Sosyal medya ideolojisi üzerine – Geert Lovink | Komün Çeviri

Slavoj Žižek’in uzun süreden beri savunduğu teze göre çelişkili bilinç-yönetimi, “Kötü Niyet” hakkındaki toplumsal kaygının yerine geçmiştir. Žižek’in bu tezini ve “Ne yaptıklarını biliyorlar ama gene de yapıyorlar” şeklindeki vecizesini ciddiye alıp sosyal medya üzerinde uygulayalım. Günümüzde, “yeni medyanın” potansiyelini incelemeye ve niyetlerini yapısökümüne uğratmaya artık çok da gerek yoktur. Zira internet, hegemonik bir aşamaya ulaşmıştır. Önceki on yıllarda, 24/7 (24 saat 7 gün) süren yoğun bir kullanımı bilinç (ya da bilinçaltı) gibi derin yapılarla ilişkilendirmek vakitsizce olurdu. Ancak artık tamamen sosyal medya çağında yaşadığımıza göre, tam da yapmamız gereken budur: techne(1) ile tin (psyche) arasında bağlantı kurmak.

Edward Snowden’ın ifşaatları, netteki gezinti rutinlerimiz iyice pekiştikten çok sonra bize ulaşmıştı. Gözetleme sistemleri tarafından izlendiğimizi biliyoruz ancak bu sistemlerin sürekli olarak farkında olduğumuzu hangimiz dürüstçe iddia edebilir ki? Karnavallarda takılan renkli sanatsal maskelerin koruyucu olma işlevi de vardır ancak hangimiz onları korunma amacıyla sürekli giyer ki? İnternet, deyim yerindeyse, bozulmuş olabilir (ve bilgi işlem uzmanları bu rahatsız edici analiz hakkında görüş birliğine varmışlardır) ancak sosyal medya için bu analiz geçerli değildir. Tıpkı Snowden’ın ifşaatları gibi Sherry Turkle’ın, akıllı telefonların insanın empati yeteneğini ve yalnızlığın erdemlerinden keyif alma becerisini kısıtladığına dair sunduğu somut kanıtlar da sosyal medya oyununun geç bir aşamasında bizlere ulaşmıştır. Çevrim-dışıyken yaşadığımız sıkıntıyla yüzleşmek acaba ne kadar zor olabilir? Görünen o ki, böylesi bir yüzleşme ciddi bir eziyet halini almıştır.

Charles Leadbeater’a ait “Ne paylaşıyorsan O’sun” sloganı, özerk bir birim olan kendiliğin (self), sürekli olarak başkalarına değer (veri) ulaştırarak sahip olduğu sosyal sermayeyi yeniden üreten dışa-dönük bir varlık haline geldiğini ifade etmektedir. İtiraf etmemiz gerekir ki, kendimizi “makinelerin kölesi” olarak görmeyi reddediyoruz. Günümüzün sosyal medya kullanımının bağımlılık yaratan bir yönü olduğu konusunda hemfikir olsak da, görünüşte hiçbirimizin aslında müptela olmaması acaba ne anlama gelmektedir? Bir şekilde sosyal medyaya geri dönmemiz gelişigüzel bir durumu mu işaret ediyor? Bizi sosyal medyaya çeken şey acaba ne olabilir? Görünüşe göre, bizi çeken şey sosyal medya teknolojisinin ne yazılımı, ne protokolleri (iletişim kuralları), ne ağ yapıları ne de hepimizin kani olduğu üzere çocuksu arayüzleri. Sosyal medya ile beraber sarıp sarmalandığımız şey görünüşte sosyal çevre.

Sosyal olana dair bu arzunun büyüsünün etkisi altında ve halihazırdaki sosyal çevremizin görüşlerinin ve kanaatlerinin yönlendirmesiyle, hepimizin günlük rutinleri şöyle bir şey oluyor: İlkin yeni bildirimleri oku; filtreleme seçeneklerine ince ayar çek; ilk okunmamış mesaja git, hayatında olup bitenlere dair bir güncelleme yap; geçmişi temizle ve tarayıcıyı yenile; çıkan yeni sayfaları sonradan okumak için kaydet; eski sevgilinin bildirimlerini engelle; gizli bir albüm oluştur; bir oylamaya katıl ve sosyal çevrene uygun bir mesaj at; profiline video ekle; beğenmek, gülmek, şaşırmak, üzülmek ve kızmak seçenekleri arasından birini seç; diğer insanlarla ilişki durumundaki  değişikliklerin izini sür ve seni “mention” edenlerle yakınlık kur; bir kanaat önderini takibe al; son bildirimleri al; avatarınla bağlantılı bir fotoğraf oluştur; bir fotoğrafı yeniden yayınla; zaman tünelinin (timeline) çift yönlü akışında kaybol; arkadaşlarının yaptığın güncellemeleri görmesini engelle; sitelerde karşılaştığın tavsiyeler üzerinden arama yap; kapak resimlerini yeniden düzenle; “mutlaka tıklanması gereken” manşetler oluştur; bir arkadaşınla chat yap ve bu sırada  “1.326.595 kişi bu konuyu beğendi” diye bir bildirim al.

