Süreklilik içinde derinleşme olarak ideolojikleşme – Mehmet Turan

İdeoloji, sahip olduğumuz dünya görüşü doğrultusunda toplum, dönem ve dünya hakkındaki düşüncelerimizi bütünleştirme, düşüncelerimizi mantıklı sistemleştirerek ifade etmektir. Sahip olduğumuz ideoloji toplumu, dönemi, olayları, yaşananları anlayıp, anlamlandırarak açıklamalar getirir, geleceğe ışık tutup yeni yollar açıp, çözümler üretir, yön verir. Yaşadığımız zaman, mekân ve koşullar, savunduğumuz ve olmasını istediğimiz dünyaya, yaşama göre ideoloji üretip şekillendirmemizi sağlar. Yani ideolojimiz neden öyle değil de böyle davrandığımızı veya davranmamız gerektiğini açıklayan bir hayat rehberidir. Yaşadığımız zaman ve mekândan kopuk ideolojiler başarısızlığın en temel sebebidir. İdeolojimiz savunduğumuz görüşlere hayat bulduracak güç ve doğruluktaysa başarıyı getirmektedir.

Bulunduğu dönemin ve toplumun güçlü ideolojileridir din ve inançlar. Gerek çok tanrılı dinlerde gerekse de tek tanrılı dinlerin çıkışlarında ve yer edinip yayılmala rında, toplumun, dönemin sorunlarına veya arayışlarına cevap olabilme, yeni yollar bulmak üzere çözümler üretme vardır.

Yaşanılan sorunlara çözümler öneren ve üretebilen, üzerinde yaşam bulduğu toprakların toplumsal ve tarihsel gerçekliğini derinliğine kavrayan ve bu nedenle de içinde yer aldığı sosyaliteye cevap olabilen, köklü cevaplar üretebilen ideolojiler toplumların bilincinde ve vicdanlarında yer bulup kalıcı olabilmiş, sahiplenilmiş ve doğru yolda ilerlemeler sağlayabilmiştir. Dönemine, yaşanan sorunlara, arayışlara çıkışlar bulup cevap olabilen ideolojiler, toplumsallaşıp somut güç haline geldikleri takdirde başarıya ulaşma imkânına sahiptirler. Topraklarının sorunlarını kavrayamayan ve bu sorunlara cevaplar üretemeyen ideolojiler ise toplumda yer bulamamış, kabul görmemiş ve yenilmişlerdir.

İdeolojiler yenilmez ve değişmez değillerdir. Bu nedenle, toplumsal zaman içinde çeşitli vesilelerle sınanan ve savaştırılan ideolojilerin doğruluğu ve yerindeliği mutlaka ama mutlaka tartışılıp derin analizlere tabi tutulmalıdır. Eksikliği veya yanlışlığı öyle ya da böyle az çok ortaya çıkmış ideolojiler acil olarak değerlendirilip, yanlış ve eksiklikler köklü olarak gözden geçirilerek, doğru ve dirençli, dik bir yürüyüş ve kavganın sürekliliği için zaman kaybetmeden ideolojik sağlamlık ve netlik sağlanmalıdır. İdeolojik sağlamlığın ve netliğin olmadığı durumlarda yapılan tüm politika ve çalışmaların neden ve niçin yapıldığı ve ne kazandırıp ne kaybettirdiği belirsiz kalacağından, politika ve çalışmalar heba olacaktır. İdeolojiksizlik veya ideolojik zayıflık politika sahasında körlük yaratır, yapılan hiçbir şeyin anlamı ve önemi kavranamaz ve dolayısıyla omurgasız kalındığı için veya ideolojik omurgaya güven sarsıldığı için dik duruş ve kararlı yürüyüş mümkün olamaz. Bu da devrimci kadrolarda ve devrimci militanlarda moralsizlik, isteksizlik, tereddütler ve kendini sakınan ürkeklikler ortaya çıkarır.

