Şekillendireni şekillendirmek – Yüksel Yiğitdoğan | Komün 9. Sayı

Koşulların her açıdan elverişli olması bunun hep böyle devam edeceği anlamına gelmez. Süreğen krize, kaosa rağmen bu gerçek halihazırda bize şunu hatırlatır: Bu günler de gelir geçer. Gidişat ne denli hareketli ise o derece kaygandır. Sürprizlere, tesadüflere, rastlantılara gebedir. Beklenen, beklenmeyen ne varsa güncellenmeye müsaittir. Böyle olduğu içindir ki, her an her şey ihtimal dahilindedir. Ve her şeye karşı hazırlıklı olmak, aynı zamanda şekillendireni şekillendirmektir.

Egemen güçler de bütün hesaplarını buna göre yapıyor. Sürekli ortamı geriyor, koşulları ağırlaştırıyor, saldırılarını arttırıyor. Bir nevi krizi krizle geçiştiriyor. İhtimallerle oynamaktan dahi kaçınmıyor, çekinmiyor; çünkü yönetilenlerin örgütsüzlüğü sayesinde ayakta duruyorlar. Hala örgütsüzlük, en temel sorunumuzdur. İdeolojik-politik-örgütsel bir sorun bu. Sınıfsal ve toplumsal güçlerin yaşamına nüfuz edip edememe sorunu…

Komünarca Değiniler ve Anekdotlar’da ha bire aynı noktaya vurgu yapmamızın bir amacı, bir hedefi var elbet. Sürecin bizle ve bizim de süreçle, bağımsız bir yerde iç içe geçmemiz, süreçte karakteristik özellikler barındıracaktır. Süreç, bu anlamıyla belirleyici içerime sahip olacaktır. Şekillendireni şekillendirmekten kastımız da budur işte. Bizim bütün eylemliliğimiz, sürece bugünden yön vermeli, mücadele içinde üretip geliştirdiklerimizi kolektifliğe taşıma gayreti içinde olmalıdır. Bu gayret aynı zamanda, mevcut koşulların sağladığı avantajı doğru değerlendirme, harekete geçirme arayışıdır. Bu arayış; sonuç alıcı, sonuç odaklı çalışmayı da geliştireceği gibi çalışma tarzımızı yenileyip-yetkinleştirmeyi de sağlayacaktır.  

Dünden bugüne birçok şey değişti desek de, hala bazı şeylerde ayak diretiyoruz maalesef. Değişimi anlamlandırmak başka bir şeydir, ona nüfuz etmek ise bambaşka bir şey. Sıkıntı tam da buradan kaynaklanıyor. Yani, öngörüleni, arzu edileni, bekleneni açığa çıkarma ve karşılama esnasında neyapıp yapmadığımıza bakmamız gerektiğidir. Maharet, bazen hareketsiz görünen yerden devinim yaratmaktır. Bazen de gizlisini saklısını açığa çıkarmaktır. Bazen de öne çıkardığımız şeylerin içinin nasıl boşaltıldığını ön görüp müdahale etmektir. Anlam yaratmak böyle olur. Öz, böyle biçimlenir. Hareket; değişimle özdeşleşir, örtüşür, bir birikim donanım yaratır. Geleceği örer örgütler. İhtiyaç duyduğumuz şeydir bu. Eğer bunu içselleştirip harekete geçirmezsek, yine devreye alışkanlıklarımız girer. Düşünceler de alışkanlıklarımızın arkasına takılır. Buna müsaade edemeyiz. Kaldı ki yola koyulurken bu konuda söylenmemiş, yazılmamış bir şey bırakmadığımıza göre… Artık gerekçeler, mazeretler de kurtarmaz bizi. Bu yüzden kaçış yok, olamaz da! Sebebi olduğumuz şeylerin bilincindeysek sorumluluğu da alıyoruz demektir.

