Sivas yangınına doğru bakarsak tam olarak bugünkü iktidarı görürüz. Sivas yangınını doğru anlarsak işçi sınıfı ve emekçi halkları nelerin beklediği konusunda yanılmayız. Sivas yangınını bütün boyutlarıyla kavrarsak, orada bir bütün olarak sistemin tüm sivil ve resmi güçlerini görürüz. Aynı zamanda, 31 Mart seçimlerinden sonra estirilen “yumuşama” ve “normalleşme” hırlaşmalarının neleri gizlediğini anlarız.
Sivas Katliamı gerçekleştirildiğinde, DYP ve SHP koalisyonu hükümette, Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, Tansu Çiller Başbakan, Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı, Doğan Güreş Genel Kurmay Başkanıdır. Bu dörtü içinde Doğan Güreş’in rolü önemlidir, ileride bu konuya değineceğiz. Sivas Katliamı’nda sermaye, siyaset, devlet birliği, milli koalisyon demektir. Bundan 31 yıl önce 1993 yılı Temmuz ayında içlerinde aydınların ve Alevi gençlerin olduğu 33 insanı yakan bu milli koalisyon bugün de iktidardadır.
Sivas Katliamı’nın üzerinden 31 yıl geçti, ancak bu katliamı gerçekleştiren güçler ve zihniyet bugün daha derinleştirilmiş ve kapsamlılaştırılmış biçimde sürdürülmektedir. Bu katliam unutulmamalı ve unutturulmamalı, ancak bundan daha önemlisi caniyane Sivas kırımından çıkaracağımız derslerdir.
Katliamdan sonra, Madımak Oteli önünde toplanan kışkırtılmış kitle içinden öne çıkanlar tutuklanıp yargılanmıştır ancak bu katlimın perde arkası tezgahçıları, hala karanlıktadır veya sistem ittifakı tarafından karartılmaktadır. Oysa herşey gözler önünde ve alenen tezgahlanan bir kontrgerilla eylemidir. Bugünkü iktidarla -yani mevcut sermaye, devlet ve siyasetle- 1993 dönemi arasında zincirleme devamlılık söz konusudur. 31 yıl sonra nasıl bir ortamda olduğumuzu anlamak için bu milli koalisyonun, bu tezhahı nasıl kurduğunu ayak izlerinden adım adım izleyelim.
1980 faşist dabesinden 10 yıl sonra, 1990’lar başı Türkiye ve Kürdistan’da siyasal mücadelenin yükseldiği zirve dönemidir. Türkiye toplumu12 Eylül’ün yarattığı törör ve deşhet psikolojisinden çıkmakta, tüm topum kesimleri hakları ve özgürükleri için mücadeleye ısınmaktadır. Fiilen 12 Eylü’ün devamcısı olan Özal iktidarına karşı büyük bir öfke birikmiştir. Türkiye’de işçi sınıfı, kamu emekçileri ve gençlik hareketi yükselmiş, devrimci örgütler az çok toparlanmış, yükselen eylemlilik içindedir. Sokak gösterileri yaygınlaşmakta ve devrimci örgütlerin silahlı eylemleri yükselmektedir. Kürdistan’da ise 1984’te başlayan gerilla savaşı, dağlardan taşarak şehirleri ayağa kaldırmış, Kürt şehirleri Serhildanlarla sarsılmaktadır. Bu yükselişe devrimci bir aternatif yaratılamadığı için yapılan Ekim 1991 seçimlerinde, Özal’ın ANAP’ına karşı kitleler, düzen içi çözüm arayışı olarak muhalefete meyletti. 20 Kasım 1991’de DYP-SHP Koalisyon Hükümeti kuruldu, Cumhurbaşkanı Özal’a karşı sert bir muhaefete girişti. Burjuva muhalefete karşı iç ve dış dengeleri değerlendiren Özal, Kürt sorununda bazı adımlar attı ve PKK ile görüşmeleri başlattı. Bu gelişmeler, devlet içindeki burjuva faşist kanatlar arasında siddetli bir çatışma yarattı.