Devrimler önce ideolojide başlar

Devrimler ve dönüşümler öncelikle kavramlar, ideolojiler arasındaki savaşla başlar ve giderek toplumsal hayatın tüm alanlarına yayılır. Devrim, halkların ideolojisinin, egemenlerin ideolojisini etkisizleştirip, yenmesi, parçalamasıdır. Egemenlerin en çok korktuğu durum uzun süre ideolojisiz kalmalarıdır. Bilirler ki, ideolojisizleşme ideolojiyi yeniden üretememe bir yandan baskı aygıtını işlevsizleştirirken, diğer yandan halkın kendi bağımsız ideolojisinin giderek daha güçlü temellerde açığa çıkmasına neden olur. Zoru zor yapan sınıf savaşımlarıdır. Ama sınıf savaşımları ideolojisiz, çıplak zorla yürütülemez; yürütülse bile, bu öyle uzun vadeye yayılamaz. Feodalizm döneminde çıplak zor ile belki çok daha uzun süre tahakküm sağlanabiliyordu ama emperyalizm döneminde bunun mümkünatı yoktur. Donanmış bir ideolojiye daha çok ihtiyaç vardır.

Egemenlerin zoru ile ideolojisi arasındaki ‘ayrışmamışlığı’ zayıflatmak, bozmak ve giderek ayrıştırarak parçalamak gerekiyor. Egemenler de, var olan egemenliğini, düzenini sürdürebilmek ve bu duruma mahal vermemek için var güçleriyle, tüm imkânlarıyla ve her türlü argümanı kullanarak uğraşırlar. Türk militarizmi ve egemen yapısının neden ve nasıl kendini 1997 Şubat’ından beri restore etmek için uğraştığını hatırlar ve bugüne getirirsek (DGM-Özel yetkili mahkemeler, 8 yıllık eğitim-4+4+4 vb. örnekleri) bunu pratik ve güncel olarak da hissedebiliriz. Hissetmenin ötesinde o gün de bugün de neden acil ve vazgeçilmez (hatta hayati) bir olgu olarak işletildiğini ve yürüyen restorasyonu aksayan yanlarıyla birlikte sürekli gelişen duruma göre güncellemeye çalışarak büyük bir özenle takip edip, izlediğini anlayabilir, kavrayabiliriz. Kısaca hatırlarsak; 1990’ların sonlarına doğru hem zor aygıtı (ordu, polis, istihbarat) yekpare bütünselliğini yitirmeye yüz tutmuş hem de Kemalist ideolojinin o günkü ileri sürülen hali o eski, kitleleri bir arada tutucu kapsayıcılığını yitirmişti. Acilen egemen ideolojinin restore edilip tekrar eski konumuna yükseltilmesi gerekiyordu. O günden bugüne kadar birçok argüman ve aygıtla (ilerici-gerici, laik-şeriat, milli-ümmetçi vs.) zihinler büyük bir bombardıman altında tutularak yürüttüler ve baş döndüren bir hızla ideolojiyi tahkim edip güçlerini (yasama-yürütme-yargı-güvenlik ve istihbarat güçleri) bir araya toparlama işlerini yürüttüler, elbette bazı eski dönem yıldızları da bu duruma kurban edildiler. Bugün birçok kişide değişen devlet/ sistem algısı yaratan bu süreç, aslında bildiğimiz o devletin, ortaya çıkan ve gelişen yeni duruma ve yeni imkân ve fırsatlara göre dizayn edilip uygun hale getirilmesi ve ayağa kaldırılmasıdır. Öz olarak karşımızdaki aynı devlet ve sistemdir. 1990’lardan gelen hiçbir kurum ve kuruluşta esaslı bir değişim olmamıştır. Son 15-20 yıllık egemen bloktaki hal bize ideolojik belirginliğin, ideolojik netliğin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. İdeolojiyi belirginleştirince, yürüyüş hattını belirleyip güçleri hedefe doğru yürütmek mümkün oluyor, aksi durumda güçler dağınık ve yürüyemez oluyorlar. Gücün ideolojisiz kalınca adeta kötürümleştiğini egemen blokta da izleyebiliriz.

Devrimciler açısından ise, ideolojik bakışın, ideolojik diriliğin sarsılması veya yitirilmesi halinin sonuçlarını gün be gün çokça yaşadık, ama öğrendik mi? En fedakârca mücadelelere girişip neyse bedeli hiç gözümüzü kırpmadan sonucuna varma kararlılığı ve gözü karalık mücadeleden öğrenme, ideolojik güçlenmeye ulaşma hususunda aynı güce ulaşmıyor, mücadelemizden ve tarihten öğrenemiyoruz, mücadele ve tarih bir eğitim olamıyor.