Dönemin yarattığı baskılanma, oluşturduğu boşluk, kendiliğindenciliği farklı boyutlarıyla besliyor ve bilhassa yeni ortamlar sunuyor. Çünkü olmamız gereken yerlerde yokuz, var olduğumuz yerlerdeyse tuttuğumuzu koparamıyoruz. Bu bir handikap. Gidişata dair yaptığımız çıkarsamalar, belirlemeler bizi doğrulasa bile o doğrulanan yerden gelişmiyor, büyüyemiyorsak bir problem var demektir, anlayışımızla tarzımız arasında. Bu ciddi bir meseledir. Üzerinde titizlikle durulmalıdır. Tarzımızı belirleyen anlayışımızdır. Bir başka deyişle, karakterimizdir, özümüz, sözümüzdür. Bizi bütünleyendir. Bu uyumun sağlanabilmesi için en başta özün iyi kavranması, içselleştirilmesi gerekir. Bu içselleştirme, tarzımıza yansır. Bütün pratiğimize sirayet eder. Tarz, yapma-etmedir. Hal ve tavırdır. Çizgimizdir o. Amaç ve hedefler doğrultusunda kolektiften her yere taşınması gereken, görünürlüğümüzdür.

Her birimizin bildiği yeniden örgütlemenin derdindeyiz. Bu durumda bize ayak bağı olan veya elimizi kolumuzu bağlayan çalışma tarzımızı düzeltmek için ne yapıyoruz? Ne gibi müdahalelerde bulunuyoruz? Ne gibi uğraşıların içindeyiz? Herhangi bir öneri getirip sunuyor muyuz? Örnek teşkil eden bir çalışmamız var mı? …  Bu mevzunun bu düzeyde konuşulması ve tartışılması, pratiğimizin sorunu olduğu kadar anlayışımızın da sorunudur. Çözüm arayışlarımız her ne kadar birbirine benzese de, kendimizi tekrar etsek bile mutlaka ama mutlaka bir çıkış yolu buluruz. Yeter ki gerekli özeni gösterelim, oluruna bırakmayalım. Dışarıdan ve içerden nasıl göründüğümüzün de tezahürüdür bu. Açıkçası bu görülme hali, Komün Gücü’nün bakış açısına denk düşmüyor. Elbette kolektif bir güç, niteliksel bir yaratım işidir. O güç birdenbire gelişmeyecek, onun da farkındayız. Fakat bir yerde o nüveleri yaratma zamanı. Geciktirmeksizin hem de… Bu çok zor değil, sanki şeyleri ya gözümüzde çok büyütüyoruz ya da bayağı küçümsüyoruz. Haliyle düşüncemizle pratiğimiz arasındaki makas açılıyor. Bu öncelikle giderilmeli. Mesela pratiğin önemsendiği zamanlarda teorisiz, teorinin önemsendiği zamanlarda pratiksiz kalıyoruz. Ayrıca her birimizde farklı cereyan ediyor bu durum.  Tabii biraz da özgüllüğümüzden (mevcut durumumuzdan) kaynaklanıyor. Bu bir yere kadar anlaşılır, bir yerden sonra ise anlaşılmazdır, kabul edilmezdir. Söz konusu olan tarzımızdır, kolektifimizdir.

İhtimaller dahilinde her an her şey mümkündür!

Gidişat şimdilik bizden yana. Ve bu bizden yana olma hali, sadece avantajlar, olanaklar, fırsatlar bakımından değil; zorluklar,sıkıntılar, belirsizlikler için de söz konusudur. Açıkçası olaysız, hareketsiz gün yok gibi… Her yer yangın yeri, her yer sorun alanı… Ve gün geçtikçe daha da derinleşip keskinleşiyor. Sahi bu koşullarda örgütlemeyeceksek ve alternatif yaratmayacaksak ne zaman yaratacağız? Öyle ya, ekonomik çöküntü, siyasal, kültürel ayrışma ve kamplaşmanın sokağa kadar yansıması… Sokağa yansıyanların sınıfsal, toplumsal ve psikolojik etkileri, istisnasız herkesi kuşatıyor, çevreliyor; pozisyon almaya itiyor; hatta zorluyor ve herkese tarafını belli ettiriyor. Yani hiç kimse muaf değil bu gelişmelerden, o evreyi çoktan geçtik. Eğer zamanında müdahale edemezsek egemen güçler, süreci istedikleri gibi evirir-çevirir kullanır. Biz ise yine seyretmekle, söylenmekle yetiniriz. Ki burjuva muhalefetin erken seçim çağrısını, düzen içi bir arayışın sonucu olarak okumakta yarar var. Her ne kadar iktidar bloğu, seçimler zamanında yapılacak dese de bu çağrıdan memnundur, bu tartışmalardan nemalanıyor, zaman kazanıyor, zamana oynuyor. İçeride ve dışarıdaki sıkışmışlığı başka türlü alt etmesi mümkün değil, ayrıca mevcut gidişat onu içsel bir değişime zorluyor. Muhalefetin sandıktan çıkacağını görüyor. Hamlelerini belirleyen şey de, o çözümün sandıkta tecelliedeceğidir. Süreç her şeye gebe, hiç beklenmedik ihtimalleri güncelleyebilecek niteliğe sahip bu yüzden. Egemen sınıflar, egemen güçler, bu çerçevede hem kendilerinin akıbeti hem de devletin bekası için “gitmez” denileni nasıl göndereceğine karar verirken iş o noktaya geldiğinde, en yakınındakilerin dahi elleri titremeyecektir.

