Doğada olduğu gibi toplumsal yaşamda da sürekli bir fasit daire yoktur. Fasit çemberi helezonik döngünün yaşadığı sorun, kriz ve kaos konaklarını temsil eder. Helezonik hareket ise bir noktada sıçrama yaparak fasit çemberini kırar ve döngüsüne devam eder. Toplumsal yaşam tarih boyunca böylesi bir döngüsel hareketle günümüze gelir. Onlarca yıldır, Ortadoğu’da siyaset fasit çemberi konağını yaşıyordu. Bu çemberin ilk kırılışı Sovyetlerin kendi içine çökmesi ile yaşandı. Bu, hareketin genişleme yönünde dışa doğru değil, içe doğru bir sapmasıdır. Konumuz dünya çapında bir değerlendirme değil ama bugün bir ülke siyasetini değerlendirirken, bölgesel güçler başta olmak üzere en azından dünyanın başat siyasal öznelerini değerlendirmek zorundayız. Siyasal analizin başat kolonları; ülke ve bölgenin jeopolitik durumu ile yer altı ve yer üstü zenginliklerinin ekonomi-politikteki önemi üzerine oturur. Devamla politik öznelerin çokluğu, bunların birbiriyle çok yönlü ilişki, çelişki ve çatışmaları anlaşılıp açıklanmalıdır.
Onlarca yıldır Türkiye’nin ilk sıradaki siyasal gündemi Kürt sorunu ve PKK oldu. Kürt sorunu ilk fasit çemberini, Türkiye’de PKK’nin 15 Ağustos 1984 Atılımı ve 1993’e kadar genişliğine ve derinliğine büyütülen askeri savaş stratejisi ile kırdı ve helezonik hareketi genişleterek sürdürdü. 1993 yılı, sorunun yeni bir fasit çemberine girdiği konaktır. Bu ilk ateşkes çemberin yeniden dışa doğru kırılma hamlesiydi. Ancak gelişmeler bu yönde olmadı. 1999’ da Abdullah Öcalan’ın uluslararası komplo ile Türkiye’ye teslim edilmesi, Türkiye için çemberi dışa doğru genişletirken PKK açısından içe doğru bir daralmaydı. Bu durum uzun sürmedi ve yeniden denge durumu yakalandı. 2000’li yıllara kadar farklı denemeler, adımlar, siyasal taktiklere rağmen küçük sıçramalar yapılırken yeniden bir kısır döngü içine girildi. 2013 Çözüm Süreci ise hem Türkiye’de hem de tüm Kürdistan parçalarında siyasal tıkanma ve kriz durumunu aşma hamlesi olarak görülebilir. Ancak yapılan hamlenin gerçekleştiği nesnel koşullarda PKK, Türkiye’de içe doğru bir kırılmayla kendini tekrar etmeye, taktik siyaset üretmekteki yetersizlikle daralmaya yol açarken; Güney, Doğu ve Batı Kürdistan’da genişleme yönünde bir rol oynadı. 2011 de Suriye’de başlayan iç savaş, Suriye devleti sınırları içinde kalan batı Kürdistan’da yeni olanaklar yarattı. Bu dönemde PKK için öncelikli gündem oldu ve olanaklarını zorlayarak bütün alanlardaki gücüyle Batı Kürdistan’a yöneldi. Yine 2011’de İran ile bugüne kadar süren ateşkes anlaşması yapıldı. 2013’e gelindiğinde Suriye’de ciddi başarılar kazanılmış, bölgedeki güçler arasında bir denge sağlanmıştı. Aralık 2024 Esad yönetiminin düşüşüyle bu denge bozuldu.
Suriye’de tüm dengelerin bozulması bölgedeki tüm siyasal aktörlerin dengesini bozdu. Yani fasit çemberi bir kez daha kırıldı. Şimdi neler olabilir? Yeni Şam yönetimi kalıcı olabilecek mi? Mevcut durumda Suriye beş, altı parçaya bölünmüştür. Bunların içinde Batı Kürdistan’ı da (Rojava) kapsayan Kuzey Doğu Suriye fiili bir özerk yönetim kurdu. Bu konuda diğer ulusal ve dinsel kimlikleri kapsayan bir paradigma yarattı. Asıl soru Kuzey Doğu Suriye, bu paradigmayı koruyarak güçlendirip sürdürebilecek mi? Şimdilik ne olacağı çok belli olmasa da birtakım avantajlı konumu olduğu görmezden gelinemez. Özellikle gelişmelerin seyri biraz da laik Sünni Araplar, Dürziler ve Alevilerle kurup geliştireceği yakın siyasal ilişki ve örgütlenmeye çok bağlı. Bu güçlerle ne kadar hızlı ve güçlü örgütlü bağlar geliştirebilirse Suriye’deki etki gücünü ve öngördüğü politikayı geliştirme olanağını da o kadar hızlı ve güçlü yakalayabilir. Bu durum Suriye’deki iç siyasal özneler için olduğu kadar uluslararası güçler için de geçerlidir.
HTŞ’nin Şam yönetimine gelmesinden bu yana özellikle Alevilere yönelik bir katliam süreci başlatıldı. 7 Mart itibariyle Alevilerin başkaldırısı başladı. Zaten Esad döneminde daha çok ordu ve istihbaratta görev alan Aleviler yer yarılıp içine girmedi. Bir parantez: Yanlış anlaşılmasın, Ordu ve İstihbarat elbette sadece Alevilerden oluşmuyordu. Esad’ın Alevi olmasına rağmen Suriye devletinin belirleyici gücü Sünni Müslümanlardı. Diğer taraftan bugün Aleviler katliam tehdidi altında varlık yokluk ikilemi içinde yaşıyor. Bugüne kadar Alevilere yönelik saldırılar, HTŞ’nin ve Colani iktidarının mevcut ideolojik siyasal anlayışıyla Suriye’de Sünni Müslüman Arapların bir bölümü dışında diğer din ve dillerden toplumları kapsayacak bir sistem oluşturması pek mümkün gözükmüyor. Her ne kadar uluslararası bir meşruluk sağlamış olsa da fazla öne çıkmayan bir iç savaşı sürdürmeye çalışıyor. HTŞ gücünü büyüttükçe saldırganlığını artıracaktır. Dürzilerin yaşadığı bölgeye kısmi saldırıları, Aleviler üzerinde iktidara geldiği günden bu yana yaptığı sistemli cinayet ve işkence ile 6-10 Mart arası gerçekleştirdiği katliam ve estirdiği terör bunu göstermeye yeter.
Ayrıca Kuzey Doğu Suriye ile çatışmasa bile anlaşmaya yönelik tek bir pratik adım atmaması (10 Martta Colani ve Mazlum Abdi arasında imzalanan mutabakat metni şimdilik sadece bir ön metindir) hem ülke içi güçler hem de uluslararası güçler dengesi açısından güçsüz olmasındandır. Suriye’deki yerel güçler elbette hem ülke içinde kitle örgütlülüğünü güçlendirip, yerel ittifaklarını büyütmeye çalışırken hem de uluslararası diplomatik ilişkileri geliştirmeye çalışacak. Suriye üzerine politik hesap yapan tüm güçler bu nesnel durumu dikkate alarak hareket ediyor. Erdoğan-Bahçeli iktidarı öncelikle bu nedenle, Öcalan ile bir kez daha masaya oturdu. Hem PKK hem de Suriye Demokratik Güçleri (SDG), Suriye’de Türkiye devletiyle çatışmayı tercih etmiyor. Buna rağmen tamamen Türkiye’nin denetimi ve yönlendirmesinde olan Suriye Milli Ordusu (SMO), SDG’nin kontrolünde olan bölgelere saldırdı. SDG Fırat’ın batısından çekilmek zorunda kaldı. SMO’da Fırat’ın doğusuna geçemedi.
Daha bu gelişmeler yaşanmazdan Önce Bahçeli’nin Dem parti ile TBMM’de tokalaşması sonrasında A. Öcalan’ın yeğeni Ömer Öcalan İmralı’ya gitti ve çıkışta bir açıklama yaptı. Bu açıklama bugünden bakıldığında zaten başlayan bir sürecin ilk ilanıydı. Daha sonraki gelişmeleri kamuoyu yakından takip etti. Şimdi ise Türkiye başta olmak üzere, öncelikle bölgede rol oynayan siyasal özneler A. Öcalan’ın çağrısı üzerine tartışıyor. 27 Şubat’ta üçüncü ve son kez Çağrıyı duyuran heyet İmralı’da dört saat görüşme yaptı. Öcalan “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı başlığıyla sürecin adını koydu. Erdoğan-Bahçeli iktidarı bu sürece “Terörsüz Türkiye” diyor. Ancak yapılan açıklama, görüşmenin çok küçük bir bölümüdür. Neler konuşulduğu elbette merak konusu ama biz, görüşmenin temelinde, Türkiye ve Ortadoğu olduğunu biliyoruz. Şimdi ihtiyaç olan hem açıklamayı dikkate alarak hem de açıklamadan bağımsız bölgede ve Türkiye’de muhtemel siyasal gelişmelerin neler olabileceğini tartışmaktır. Bölgedeki siyasal özneleri Türkiye, İran ve Lübnan Hizbullahı çizgisindeki siyasal İslam, Sudi Arabistan ve Mısır ile bura merkezli Sünni İslam temelli cihatçılar, Kürtler (Öcalan, Barzani ve Talabani siyasal çizgileri), İsrail, ABD, AB ve Rusya olarak sıralayabiliriz.