Sosyal ağlar oluşturma (social networking) egemen bir ideoloji olmanın çok daha ötesindedir. Sosyal medyada beliren metinlerin ve imajların ötesine geçmeliyiz. Sosyal medyanın çeşitli ofislerden, bu ofislerde çalışan uzmanlardan ve temizlik işçilerinden, kablolardan ve veri merkezlerinden oluşan ve birbirleriyle bağlanmış milyarlarca insanın hareketlilikleriyle ve alışkanlıklarıyla yakın bir işbirliği halinde çalışan teknik altyapısını oluşturan yazılımlarını, arayüzlerini ve şebekelerini de hesaba katmamız gerekiyor. İnternet üzerine akademik çalışmalar yürüten çevreler artık dikkatlerini internetin ütopik vaatlerinden, dürtülerinden ve eleştirilerinden şebekelerin yarattığı etkiyi “haritalandırmaya” çevirmiştir. Gerek dijital beşerî bilimler alanında gerekse veri bilimlerinde, şebeke-yönelimli sorgulamalar artık “Neden”, “Ne” ve “Kim” sorularından ziyade sadece “Nasıl” sorusunu dikkate almaktadır. Nedenlerin toplumsallığına dönük ilgi artık yerini gözle görülür etkilerin toplumsallığına yönelik bir ilgiye bırakmıştır. Yeni kuşak beşerî bilimler araştırmacıları big data (devasa veri yığını) tuzağına düşmekte ve görsellik düşkünü bir izleyici kitlesi için baştan çıkarıcı görsel öğeler (eye candy(2)) üretirken kullanıcı davranışlarını tespit etmekle meşgul olmaktadır (aynı düşkünlük bu araştırmacılar için de söylenebilir).

Hiç farkına varmadan, yaşadığımız hayatlarda yeni ancak ismi konmamış bir aşamaya gelmiş durumdayız: İdeoloji olarak sosyal medya platformlarının hegemonik dönemi. Ürünler ve hizmetler elbette genellikle ideolojiye tâbi unsurlardır. Yaşadığımız bu çağda ürünlerin ve hizmetlerin barındırdığı ideolojileri “okumayı” öğrenmiş durumdayız. Ancak ürünlerin ve hizmetlerin kendilerinin ideoloji haline geldiğini hangi noktada kendimizden emin bir şekilde öne sürebiliriz? Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in ABD istihbarat örgütlerinin hizmetinde çalışan ya da önceden planlanmamış veya yarattığı tasarımın beklentilerinin tam tersi yönünde olacak şekilde kendi sosyal medya platformunu kullanarak muhtelif toplulukları ya da siyasi toplukları belgeleyen bir ideolog olduğunu ifade etmek ayrı bir şeydir. Kapsamlı bir sosyal medya teorisi üzerine çalışmak ise apayrı bir şeydir. Eleştirel teorinin kaybettiği topraklarda yeniden hak talep etmesi ve şu konuyu tekrardan gündeme getirmesi hayati bir önem taşımaktadır: Toplumsal olana dair nitellikten niceliğe kayışın ve toplumsal olanın yaygın biçimde nicel olarak böylesi biçimlendirilmesinin hesaplanamaz etkileri. Araştırmacıların kendilerini viral pazarlamanın ve halkla ilişkilerin araçsalcı yöntemlerinden koparması özgürleştiricidir. Nicel araştırmaları daha fazla zorlamayı bir kenara bırakıp analiz etmeye başlamak gerek. Şebeke teknolojileri artan bir hızla “yeni normal” haline gelmekte ve operasyonlarını ve idare edilme şeklini gözlerden uzak tutmaktadır. Bu “yeni elektriği” (new electricity(3)) ya da başka bir deyişle yüzyılımızın özel mülkiyete ait kamu hizmeti programlarını arka planda daha fazla görünmez hale gelmeden siyasi bir mesele haline getirmemiz gerekiyor.  İnternet üzerine yapılan 2008 yılı başlangıçlı eleştirilerin devri artık kapanıyor.