İdeolojik bakışın, ideolojik dikkatin, ideolojik netliğin, bir bütün olarak politikanın, yaşamın kendisinin, istinasız her anımızın ideolojik olması gerekliliği açıktır. Yaşamın her anında, bulunduğumuz her ortam, kurum ve kuruluşta, karşımıza çıkan her durumda ideolojik uyanıklık, ideolojik kavrayış, ideolojik bakış çok ama çok, hayati derecede önemli ve vazgeçilmezdir.

Bölgemizde yeni ideolojikleşmeler boy veriyor

Doğu, özelde Ortadoğu ve daha özelde Anadolu-Kürdistan coğrafyası yeni devrimci ideolojikleşmelere gebe. Yakın tarihimizde Ortadoğu ve Kuzey Afrika kaynaklı ortaya çıkan gelişmeler ve hareketler ile bu hareketlerin ve gelişmelerin bölgemize etkileri düşünmemizi ve ideolojik tartışmalar yapmamızı zorunlu ve kaçınılmaz kılıyor. Bu nesnel olarak böyle. Aynı zamanda bu coğrafyadaki emekçilerin, halkların öznel olarak en büyük sorunu, tarihsel karmaşık çelişkileri de ideolojik temellidir. Yeni ve doğru çıkışlar, bugün önümüzde duran ama şimdilik yalnızca bakıp anlamaktan çok uzak olduğumuz, tarihin ve sistemin türetip biriktirip büyüttüğü bu çelişkinin, bu çatışmanın ideolojik, politik, stratejik, taktik çözümü ile geliştirip, büyütecektir. Bunun öyle sıradan bir çıkış olmayacağını, oldukça zorlu, meşakkatli bir çıkış olacağını, derin ve kapsamlı bir ideolojik kavrayışla mümkün olacağını belirtmeye gerek yok.

Bildiklerimizi yineleyip durarak, bildiklerimizi her derde deva bir ilaçmışçasına bu toprakların emekçilerine, halklarına sunarak bir milim bile yol alamayız. Bu toprakların insanları nasıl sarsılır ve nasıl sarılıp, kucaklanır bunu düşünüp tartışmalıyız? En başta, her haliyle yenilmişliğin, yıkılmışlığın ve biçareliğin her türlüsünün tattırılıp zihinlere her gün her an yeniden kazındığı bu coğrafyada başarılabilirliği, olabilirliği pratikle keşfettirmek, göstermek gerekiyor. Kendi ellerinin yaratan eller olduğunu, yıkıcı ve yıktıktan sonra yapıcı-yaratıcı eller olduğunu her imkân ve fırsatta somut olarak göstermek gerekiyor. Onlara sadece ‘nasıl mücadele edilir’i değil, mücadelenin kendisinin ne kadar büyük bir öğretmen, nasıl büyük bir öğretici olduğunu göstermek, kavratmak gerekiyor. Mücadele ezileni, aşağılananı kendi gerçeği ile yüzleştiren yoldur. Mücadele alanı ezilene kendine güvenmeyi, düşmanı yenmeyi öğreten alandır; mücadele okulu, sıralarından binlerce şehidimizin geçtiği en kutsal okuldur.