Bölgede oluşmuş ve esnekliğini kaybetmiş bloklar var. Bu blok bileşenlerinden birinin diğer bloka geçmesi bugünden yarına mümkün değil. Her blokun kendi içinde uzlaştığı ve çatıştığı politikaların olduğu da aşikâr. Ortadoğu politikalarında İran ve Rusya arasında her ne kadar ortaklık olsa da örneğin İsrail konusunda bir mutabakat olmadığı görülüyor. ABD ve AB arasında Ortadoğu politikalarında tam bir uyum olduğu söylenemez. NATO bileşenlerinin Ortadoğu politikalarında belirleyici güçler ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsüdür. Diğer taraftan her Blok karşıtında gedikler açmaya ve kendi ilişkilerini tahkim etmeye çalışıyor. Türkiye üyesi olduğu NATO blokunun belirleyici özneleriyle, Kürt halkına yaklaşım başta olmak üzere bölgeye yönelik birçok politikada karşı karşıya geliyor. Rusya ve İran bu karşı karşıya gelişi kışkırtıp derinleştirmeye çalışıyor. Aynı zamanda ABD, İngiltere ve İsrail’in öncülüğünde İran’ın kuşatılması ve yalnızlaştırılması siyaseti geçmişte Türkiye eliyle kısmen boşa çıkartıldı. Diğer taraftan bloklar arasında ciddi siyasal uzlaşmazlıklar ve çatışmalar var. Bu durumu unutmadan Ortadoğu analizi yapılabilir. Bölgede rol oynayan siyasal güçlerin direk ve çapraz ilişkileri üzerinde durulmak zorundadır. Bölgedeki her güç için muhtemel gelişmeler ne tür olanak ve riskler getirebilir? Nesnel durumdaki değişiklikler ve her gücün siyasal taktik hamleleri bölgenin tüm güçlerini bir biçimde etkiliyor.
Türkiye açısından
Türkiye’nin A. Öcalan’ın önderliğinde Kuzey Kürdistan halkıyla silahlı savaşı bitirip, barışçıl yola girmesi ihtimali üzerinde duralım. Her ne kadar iki taraf da bu sürecin pazarlıksız ve ön şartsız olduğunu söylese de bu bir pazarlık sürecidir ve taraflar karşıtından koparabileceği kadar fazlasını almaya çalışacak. Pazarlık süreci tamamlanana kadar güçler arası mücadele birçok boyutta sürecek. Muhtemelen silahlı şiddet hariç… Türkiye ve Kürdistan’daki nesnel durumun kaçınılmaz sonucudur bu. Bu, pata durumu yaşayan ve yenişemeyen güçler arası ilişkinin zorunlu bir sonucu… Neredeyse tüm Kürt siyasal bileşenler ve Türkiye’deki egemen siyasal özneler dahil edilerek Öcalan’ın önderliğinde “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısıyla bu süreç başlatıldı. Fasit çemberini kıracak ilk adım Öcalan’dan geldi. Taraflar yeniden kısır döngüye girmek istemiyorsa, kendi hedeflerine rağmen bazı adımları atmak zorunda kalacaktır. Eş zamanlı olarak Türkiye egemen iktidarı PKK çizgisinde somutlaşan “Kürt Özgürlük Mücadelesi” ni ideolojik, siyasal ve pratik temelde, nesnel fırsatları tüm gücü ve olanaklarını kullanarak geriletmeye çalışacaktır. Tersinden PKK çizgisi de başta ideolojik siyasal etkisi olmak üzere pratikte, kendi gücünü ve olanaklarını büyütmek için elinden geleni yapacaktır. 1993’ten bu yana atılan siyasal adımlar ve gerçekleşen pratikler bunu çok net gösteriyor.
Bu temelde Türkiye egemen sistemi ve Erdoğan’ın bazı siyasal ve yasal adımlar attığını varsayalım. Bu adımları öyle kolay atmayacakları da açık. Adım atılması halinde neler olabilir? Elbette Erdoğan-Bahçeli iktidarı kendini tahkim ederek yeniden yükseliş ivmesi yakalayabilir. Sürece yaklaşımı açısından bu durum CHP için de geçerlidir. CHP’nin alacağı tavır ve siyasal duruşu, sürecin siyasal sonuçlarını Erdoğan-Bahçeli iktidarının toplamasını engelleyebilir. Erdoğan-Bahçeli iktidarı elbette bu sürecin siyasal sonuçlarını kendi hanelerine geçirmek içinde yoğun çaba harcayacaktır. Esas olarak Türkiye egemen güçleri iç savaşa göre planlanan ekonomi-politiğini değiştirebilir. Sadece bu bile ekonomik kaynakları yıkım ve yok etme temelinde tüketen koşulları ortadan kaldırır. Egemen güçlerin önüne yeni ekonomik olanaklar açılabilir. İlk etapta içe yönelik savaş ve şiddete yapılan harcamalar biter. Kaynakların üretime ve kalkınmaya yönelik kullanılabilmesinin önünü açar.
Diğer taraftan Güney Kürdistan ile sürdürülen ekonomik ilişkiler bugünkünü defalarca katlayacak kadar gelişip büyüyebilir. Barzani KDP’si üzerinden Güney Kürdistan ile geliştirilen ekonomik ilişkiler, diş ticareti artıracağı gibi hem tüm Güney Kürdistan’a yayılmasını hem de geniş bir yatırım alanına kavuşmasını sağlayabilir. İran’ın hem Kürt bölgesinde hem de Irak’ta etkisini zayıflatabilir. Bölge siyasetine dönük olarak Türkiye, ABD başta olmak üzere, müttefiklerine karşı elini güçlendirebilir. Bölgenin ekonomik üretiminden daha fazla pay alabileceği gibi siyasal ağırlığı ve etkisi artabilir. Bugün içinde bulunduğu şiddetli ekonomik kriz konağından çıkabilir. Sistemin ve devletin idari yapısındaki çözülme ve çürümeyi kısmen bertaraf edip kendini yeniden organize edebilir.
Türkiye egemenlerinin HTŞ’nin Şam Hükümeti olmasında oynadığı rol biliniyor. Bir Parantez; HTŞ’nin bu konumda ne kadar kalacağı henüz belli değil. Diğer taraftan Suriye’de Öcalan çizgisindeki Kürt Hareketi’nin gücü ve etkisi de biliniyor. Bu koşullarda Kürt Özgürlük Hareketi ile çatışan bir Türkiye’nin Suriye’de istediği rolü oynaması ve Suriye’nin geleceğinde etkili öznelerden biri olması zor görünüyor. Çünkü dayandığı yerel dinamiklerin gücü çok zayıf. HTŞ ise esas olarak Türkiye tarafından beslenmiyor. Suudi Arabistan eliyle ABD ve Avrupa Birliği (AB) tarafından desteklenirken, İsrail eliyle yine aynı güçler tarafından kontrol altına alınıyor. HTŞ Lideri Colani’nin ilk dış ziyaretini Suudi Arabistan’a yapması ve Mart 2025’in ilk günlerinde, hem de HTŞ Hükümeti kurulduğu günden beri defalarca yaptığı gibi bir kez daha İsrail’in Suriye’deki askeri mühimmat depolarını vurması, bunu göstermeye yeter.
Diğer taraftan HTŞ’nin Suriye toplumu içindeki gücü Suriye Demokratik Güçleri’nden çok daha zayıftır. Onun dayandığı kitle Sünni Müslüman Arapların bir bölümüdür. İdeolojik, siyasal çizgisi ise diğer toplumsal kesimleri kapsayıcı siyaset ve pratik geliştirmesine engeldir. Böylesi koşullarda Türkiye’nin PKK ile barışçıl bir süreç geliştirmesi, bugün için Suriye’nin en güçlü siyasal öznesi, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile ilişkilerini geliştirebilir ve dolayısıyla siyasal etkisini artırabilir. Buradan hareketle Suriye ekonomisinden uluslararası güçlerin sömüreceği değerler içinde, Türkiye egemen güçlerinin payı artabilir. Bu kapitalist sistemde egemen güçler arası ilişki yasaları gereği böyledir. Çünkü onların ilişkisini ve çatışmasını belirleyen hammadde kaynakları, üretimden elde edilen artık değerin ve pazar payının güçler arası dağılımıdır.