İnternet ve dijital teknolojiler, Politik-ekonominin Eleştirisinin bir sonraki safhasına tamamen entegre edilmelidir. İş olanlarının geleceği gibi somut dünyaya dair meseleler, Kaliforniya menşeili ütopiklerin ya da Avrupa menşeili karamsarların kolaycılığa dayanan muhalefetlerini geçersiz hale getirmiştir. İnternet eleştirilerini insan davranışlarının normatif biçimde düzenlenmesinin ötesine taşımalı ve gençliğin kaygılarını ve özellikle de bağımlılıklarını ve dikkat dağınıklıklarını siyasi bir mesele haline getirmeliyiz. Aldatma ve manipüle etme potansiyeli giderek daha fazla sürüncemede kaldığı için toplumsal olanın fiili ve zahiri doğasına dair uzlaşalı epey bir zaman oldu. Sosyal medya ise bizden hiç bitmeyen bir gösteride sürekli performans sergilememizi talep etmektedir. Sosyal medyaya bir şekilde sürekli geri dönüyoruz ve dijital toksinlerden arınma ihtiyacı belirene ve sosyal medya dışındaki dünya bizi çağırana kadar oturumumuzu açık bir halde bırakıyoruz.

Âdem-i merkeziyetçi bir şebekeler bütünü olarak internetin toplumsal, siyasi ve ekonomik vaatleri paçavra haline gelmiştir. İlk ortaya çıktıklarından beş yıl sonrasında sosyal medya seçenekleri hiç de bir gelişme gösterememiştir. Tüm iyi niyetli eleştirel beklentilere karşın kitleler sosyal medya sayesinde çok daha iyi olanaklara kavuşmuş değillerdir. Bu beş yıllık sürecin sonunda ortaya çıkan manzarada, sosyal medya alanı bir avuç aktörün şirket egemenliklerini sürdürdükleri durağan bir yer haline gelmiştir. Hepimiz sosyal medya çamuruna saplanıp kalmış durumdayız ve artık neden sorusunu sormanın zamanı gelmiştir. Anaakım medyada 1970’ler sonunda yaşanan durağanlıkla karşılaştırılabilir bir biçimde eğer işe yarar stratejiler üretmek istiyorsak politik-ekonomi yaklaşımı tek başına yeterli olmayacaktır. Çıkış için şu soruya belki de post-Freudyen bir cevap vermek gerek: “Bir kullanıcının aklından geçenler nelerdir?” Bu soruyu sosyal medyanın aslında ne sunduğu üzerinden cevaplamalıyız. Sosyal medya hangi arzulara hitap etmektedir? Sosyal medyada hayatlarımızı güncellemek neden baştan çıkarıcı olduğu kadar can sıkıcıdır? Bağımlılık söylemine indirgemeden, sosyal medyaya yönelik kompülsif bağlanışımıza dair bir dizi eleştirel kavramlar geliştirmememiz acaba mümkün müdür?

Sosyal medyayı bir ideoloji olarak okumak için başlangıç noktası, Wendy Chun’un “yazılım” fikrini ideoloji olarak ele aldığı 2004 yılı tarihli makalesi olacaktır. Jodi Dean ve diğerleriyle beraber, Chun’un bu makalesi neoliberal dönüşümle ve mülkiyet halini almış yazılım fikrinin zaferiyle uzlaşan medya teorisyenlerine sert bir tepkidir. 1980’lerin ortasından itibaren konuyla ilgili tartışmalarda merkezi bir kavram olarak ideoloji önemini yitirmiştir. 1970’lerde ideolojinin teorisi üzerine yapılan tartışmalarda, meselenin zemini II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan sınıfsal uzlaşmayı idare etmekle görevlendirilmiş devlet aygıtının (refah-devleti olarak da adlandırılan) iktidarının olağanüstü bir doruk noktasına ulaşmış olmasıydı. 1960’larda Daniel Bell’in ilan ettiği “İdeolojinin Sonu” fikri Soğuk Savaş sonunda neoliberalizmin zaferiyle kendisini göstermiş olsa da, kamuoyuna mal olmuş aydınların ve eleştirel söylemlerin rollerini en aza indirgemeye yönelik tüm kararlı çabalara karşın, ideolojinin halen sahneyi terk etmediğine ve fikirlerin olmadığı bir dünyanın halen çok uzakta olduğuna dair sezgisel bir kavrayış varlığını sürdürmekteydi. 