Bir tahminde bulunmuyoruz. Her şeyi mümkün kılan, içinde bulunduğumuz realitedir. Herkes için geçerlidir bu. Devirmezsen değiştiremezsin, o seni devirir, değiştirir ya da o kendi içinde kendisini değiştirir, dönüştürür. Sonrası ne getirir ne götürür, bakmaz.  Çünkü;o, şu anki “sürdüremezlikle” ilgilenmektedir.

Siyasal iktidarın akıbeti ve iktidar içi mücadelenin ittifaklar arasındaki çıkarları, bu süreci yavaşlatacağı gibi hızlandıracaktır da. Burjuva muhalefetin açıklamalarından anlaşıldığı gibi, zımni bir anlaşma söz konusudur. “Devri sabık yapmayacağız” beyanı öylesine söylenmiş bir söz değildir. Bu, bir plan ve projenin parçasıdır. Yoksa ne diye ikide bir tekrarlama gereği duysunlar. Bakmayın birbirlerine en ağır hakaretlerde, eleştirilerde bulunduklarına. Bu durum, belirttiğimiz ihtimali zayıflatmaz, aksinegüçlendirir hatta güçlendirmektedir de. Burjuva siyasetinin birkaç özelliğinden biridir bu. Roller, bazen doğrudan sergilenir, bazen de üstü örtük biçimde üstlenilir. İhtimallerin hayata geçip geçmemesi güçler dengesine bağlıdır. Özellikle de devletleşmiş bir partinin öyle kolay kolay çekip gitmeyeceği üzerinden estirilen havanın, yaratılan algının kitleler nezdinde yabana atılır bir tarafı yok elbette. Her halükarda ayak direyecektir. Hem de son kertesine kadar. Bugün sergilediği pratik de bunu doğruluyor zaten. Artık eskisi gibi geniş halk kitlelerinin rızasını alamıyor, zaman aleyhine işliyor, güç kaybediyor. O yüzden acele ediyor, yasal mevzuatı kendi bekasına göre biçimlendirmekle meşgul. Arkamızda bıraktığımız düzenlemeleri saymıyoruz bile… Yeni bir anayasa ve seçim yasası üzerindetoplanıyor şimdi. Boş durmuyor, durmayacak. Burjuva muhalefet, kitleleri sokaktan uzak tutmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyor. Peki, bu durumda biz ne yapıyoruz? Sahadaki izdüşümümüz nedir? Yazımızın girişinde belirttik.

1-En başta mevcut realitenin kavranılması

2-Hareketliliğin yaşandığı yerleri örgütlemek

3-Komünarların toplumsallaşmasını sağlamak

Sahadaki varlığımızı ancak böyle pekiştirebiliriz. Örgütlülük düzeyinin geliştirilmesi ve hız kazandırılmasının yolu buradan geçiyor. Bütün hazırlığımızı, yönelimlerimizi bu eksen üzerinden inşa edebilirsek sürece müdahil olabilir, gerçek anlamda bir iktidar mücadelesi verebiliriz. Bu gücü yakalamadan, bu gücün bir parçası olmadan muhatap alınmazsın zaten. Ne kitleler nezdinde ne de egemenler karşısında. Hala dünün sorunlarıyla uğraşıyoruz. Bir türlü örgüt-örgütlülük sorunun dışına çıkamıyoruz. Sonuçta her şey gelip ona dayanıyor; o, olmadan olmuyor. Sorun da bu ya. Kolektifin önünde duran bu sorunu çözmeden amacımıza, hedeflerimize ulaşamayız. Kapsayıcı, kuşatıcı olmamız şart!