Türkiye ile Erdoğan-Bahçeli iktidarının bu süreçte aldığı riskler nedir? Özellikle Öcalan’ın teorik, ideolojik çizgisi temelinde Kürt toplumunun örgütlü gücü Türkiye egemen sistemi için halen bir tehdit olarak görülüyor. Atılan adımlara rağmen bu tehdit ortadan kalkmadığı gibi büyüyebilir. Diğer taraftan Kürt siyasal öznelerin uluslararası diplomatik ilişkileri katlanarak artabilir ve bunu engellemeleri mümkün olmayabilir. Türkiye içinde kapitalizmin yapısal karakteri sonucu, emekçi halkların, işçi sınıfının ve Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin yeni ve daha güçlü birlikler yaratması sistem için ciddi bir tehdit olur. Güney Kürdistan üzerindeki Türkiye’nin fiili siyasal, askeri baskısı, zayıflayabilir ve bu, Kürtlerin ulusal kongre toplamasının önünü açabilir. Bunun yaratabileceği domino etkisine Türkiye egemen güçleri engel olamayabilir. Türkiye başta olmak üzere bölgedeki tüm siyasal aktörlerin hazmedemediği PKK’nin teorik ve ideolojik çizgisindeki siyaset, Demokratik toplumsal örgütlülük ve pratik tahmin edilemeyecek şekilde güçlenebilir. Kürt halkının uluslararası kurduğu diplomatik ilişkiler gelişip derinleşebilir. Türkiye egemen güçleri ile Kürt halkının siyasal, ekonomik vb. uzlaşmazlıkları halinde Kürtler kendi özgün siyasetlerini geliştirip uygulayabilir. Bugünden Türkiye bu olabilirlikleri dikkate alarak adımlar atacaktır.
TC’nin kuruluşundan bugüne şekillendirip kemikleştirdiği Türk ırkçı milliyetçiliği, 12 Eylül Faşist Darbesi’nden sonra özel bir program dahilinde geliştirildi. PKK’nin 1984 atılımından sonra Türkiye’nin bölüneceği korkusu üzerinden Kürt düşmanlığı eksenine oturtuldu. Onlarca yıldır Türk emekçi kitleler üzerinde güçlü etkiye sahip olan ülkenin bölünmesi korkusuna dayanan Türk ırkçı milliyetçiliği muhtemel adımların atıldığı koşullarda artık sürdürülemez. Bu ideolojik siyasal çizgi Türkiye egemen güçleri için siyasal, hem de etkili, kitleleri peşinden sürükleyen bir araç olmaktan çıkabilir. Türkiye emekçi kitlelerin bu ideolojik siyasal etkiden kurtulması, Kürt halkıyla ve özellikle emekçi ve yoksul Kürt kitleleriyle ideolojik siyasal birliğinin önünü açıp güçlü bir zemin olabilir. Kürt halk önderi Öcalan’ın “Demokratik Toplum” ve “Kapitalist Modernite” kavramları yukarıda özetlediğimiz siyasal yönelimin teorik ideolojik zeminidir. TDH, Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısını, başta “Kapitalist Modernite” ve “Demokratik Toplum” kavramları olmak üzere “İmralı Savunmaları” temelinde analiz etmelidir. Buradan hareketle PKK, konuyu buradan tartışıp, siyasal ve pratik duruşunu belirleyip ona göre araç ve yöntemler kullanarak mücadelesini daha da geliştirip büyütmeye çalışacaktır. Bu durumda Türkiye egemenlik sistemi ve Erdoğan-Bahçeli iktidarı yukarıda bahsi geçen riskleri ne kadar göze alacak?
ABD ve AB açısından:
Bir bütün olarak Kürtler için durumun ne olacağını değerlendirmeden önce, bölgedeki diğer etkili politik özneleri değerlendirmek Kürtler açısından durumun anlaşılmasını kolaylaştırabilir. ABD ve AB bugün dünyanın en büyük iki emperyalist merkezidir. Bölge üzerinde kendi askeri gücünü kullanmaktan çok, yerel ittifakları ve onların silahlı gücünü kullanarak ekonomik destek ve yaptırımları sürdürüp geliştirmeye çalışıyor. Diğer taraftan dünyanın en iyi silah teknolojisi ile donatılmış İsrail, bu merkezlerin bölgedeki temel, saldırgan gücüdür. Dünya fosil enerji hammadde kaynaklarının büyük bir yüzdesi bu bölgededir. Neredeyse iki yüz yıl önce İngiltere tarafından keşfedilen bu enerji üzerine, o tarihten itibaren İngiltere’nin başını çektiği emperyalist merkezler tarafından bölgeye yönelik hesaplar yapılır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yine İngiltere’nin politikaları ekseninde İsrail kurulur. İngiltere, bu süreçlerin tam ortasında olmasına rağmen, bir gölge gibi bölgedeki uluslararası güçler fotoğrafında görünmez. ABD, İngiltere ve İsrail, Batı emperyalizmin Ortadoğu’daki üçlü saç ayağıdır. Bu emperyalist merkezler, kendi çıkarlarını hangi güçlerle, hangi ideolojik, siyasal yönelimlerle ve hangi maddi güce dayanarak gerçekleştirebilir?
Esad iktidarının yıkılışı, Rusya ve İran’ın yenilgisi; ABD, İngiltere ve İsrail ile AB’nin zaferi denilebilir. Özellikle Saddam’ın devrilmesinden bu yana ABD, İngiltere ve İsrail, KDP üzerinden Kürtlerle yakın ilişki geliştirdi. Daha sonra Türkiye de bu sürece ortak edildi. PKK’nin gerilla mücadelesinin başında itibaren Güney ve Kuzey Kürdistan’ı ayıran sınır bölgesine yerleşip kalıcılaşması ile başlayan süreç gelişerek hem emperyal merkezlerin hem de bölgesel devletlerin politik, pratik duruşlarını etkiledi. Onların bölgeye yönelik birçok plan ve hedeflerini boşa düşürdü. Apocu teorik, ideolojik çizgi ve siyasal güç bölge siyasetinin öznelerinden bir oldu. NATO bu süreç boyunca tamamen Türkiye egemen güçlerini destekledi. Hatta Kürt halkı içinde güçlü bir siyasal özne olan KDP de bu güçlerin yedeğine alınarak özelikle Kuzey ve Güney Kürdistan’da PKK geriletilip etkisizleştirilmeye çalışıldı. Bu hedeften vazgeçilmediği açık. Ancak Apocu çizginin yürüttüğü siyasal ve pratik mücadele bugüne kadar tüm bu çabaları boşa çıkarmayı başardı.
Emperyalist güçler için ulusal ve dinsel farklılıkları bulunan topluluklar, yerel egemen ulus devletlerin üzerinde hep bir tehdit olarak kullanıldı. Dört parçaya bölünen Kürdistan esas olarak dört ayrı ülkenin üzerinde uluslararası güçlerin bir baskı aygıtı oldu. Türkiye, Irak’ta Kürt halkının bir statü kazanmasına onlarca yıl karşı çıktı. Saddam yönetimi bölünme sendromuyla Kürt halkına kimyasal gazlarla katliam yaptı. Aynı durum bugün İran için de geçerli. Halen Suriye’nin toprak bütünlüğü tartışması esas olarak bu kaygı ve sendromun sonucudur. Nüfusu kırk milyon olarak tahmin edilen Kürt halkının ulusal kimliğinin tanınması, siyasal ve toplumsal bir statüye kavuşması nesnel bir sorundur. Bölge halkları bu sorunu kendi arasında çözmek zorundadır. Bu olmadığı taktirde, emperyalist güçler bunu, halkların birbirini kırdığı bir soruna dönüştürür. Zaten onlarca yıldır sorunu bu temelde kullanmaya çalıştılar. Türk halkında, Kürt Özgürlük Mücadelesinin dış kaynaklı olduğu, dış güçlerin vatanı parçalamayı hedefledikleri inancının altında yatan gerçek budur. Türkiye egemen güçleri, kendisine karşı etkili kullanıldığı halde, kendisinin de onlarca yıldır uyguladığı Kürt kimliğinin inkârı ve asimilasyonunu temel alan bu ideolojik siyasal çizgiyi değiştirebilecek mi? ABD’nin başını çektiği Batı emperyalizmi, bu durumun değişmemesi için bugüne kadar elinden geleni yaptı. Yapmaya da devam ediyor. Son tahlilde hedefe koyduğu ülkeyi paramparça ediyor. Bugün Suriye’de olduğu gibi…
Suriye’de iç savaşın başlaması, Esad yönetiminin zayıflaması sonrasında PKK çizgisi Batı Kürdistan’ın temel gücü oldu. IŞİD eliyle bu güç bitirilmek istendi ama başarılamadı. ABD Suriye’de kalıcılaşmak için bu güçle ilişki kurdu. Bölgeye yönelik ABD ile Türkiye’nin politikaları zaman zaman çatıştı. ABD kendi politikalarını Türkiye’ye kabul ettirmek için birçok taktik ekonomik, politik önlemler ve pratikler geliştirdi. Kürt kozunu Türkiye’ye karşı etkili kullanmak için KDP üzerinden Güney Kürdistan Özerk Bölgesi’nin kurulmasına olanak açtı. Aynı yaklaşımla Suriye’deki iç savaş sürecinde YPG’ye destek vererek Türkiye’ye rağmen kendi politikalarını gerçekleştirecek adımlar attı. Türkiye’yi Kürtler ile Kürtleri ise Türkiye ile tehdit ederek kendine zorunlu kılıyor.
