asya’da yüzbinlerin zorla tarımdan koparılarak sanayileşme uğruna kentlerin varoşlarına göç ettirilmesi; tüm bu iç etkenlerle birlikte Üçüncü Dünya, tarımsal verimlilik ve kalkınma programlarından da uzaklaşmış oldu. Sonuçta aşırı kentleşme bu ülkelerde iş arzını değil yoksulluğu yeniden üretti. Çünkü büyüme olmaksızın kentleştiler!

Emekçi Kuvvetler: Beyaz yakalılar, sanayi işçileri ve kır proletaryası

Büyüme olmadan kentleşme, bununla bağlantılı mali oligarşinin, özellikle onun banka bileşeninin müthiş karlılık oranlarını yakalaması burjuvazinin kendi içinde imtiyazlı, çok dar bir oligarşik zümreyi yaratmıştır. Bunların temel özelliklerinden biri, size ilginç gelebilir ama bilhassa pandemiden sonra, “ütopik” bir yan kazanmalarıdır. Eskisinden daha fazla “dünya işleriyle” uğraşır olmuşlardır. Dikkat çekici bir gelişmedir. Onları bu kadar “hevesli” kılan ilk olarak Yapay Zekâdaki muazzam gelişmelerdir. İkincisi sahip oldukları orduların ve silah teknolojilerinin beklentilerin ötesinde yıkım gücüne ulaşmasıdır. İnsanları çok daha kolay, çok daha kitlesel ve hedefleri çok az şaşarak vurabiliyorlar. Onları dünya işlerine “çeki-düzen” vermeye istekli kılan son neden ise dünya emekçilerini tarihte görülmedik derecede güçsüz bir döneminde yakalamış olmalarıdır. Bu kolaycılığı tepe tepe kullanmaktadırlar. Maalesef emperyalist vekâlet savaşlarının çok derinine gömülmüş, başını bu kan gölünün içinden kaldıramayan bir sınıf savaşımları gerçeği ile yüz yüzeyiz. Eskiden “akıntıya karşı yüzebilme” gücü ve yeteneğinden bahsederdik, oysa bugün düşmanın karşısına çıkabilmek için aşılması gereken koskoca bir kan deryası vardır. Kan deryası sınıf savaşımının kendisi olmuştur. Belki bizim anlamakta zorluk çektiğimiz şey budur! Büyük bir hızla düzensiz, çılgınca akan, kayalıklar ve çağlayanlarla dolu bir nehir değil bu, kıpkırmızı oluk oluk kan akan bir nehir var artık karşımızda.

Evet, böylece hiç gerçekleşmemiş, Marks tarafından da gerçekleşmesi mümkün görülmediği için alaycı bir şekilde eleştirilen zamanın ütopik sosyalistlerinin yerini, kendilerinden çok emin ütopik emperyalistler almıştır. Yalnız bunların ütopik sosyalistlerden en büyük farkı, maddi bir temele sahip olmalarıdır. Gelişim zeminlerinin kuvvetli olduğunun bilinciyle gelecek tasavvuru yapabiliyorlar. Elon Mask, Bernard Arnault Ailesi, Jeff Bezos, Warren Buffet, Mark Zuckerberg, Bill Gates… bunlar elbette siyaset ile hep ilgiliydiler, zaman zaman devletlere yön verebilmekteydiler ancak bugün adeta bir devlet adamı gibi dünya meseleleri hakkında daha fazla sorumluluk alabilmektedirler. Devletin ilk oluşumundan bahsederken askeri liderlerin toplumun içinden doğup sonra farklılaşarak nasıl toplumun üzerinde ondan bağımsız bir güç oldukları söyleniyordu ise, bugün burjuvazinin oligarşik zümreleri de toplumlarla bağlarını tümden yitirmişlerdir. Oluşturdukları CEO’luk sistemiyle ekonomiden, idari işlerden, hukuki sorumluluklardan kendilerini azade ederek kendilerini “dünya işlerine” vakfetmişlerdir. Kendilerini nerdeyse birer “guru”, birer “ideolog” mertebesinde görmektedirler.

20. yüzyıl burjuvazilerinden farkları, salt tekelci rekabet değildir. Siyasette önemsenir bir söz hakkı elde etmiş olmalarıdır. Elon Musk’ın X üzerinden nasıl etkili olduğu ortada değil mi? Kapitalist sistemden kaçış ümidinin yok edilmesi, daha doğrusu kapitalizmin sorgusuz sualsiz bir son sistem olduğunun kabullendirilmesi, post-modern koşullara, teknolojiye ve bilginin iktidarına tam teslimiyetin sağlanması. Bu şekilde 21.yüzyıla özgü sömürü ve kölecilik biçimlerinin yaratılması.

Burjuvazinin tekelci kesimlerinin kendi içinde alabildiğine darlaşması, oligarşik bir zümre teşekkül etmeleri, beyaz yakalı işçileri mavi yakalı beden ve el emeği işçilerine her gün daha fazla yaklaştırmaktadır. Kır-kent ilişkilerine dâhil edilmesi gereken önemli bir değişimdir bu. Şehrin yazılım mühendisi gibi entelektüel düzeyi yüksek beyaz yakalılar, banliyönün sanayii işçileri, kırsalın küçük üreticileri ve kır proleterinden mütevellit emekçi kuvvetlerin birleşik mücadelesidir artık söz konusu olan.

Yapay zekâdan kaçamazsın! Tüm mesleklerin yaptığı işi tek başına yapabiliyor. Elektrik elektronik mühendisi, uçak mühendisi, makine mühendisi ya da endüstri mühendisi; hangi dala gidersen git karşına çıkacaktır yapay zekâ. Beyaz yakalı işçiler için güvende olacakları bir alan, güvenceli bir meslek grubu daha şimdiden kalmamıştır. Tüm mesleklerin verisi ile donatılmış ve eğitilmiş bir yapay zekâ hemen hemen tüm mesleklerin işini yapacaktır. Mühendis, doktor, avukat vb. Yapay Zekâ karşısında kendi mesleğinin kalfası olmayı kabul edecek midir? İşte size beyaz yakalı entelektüel şehir emekçilerinin ayaklanma gerekçesi! Modern, hatta post modern bir ludizmle karşı karşıya kalabilir tüm dünya burjuvazisi ve devletler sistemi.

Tufan Yakın