Kolektifliği, her yerde görmek istiyoruz. Bunun için ne yapmamız gerekiyorsa onu yapmalıyız. Büyük küçük iş yok, öncelikler var. Kotarılacak her iş, bizi bir diğerine yöneltir. Her girişim bir dizi yeni ilişkilerle buluşturur. Biz, bu ilişkilerle yeniden biçimlendirip şekillendirebiliriz süreci. Günlük (gündelik) yaşam ile mücadelemiz arasında sıkışıp kalmamayız, kalamayız da. Aralarındaki bağı kurar, o yaşamı bölmez, bütünleştiririz. Böylece birinin diğerinin yerine konulmayacağını gösterir, gereğini yaparız. Düşünün ki küçük bir kasabadasınız, bir öğrenci, bir memur, bir işçi, bir esnaf, bir köylüyüz… Yani ne için orada bulunursanız bulunun, varlık nedenimiz bellidir: Mücadelemizi geliştirmek, büyütmektir! Düzeyiniz ne olursa olsun, neyi nasıl yapacağınız size kalmıştır. Bir başınasınızdır. Bölgenin insanıysanız şanslısınızdır, yabancılık çekmezsiniz; değilseniz işiniz biraz zordur. Bölgeyi, insanı tanımak zaman alır. Dahası bir dizi özel şeyler de söz konusudur. Yine de içinde bulunduğumuz elverişli koşullar neticesinde her yere, herkese ulaşabilirsiniz. Gidişat kolaylıklar sağlıyor buna. Kentmiş-kırmış, ileri-geri ayırmıyor. Nerde ne oluyor, ne bitiyor anında haberiniz oluyor. Bununla da kalınmıyor tabii. Etkiliyor, çekimine de kapılabiliyorsunuz. Bu, o alanların-ilişkilerin özgünlüğünü yitirdiği anlamına gelmiyor. Senin bir başınalığını gidermiyor ama örgütlenmenin imkanlarını-kapılarını aralıyor. Bunları bulup bir araya getirmek, senin görevin sorumluluğun. Değiştirebildiğin oranda değişirsin. Yapıcı-kurucu olursun. İçeriden veya dışarıdan biri de olsan desteğe ve  dayanışmaya da gitsen, yaklaşımın kalıcılaşmak olmalıdır.  Kalıcılaşmak, kökleşmek demektir. Bugün ülkenin her yerinde çıkan yeni sorunlara bu biçimiyle gidiliyor. Yeni keşfettiğimiz bir şey de değil elbette. Bir görev ve sorumluluk addettiğimiz için herkes kendince üzerine düşeni yerine getiriyor. Bu çabaları hafife almıyoruz, değerli buluyoruz ama yeterli görmüyoruz. İkameciliği besliyor, halkımızın deyişiyle taşıma suyla değirmen döndürmeye kalkıyoruz.

Pandemi vesilesiyle bir çıkış arayışı ve bazı konularıyeniden düşünme zamanı… Pratiğimiz bize bu konuda yardım edecek ve neyi ne kadar yaptığımızı-yapamadığımızı açıklayacaktır; çünkü muhakeme olmadan muhasebe olmaz. Örneğimize tekrar dönersek alanların atıllığı-geriliği-hareketsizliği ve bir başınalığımızı sorun ederek bir an evvel kendimizibüyük şehirlere atma arayışı, arzusu, isteğimiz olabilir. Hiç de yabancısı olmadığımız bu tutumun değişik yönlerine, değişik biçimlerine aşinayız. Aslında mücadelenin çok geri olduğu yerlerle o büyük şehirlerin birçok yeri, aynı kaderi paylaşmaktadır. Mesela İstanbul gibi metropolün bırakın bir ilçesini,  bir elin beş parmağını geçmeyecek semt ve mahallelerin dışına çıkmayan-çıkamayan faaliyetçilik, bize şunu söyler: Beğenmediğiniz o kasabanız, ilçeniz, iliniz o büyük şehre çok benziyor. Hatta bazı yerleri var ki çok daha geri. Kendi kasabanızı-yalnızlığınızı ararsınız, aratır çünkü. Yalnızca yerleşim yeri olarak değil; fabrikalar, iş yerleri, atölyeler, iş merkezleri vb. bakımından kimi ayrıcalık ve farklılıklarına rağmen benzerdir. İnsani ilişkileri ise kıyaslamayı dahi gerekli görmüyoruz. Demek ki, sorun nerede olduğumuzda değil, neyi, nasıl yaptığımızdadır. Bütün mücadele alanlarımız için geçerlidir bu. Ne yana dönsek, ne yana baksak tarzımızla karşılaşırız.