1991 başında Doğan Güreş Genel Kurmay Başkanıydı. Bu tarihte Kürdistan kırsalının büyük bölümü gerillanın kontrolünde, Kürt şehirleri ayaklanma içinde, TSK çaresiz durumdadır. Bu koşullarda, tam olarak ve bütün heybetiyle kontrgerilla devreye girer. Kanlı bir kırım dönemi başlamıştır: En başta devletin tepesinde, faşist kliker arasında cinayetler olmak üzere, toplumun tüm kesimlerine saldırılar başlar ve kanlı olaylar peş peşe akar. 1990 yılında medyada irtica hortluyor manşetleriyle İran’a dönük kampanya başlatılır. Aynı dönemde İBDA-C, İslami Cihat vb örgüterin faaiyetleri gündeme oturur. İran karşıtı kampanya sürecinde; 7 Mart 1990’da Çetin Emeç, 4 Eylül 1990’da Turan Dursun, 6 Ekim 1990 tarihinde Bahriye Üçok siyasi suikastlerle öldürülür.
Doğan Güreş’in komutanlığıya “Topyekün Savaş Stratejisi” devreye sokulur ve tüm kısıtlı burjuva hukuku ve yasallıklar ortadan kaldırılır. İlk sınır ötesi harekât 1991 yılında Doğan Güreş komutanlığında yapılır ve bugüne uzanan Irak ve Kuzey Suriye işgalleri başlatılır. İlk köy boşatmalar başlar ve 4000 Kürt köy ve mezrası yakılır yıkılır. Bu tam olarak 1915 Ermeni Soykırımı’nda gerçekleştirilen techirden sonraki en büyük techir hareketidir. Jitem iki yıl önce kurulmuştur ama itirafçılarla koordineli olarak cinayetleri bu tarihlerde yükselir. Yine aynı tarihlerde Kürt Hizbullahı devreye sokulur. Özel Harp Dairesi komutasında Jitem, Hizbullah ve itirafçılar tüm Kürdistan’da ve Türkiye’de sınırsız yetkiyle cinayetlerine başlarlar. Bizzat Devlet Denetleme Kurulu’nun raporlarına geçen 17 bin kişinin katledidiği yargısız infazlar dönemi açılır. Jitem, Hizbulah ve itirafçılar kontrgerillanın vurucu gücüdür ama cinayet şebekeleri bunlardan ibaret değildir, illerde ve ilçelerde jandarma ve emniyet müdürlükleri, gene MHP il ve ilçe başkanları bu katiller şebekesinin içindedir. Aynı zamanda irili ufaklı mafya çeteleri devrededir. Bu dönemde Kürt mafya liderleri peş peşe katledilerek mafya millileştirilir; Alaaddin Çakıcı, Sedat Peker başta olmak üzere onlarca ükücü mafya şefi bu dönemde yükseltilir ve giderek Başbakanları, bakanları, ünlü iş adamlarını tehdit edecek, bankaları ve finas piyasasını yönlendirecek güce kavuşurlar. Mafyanın önü açılınca Türkiye uyuşturucu merkezi haline gelir. Alman Der Spigel dergisi dönemin başbakanı Tansu Çiller resmi ve Türkiye haritasını baştan başa kesen uyuşturucu şırıgası kapağıyla çıkar.