1995’te Richard Barbrook ile Andy Cameron’ın tanımladığı şekliyle “Kaliforniya ideolojisi”, internetin altında yatan motivasyonun köklerinin Soğuk Savaşa (ve çelişik duygular barındıran hippi kültürüne) kadar gittiğini saptamamızı sağladı.  Fred Turner’ın 2006 tarihli klasik çalışması From Counterculture to Cyberculture (Karşıkültürden Siberkültüre) aynı işlevi gördü. Ancak sosyal medyanın 1990’lardan beri süregiden güncel ve istikrarlı başarısını açıklayamıyorsa, tarihsel bir perspektif oluşturmak o kadar da işe yarar değil demektir. 1970’lerde olduğu gibi, günümüzde de mevcut sistemlerin uç noktalarında cirit atan ideolojinin rolü fazlasıyla gerçek bir haldedir. İdeolojiyi çalışmak gündelik hayata ve şu anda olup bitenlere bakmak demektir. Günümüzde özellikle açıklığa kavuşturulmamış konu aşırı bireyselleşmiş özne ile toplumsal olanın katı mentalitesi arasındaki aşikâr paradokstur. Toplumsal olanla ilgili sorun nedir? Toplumsal olanın haklı yönü nedir? Kaliforniya ütopiklerinde olduğu kadar Gramsici İtalyan siber-mekân savunucularında da mevcut olan interneti olumlama hali popüler kültür içerisinde tüm “toplum şebekeleri” kuşatmış bir durumdadır ve bu kuşatmayı, dolayımlama faaliyetleriyle internetteki yığınlaşmanın anaakımı yenebileceğinin bir işareti olarak görmektedir. Çoğu kişinin aksine İtalyan eleştirmenler, aktivistler ve sanatçılar Silikon Vadisi’nin ürünlerini ve hizmetlerini sarmalayan ihtilaflara karşı bir bilinç geliştirmiş olsalar da, toplumsal ağlar oluşturma denen sihirli iksir konusunda onlar da olumlu bir yaklaşım sergilemektedirler.

Louis Althusser’in tanımladığı üzere ideolojinin bir işlevi, başvurulan öznenin istizah edilmesi anlamına gelen tanıma faaliyetidir. Bu tanım üzerinden internette kullanıcı olma süreci hakkında konuşabiliriz. Sosyal medya efsanesinin fark edilmeyen kısmı tam da budur. Sosyal medya ağlarına katılmadan önce, hepimiz ilkin bir hesap yaratmak için bir profil oluşturur ve kendimize kullanıcı ismi ile şifre seçeriz. Bu işlemden sadece birkaç dakika sonra oyunun bir parçası haline geliriz ve sanki hep öyle yapıyormuşuz gibi sosyal medya üzerinden paylaşmaya, yaratmaya ve oynamaya başlarız. Sosyal medya profili bir öncüldür ve kişi hedefli reklamcılık profiller olmadan faaliyet gösteremez.  Sosyal medya platformları kendilerini kerameti kendinden menkul platformlar olarak sunarlar. Onlar sadece pek çok zenginlik barındıran hayatlarımızı kolaylaştırmaktadırlar. Zaten önemli sayılabilecek hemen herkes oradadır. Bizler de profil oluşturma kapısından geçerek bu platformların öznesi haline geliriz.

Althusser’e göre, ideolojinin içinde yaşamak tam da böyle bir şeydir ve sosyal medyada da özneler kullanıcı olarak adlandırılırlar ve bir profilleri olmadan var olamazlar. İdeolojiye dair bu kısmen otoriter ve kapalı kavramsallaştırmayı kullanmak anlaşılır bir durumdur zira kullanıcılara kendi iletişim mekânlarını yeniden programlamaya izin vermeyen günümüz kapitalizminin sosyal medya mimarisi tepeden aşağıya doğru olacak şekilde fazlasıyla merkezi bir yapıya sahiptir.

Althusser’den kırk yıl kadar sonra artık ideolojiyi onun ve takipçilerinin yaptığı gibi devletle ilişkilendirmiyoruz. Facebook ya da Google’ı Althusserci bir şekilde “devletin ideolojik aygıtı” olarak nitelemek sıra dışı ya da tuhaf kaçacaktır. Günümüzün bir hayli mesafe kaydetmiş neoliberalizminde ve yükselen sağ-popülist siyasetinde, ideoloji artık sadece pazarı koruma rolüne çekilmiş olan devlet yerine Pazar ile ilişkilendirilmektedir. Ancak unutmamamız gerekir ki, “Marksizm’in krizini” harlayan da ideoloji teorisinin kendisiydi. İdeoloji teorisi ile beraber Marksizm içerisinde öğrenci hareketleri, yükselen feminizm ve diğer “toplumsal hareketler” başat unsurlar haline gelmiş ve Sovyetler Birliği’nin bir çıkmaza girmesi ve iflas etmesi altı çizilen bir konu haline gelmiştir. Medya ve “kültürel çalışmalara” yönelik artan ilgi de bu krizi daha da derinleştirmiştir.