ABD’nin “Büyük Ortadoğu” yeni adıyla “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” üzerinden İran’ı kuşatma hamleleri devam ediyor. Suriye’nin düşmesi elbette bu konuda Batı emperyalist blokunun elini güçlendirdi. ABD bu süreci geliştirmek için kesinlikle yeni adımlar atacaktır. İsrail’in Suriye’nin stratejik noktalarını işgal etmesi, Suriye içine müdahaleden çok İran’a yönelik hazırlıklar olarak anlaşılmalıdır. HTŞ şu ana kadar her ne kadar bu politikalarda kullanışlı olduğunu kanıtlamaya çalışsa da İsrail tarafından baskı altında tutuluyor. Aynı şekilde Kürtlerin Kuzey Doğu Suriye’deki statüsü üzerinden Türkiye’nin de baskısı sürüyor. Türkiye bu yaklaşımıyla niyeti ne olursa olsun ABD ve İsrail’in değirmenine su taşıyor. ABD, AB devletleri her ne kadar Öcalan’ın açıklamalarını olumlu bulduklarını açıklasa da HTŞ’nin iktidarını meşrulaştıracak adımları atmaktan geri durmadı. En azından Suriye’deki Sünni Müslüman Arapların bir bölümüyle diğer ulusal ve dinsel kimliklerin gerilimlerinin sürmesini istiyor. Taktik politikalarının tümü, emperyalizmin böl, parçala, kendine zorunlu kıl ve yönet stratejisine uygundur ve buna hizmet ediyor. Yerel güçlerin tümü ABD’yi bir ihtiyaç olarak hissetmesini sağlamaya çalışıyor. Örneğin Esad yönetiminin düşeceği günlerde Türkiye Kuzey Doğu Suriye’ye girip, SDG’yi bitirmek, bölgede oluşan statüyü yok etmek istedi ve ABD engel oldu. Bu bölgeye Türkiye’nin saldırısına karşı kendisinin güvence olduğunu gösterdi. Bölge halkının ABD’yi vazgeçilmez bir ihtiyaç hissetmesi için bir adım daha atıldı.
Diğer taraftan Esad’ın düşmesi sürecinde SDG Suriye’nin birçok bölgesini kontrolü altına aldı. Hatta Esad iktidarı bu bölgeleri kendi eliyle SDG’ye bıraktı. Ancak hiçbir çatışma olmadan tamamen ABD’nin dayatması, Türkiye tehdidinin gösterilmesiyle bu bölgelerden çekilmesi istendi. SDG bu bölgeleri HTŞ’ye bıraktı. PKK çizgisinin muhtemel siyasal ve pratik gelişmeleri öngörmesi üzerinden yapabileceği siyasal ve pratik hamleler, Suriye özgülünde pek atılmamışa benziyor. HTŞ’nin Şam’ı ele geçirmesinden sonra Sünni cihatçı genetik kodlarına uygun olarak sistemli bir Alevi katliamı başlatacağı açıktı. PKK böylesi bir durumu gördüğü andan itibaren bir siyasal pratik duruş alır, politik ve pratik hamleler geliştirirdi. Örneğin Şengal’de olduğu gibi… Ancak Suriye Alevileri ile böyle bir ilişki geliştirmekte pek yeterli olmadığı ve tereddütlü bir duruş içinde olduğu gözleniyor. Burada ABD ile kurulan diplomatik siyasal ilişkilerin rolü olduğu açık. SDG’nin yarattığı paradigma onun tüm Suriye’de etkili olabilmesinin önünü açıyor. Dürzi’lerin Şam yönetiminden istediği SDG’nin Kuzey Doğu Suriye’de gerçekleştirdiği paradigmadır. Yine Alevilerin içinde rahatlıkla varlıklarını kendi kimlikleriyle sürdürecekleri bir paradigmadır. Türkiye SDG karşıtı duruşuyla ABD’nin Suriye’deki politikalarına güçlü zemin sunuyor. ABD, Suriye’deki tüm ulusal ve dinsel kimlikleri kendine bağlamak için bugün HTŞ sopasını etkili kullanıyor. Irak’ta ne yaptıysa Suriye’de de onu yapacak.
ABD’nin PKK çizgisiyle ilişkisi Suriye ile başladı ve taktik seviyeyi aşmıyor. PKK çizgisi kendisini ABD’nin istediği yönde değiştirmediği sürece bu böyle sürer. Diğer taraftan ABD’nin Türkiye ile ilişkisi stratejiktir. Türkiye için de bu geçerlidir. Ortadoğu’ya yönelik bir kısım siyasal ve pratik adımlarda uzlaşmamaları, farklı politik, pratik yönelim içinde olmaları bu gerçeği değiştirmez. Ayrıca Batı emperyalist blokunun daha güncel hale gelen İran kuşatmasında Türkiye vazgeçemeyeceği bir ittifakıdır. ABD’nin, Suriye’de HTŞ’ye karşı aldığı tutum Türkiye’ye bunu gösteriyor.
ABD esasen Türkiye’nin PKK’nin ideolojik siyasal çizgi ile bir uzlaşma içine girmesini ve barışçıl yolların açılmasını istemiyor. 1993’ten bu yana defalarca girilmek istenen sorunun barışçıl çözüm yolu önünde Türkiye egemen güçlerinden daha çok ABD ve AB engeldi. M. Kemal döneminde çözülebilecek bir sorun yüz yıldan fazladır Türkiye egemenlerini meşgul ediyor. Bu sorunun yaratılıp bugüne kadar gelmesinde tarihsel olarak İngiltere ve Fransa’nın rolü belirleyicidir. Bu güçlerin dayatması ile M. Kemal iktidarı Kürtler ile kurduğu ittifakı bitirip, inkârcı, katliamcı ve asimilasyoncu bir yola girmek zorunda kalır. Bugün dünya çapında ABD’nin oynadığı rolü, bin dokuz yüzlerin başında İngiltere oynuyordu. O günden bugüne Kürtlerin kimlik sorunu, bölge egemen güçlerinin çözmediği, Emperyalistlerin çözümsüzlüğü baki kıldığı, Kürt halkı defalarca başkaldırarak kendi kimliğini ve varlığını kabullendirmeye çalışırken katliam, inkâr ve asimilasyona uğradığı koşullarda varlığını sürdürdü. Emperyalist güçler bu sorunu bölgesel egemen güçlere karşı her zaman bir silah olarak kullandı. Halen belirleyici silahlardan biri olarak kullanmaya çalışıyor. ABD Irak’ta olduğu gibi Suriye’de İran’da ve Türkiye’de aynı şekilde kullanmaya devam ediyor. Türkiye’de bu sorunun barışçıl yöntemlerle çözüm yoluna girmesi başta ABD olmak üzere, bir bütün olarak emperyalizmin Türkiye’ye yönelik kullandığı bu silahın elinden alınmasıdır. Bunun gerçekleşmesi halinde aynı durum Suriye’de de gelişebilir. İran’ın kuşatılması için de Kürtlerin kullanılmak istendiği bir sır değil. Türkiye egemen güçleri emperyalizmin bir silaha dönüştürdüğü bu sorunu çözebilecek mi? Başta Türkiye emekçi halkları olmak üzere bölge halkları emperyalizmin bölgeye stratejik ve taktik yönelimlerini boşa çıkarabilecek mi?