1992 yılında kanlı süreç her alanda yükselişe geçer. Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş tarafından “topyekün savaş” resmen ilan edilir ve kontrgerila terörü tırmanışa geçer. Türkiye tarafında devlete karşı silahı direniş yürüten tüm örgüter hedefe konur ve operasyonlarda basılan evlerde kimse sağ çıkmaz. 12 Temmuz 1990 ve 16 Haziran 1990 yılında Cihangir ve Dudullu’da TDP militanları katedilir. 12 Temmuz 1991’de 12 ve 16-17 Nisan 1992 tarihinde 11 Devrimci Sol yönetici ve savaşçısı katledilir. Bu tarihlerden itibaren polis operasyonları tarz değiştirmiştir, bundan sonraki baskınlarda hedeflenen tüm devrimciler katledilir, “ölü ele geçirmeler” meşrulaşır. Bunlar atık eleştiri konusu bile yapılmaz. Bu dönemde katliamcılık Kürdistan’da 1992 Newrozunda zirveye ulaştı, tam anlamıyla bir kırım gerçekleştirildi; yalnızca Nuseybin, Cizre, Digor ilçelerinde Newroz kutlamaları için toplanan kalabalığa devlet güçlerince ateş açılarak resmi açıkamalarda 94, yöre kaynaklarına göre çok daha faza insan katledildi.
Eylül 92’nin son haftasında bütün gazeteler “CIA’nın Kürt Raporu” manşetleriyle çıkar. Amerika merkezi haberalma örgütü CIA’nın Rand Corporation’a yaptırdığı bu raporda Özal’ın Kürt sorunundaki tavrı “cesur bir girişim” olarak tanımlanır ama bunun Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir müdahalesi ile sonuçlanabileceği yazılır: “Güneydoğu’daki olaylar hükümetin kontrolünden çıkarsa, Genelkurmay devreye girerek müdahale gerçekleştirebilir.” Bir gün sonra Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Yalçın Doğan’a verdiği ve Milliyet’te manşetten yayımlanan röportajda “Teminat veriyorum, darbe olmayacak.” açıkamasını yapar. Darbe tartışmalarının yapıldığı her dönemde olduğu gibi bu dönemde de devlet yönetimi, tümüyle kontrgerillanın denetimine geçer.
1991-95 arasında SHP’den milletvekilliği ve bakanlık yapan Ziya Halis kendisiye yapılan bir röpörtajda dönemle ilgili şunları söylüyor: “Güreş’in söyledikleri o kadar açık ki yoruma bile gerek yok. Güreş Paşa itiraf etmiştir. Türkiye’de ne kadar faili meçhul cinayet varsa, hukuk dışı olay varsa, büyük ölçüde bu dönemde gerçekleşmiştir. Biz de o zaman görünürde bir koalisyon hükümeti ortağıydık ama doğrusu davul bizim boynumuzdaydı, ama tokmak görünürde Demirel’in ama özünde de Doğan Güreş Paşa’nın elindeydi.” Bunu Doğan Güreş röpörtajda bizzat kendisi açıklar: “Biz fiilen sıkıyönetim kurmuştuk, darbeye gerek yoktu.”
Bu röpörtajda Doğan Güreş, Genelkurmay Başkanlığı döneminde yaptığı çok şeyden söz eder ve ifşaatlarda bulunur; Türkiye’nin ‘Kuzey Irak’taki PKK mevzilerine karşı gerçekleştirdiği operasyon’dan, Jandarma Asayiş Komutanı Korgeneral Necati Özgen’e “vur” emri verdiğinden dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’a, Başbakan Süleyman Demirel’e danışmadığını, MGK’da görüşmediğini ve o dönem, her istediğini yapabilecek bir ortamı olduğunu açıkça belirtir.