Devrime, kurtuluşa giden bir yol, bir ideoloji oluşturmalıyız. Bu yol, bu ideoloji küçük büyük demeden her yerde, her alanda bir mücadele mevzisi açan, bu mevzilerde mevziye özgü devrimci militanlar yetiştiren bir ideoloji olmalı. Bugün Türkiye ve Kürdistan coğrafyası muazzam bir mücadele alanıdır. Halk gerçekliğimize, halklar dinamiğine özgü, programatik ve stratejik bakışlara bağlanmış mücadelesi olmayanlar, bulundukları mevziyi istisnasız birer mücadele okuluna dönüştürmeyenler, sözünü ettiğimiz bu muazzam mücadele alanında yolunu kaybetmiş, kaybolmuş ya da firar durumuna düşmüş bir asker olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır. Mücadele alanında yolunu kaybetmek sadece tek kişilik bir dram değildir, öncüye bakan, iradesini öncüye önderlere teslim etmiş onlarca, yüzlerce kişi için bir trajediye dönüşebilir. Bir de savaş alanında serseri kurşunla vurulmak gibi, mücadelesini doğru hatlarda kuramayanlar, strateji ve taktik hatalarla iç içe olanlar için, başına gelenlerin ne olduğunu, nasıl olup da başına geldiğini anlamamak, anlayamamak vardır. Bunlar, ideolojik doğruluk, ideolojik karışıklık, netlik ve sağlamlık sorunları yaşadıkları için, mücadelenin en kötü öğrencileri, mücadelenin en kötü uygulayıcılarıdırlar. Bu da Türkiye devrimciliğinin tarihsel acı gerçeğidir. İdeolojik çaresizliğin gerçeğidir. Bu, düşmanı vurduğunu zannederken kendini vuran bir gerçekliktir.

Sol tarihe baktığımızda, her türlü araç, yol ve yöntemle ve hatta akla hayale sığmaz fedakârlık ile Türkiye devrimciliği her zaman mücadele etmiş ama az öğrenmiş ve pratiğinde de çok fazla hatayı tekrarlamaktan geri durmamıştır. Gerçekliğimiz ne yazık ki budur. Kendi topraklarına, kendi halklarına, coğrafyanın tarihine yabancı, topraklara, halklara, tarihe uygun ideoloji belirleyip ideolojikleşemeyen sol gerçeklik, tarih bilinci oldukça zayıf olan sol gerçeklik ve taktik politikada ise alabildiğine tepkisel ve duygusal olan, taktiklerinin kurbanı olan sol gerçeklik… Bu sol gerçekliğin yolu, devrim yolu değildir. Bu niyetlerden, mücadele edenlerin iradesinden bağımsız böyledir. Bu sol gerçekliğin şehirde, kırda, okulda, fabrikada, kadın mücadelesinde, gençlik mücadelesinde, HES mücadelesinde elde ettiği, çarpıştığı mevziler, buralarda kendiliğinden, en basit, doğal insani, ahlaki hakları için mücadele eden geniş kitleleri, sıradan insanları katabilecek, kucaklayabilecek bir ideolojiye, anlayışa sahip değildir.

İdeoloji bir bilim, bir sanattır, dogma değildir

Şu çok açık ki, bugüne kadar öğrendiklerimiz ve şu an bildiklerimiz aslında kendi sınırlarımızdır. Yeni bilmelere uzanarak, öğrendiklerimizi pratikte sınayarak devamlı kendi sınırlarımızı ihlâl etmemiz gerekmektedir. Komünist militan, sınırsızlığa ulaşmaya çabalayan kişi değil midir?