Rusya ve İran açısından
İran ABD’nin başını çektiği Batı emperyalizminin kendisini kuşatmasını kırmak için onlarca yıldır Irak, Suriye ve Lübnan hattında bir savunma geliştirmeye çalıştı. Esad yönetiminin yıkılmasıyla bu savunma hattında büyük bir yenilgi aldı. Bu kuşatmanın artık İran sınırına dayandığı söylenebilir. Bu nedenle İran ülke içinde kendisini tahkim edecek yönelimlere hız verecektir. Diğer taraftan Lübnan ve Irak’ta siyasal etkisini sürdürüp güçlendirmek için daha yoğun çaba harcayacaktır. Suriye’den ise tümüyle çekilmemenin olanaklarını zorlayacaktır. Fakat bugün Alevi toplumu üzerinden bunu yapmasının nesnel koşulları yok. İlk etapta YPG ve SDG üzerinden böylesi bir hamle geliştirebilir. Bunu yapabilmesi için kendi içindeki Kürtlerin kimlik sorununda adım atmak zorunda kalacaktır. PJAK ile 2011’den bu yana sürdürdüğü ateşkes ona bu olanağı sunabilir. Diğer taraftan Irak’ta Haşdi Şabi güçleri ile PKK çizgisinin ittifakının gelişmesini sağlamaya çalışabilir.
Son günlerde İran ve Türkiye arasında yaşanan siyasal gerilim İran’ın bu yönlü adımlarının olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda İran Rusya ile stratejik ilişkilerini derinleştirmeye çalışacak. Aslında bu iki gücün de birbirine ihtiyacı arttı. Batı emperyalizminin Ukrayna üzerinden Rusya’ya saldırısı sürerken İran’ın düşmesi Rusya’yı onlarla kafa kafaya getirecek. Rusya Ortadoğu’da etkisini kaybetmemek için uzun süredir Esad yönetimini ayakta tutmak için elinden geleni yaptı. Ancak sistemi ayakta tutmaya gücü yetmedi ve yenildi. Rusya’nın Suriye’den elini kolay çekmeyeceği açık. HTŞ’nin 6-10 Mart tarihleri arasında yaptığı Alevi katliamı, bu bölgede askeri üstleri olması nedeniyle Rusya’nın elini güçlendirebilir. Görünen o ki hem İran Rusya’ya hem de Rusya İran’a geçmişten daha fazla ihtiyaç duyacak. Bu durumda iki gücün ilişkilerini tahkim edip derinleştirebileceği güçlü bir ihtimal…
İran kendi iç sorunu olması nedeniyle, Rusya ise yeni bölgesel güce ihtiyaç duyması nedeniyle PKK çizgisiyle ilişki geliştirmek zorundadır. Kürt toplumu içinde belirleyici özne olması ve her geçen gün etkisini ve örgütlülüğünü büyütmesi bölge üzerine siyaset yapan güçleri PKK ile ilişki kurmaya zorluyor. Diğer taraftan PKK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, bölgesel gelişmelerin kendileri açısından büyük olanaklar sunduğunu ve büyük riskler taşıdığını söyledi. Yakın zamanda PJAK yeni bir kongre yapıyor. İran’a yönelik ne tür kararlar alacağı önemlidir. İran ile PKK çizgisinin ilişkileri yeni bir boyut kazanabilir. İran, Irak’ta Talabani önderlikli KYB ve PKK çizgisi üzerinden etkisini artırabilir. Türkiye gibi İran da kapitalist sistemin yapısal sorunlarını derin yaşayan bir ülkedir. Yine Türkiye gibi İran’da halklar ekonomik, demokratik, ulusal ve dinsel kimlik sorunlarını derin yaşıyor. İran egemen güçleri Batı emperyalizminin kuşatması altında bu sorunların çözümüne yönelik adımlar atabilir mi? İran rejimi açısından bunun çok güç olduğu açık.
Özellikle önümüzdeki dönemde İran’a, ABD ve Batı emperyalizmi daha etkili yaptırımlar uygulayacak ve askeri saldırılar yapacaktır. İsrail Filistin, Lübnan savaşı sürecinde zaten bunu yaptılar. Suriye’deki yenilgiden sonra ABD ve İsrail’in İran’a daha etkili saldırı yapma ve karşı saldırıyı etkisizleştirme gücü artmıştır. Rusya, İran’a yapılacak saldırılara müdahil olabilir mi? Müdahil olsa da etkili olabilir mi? Bunlar belli değil. İran, Türkiye’den daha fazla kendi içindeki demokrasi ve Kürt kimlik sorununu çözmek için adımlar atmak zorundadır. Bu adımların atılması halinde İran’da neler olabileceğini tahmin etmek zor.
Rusya, Suriye denkleminden tamamen çıkmamaya çalışıyor. Ancak kendisine dayanak olacak güçlü ve örgütlü bir yerel dinamik yok. Bu nedenle, Rusya için SDG çok daha önemli hale geldi. Diğer taraftan Alevileri hızla örgütlemeye çalışabilir. Alevilerin öz savunmasını geliştirmesi için yoğun çaba harcayabilir. HTŞ’nin 6-10 Martta kitlesel boyut kazanan Alevi katliamı düşük yoğunlukta devam etmesinin diğer bir temel nedeni Rusya’nın tutunmasını engellemektir. Rusya, bu bölgeye yönelik politikalarında PKK çizgisini daha fazla dikkate alacak ve onunla daha uzun vadeli ilişkiler geliştirmeye çalışacaktır. Rusya için İran dışında bölgesel ittifak geliştirmek isteyeceği politik özne, Kürt Özgürlük Hareketidir. Elimizde bu konuda somut bilgi olmamasına rağmen bunu tahmin etmek zor değil. İran’ın Suriye’de SDG’yi destekleyen açıklamaları ve Türkiye ile İran arasında yaşanan gerilim, Rusya’nın Öcalan’ın açıklamasını olumlu bulması Rusya-İran ekseninin Apocu çizgi ile ilişki geliştirme çabası içinde olacağını gösterir.
Kürtler ve PKK çizgisi açısından
Buraya kadar yukarıdaki açıkladığımız koşullardan dolayı A. Öcalan’ın yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı bu güçlerin hepsi tarafından ciddiye alındı. Erdoğan-Bahçeli iktidarı konuyu PKK’nin feshi ve silahların bırakılması ekseninde tartıştırıyor. Bunun için sürecin adını “Terörsüz Türkiye” koydular. Hatta bunun SDG’yi kapsadığı da iddia ediliyor. Suriye’deki SDG ile HTŞ arasında imzalanan protokol bu tartışmayı şimdilik bitirmiş görünüyor. Acaba A. Öcalan’ın çağrısının temeli PKK’nin feshi ve silahların bırakılması mıdır? Açık ki, bu iki olguda amaca ulaşmak için kullanılan araçlardır. Böylesi bir tartışma, açıklamanın amacından çok mücadele araçları üzerine bir tartışma olur. Ayrıca PKK daha önce de feshedildi ve yeniden kuruldu. A. Öcalan bu çağrıyı ilk kez yapmadı. TDH bileşenleri bu çağrıyı genel olarak silahların bırakılması ve PKK’nin feshi ile Erdoğan-Bahçeli iktidarına büyük fırsat sunulduğu, bunun sonucunun Yunanistan Komünist Partisi’nin İkinci Dünya Savaşı bitiminde İngiltere destekli hükümetle yaptığı Varkiza anlaşmasına benzetiyor. Sürecin böylesi büyük bir risk taşıdığı uyarısı yapılıyor.
Bu sürecin PKK çizgisi ve Kürtler için büyük risk taşıdığı açıktır. Ancak bu risk “silahların bırakılması” ve PKK’nin feshinden kaynaklanmıyor. “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı satır başları halinde Öcalan’ın “İmralı Savunmalarına” atıf yapıyor. Bugün Öcalan’ın stratejik ya da taktik politik adımlarının teorik temeli budur. İşte bu teorik temel incelenip anlaşılmadan PKK çizgisinin stratejik ya da taktik siyasal hamleleri ne anlaşılabilir ne de analiz edilebilir. Örneğin Öcalan’ın “Demokratik Toplum” kavramı teorik ve ideolojik bir kavramdır. Peki A. Öcalan açıklamada ne diyor: “Demokratik Toplum ihtiyacı kaçınılmazdır. Cumhuriyet tarihinin en uzun ve kapsamlı isyan ve şiddet hareketi olan PKK’nin güç ve taban bulması, demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır.” “Demokratik Toplum” kavramıyla Öcalan ne anlatmak istiyor? Bu metni okuyanlar ne anlıyor? İmralı Savunmalarında Öcalan uzun uzun bu kavrama yüklediği anlamı açıklar. Bu tarihsel, felsefi ve sosyolojik temelleriyle açıklanır. PKK öncülüğünde Kürt toplumu “Demokratik Toplum” kavramını bu temelde anlıyor. Diğer taraftan devletçi ve iktidarcı toplum kavramını kullanır. Bir anlamda çelişkiyi sınıfsal ya da kimliksel temelden çok, iki toplumsal yaşam biçimi ve anlayışı olarak ortaya koyar. Bu iki toplumsal yaşam tarzı ve zihniyetin barışçıl yöntemlerle birbiriyle mücadele edebileceğini öngörür.