Bu kan revan içinde 1993 yılına faşist kliklerin kendi içinde kanlı hesaplaşmasılya girilir. 1993 yılında neler gelişmiştir ve Madımak olayına nasıl gidilmiştir, ayak izlerini takip edelim. 24 ocak 1993 te Uğur Mumcu arabasına yerleştirien patayıcıyla öldürülür.[1] 4 gün sonra, 28 Ocak 1993 günü Türkiye’nin en büyük tekellerinden Profilo Holdingin patronu Jeck Kamhi suikastı gerçekeştirilir. Jeck Kamhi suikastından 8 gün sonra, 5 şubat 1993 tarihinde ise Özal’ın Baş Danışmanı, Anavatan Partisinin özellikle DDK’daki önemli icralarını yöneten Adnan Kahveci trafik kazasında öldürülür. Turgut Özal ekibinde olup da PKK ile görüşmeden yana olan ve o dönemin çözüm sürecini gündeme getiren (Kürt sorununun artık silahla çözülemeyeceğini savunan) Eşref Bitlis, 17 şubat 1993 tarihinde helikopteri düşürülerek öldürülür. Sonraki dönemde Eşref Bitlis’in ekibinden olan Tuğgenaral Bahtiyar Aydın, 22 Ekim 1993 tarihinde Lice Asayiş Bölük Komutanlığı binası önünde vurularak öldürüldü. Devamında Albay Rıdvan Özden ve başka subaylar, peş peşe infaz edildi. O zaman bu cinayetleri, “bıçak timi” kodlu Jitem biriminin işlediği basına sızdırıldı. Devlet, Bahtiyar Aydın ve sonrasındaki suikastlerin PKK tarafından gerçekleştirildiğini açıkladı. Nihayetinde kontrgerilla şah-mat dedi; 17 Nisan 1993 te Cumhurbaşkanı Turgut Özal zehirlenerek öldürüldü.
Özal’ın öldürülmesinden sonra Demirel Cumhurbaşkanı seçildi. 25 Haziran 1993’de Tansu Çiller Başbakan oldu. Tansu Çiller’in Başbakan olmasıyla kontrgerillanın önü açıldı. Tansu Çiller, bir konu mankenidir, bu dönem Mehmet Ağar dönemidir, bu dönem Akşener dönemidir, bu dönem aynı zamanda Bahçeli ve Süleyman Soylu dönemidir. Aşağıda açıklayacağımız gibi ipler, Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreşin elindedir. Tansu Çiller’in Başbakanlığıyla birlikte ‘93 senesinde kontrgerilla katliam ve cinayetleri zirveye çıkmıştır. Ve bütün bu sürecin sonunda 2 Temmuz 1993’de de Sivas Katliamı gerçekleştirilir.
Adım adım örgütlenen katliam
Sivas Katliamı’nda Aydınlıkçıların rolü de göz ardı edilemez. 1990 yılında yukarıda bahsettiğimiz aydınlara dönük kastederler İran ve irtica hedefe konmuştu, irticaya dönük kampanyanın başını Aydınlık Gazetesi çekmektedir. Mahkeme kanalıyla Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri kitabının basımı yasaklanır, Aydınlık 16 Mayıs 1993 tarihinde manşetten Şeytan Ayetlerini günlük yayınlamaya başlar. Bu yayın sonrası, Sivas Katliamı’na kadar şiddeti her geçen gün artan bir dinci-gerici kışkırtma başlar. Bu kışkırtmalar, olaydan bir hafta önce zirve yapar. Pir Sultan Abdal anması, Şeytan Ayetleri üzerinden “Peygambere ve dine hakaret” olarak lanse edilir. Hatta Sivas Katliamı sonrası da tartışılan katliam ve katledilenlerin anması değil, bu kışkırtıcı söylemlerdir. O gün irtica üzerinde tepinen Aydınlık ve Doğu Perinçek, bugün iktidar olan irticanın en kararlı destekçisidir.
Ve geliyoruz 2 Temmuz gününe; Pir Sultan’ın doğduğu köy olarak bilinen Banaz Köyü için yapılan Pir Sultan heykeli, katliamdan bir gün önceki gece, birileri tarafından getirilip bir meydana dikiliyor. Kültür Bakanlığı, heykelin Sivas’a değil Banaz Köyüne dikileceğini söylüyor. Valilik böyle bir heykelin dikileceğinden haberim yok diyor. Anma için orada bulunanların bilgisi yok, ama birileri anlaşılmaz sözler mırıldanarak ve heykeli kutsayarak etrafında dönmeye başlıyor. Alevilikte böyle bir gelenek yok. Sıradan kitleyi galeyana getirip katliam hazırlıklarına ortak etmek hedefleniyor. Kışkırtılan kitle iyice galeyana geliyor. Emniyet müdürü namazdan çıkan kitleyi kışkırtarak; “heykeli yıkacaksınız, göstericilerin arasından sürükleyerek valiliğin önüne getirip bırakacaksınız.” diyor. Nitekim heykel yıkılıyor ve boynuna ip geçirilerek Sivas sokaklarında dolaştırılıp valiliğin önüne atılıyor.