Berlin Duvarı 1989’da yıkıldığında, zayıflamış komünist partiler sosyal devletin adalet ve düzgün (ya da devrimci) yeniden dağıtım konularına artık nüfuz edemez bir haldeydiler. İşçi sınıfı adına yürütülen aşırı determinist taktikler artık işe yaramıyordu. Berlin Duvarı’nın yıkılmasını takip eden on yıl içerisinde Marksist ideolojinin iki merkezi gücü artık hâkimiyetlerini yitirmiş durumdaydı: Parti ve Devlet. İdeoloji felsefenin esas ilgi alanı olmaktan çıkmıştı ve sosyal bilimlerde ise “fikirler halen önem taşıyor ancak artık insan hayatlarını yönetemezler” şeklinde bir yaklaşım söz konusuydu. Günümüzde fikirler geleceği şekillendirme kapasiteleri ölçüsünde yüceltilmekte ancak bir kural ve norm olarak ele alındıklarında kapitalizm altındaki çelişkili gündelik hayatlarımızı idare etmek için fazlasıyla dağınık olarak kabul edilmektedirler.

Sosyal medyaya bir ideoloji olarak yaklaşmak sosyal medyanın tüm kitle iletişim araçlarını, kültürü ve kimliği nasıl sürekli büyüyen bir kültürel performans (elbette kültürel çalışmalarla ilgili olarak) olarak bir araya getirdiğini gözlemlemek anlamına gelir. Bu kültürel performans toplumsal cinsiyet, hayat tarzları, moda, markalar, ünlüler, radyo, televizyon, dergi ve internet kaynaklı haberlerden oluşur ve tüm bu unsurlar, geçim olanaklarının daha da kötüye gittiği ve eşitsizliğin büyüdüğü bir ortamda risk sermayesi (venture capital(4)) ve genç-yenilikçi şirket/iş insanı kültürüyle daha da katmerli bir hale gelir. Sosyal medyadaki her kullanıcı aşağı yukarı şöyle bir itirafta bulunur: “Sosyal medyaya teslim olmak ondan uzak durmaktan çok daha kolaydır. Pek çok insan sosyal medyaya teslim olur zira kolay olan budur” (İngiliz müzisyen Adele’ye ait bir söz).

Postmodernizm ve kinik neoliberalizm ideolojiyi tamamen lüzumsuz olarak mahkûm etmişse de, ideolojinin (yeniden) üstün gelmiş olması hiç de şaşırtıcı değildir (ideoloji kavramının yakın geçmişte kullanımdan düşmüş olması çok daha ilginç bir meseledir). Bu noktada asıl mesele ideolojinin nasıl üstün geldiğinin giderek daha az farkına varıyor oluşumuzdur. Sosyal medya söz konusu olduğunda, asıl mesele “aydınlanmış bir yanlış bilince” sahip oluşumuzdur. Başka bir deyişle, kendimizi tamamen sosyal medyaya bırakarak ne yaptığımızı çok iyi biliyor olsak da bunu gene de yapıyor oluşumuzdur. Bu durum, Žižek’e ait kavrayışların üst düzey popülerliğini ve belki başarısını da açıklamaktadır. Faceobook’taki haber bildirimlerinin algoritmik manipülasyonlarının, akıllı telefon aplikasyonlarının sözde filtrelemelerinin pek de işe yaramadığının ve kişiye özel bir reklamcılığın yaygın bir şekilde varlığını sürdürdüğünün hepimiz farkındayız. Gerçek zamanlı küresel ekonominin karşılıklı bağımlılıklar dünyasında 24/7 güncelleme alıyoruz ve sosyal medyadaki haber bildirimlerini dünyadaki vaziyetin kişiler açısından yansımaları olarak okumayı öğreniyoruz. O halde, Louis Althusser’ın söylemi nasıl bir “güncellemeye” ihtiyaç duymaktadır?

Web 2.0’ın altın çağının yaşandığı ve yazılımın masaüstü ve dizüstü bilgisayarlarla eş anlamlı olarak kullanıldığı (ya da karıştırıldığı) 2004 yılında yazdığı makalede Wendy Chun şöyle demiştir: “Yazılım, ideolojinin işlevsel bir benzeşimini oluşturur. Formel anlamda, yazılım ile donanımı bağdaştıran makineler olarak anlaşılan bilgisayarlar ideoloji makineleridir.” Chun’a göre, yazılım ideolojinin her türlü formel tanımına uyum gösterebilmektedir. Yanlış bilinç olarak tanımlanan ideoloji kavramı için de, Louis Althusser’in tanımladığı şekliyle kişilerin varoluşlarının gerçek koşullarıyla kurduğu hayali ilişkinin temsili olarak tanımlanan ideoloji kavramı için de bu durum geçerliliğini korumaktadır.  İdeoloji günümüzde fikirlerin çarpıştığı soyut bir alanı işaret etmemektedir.