Öcalan’ın diğer bir temel kavramı “Kapitalist Modernite” dir. “Kapitalist Modernitenin son iki yüz yılı, bu ittifakı parçalamayı esas gaye edinmiştir. Etkilenen güçler, sınıf temelleriyle birlikte buna hizmeti esas bellemişlerdir. Cumhuriyetin tek tipçi yorumlarıyla birlikte bu süreç hızlanmıştır. Günümüzde çok kırılgan hal alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir.” Bu değerlendirmeyle Öcalan “İmralı savunmalarına” gönderme yapıyor. PKK çizgisi silahlı mücadeleden ve bu çizginin örgütlerinden biri olan PKK’den vazgeçebilir. Kürt halkının kimlik mücadelesi için farklı birçok örgütlenme tarzı ve modeli oluşabilir. Elbette yürütülen mücadele için kullanılan araç ve yöntemler de önemlidir. Fakat yapılan çağrı üzerinden tartışma süreci başladı. İki binli yılların başında Öcalan yeni bir teorik zemin oluşturacağını ve ideoloji değiştirdiğini açıkladı. O dönemden itibaren bu temelde toplam beş ciltlik “İmralı savunmaları” yazıldı. Hem Öcalan hem de PKK bu yeni teorik ideolojik temel üzerinden güncel siyaset yaptı ve yapıyor. Bugün geliştirilmeye çalışılan süreç tam tamına bu zemine uygundur.
Bu çağrı PKK’nin yıllardır hayata geçirmeye çalıştığı devrimsel konaktan evrimsel konağa geçiş için bir kez daha adım atmaktır. Zaten 1993 den buyana PKK sorunu silahla değil barışçıl yöntemlerle çözmek istediğini söylüyordu. PKK ve T.C. arasındaki stratejik denge durumu onlarca yıldır sürüyor. Dünyadaki devrimler tarihine baktığımızda PKK kadar uzun bir süre silahlı mücadele yürüten, böylesine kitlesellik kazanmış, uluslararası bir özneye dönüşmüş başka bir güç yok. Yaklaşık kırk yıl süren bir savaş hali… Bugüne gelindiğinde dünya çapında ve bölgesel nesnel koşullar gereği, PKK ilk programatik hedeflerine ulaşamayacağını gördü. Nesnel olarak PKK çizgisinde bağımsız bir Kürdistan devleti kurmanın koşulları şimdilik kalmadı. Başta Sovyetler olmak üzere reel sosyalist blokun kendi içine çökmesinden sonra bu durum kesinleşti denilebilir.
Esas sorun, Kürtler ve PKK çizgisinin “Kapitalist Modernite” ile “Demokratik Modernite” kavramları üzerinden kurulan teorik temelindedir. Burada kapitalizm “Demokratik Modernite”ye içseldir. SDG’nin kuzey Doğu Suriye’de örgütlediği ve kurumlaştırmaya çalıştığı sistem kapitalizm dışı bir sistem değil. “Kapitalist Modernite” içinde kalınarak, evrimsel siyasal mücadele ile kapitalizmin dönüştürülmesi öngörülüyor. Mevcut egemenlik sistemi ile bu teorik zeminde bir uzlaşma aranıyor. Özellikle Kürt kadınına ve yoksul kitlelere dayanan bu hareket kapitalizm karşıtı duruşunu flulaştırıyor. PKK çizgisinin aldığı en büyük risk ve problem budur.
Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısının güncel siyaset açısından değerlendirmesine gelelim. Tabii bu çağrıya sadece PKK cevap vermeyecek. Devletin de bu çağrıya olumlu cevap verdiğini varsayacağız. Bu durumda PKK feshedilecek ve Türkiye devletine karşı silahlı mücadele bitecek. Sonrasında Apocu çizgi kendisini hangi örgütsel araçlar ile sürdürecek? “Demokratik Toplum” hedefine hangi araçlar ile ulaşacak? Çünkü çağrı bunu içeriyor. Ne diyor: “Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak Demokratik Toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.” Zaten var olan Kürt halkının demokratik ve siyasal örgütlenmesine yenileri eklenebilir. Kimliklere saygı ve kendilerini özgürce ifade etmelerinden bahsediliyor. Bu ise Türkiye egemen güçlerinin bu tür anayasal ve yasal düzenlemeler yapmasını zorunlu kılar. Bu durumda Kürtler ve Türkiye’de yaşayan farklı ulusal ve dinsel kimlikler kendi demokratik siyasal örgütlerini kurup kendilerini ifade edebilir. Diğer taraftan Erdoğan-Bahçeli iktidarını bu adımları atmaya zorlamak gerektiği açıktır. Kürtlerin yasal siyasal özneleri bu iktidarı adım atmaya cesaretlendirmekten bahsediyor. Bahsi geçen adımların atılması halinde Kürt Özgürlük Mücadelesi kendi hareket alanını çok genişletebilir. Yasal ve demokratik mücadele kanalları oldukça genişleyebilir. Toplumda ideolojik ve demokratik dönüşüm için önemli bir alan açılmış olur.
Bölgesel düzeyde dört parçaya bölünmüş Kürt halkı bu bölünmeye rağmen bölge devletleri karşısında bölge halklarının ittifakını ve mücadele birliğini sağlamakta daha etkili rol oynayabilir. Batı Kürdistan’da yaratılan paradigma, diğer ülkelerde halkların birliğine örnek olabilir. Suriye’deki gelişmeler bunun çok çarpıcı örneğidir. 10 Martta Mazlum Abdi ile HTŞ lideri Colani arasında imzalanan mutabakat esas olarak yeni Suriye’nin kuruluşu için ilk adımdır. Bu mutabakat metni iyi incelendiğinde Kuzey Doğu Suriye’de uygulanan sistemin bir biçimde bütün Suriye topraklarında uygulanması öneriliyor. HTŞ’nin böylesi bir sistemi kabullenmesi onun dinsel, siyasal anlayışına aykırıdır. Mutabakata rağmen Alevi katliamının sürmesi ve bir anayasa taslağının Colani tarafından onaylanması, yenisi hazırlanana kadar bunun Suriye’nin anayasası olarak ilan edilmesi HTŞ’nin genetik kodlarının ne olduğunu bir kez daha gösteriyor. Ancak bugün Suriye’de oluşan yerel güçler dengesi ve uluslararası güçlerin baskısı, sürecin nasıl gelişeceği üzerinde etkili olacaktır.
HTŞ’nin 6-10 Mart arası yaptığı Alevi katliamına KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanlığı’ndan sert bir açıklama geldi. “Suriye halkları, mezhepçi, tekçi, gerici zihniyetten dolayı katliam ve soykırım tehdidi altındadır. Katliamların esas nedeni bu gerici, tekçi, mezhepçi zihniyettir, bu zihniyet desteklenmemelidir.” denilerek Alevi halkına karşı gerçekleştirilen katliamı kınayan bu açıklamadan iki gün sonra yukarıda bahsi geçen mutabakat imzalandı. Her ne kadar SDG sözcüleri tarafından bu mutabakatın Alevi katliamını durdurmayı ve Alevi halkın haklarını güvenceye aldığı söylense de HTŞ’nin pratik politik duruşu sürecektir. Hatta “Esad artıklarıyla” mücadele adı altında yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan bu mutabakatın hazırlanması sürecinde sadece ABD değil, İngiltere ve Fransa da sürecin içindedir. Bunu Mazlum Abdi’nin açıklamalarından öğreniyoruz.
Bu mutabakat sonucunda SDG ve HTŞ eşit düzeyde masaya oturdu. Mazlum Abdi, bundan önce Alevi temsilciler ve kanaat önderleri ile görüşmeler yapıyor. Aynı zamanda Dürziler ile de görüşüyor. Metin oluşmazdan önce yapılan bu görüşmeler sonucunda metin oluşturuluyor. SDG ile HTŞ arasında birçok tur görüşme yapılarak bu metin hazırlanıyor.