2 Temmuz’dan birkaç gün öncesinde her şey bağıra bağıra katliam geliyor demektedir. Katliamdan üç gün önce MİT merkezi, Sivas Bölge Başkanlığına bir istihbarat raporu gönderir ve çeşitli illerden militanların toplandığını, cuma namazı sonrası kitlenin kışkırtılacağını, çok büyük toplumsal olayların olacağını bildirir. MİT Bölge Başkanı bu istihbarattan hiçbir kurumu haberdar etmez. İfadesinde alay edercesine Ramazan isimli bir polise sözlü bildirimde bulunduğunu söyler. Ama gelişmelerden hem Tugay Komutanı hem Emniyet Müdürü haberdardır, bizzat planlayıcı veya göz yumar pozisyonundadırlar.
MİT istihbaratında yer aldığı gibi, çeşitli illerden Özel Harpçiler ve itirafçılar, Sivas’da toplanıyor. Bu katlim katılan itirafçıların içinden biri, daha sonra Kürt medyasına karşı itiraflarda bulunarak Sivas Katliamındaki rollerini anlatır. 12 kişi olarak Erzincan’dan Sivas’a geldiklerini, başka bölgelerden de gelenler olduğunu, kalabalığı kışkırttıklarını, otelin taşlanmasını ve ateşe verilmesini kendilerinin başlattığını açıkladı.
Gene aynı dönemde Sivas Milli Gençlik Vakfı zamanla hiçbir ilgisi bulunmayan bir tarihte Hicret Koşusu düzenliyor ve çevre illlerden islamcı militanları Sivas’ta topluyor. Tesadüfler bu kadar da değil; Otelin yakıldığı aynı gün Tugayda acemi erlerin yemin töreni için Türkiye’nin çeşitli illerinden aileler Sivas’ta toplanır. Vali, Tugay Komutanı, Emniyet Müdürü, İstihbarat Başkanı olaylar başladığında tugayda yemin törenindedirler. Günlerdir tüm Sivas’ta sürdürülen kışkırtıcı propogandadan ve her tarafta büyük olaylar olacak, provakasyonlar yaşanacak söylentilerin dolaştığını bilerek, şehrin yönetim ve güvenliğiden sorumlular göstermelik bir toplantıda bulunurlar. Bunların hepsi bir plan dahilinde örgütleniyor. Bütün bunların Özel Harp Dairesi tarafından planlandığını gösteren en somut olay ise Sivas’taki askeri birliklerin aynı gün Şehir dışına gönderilmesidir. O dönem Sivas Tugay Komutanlığına bağlı bir Özel Kuvvetler ve bir Jandarma Komando Birliği var, her iki birlik de bizzat sahte bir kontrgerilla istihbaratıyla Zara ve Hafik kırsalına operasyona gönderilir.
2 Temmuz’da Cuma namazından çıkan az bir kitle ve özel olarak yönlendirilen provokatörler, çeşitli sokaklarda gösteriler yaparak, tekbir getirip, ölüm sloganları atarak Sivas sokaklarında dolaşıyor; sonra otelin önünde toplanmaya başlıyor. Bundan sonra yaşananlar, Ankara ile yapılan görüşmeler, Vali ve Tugay komutanının açıklamaları, Erdal İnönü ile yapılan görüşmeler, oteldekilere verilen güvenceler, tüm ayrıntılarıyla herkes tarafından defalarca tekrarlandığı için bunlara yer vermiyoruz. Bizzat devlet tarafından planlanıp oteldeki 33 kişi yakılır. Türkiye’de devlet himayesi olmadan (devrimci güçler dışında), kuşlar bile kanadını oynatamaz. Devletin kontrolü dışında mafya, suç örgütü, faşist, dinci vb. hiçbir gerici güç örgütlenemez ve katliam yapamaz, böyle bir gelenekleri yoktur. Tüm gerici paramiliter örgütler (ırkçı-dinci) devlet organizasyonlarıdır.