Althusser’in ideoloji kavramında kabuk bağlamış ortodoksinin belli miktarda güncellenmesi ve günümüze uyarlanması gerekmektedir. Ancak Chun’ın gösterdiği üzere Althusserci bir ideoloji anlayışının çizdiği çerçevenin günümüz dünyasına böylesine uyması fevkalade bir durumdur. Yazılım ya da daha doğrusu işletim sistemleri sahip olduğumuz donanımla hayali bir ilişki kurmamızı sağlamaktadır. Yazılımlar ya da işletim sistemleri transistorları değil yazılımda gördüğümüz “masaüstünü” ya da “çöp kutusunu” temsil etmektedir. Yazılım kullanıcıları üretmektedir. İşletim sistemleri olmadan donanıma ulaşmak mümkün değildir. İşletim sistemi olmadan hiçbir işlem yapılamaz ve dolayısıyla kullanıcı diye bir şey de olmaz. Tüm işletim sistemi yaptıkları reklamlarda     kullanıcılara ideolojik bir çağrıda bulunur: onlara seslenip onlara kendi kimliklerini oluşturabilecekleri bir isim ya da imge sunarlar. Sosyal medyanın da aynı işlevi yerine getirdiğini ve hatta bunu daha güçlü bir şekilde yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Twitter’ın ilk çıkış cümlesi “Ne yapıyorsun” idi. Bu soru sosyal medyanın maddi köklerini işaret eder. Sosyal medya platformları asla “Ne düşünüyorsun?” sorusunu sormaz. Ya da “Ne hayal ediyorsun?” sorusu. 20. yüzyıl kütüphaneleri insanların ne düşündüklerini ifade ettikleri romanlar, günlükler, çizgi romanlar ve filmlerle doludur. Sosyal medya çağında ise ne düşündüğümüzü daha az itiraf ediyoruz gibidir. Böylesi bir itiraf haddinden fazla riskli ve özel görülmektedir. Evet, yargılarımızı ve kanaatlerimizi paylaşıyoruz ancak düşüncelerimizi paylaşmıyoruz. Kendiliğimiz bunu yapamayacak kadar çok meşguldür zira esnek, yeniliklere açık, sportif, seksi bireyler olarak yeni bağlantılar kurmak ve kanaatlerimizi ifade etmek için sürekli hareket halindeyiz.

Toplumsal görünürlüğün 24/7 hale gelmesiyle, aygıt ve aplikasyon bedende bir olmuşlardır. Bu durum, Marshall McLuhan’ın  Extensions of Man (İnsanoğlunun Uzantıları) fikrinin aksine bir duruma işaret etmektedir ve günümüzde artık tanıklık ettiğimiz insanoğlunun ters yüz edilmesidir.  Teknoloji duyularımıza karışıp derimizin altına girince, teknoloji ile aramızdaki mesafe kaybolmakta ve herhangi bir mesafe koyduğumuza dair bir hissiyatımız kalmamaktadır. Jean Baudrillard’a dayanarak, toplumsal olanın eşi benzeri görülmemiş bir depolama kapasitesine, işlem yapma gücüne sahip taşınabilir bir cihazda toplanmasıyla beraber yazılım ve sosyal sermayenin kristalleştiğini söyleyebiliriz. Bağımsız çalışan parmak uçlarımız sayesinde, her şey artık görünür ve işitilebilir hale gelmektedir. Michel Serres’in, mobil cihazlar kuşağının gezgin plastikliğine o kadar hayran olmasının nedeni tam da budur, bu cihazlarla jestler muntazam bir hal alır, parmak uçlarıyla saniyeler içerisinde yeni güncellemeler yollanabilir, küçük sohbetler yapmakta uzman olunur ve küresel köyün ruh hali bir anda kavranabilir.  Fransız düşünürlere referans vermeyi sürdüreceksek, şunu da ekleyebiliriz: Seksi ve sportif bireylerin “etkin faaliyet alanı” olarak sosyal medya, Michel Houellebecq’in karmaşık beden-siyasetiyle sembolleşen edebiyatın kusursuz bir aracı olmuştur.