Bundan sonra PKK çizgisi Suriye’nin temel kurucu öznesi olarak HTŞ tarafından kabul ediliyor. Suriye’de tüm güçler arasında ateşkes sağlanacağı karara bağlanıyor. Bu SMO’nun SDG’ye yönelik saldırılarını bitirmesi anlamına geliyor. Bunu yapmadığı durumda HTŞ ile SMO arasında gerilim olacak. Diğer taraftan Türkiye’nin SMO üzerinden Suriye’ye müdahalesi engellenmeye çalışılacak. Bunların hepsi PKK çizgisinin taktik kazanımları olarak görülebilir. Ancak tehlike ve risklerin ortadan kalktığı söylenemez. Bugüne kadar Colani’nin geçici devlet başkanlığının kabulü dahil birçok adım SDG tarafından tek taraflı atıldı. Bilinen mutabakatın imzalanması dışında Colani’nin attığı tek bir pratik, politik adım yok. SDG bu mutabakatla Colani’nin uluslararası meşruluğuna ciddi bir katkı sundu.
Temel sorunlardan biri, (hatta en önemlisi denilebilir) taban tabana zıt iki zihniyet ve toplumsal yönetim anlayışına sahip SDG ile HTŞ birlikte Suriye devletini oluşturabilecek mi? Bunun çok zor ve sancılı olacağı açık. Esas olarak her iki taraf yerel halk içinde kendisini daha fazla örgütlemek, farklı ulusal ve dinsel kimlikler ile güçlü ve kalıcı bağlar kurmak zorundadır. SDG bu konuda daha avantajlı durumda gözüküyor. Kuzey doğu Suriye’de Sünni Müslüman Araplarla kurduğu ilişki, Suriye’nin tümündeki Sünni Müslüman kesimin bir bölümünü etkileyecektir. HTŞ’nin Şam’ı almasından buyana Alevilere yönelik yaptığı katliam, Aleviler içinde SDG’nin etkisini güçlendirebilir. Tabi SDG’nin buraya özel bir yönelim içinde olması koşuluyla…
Bu mutabakatın oluşum süreci ve bundan sonra muhtemel gelişmeler dikkate alındığında hem SDG’nin hem de HTŞ’nin yukarıda adı geçen emperyal güçlere fazla angaje olduğu söylenebilir. SDG için bugün bir güvence olarak görünen ABD, yarın onun üzerinde bir baskı aygıtına dönüşecektir. İlk kurulduğu günden bugüne ABD ile SDG ilişkileri değerlendirildiğinde SDG’nin ABD politikalarına fazla angaje olduğu söylenebilir. Bu SDG ile ABD arasında kurulan ilişkinin bir sonucu olarak görülebilir. Öcalan’ın Türkiye ile barışçıl çözüm yoluna girmesi SDG’nin bu zorunluluğunu önemli ölçüde zayıflatabilir. Tersinden söylersek, Türkiye “çağrıya” uygun şekilde Suriye politikalarında bir düzenlemeye giderse, SDG ile ilişkileri gelişeceği gibi SDG’nin bu kadar ABD’ye angaje olmasının koşulları zayıflar.
Siyasetin doğası gereği herhangi bir mutabakat, tarafların birbirine karşı örgütlenmesini ve gücünü büyütme çabasını engellemez. Bu temelde SDG taktiksel değil, stratejik ve zihniyet olarak başta laik Sünni Müslüman ve Alevi Araplar olmak üzere, Suriye’nin tüm ulusal ve dinsel kimlikleri ile organik birlik geliştirmek zorundadır. Aynı zamanda bu kimliklerin öz savunmalarını örgütlemesine güçlü katkı sunması gerekiyor. HTŞ ise bunu engellemeye çalışırken, Sünni Müslüman Arapları kendi çizgisinde örgütlemek için var gücü ile çalışacak. Diğer taraftan elinde bulundurduğu “meşru devlet” gücünün bütün olanaklarını kullanarak, SDG’nin çabalarını boşa çıkarmak isteyecektir. Mutabakata rağmen taraflar arasında kıran kırana bir mücadelenin sürdüğü ve süreceği açık. Suriye’de dış güçlerin bütün müdahalesine rağmen esas sonucu belirleyen tarafların halklar içindeki örgütlü gücü olacaktır.
Türkiye solu ve halkları açısından
Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı akabinde Türk egemen klikleri arasında çatışma şiddetlendi. Bir taraftan Dem Parti belediyelerine kayyum atamaları sürerken, eşzamanlı olarak CHP’ye yönelik kapsamlı bir operasyona başlandı. “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” diyen Erdoğan iktidarı, Kent Uzlaşısı ile oluşmuş CHP- Dem Parti ittifakına saldırdı. Erdoğan için en büyük tehlike belediye seçimlerinde yapılan bu ittifakın sürmesidir. Bu nedenle saldırısını bu hedefe yönelik sürdürdü ve sürdürüyor. Erdoğan’ın CHP operasyonu Esenyurt saldırısı ile başladı. CHP yönetimi bu saldırıyı gerektiği kadar, kitleleri sokağa çağırarak karşılamadı. Esenyurt’u kendisine yönelik kapsamlı saldırının başlangıcı görüp, buna uygun bir duruş göstermedi. Bu yönetimin bunun yeterince farkında olduğu söylenemez. İmamoğlu’nun gözaltına alınışı ve tutuklanması sürecinde CHP yönetimi bu saldırıya, göze alabileceği en üst düzeyde cevap vermeye çalışıyor. Diğer taraftan kendisinin kontrolünden çıkabilecek Gezi gibi bir direnişi göze alamıyor. CHP yönetimi böylesi bir direnişi göze almadığı sürece Erdoğan’ın saldırıları artarak devem edecek. Erdoğan, CHP yönetiminin bu korkusunu biliyor ve fütursuzca saldırıyor. İmamoğlu ile birlikte tutuklanan İstanbul ilçe belediye başkanlarının yerine kayyum atanması bunu gösteriyor. CHP yönetimi kritik bir yol ayrımındadır. Son yerel seçimlerde arkasına aldığı kitle desteğini ya büyüterek iktidar yürüyüşüne devam edecek ya da en iyimser tahminle klasik yüzde yirmi beş bandına geri dönecek. CHP yönetimi Erdoğan’a “elini görüyor, restimi çekiyor ve iktidara yürüyorum” diyorsa, Saraçhane başta olmak üzere, kitleleri meydanlarda hem de yedi yirmi dört kalmaya çağırmak zorunda.
Bu yazının konusu “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı ve bunun olası sonuçları olduğu için Erdoğan iktidarının CHP operasyonuna sadece bu temelde değiniliyor. Yani bahsi geçen “çağrının” ilk etkisi Türk egemen güçleri arasındaki çelişki ve çatışmayı derinleştirmek oldu. Bunun kısmen sakinleşip şiddetlenerek süreceği öngörülebilir. Şimdilik Erdoğan İstanbul Belediyesine kayyum atamasa da bu operasyonla İstanbul’un birçok ilçe belediyesine el koyup, İmamoğlu’nu cezaevine atarak yeni mevziler kazanmıştır. CHP bu saldırıyı İmamoğlu’nun yerine kayyum atanmasını engelleme noktasında durdurabildi. Eğer CHP yönetimi en azından İmamoğlu bırakılana kadar halkı meydanlarda tutarsa bu operasyonun yeni adımlarla devamını bir süreliğine erteleyebilir.
Yazının üst bölümlerinde değinilen, bu sürecin politik sonuçlarını Erdoğan-Bahçeli iktidarı kadar CHP’de toplayabilir denildi. CHP’nin ilk kez açık ve net olarak Öcalan’ın çağrısına olumlu yanıt vermesi, bunun “Kent Mutabakatı” ile bağlantılandırılıp Kürtlere açık mesaj verilmesi Erdoğan’ın bekasının ciddi tehdit altında olduğunu gösterir. Bu nedenle, Erdoğan-Bahçeli iktidarı CHP operasyonuna kapsamlı olarak devam edecektir. Egemen cenahtaki bu kapışma elbette toplumda büyük bir karşılık bulacak.
Diğer taraftan Türkiye’nin içinde bulunduğu derin ekonomik kriz, bu krizi aşmak adına gerçekleştirilen ekonomik tedbir ve politikalar Erdoğan’ın bekasını tehlikeye sokan en temel sorundur. Süreç Erdoğan için varlık-yokluk sorununa dönüştü. İstanbul özelinde yaşananlar bunu açık gösteriyor. 2024 yerel seçimlerinde toplumsal muhalefetin ittifakı Erdoğan’ı yendi. Şimdi bu ittifakı dağıtmak için hiçbir kural, kaide, yasa ve anayasa tanımadan saldırıyor. Bu saldırılar karşısında tek meşru savunma kitlelerin meydanlarda kalıcılaşmasıdır. Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısının toplumsal bir karşılık bulması ve ilerlemesi de buna bağlıdır. Süreci tetikleyen bu çağrı olduğu gibi, sürecin Türkiye halkları lehine devamı da muhalefetin yerel seçimlerde oluşturduğu ittifakın sokaklarda ve meydanlarda sürdürülmesine bağlıdır. Bu durum Dem Parti açısından bakılırsa, Öcalan’ın “Demokratik Toplum” kavramının ruhuna çok uygundur. Kitlelerin Anayasal ve meşru haklarını kullanarak meydanlara ve sokaklara çıkması, demokratik siyasetin öznesi olması “Demokratik Toplum”un temel önermelerindendir. En azından bu nedenle, Dem Parti bu sürecin aktif ve etkili bir öznesi olmaya çalışmalıdır.