Bugünden geçmişi eleştirmek kolay. Kolay olmayan “bugünden eskiyecek olana değinmektir.” Eleştirelliğimizi bu minval üzerinden yürütmektir. Yoksa eski tas eski hamam misali, ne uzar ne kısalırız. Bir kısır döngü içinde debelenip dururuz. Bir başka deyişle mantık aynı olunca, tarz neylesin? Çakılıp kalmak kadere dönüşür. Bulunduğun yer, her şeydir, orda yatıp orda kalkarsın. Önüne arkana bakmazsın. Bir alt sokağa, bir alt mahalleye dahi inmezsin çoğu zaman, oraları gözün görmez. En yakınındakilere uzaksındır ve de yabancı. Varlığınla yetinmeyi maharet sayarsın. Kolaycılığı aşılarsın. Herkes birbirine benzer, öykünür, sorun etmezsin, ne öğretirsen ne verirsen o!..  Özgünlük yaratamama sorunu, tutunamamayıgerektirir. Bugünden geleceğe dair bir şey oluşturamıyorsan, o ileri dediğin yerler zamanla senin çıkışsızlığın olur. Onca deneyime, birikime rağmen, sil baştan başlamak senin değil o alanın dinamiği yüzündendir. Ezilen, sömürülen kimliğine dönük saldırılar karşısında, kendini koruma ve savunma, refleksi öyle ya da böyle her şart altında gösterir kendini. Sen olsan da olmasan da. Bu alanlar, bölgeler eskiye nazaran, çok daha açık hedeftirler. Hele de bir “iç kargaşa” halinde faşizmin ve paramiliter güçlerin Suriye’deki deneyimini içeriye taşıması ve potansiyelin içinde siyasallaşmış bir kitlenin varlığı, inkar edilemez bir gerçektir. Harekete geçirildiğinde bir “Lübnanlaşma süreci” hiç de uzak ihtimal değildir. Hatta onu aşabilecek potansiyele bile sahip olabilir. Suriye, Irak, Libya, Afganistan örnekleriyle hemhal olmuş ve o bağı içerde de kurmuş yapılardan bahsediyoruz. Sözünü ettiğimiz mesele, her ne kadar yazımızın doğrudan konusu olmasa da değinmeden geçemiyoruz. Kimi şeyler gizli saklı, kimi şeylerden habersiziz. Kimi şeyler göz göre göre geliyor. Sadece olup biten üzerinden, kaldığımız yerden devam ediyoruz ama unutmayalım ki, o koşullarla yüzleşmeye başladığımızda sözün ve yazının hiçbir anlamı kalmayacak!