Sınırsızlığa ulaşma mücadelesi çılgınca bir ihtiyatsızlık içinde olmak da değildir. Mitolojideki Ikarus da devrimciydi. Balmumundan kanatlar yapıp esaretten kurtulmuştu ama Ikarus aynı zamanda çılgınca bir ihtiyatsızlık içindeydi; çünkü yükselmekte sınır tanımadan güneşe uzanmaya çalışıyordu. Ve güneş balmumunu eritmeye başladığında Zeus şöyle dedi: “Cesaret ha! Çılgınca bir ihtiyatsızlık varken mi?” Ikarus gerçekten de bir sanatçı inceliği ile o kanatları dokumuştu ancak Tanrı baba Zeus’un zindanından kaçtıktan sonraki adımlarında bilimden pek eser yoktu. Güneşin balmumundan kanatları belli bir yükseklikten sonra eriteceğini hesaplayamamıştı, Ikarus, kendi savaşında, savaşın aynı anda hem bir bilim hem bir sanat olduğunu kavrayamamıştı. Ne güneşi gösteren parmağa bakacak kadar budala ne de güneşin kendisine uzun süre bakacak kadar çılgın! Biz ufka, ufuk çizgisine bakarız. Herhangi bir zafer anında yüreğimizdeki duygular kabarıp az biraz göğe yükselsek de, o an bile gözümüzü ufuk çizgisinden ayırmamalıyız. Kazandığımız anı yeni kazanımların, yeni zaferlerin anası ilk hızı olarak düşünmeliyiz. Kazandığımız zafer anını yaşamakta hiç de özgür değiliz! Böylesi bir davranış, yakalanan o başarı anının içinin boşaltılması demektir. Kazandığımız anı mutlaklaştırmak kendi etrafımıza çit örmektir. Bu çit, düşmanın tel örgülerinden, mayın tarlalarından, beyinleri dumura uğratmayı esas almış psikolojik savaş propagandalarından bin misli daha tehlikelidir. Egemenler yaşadıkları taktik yenilgileri çok kısa süre içinde telafi etme ve bu olmazsa aldığı bu yenilgiyi o alanda olmasa da başka bir alanda tersine çevirme uğraşısı içindedir her zaman. Bunda o kadar da başarısız oldukları söylenemez. Su uyur düşman uyamaz sözü her devrimcinin kulağına küpe olmak durumundadır. Bugüne kadar devrimciler olarak kazandığımız onca mevziiyi neden elimizde tutamadığımızı bir düşünelim. Onca mevzi, onca imkân salt egemenlerin peş peşe saldırıları sonucu mu düştü? Bu “düşme” ya da “düşürülme” olayında devrimci hareketin kazanılan mevziyi mutlaklaştırması da içerden menfi bir etken olmamış mıdır?

Mevzilere tekkeci, ben-merkezci, dogmatik yaklaşılamaz. Mevziler en yaygın şekilde halka açılmalı, demokratik işlerlik kazandırılmalı ve tümü özgün durumları gözetilerek birer mücadele okuluna dönüştürülmelidir. Mevziler yaşamın ve kavganın içinde kendilerini yeniden üretemezlerse, egemenlerin öyle yoğun yönelimine gerek bile kalmadan kendi içlerinde yozlaşmaya başlarlar. Şimdiki sistemin, kapitalizmin kendisi insana düşman bir sistemdir. Alabildiğine içe hükmedici, baştan çıkarıcı kapitalist sisteme karşı biz mevzimizi kendi değerler sistemimizi, devrimci özgürlüğü kuramazsak eğer, egemenlerin bizatihi kendisinin fiziki saldırısına gerek bile kalmadan mevzilerimiz kendiliğinden gözümüz önünde yok olup gidecektir.

Bulunduğumuz mevzileri (dernek, sendika, komite, parti örgütü vb.) sadece egemenlerin fiziki etkisi karşısında değil, sistemin zararlı etkileri karşısında da yaşamsal kılmak gerekiyor. Mevzilerin yaşamsallaştırılması ise ona ideolojik bir muhteva vermekten geçiyor. Bizim için istisnasız her mevzi yeni ahlaki, insani, sosyalist değerler sisteminin kurumsallaştırıldığı bir alan olmak zorundadır. Bizim için istisnasız her mevzi devrimci mücadele hattımızın öğretildiği, pratikte kendini kanıtladığı bir mücadele okulu olmak zorundadır.

Bu bapta altını çizeceğimiz şudur; Bildiğimiz ve kazandığımız her an, her mevzi, istinasız her şey, biz farkında olmasak da hareket halindedir, değişmektedir, dinamiktir. Kazandığı anı, kazandığı mevzi mutlaklaştıran da, bildiğinin tutsağı olan da dogmatiktir. Türkiye devrimciliğinde dogmatizm çok güçlüdür. Bizim devrim yolumuz ve mücadele okullarımızda dogmatizme karşı mücadele temel konulardan biri olmalıdır. Dogmatizmle mücadele, en az iç liberalizmle mücadele kadar önemlidir. Çünkü gevşememek kadar önemli olan, gerekli bilimsel esnekliği gösterebilmek ve bu sayede egemenlerin bizi kendi içimizde darlaştırma politikasını boşa çıkarabilmektir.