Sosyal medya güncellemelerinde dolaşırken kullanıcıyı saran illüzyon en başta doğal ve kerameti kendinden menkul olarak algılanır. Öğrenmenin çetrefilli yollarından geçmemiz gerekmemektedir, sosyal medyanın sosyal hiyerarşisinde kendimize yer bulmamız öyle çok fazla ter akıtmamız, mücadele etmemiz şart değildir. Daha ilk günden, bu şebeke düzeni kendimizi evimizdeymiş gibi hissettirir, WhatsApp, QQ ve Telegram gibi programlar sanki her zaman var olmuşlar gibidir. Ancak kısa bir süre sonra bu dolaysız aşinalık hali bir huzursuzluğun esas kaynağı olur. Çevrim-içi bilgisayar oyunları oynadığımız eski güzel günlerdeki gibi bir oyunun içerisinde değiliz diye hissederiz. Sezgisel olarak sosyal medyanın kendi “deneyselliğimizi” (James Wallman) sergilediğimiz bir mücadele alanı inşa ettiğini hissederiz. Bu arenada hiyerarşi verili bir haldedir ve cinsiyet, ırk, yaş ve sınıf gibi profil ayrıntıları sadece veri değil aynı zamanda toplumsal tabakalaşma merdiveninin belirleyici ölçütleridir.

Rastgele bir şekilde içine girdiğimiz sosyal medyanın hayali topluluğu (ve oturumumuzu kapatır kapatmaz geride bıraktığımız) hiç de sahte değildir. Sosyal medya platformları toplumsal olanın suretleri değillerdir. Sosyal medya gerçeği “maskelemez.” Sosyal medyanın hem yazılımı hem de arayüzü ironik, çok katmanlı ya da karmaşık değildir. Bu anlamda, sosyal medya artık (ya da henüz) postmodern değildir. Burada işleyen paradokslar eğlenceli değillerdir. Aplikasyonlar bize absürt gözükmezler. Hepsi kerameti kendinden menkul, işlevsel ve biraz da can sıkıcı uygulamalardır. Bizi soysal medyaya çeken şey toplumsal olan ve toplumsal olanın hiç bitmeyen akışıdır. Yoksa arayüzlerin edimselliği bizi sosyal medyaya çekiyor değildir.

Şebekeler rakip toplumsal güçlerin rekabet halinde oldukları bir arena olmaktan ibaret değildir. Bu fazlasıyla idealistçe bir bakış açısı olurdu. Keşke öyle olsaydı. Sosyal medyanın böylesi bir arena olmasını engelleyen “sahneleme” unsurunun eksik olmasıdır. Sosyal medya platformları birer sahne değillerdir, evet bu platformlar (multimedia-çoklu ortam) verilerini bir araya getirip sentez haline getirir ancak burada insan emeği unsuru (vasi olmak anlamında) eksiktir. Aslında bu yüzden, sosyal medyada medya (gerçek anlamda bir ortam) bulunmamaktadır.  Sosyal medya platformları yazılımları, otomasyon haline gelmiş prosedürleri, algoritmaları ve filtreleri sayesinde işlerlik kazanır, yoksa işler olmasının nedeni geniş bir editör ve tasarımcı personeline sahip olması değildir. Sosyal medya platformlarının çalışanlarının olmaması ırkçılık, antisemitizm, cihatçılık tartışmalarının bu kadar revaçta olmasının nedenidir zira varlığını sürdürmekte halen ısrar eden eski ideolojileri filtrelemek eninde sonunda insan emeğini gerektiren bir faaliyettir.

Akıllı telefonlar ile kameraların reklamlarla pompalanmış ve dolayısıyla sınırlı bir fetiş niteliği bulunsa da, sosyal medya şebekeleri böylesi bir statüye sahip değillerdir. Sloterdijk’in alan teorisine benzer biçimde, şebekeler ekolojik bir statüye sahiplerdir. Bizi hava gibi çevrelerler, bir yaşam alanıdırlar ve filtreler sayesinde içine girebileceğimiz kendi baloncuklarımızı oluşturmamızı sağlarlar. Bu açıdan Ortaçağ zihniyetine ya da kafamızda tasarladığımız Mars kolonilerine benzerler. Günümüzün kozmolojisi arama motorlarının, haber sitelerinin ve sosyal medyanın bir araya getirdiği karşı cinsten arkadaş bulma aplikasyonlarından, futbol ve yazılım forumlarından ve porno sitelerinden oluşmaktadır. Hava örneğinde olduğu gibi onun varlığını ispat etmek epey bir zahmet gerektirir ancak sosyal medya ideolojisi bir kere çirkin yüzünü gösterdi mi ve kendisinden kurtulmak için başvurduğumuz terapi seansları bilinçdışımıza bir kere ulaştı mı, paradokslar tutarlıklarını yitirmeye başlar ve ideoloji tüm kendisini açığa çıkarır.