Sürecin akışı, hızı kadar bizim ona ayak uydurma ve önüne geçmek gibi bir zorunluluğumuz var. Giden gidiyor, dönüp bakmıyoruz bile. Bazı şeyler de arkamızdan geliyor, peşimizi bırakmıyor. Nedense bazı şeyleri yitiriyoruz, heba ediyoruz. Bazı şeylerse olduğu gibi yerli yerinde duruyor. Bir milim dahi kıpırdamıyor, kıpırdatamıyoruz. Uzun süredir bir araya gelişlere rağmen bu böyle… Partili-partisiz oluşturulmuş platformlar, inisiyatifler, birlikler, konseyler, meclisler vb. temelindeki faaliyetlerden bahsediyoruz. Sınıfsal ve toplumsal güçlerin örgütsüzlüğü-sosyalist hareketin güçsüzlüğü neticesinde bir araya gelen kesimler, bu boşluğu bu tür yapılarla doldurmaya çalışıyor. Ne kadar işlevli olup olmadıkları ayrı bir tartışma konusudur. Biz, bu yapıları,esas itibarıyla yoksun olunan örgütselhareketin birer izdüşümüolarak görüyoruz. Bu da herkesin bilgisi dahilindedir. Süreci birliktekarşılama, aşma çabası, pratik siyaset ile varlığını idame etme siyaseti arasında gidip gelişler, bazengerçekliklerini aşan ve kaçınılmaz bir şekilde tekrar eder kendini ne yazık ki. Dikkat çekmek istediğimiz nokta; bu yapıların öne çıkışı, doğrudan sorunların sahada bir muhatap arayışıyla ilgilidir. Her geçen gün buralara dönük yönelimlerin arttığı, artacağı kuşku götürmüyor. Sadece bir yönüyle değil, daha bağımsız bir yerden bile bir ayara gelişler var. Memleketin en ücra köşesinde dahi bir kadın cinayeti platformu, doğa-çevre inisiyatifi-konseyi-meclisi… İşçi emekçi kitlelerin grev ve direnişi, eylemliliklere destek ve dayanışmalar… Mülteci-sığınmacı ve göçmenlerle dayanışma, yardımlaşma ve pandemi nedeniyle uzun bir süredir dayanışma ağlarının harekete geçişi, somuta geçmiştir, gözle görülür hale gelmiştir. Doğrudan kitlelerle temas kurulmuştur. Bu genişlemenin giderek örgütlülüğe evrilmesi, iktidarı ve egemen güçleri fazlasıyla rahatsız ettiği içindir ki sadece devrimci-demokratik güçlere yasaklar, engeller koymuyor; bizzat burjuva muhalefet partisinin belediyelerinin bile önünü kesiyor, kitlelerle ilişkiye geçmesine müsaade etmiyor.

Halkın toplumsal dayanışması, birbirine sahip çıkması, yeni ve büyük bir mücadelenin önünü açabileceği korkusudur bu. Gezi fobisini de aşar bir niteliktedir. Bu seferki dalgaların tsunamiye dönüşme ihtimalini bizim kadar onlar da hesaplıyor. Şu an kitlelerin kendiliğinden bir bilince erişmesi ve bahsi geçen yapılara doğrudan -istenilen düzeyde- yönelmemesi yine mevcudumuzla ilgilidir. Arada hala içten içe bir mesafe var, o mesafeyi giderecek gelişmeleri beklemeksizin alttan alta bir köstebek misali eşelemeye devam etmeliyiz. Ne zaman ki “yeter” noktasına geldiğinde hep birlikte harekete geçebilelim. Buralardaki varlığımıza, bir de bu gözle bakalım. Alanın ihtiyaçlarına göre biçimlenmek kadar örgütlenmenin değişik biçimlerini ihtiyaca dönüştürmeliyiz. Karşı karşıya kalınan meselelerle yüzleşmek, meşguliyet kazandırmak bizim de ihtiyacımızdır. Bunca zamandır adları sanları farklı bu yapıların pratikte sınanıyor oluşu, aynı zamanda doğrulanıyor oluşudur da. Gönül isterdi ki bu denli uzun bir süre içermesiydi ve yaşadığımız onca acımasız süreçler silsilesiyle karşılaşmasaydık ama hakikatten kaçılmıyor. Yaşayıp gördüklerimizden dersler çıkarmak, hatalarımızı, yanlışlarımızı düzeltmek her zamankinden çok daha büyük bir önem arz ediyor. Çünkü yeni bir şey yapmak ve kurmak, bütün bu olup bitenler üzerinden mümkündür. Sonrasında oluşabilecek bir şey değildir. Kitlelerin gözü kulağı; şu an ne yaptığımıza, nasıl çözüm ürettiğimize ve ne gibi bir değiştirme-dönüştürme gücüne sahibiz ona bakıyor. Saha her şeydir. Boşluk tanımaz.