Türkiye halklarının önemli bir bölümü şimdi daha fazla kulaklarını Kürtlere açmıştır. “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısının Türkiye toplumunda karşılık bulması için kapsamlı bir olanak Dem Parti’nin önündedir. Gezi sürecine yetersiz ve tereddütlü katılımı Kürt halkının böylesi bir süreci kaçırmasına neden oldu. Benzer bir süreç tekrar yaşanırken, Erdoğan iktidarı Öcalan’ın çağrısına ve PKK’nin ateşkes ilanına rağmen hiçbir adım atmamışken, Kürt halkının ve onun siyasal öznelerinin önüne muazzam bir olanak çıkmıştır. Başlatılan süreç akamete uğratılır kaygısıyla tereddütlü duruş göstermek, meydanlarda etkili ve güçlü olarak kitlelerle buluşmamak Kürt siyasi öznelerinin bu süreci kaçırması anlamına gelir. Diğer taraftan etkili ve güçlü katılım Erdoğan iktidarının muhalefete yönelik saldırısını durdurup birçok konuda geri adım atmasını sağlayabilir. “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısının kitlelerde daha etkili karşılık bulmasını sağlar.
CHP ile başlayan bu süreç hem CHP’yle hem de CHP’ye rağmen devam ediyor. Türkiye sol hareketinin bütün bileşenleri kendi nesnel gücünü aşacak ölçüde sürecin öznesi olabilir. Günlerdir süren Saraçhane mitinglerinde, sokaklarda ve üniversitelerde atılan sloganlar, esas olarak Türkiye solunun onlarca yıldır her fırsatta haykırdığı sloganlardır. “Faşizme karşı omuz omuza”, “Susma sustukça sıra sana gelecek”, “Kurtuluş yok tek başına ye hep beraber ya hiç birimiz”, “Direne direne kazanacağız” gibi Türkiye Devrimci Hareketi’nin temel sloganları yüzbinlerin dilindedir. Meydanlar bu sloganlarla inledi. Ne yazık ki Türkiye Solu Gezi’de olduğu gibi bu sürece de hazırlıksız giriyor. Güncel siyasetin arkasından sürüklenip, CHP’nin değirmenine su taşımaktan kurtulamıyor. Buna rağmen sürece sınırlı da olsa kendi rengini katıyor. Ancak Gezi’nin arkasından on yılı aşkın süre geçmesine rağmen örgütlü yapısını büyütemeyen, teoride kendini tekrarı aşıp yeterince derinleşemeyen, abartılı ve nesnellikten uzak öngörülerden kurtulamayan, 71 Devrimciliği sonrası oluşan fasit çemberini bir türlü kıramayan, siyasette sürüklenmeyi ve yüzeyselliği aşamayan bir Türkiye Solu gerçeği var karşımızda.
Bütün bu sorunlarla muzdarip devrimci hareketin kapsamlı bir başkalaşım ve yeniden yapılanma sürecine girmesi kaçınılmazdır. Tarihin bize öğrettiklerinden biri; ciddi siyasal yönelim ve pratiklerin yaşandığı süreçler aynı derecede ciddi teorik yoğunlaşma ve derinleşmenin yaşandığı süreçlerdir. Bu temelde Türkiye Devrimci Hareketi çok yönlü bir süreci eşzamanlı ve iç içe yaşayacaktır. Eğer Öcalan’ın çağrısı üzerinden Türkiye’de barışçıl mücadele kanalları açılırsa, Türkiye solu açısından bu kapsamlı başkalaşımı ve yeniden yapılanmayı gerçekleştirmesi için geniş olanaklar sunacaktır. Türkiye ve benzeri ülkelerde toplumsal kalkışmalar neredeyse periyodik olarak yaşanıyor. Türkiye Solu böylesi her kalkışmaya, her kitlesel eylemliliğe hazırlıksız yakalanıyor. Esas olarak fasit çemberini kırmanın en temel adımı teorik yoğunlaşma ve derinleşmedir. Eş zamanlı olarak ya da buna bağlı olarak hem güncel siyaset ve pratikten kopmadan hem de onun arkasından sürüklenmeden, kendi koyduğu plan ve program temelinde yürümelidir. Nesnel gelişmelerin arkasından sürüklenmemeli, tam tersine bu gelişmeleri kendi plan ve program hedeflerine katkı sağlayacak şekilde değerlendirmeli… Koşullar ne olursa olsun bunlar en temel ve öncelikli adımlardır.
Görüleceği üzere; güncel siyaset ve pratik duruş teoriyle canlı ve organik bir ilişki içindedir. Bu gerçeklik temelinde bir yoğunlaşma içine girilirken, Türkiye solunun tüm bileşenlerini kendi içinde toplayabilecek, her bileşenin kendi özgünlüğünü koruyarak karar süreçlerinin öznesi olabileceği, farklı siyasal yönelim ve eylemlerin birbirinin karşısına konulmayıp, eşgüdümünün sağlanabileceği Türkiye solu koordinasyon meclisi denilebilecek bir örgütlenme önümüzdeki süreçte Türkiye solunu daha etkili kılacak bir araç olabilir.
Elbette Türkiye’de farklı ulus ve inançların kimlik sorunu yaşaması dışında şiddetli sınıfsal sorunlar ayyuka çıktı. Türkiye kapitalizminin tüm yapısal sorunları bir kez daha derinlemesine yaşanıyor. Sistemin bu krizi kısa sürede ve kolay aşılamayacaktır. Emekçi kitlelerin ekonomik, demokratik talepleri yakıcı hale geldi. CHP 2024 yerel seçimleri siyasetini bu yakıcı sorunları gündemleştirme üzerine kurdu. Bu temel eksen üzerine oturan diğer taktik siyasetler sonucu onlarca yıldan sonra ilk kez Türkiye’nin birinci partisi oldu. Emekçi kitleler egemen güçlerin iktidar kliği karşısında CHP’ye yedeklenmeye çalışılıyor. Özgür Özel ve İmamoğlu CHP’siyle kitlelerin yakıcı taleplerinin sistem içinde eritileceği, hatta ciddi hayal kırıklıkların yaratılabileceği açık. Bu koşullar aynı zamanda Kürt Özgürlük Mücadelesine ve Türkiye Devrimci Hareketine nesnel temelde güçlü olanaklar sunuyor. Hiçbir parti, örgüt ve grup bu sürece tek başına cevap olamaz. Sürece birlikte cevap olacak mekanizmaları ivedilikle kurmak zorundalar. En alt düzeyde bağımsız geliştirecekleri faaliyetleri eşgüdümlü ve eş zamanlı hale getirebilirler. Bu düzeyde bile ortak duruş Türkiye solunu görünür bir özne haline getirebilir.
Türkiye halkları ve emekçi yığınlarının yakıcı sorunları egemen sistem tarafından Kürt Özgürlük Hareketi’nin silahlı mücadelesiyle perdeleniyordu. Şimdilik tek taraflı ateşkesle bunu durdurmaları ve Öcalan’ın koşullarına bağlı olarak Türkiye’de silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı almaları bu perdeyi ortadan kaldıracaktır. Bu perde ile şimdiye kadar üstü örtülen bütün sorunlar tüm çıplaklığıyla kendini gösterecek. Bu sorunların hepsi siyasal gündemin ön sıralarına yükselecek. Kitlelerin bu sorunların çözülmesi için sistemi zorlamasının kanalları açılabilecek. Egemen güçlerin emekçi kitleleri ulusal ve dinsel kimlikler temelinde parçalama siyaseti etkisiz kılınabilir. Ayrıca emekçi kitlelerde farklı kimliklerin varlığını ve kimlik haklarını tanıyarak birlikteliğin koşulları geliştirilebilir. Bunların en azından önünün açılması ve gelişmesi sağlanabilir. Bunların hepsi Türkiye solunun tüm bileşenlerinin birlikte mücadele etme konusundaki kararlılığına, siyasal duruşuna ve pratiğine bağlıdır.
26 Mart 2025