2004 yılına geri dönersek, Wendy Chun’ın yazılımı yeni bir toplumsal gerçeklik olarak ciddiye alarak bir dizi metaforla uğraştığını görürüz: “Yazılım ve ideoloji birbirlerine kusursuz biçimde uymaktadırlar zira her ikisi de maddi olmayanın maddi etkilerini haritalandırmaya ve gözle görülür ipuçları aracılığıyla maddi olmayanı bir yere yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Maddi olmayan, bu süreç sayesinde bir meta olarak yani kendi başına bir varlık olarak ortaya çıkar.” Ancak işin detayları çok da uğraşmaya değmez gözükmektedir: “Kullanıcılar, bilgisayarlardaki dosyaların ve masaüstünün gerçek dosyalar ve masaüstü olmadığını gayet iyi bilirler anca onları dosya ve masaüstü olarak adlandırarak öyleymiş gibi davranırlar. Bu mantık, Slavoj Žižek’e göre ideoloji açısından hayati bir önem taşır.” Facebook’ta yer alan “arkadaşlar” kategorisinin de benzer bir metafor içerdiğini belirtmek yerinde olur. Facebook’un “haber bildirimleri” için de aynı durum geçerlidir. 

O halde, izleyici kitlesi başa çıkılamayacak kadar çok olduğunda ne olacaktır? Yüzeydeki görüntüleri yapısökümüne uğratmaktan daha önemli olan şey, Chun’ın da belirttiği üzere “ideolojinin kişinin inançları yerine faaliyetlerinde sürdüğünün” öne sürmektir. “İdeoloji illüzyonu bilgi seviyesinde değil yapılan şeylerde varlığını sürdürür.” Bu noktada “etkileşim” kavramı, kullanıcıların arayüzlerle nasıl bir ilişki kurduğunu açıklamak yerine daha da çetrefilli bir hale getirir zira arayüzlerin işlem ve denetim mekanizmaları gizi olduğundan, kullanıcılar arayüzleri teknik açıdan yeteri kadar anlayarak onlarla doğrudan iletişim kurmazlar. Akıllı cihazlarımızın temelini oluşturan “beğenme ekonomisi” bu durumun çok iyi bir örneğini oluşturur. Örneğin, sosyal medyada beğeni attığımız şeyleri aslında hiç beğenmediğimizi söylediğimizde ne olacaktır. Birine “ben aslında seni hiç sevmedim” demiş gibi mi olacağız? 

Sosyal medyadaki bot hesapları ve “beğenme ekonomisini” oldukları gibi ele alalım: platform kapitalizminin(5) kilit özelliği, kendi kullanıcılarının sırtından üretilen değerleri ele geçirmeyi hedeflemesidir. “Tüketici tercihleri” anlamında sosyal medya ne bir zevk ne de bir hayat tarzı meselesidir. Sosyal medya, günümüzdeki toplumsallığımızın teknolojik kipidir. Önceki yüzyılda, hiçbirimiz mektup yazmayı ya da telefon açmayı bir zevk meselesi olarak görmezdik. Bu gibi faaliyetler, yoğun bir şekilde sembolik değiş-tokuşların yapıldığı “kültürel tekniklerdi.” Sosyal medya, ilk ortaya çıkışından kısa bir süre sonra tüketilmeye müsait (hype) çevrimiçi bir hizmet olmaktan çıkıp olmazsa olmaz bir altyapı haline gelmiştir. Tıpkı bir zamanlar, mektup, telgraf ya da telefonunun olduğu gibi. Sosyal medyanın tam da bu “altyapı olma” özelliği ideoloji meselesini yeniden açılması gerekliliğinin nedenidir.

(1) Bir şeyleri yapma ustalığı ve becerisi (Ç.N.)

(2) Zihinsel açıdan pek fazla bir şey vaat etmese de, görsel açıdan dikkat çekici ve eğlendirici unsurlara verilen ad. Eye candy terimi özellikle bilgisayar oyunları terminolojisinde kullanılmaktadır (Ç.N.)

(3) İngilizcede insanlık tarihinde çığır açan buluşları ifade etmek için kullanılan terim (Ç.N.)

(4) Yeni oluşmakta olan iş alanlarına ve pazarlara yapılan riskli yatırımları ifade eden terim. Bu tarz sermaye faaliyetleri finans kapitalizminin belirleyici bir özelliğidir (Ç.N.)

(5) Google, Facebook, Apple, Microsoft, Twitter, Uber ve Airbnb gibi aslen dijital şirketlerin akıllı cihazlar ve bilgisayarlara dayanan platformlar oluşturarak işveren-işçi ve üretim ilişkilerinde yarattığı değişimlerin kapitalist ekonomide farklı bir aşamayı ortaya çıkardığını öne süren kavram (Ç.N.)

Özgün metin için: https://www.e-flux.com/journal/75/67166/on-the-social-media-ideology/