Bir diğer husus ise, sosyal medya ile sahadaki varlığımız arasındaki paradoksal durumdur. Ne hazindir ki düne kadar masa başı çalışmasını eleştirenler, küçümseyenler dahi, bugün ellerinden düşürmedikleri cep telefonlarıyla, tabletleriyle ve bilgisayarlarının başına geçip sabah akşam sağa-sola ayar vermekle meşguller. Hem de öyle böyle değil… Elbette sosyal medya platformunun öneminin farkındayız üstelik asla ihmal edilecek bir alan olmadığının fazlasıyla bilincindeyiz. Çünkü ne denli etkili bir mecra olduğu da su götürmez bir gerçekliktir. Ancak, bu aracı yerli yerinde kullanmazsak tahribatı da bir o kadar ağırdır, altından kalkamayız. Zamanımızın çoğunu o bildik tanıdık şeylerle geçiriyoruz, harcıyoruz, tüketiyoruz. Elde taşınan aletin artık bir uzvumuz haline gelmesi yetmezmiş gibi, onsuz hiçbir şey yapılamıyorsa, dışarıdaki yaşam pas geçiliyorsa, gelişmelere ekrandan bakılarak düşünceleri duyguları ve tepkimizi onunla gösteriyor, aktarıyorsak… Sözün bittiği yerdeyiz demektir. Ne kadar kontrollü davranıldığı iddia edilirse edilsin nafile! Sosyal medya üzerinden iş görme alışkanlığı, bir öncekilere benzemez. Bizim işimiz insanla; ister bire bir, ister grup, isterse topluluklara seslenelim. Biz yapma/etmenin peşindeyiz. Böylesi bir düşüncenin ürünüyüz. İllaki her türlü aracı kullanacağız. Her türlü aracı, mücadelenin yaşamın bir parçasıymış gibi ele alacağız. Onun bizi ele geçirmesine, bizi kendine hapsetmesine, boğazlamasına-sınırlamasına, oyalamasına asla müsamaha gösteremeyiz.

Kaldı ki bu şekilde bir yere varılamaz. Her araç, bir ihtiyaca ve amaca hizmet ettiği müddetçe anlam yaratır, anlam kazanır. Mesela 80’li yılların sonları, 90’lı yılların başında örgütlenmek için dernekleşmeler öne çıkmıştı. Mahallelerde ve sokak aralarında adım başı bir derneğe rastlardınız. Bir araya gelme, buluşma, toparlanma-toplaşma-sohbet mekanlarıydı. Kim ne amaçla kullanırsa kullansın dernekler birer araçtı. O günlerin koşullarında epey ilgi gördü. Çekim merkezleri haline geldi. Yaygınlık kazanmasının nedenleri, bugünkü sorunlardan bağımsız değil, sadece o zamanların aracı olarak öne çıkışı, işlevselliği, yine bizim o aracı kullanma biçimimizle ilgilidir. (Aynen bugün olduğu gibi) O yapılar bir süre sonra darlaşıp içe kapandı. Dernekçiliğe evrildi. Küçük olsun benim olsunculuğun derdine düşünce küçüldükçe küçüldü, etkinliklerini yitirdi. O günleri hatırlayanlar, bu yapıların darlığına işaret ediyordu. Yerinde saymak, çekilip kalmak, bugüne ait bir şey değil, dünden bugüne devredilen bir şey…  Yukarıda da dile getirdiğimiz gibi mahallesinden, sokağından, derneklerden dışarıya çıkmayarak bize platformların, inisiyatiflerin, konseylerin ve meclislerin yanı sıra sosyal medya üzerinden geçmiş deneyimlerimizin bir başka versiyonuyla karşı karşıya bırakıyor; araçların değişimiyle onları kullanım biçimimiz ve anlayışımızla yüzleştiriyor. Kuşkusuz bu yeni mecra; çok daha boyutlu bir etkiye sahip, içe ve dışa dönük özelliğiyle format değiştirerek ilerleyeceği de aşikar. Dediğimiz gibi kayıtsız kalmayacağımız bir alan aynı zamanda.

Toparlarsak, her şey bir plan ve proje dahilinde ilerler, gelişir. O plan ve proje ne kadar kusursuz olursa olsun, hayata geçmediği müddetçe bir işe yaramaz. Bir kez daha yenilemek gerekirse, komünarın özneleşmesi salt bir donanım ve birikim sorunu olarak görülemez, onun hareket içinde toplumsallaşması bir zorunluluktur. O zorunlulukla özgürleşir, özgürleşen komünar da özgürleştirir, şekillendireni şekillendirir.