Sivas’taki daha önceki katliam denemeleri göz önüne alınarak neden Sivas sorusu sorulmalıdır. Sivas, Malatya, Çorum daha 12 Eylül öncesi Kontrgerilla tarafından pilot bölge olarak seçilip eylem alanları olarak ilan edildi ve MHP eliyle bilinen kanlı provokasyonlar gerçekleştirildi. Faşistler o dönem bu bölgeyi, Anadolu’nun merkezi anlamında “Merkez Üçgen” olarak adlandırıyor ve mutlaka hakim olmaları gereken alan olarak kodluyordu. Bu merkez üçgene üç ilin dışında Tokat ve Yozgat dahildi. Bu bölgenin dışında Elâzığ, Adıyaman, Maraş ayrı bir hedef alanı olarak belirlenmişti.
1960’lı yıllarda pilot alan olarak seçilen bu bölgede, yoğun bir Kürt ve Türk Alevi nüfus yaşıyordu ve bu şehirlerde demokratik eğilimler güçlüydü. 1965 seçimlerinde TİP, en yüksek oyu Malatya’dan aldı. Sivas, Tokat ve Çorum da önceleri demokratik eğilimlerin ve giderek sosyalist fikirlerin güçlendiği alanlardı. Malatya ve Sivas’ta Kürt Aleviler, Tokat ve Çorum’da daha çok Türk Aleviler yoğundu. Malatya-Sivas Kürdistan’ın sınır bölgeleridir. Sivas aynı zamanda 1920 Koçgiri isyanının yaşandığı bölgedir. Sivas’ın doğu ilçelerinin (Zara, Hafik, İmranlı, Kangal, Gürün) kırsal nüfusunun hemen tamamına yakını Kürt Aleviler oluşturmaktadır. 1980 yılına kadarki saldırılar, Alevi kitlelere devrimci ve sosyalist güçlerden uzak durun mesajıydı. 1984 sonrası ise bir türlü bastıramadığı Kürt isyanını kendi doğduğu alanlarda daraltma hedeflenmiştir.
Sivas Katliamı, bir yanıyla 1970’ler sonu Maraş Katliamı ile aynı amaçlar hedeflenerek yapılmıştır. Maraş katliamı, kontrgerillanın 12 Eylül hazırlığıdır, aynı zamanda bugünkü iktidar ittifakının kurulma denemesidir. Sivas yangını ise Türkiye’nin elli yıllık politik yaşamının hikayesidir. Sivas Katliamıyla hedef, asıl olarak Kürdistan’da yükselen devrimci mücadeleyle Türkiye devrimci güçlerinin birliğini engellemektir. Aynı zamanda Türk-Kürt tüm Alevi kitlelere, Kürt mücadelesine yaklaşmaya kalkışırlarsa göze almaları gereken bedelleri göstermektedir.
Bu sürecin devamındaki önemli bir operasyon, az çok halkçı görüşler taşıyan SHP’nin Deniz Baykal eliyle tasfiye edilmesi de bir kontrgerilla eylemidir. Aynı dönemde, Erdal İnönü, kanlı sürecin daha da derinleşeceğini anlayarak 6 Haziran 1993 tarihinde siyasetten çekileceğini açıkladı ve dediğini yaptı. Bu operasyonla Alevilik, CHP eliyle soldan ve Kürt hareketinden koparılıp devlet denetimine alınmak istenir.
“Kurdun dişlerini kim sökecek?”
Buraya kadar anlatılanlar geniş bir arşiv taramasından değil, sınırlı kaynaklar ve hafızada kalanlar üzerinden yaşananların serimlenmesidir. Gerçekler bu yüzeyden görülenlerden çok daha karmaşık, çok daha geniş, çok daha derin ve boyutludur. Geniş bir arşiv taramasıyla tüm bu dönemin tam ve gerçek bir resminin çıkartılması önümüzde duran önemli bir görevdir. Bugünlerde faşizm üzerine çokça konuşuluyor, yazılıyor. Faşizmin kuramsal boyutları kadar bu yaşananlar üzerinden, sivil ve resmi kurumlardaki maddi güçleri, örgütlenmesi, eylem kabiliyetinin doğru kavranması zorunludur.
1993 ten 2024 yılına gelelim, geçen 31 yıllık süreçte görüyoruz ki “ devlette devamlılık esastır”, bu ‘devletteki devamlılık esastır’a, kimileri “derin devlet” diyor, bunun siyaset dilline tercümesi; illegal kontrgerilla yapılanmasıdır. Sivas Katliamı’nın içinde yer alan; Tansu Çiller, Meral Akşener, Mehmet Ağar, Ünal Erkan, İbrahim Şahin, Alaaddin Çakıcı, Korkut Eken, Doğu Perinçek vb tüm kişiler ve kurumlar çok daha kararlı olarak, “domuz topu” misali birleşmiş ve bugün hepsi AKP-MHP faşist iktidarının bir parçası, uzantısıdır. Ve bu faşist iktidar, benzeri daha büyük katliam tezgahları planlamaktadır. Türkiye’de faşizm ve faşizme karşı mücadele ezberi olarak, beylik “kitlelerle mücadele”, “sınıfın örgütlenmesi” vb. cümleleri tekrarlamaktan önce cevaplanması gereken asıl soru, bir değerlendirmede sorulan şu sorudur: “Kurdun dişlerini kim sökecek?” Biz, Sivas Katliamı’nın aynasında, kurdun dişlerini sökecek bir örgütlenmeyi nasıl oluşturacağız, antifaşist birleşik mücadele hattını nasıl geliştireceğiz sorularına odaklanacağız.
[1]Bu cinayeter içinde, konudan biraz sapmayı göze alarak, Uğur Mumcu suikastı konusunda bir dipnot düşmezsek dönem bütünlüklü kavranamaz. Hala birçok sol çevrenin “demokrasi şehidi” olarak sahiplendiği Uğur Mumcu, taptığı devleti tarafından katledilir. Uğur Mumcu, aynı dönemde bu kirli yumağın tam göbeğindedir. 12 Eylü faşizmine kadar taşıdığı sol maskeyi yırtarak keskin bir Kenan Evren ve faşizm savunucusu kesildi. 12 Eyü faşist darbesini “yağmurun yağması gibi doğal bir olay” olarak gördüğünü açıkladı: “12 Eylül’ün Türkiye’yi bir iç savaş tehlikesinden kurtardığını, bunu açıkça kabul ve ilan etmeden hiçbir soruna çözüm bulma olanağının olmadığını, bunun nesnel bir gerçek ve somut bir olgu olduğunu” yazdı. Darbeden birkaç gün sonra, 17 Eylül 1980 günü yazdığı yazıda katledilen 71’in devimci önderlerini ve eylemlerini “adam öldüren, cinayet işleyen katiller ve hainler “ olarak suçladı. Bunlar 12 Eylül faşizminin hizmetine girmek için kabul dilekçeleriydi. Uğur Mumcu, 12 Eylül’den sonra, artık içerde faşizmin, dışarda Nato’nun şahinidir. Çok etkili ve tüm sansasyonel karşı-devrimci propoganda kampanyasının merkezindedir. Uğur Mumcu’ nun en sansasyonel açıklaması bizzat içindeymiş gibi tekrar ettiği ve kendinden emin ileri sürdüğü Abdullah Öcalan’ın MİT ajanlığı ve PKK’yi MİT’in kurduğu iddialarıdır. İlahları tarafından kurban edildikten sonra arkasından söylenenlerde onun gerçek rolünü anlamaya yeter.