İdeolojimiz tekli değil çokludur, çok boyutlu, çok merkezlidir

İşçi sınıfının, halklarımızın resmi devlet ideolojinin kuşatması ve kıskacı altında olduğu doğrudur, bu bir gerçektir. Ama bir gerçek daha var, ideolojilerin indirgenemez çok boyutluluğu!.. Buna çok merkezlilik de eklenebilir. İdeoloji hiçbir zaman klasik sınıf ideolojilerine indirgenemez. Sınıf bilincinin en gelişkin olduğu, sınıf çelişkilerinin en keskin olduğu toplumlarda bile, insan öznelliğinin başka temel biçimleri söz konusu olabilmektedir. Her toplumda belli bir tür ideolojinin başka türlerle eklemlenmesi kaçınılmazdır. “İdeolojiler öznelere seslenirler” diye bir belirleme vardır. İnsan toplulukları duygu, düşünce ve davranışlarında birden fazla ideolojiyi yaşatırlar, insanın duygu, düşünce ve davranışlarına yön veren hiçbir şekilde ve koşulda en saf ve rafine haliyle klasik sınıf ideolojileri değildir ve olamaz.

Bir sınıf ideolojisi olan sosyalizmde bile geçerlidir bu söylediğimiz. Sosyalist sistemde devrimci ideolojinin toplumsallaştırılması, beraberinde “ideolojik toplum”u getirmez ya da getirmemelidir. Sosyalizmde bireyin her türden burjuva ideolojinin zararlı etkilerine karşı kendi ruhsal ve zihinsel bütünlüğünün korunması açısından ideolojikleşmesi zorunludur. Sadece bu da değil, devrimci ideolojinin kesintisiz yeniden üretiminde zorunludur bu. Bilimsel sosyalizmde ideolojikleşme, beraberinde ‘ideolojik toplum’u getiren bir ideolojikleşme değildir, böyle olamaz. Çünkü bilimsel sosyalizm bir özgürlük ideolojisidir. İnsanın gökkuşağı tarzında serpilmesini sağlayan bir ideolojidir. Resmi ya da burjuva egemen ideolojiler; faşizm, Bonapartizm, askeri diktatörlük, neo-liberalizm vb. ideolojik toplumu meydana getirebilirler, buna sonuna kadar uğraşabilirler, ancak yine bir sınıf ideolojisi olarak sosyalizmin oluşturacağı toplum, ‘özgür toplum’dur; özgür toplum, felsefik, bilimsel, sanatsal ve kültürel bir toplumdur. Sosyalist toplumda bireyin duygu, düşünce ve davranışlarına yön veren felsefe, bilim, sanat ve kültürdür. Sosyalist toplumda birey başta devrimi, emperyalizme ve onun içerdeki uzantılarına karşı korumak için ideolojikleşmelidir, sonra sosyalist inşanın selameti için ideolojikleşmek zorundadır ve en sonunda toplumsal yaşamı güzelleştirmek için, doyasıya, en canlı şekliyle yaşanılır hale getirmek için ideolojikleşmek zorundadır.

Sosyalizmde birey ideolojikleşmediği takdirde felsefikleşemez, aynı şekilde bilimsel dünya görüşüne kavuşamaz ve yine toplumun sanatsal dokusuna, kültürel mirasına nüfuz edemez, bunları geliştirme imkânı olamaz. Bizim anlayışımızda ideolojikleşmek, Marx’ın “yanlış bilinç” dediği şeyi, yani insani yabancılaşmanın kaynağını oluşturan ideoloji şekillerini baş aşağı bulundukları pozisyondan tekrar ayakları üzerinde durur hale getirme çabasıdır. İdeolojikleşmek bizde bir eylemdir, sosyalistleşmenin eylem ilkesidir! Aslında biz ideolojikleşerek Marx’ın ele aldığı biçimiyle “ideoloji’ye ideolojikleşerek karşılık veriyor, ona karşı kendi silahını kullanıyoruz. Bir tür olumsuzlamanın olumsuzlaması. Felsefe bilim ve politikanın yardımıyla pratiğin doğru ve gerçek bilincine ulaştığımızda bu yeni bir düşünce sistemi ve yeni bir eylem ilkesi yaratıyor: Halklar gerçeği ve halklar dinamiğiyle buluşan bilimsel sosyalist ideoloji.

Resmi ya da egemen ideolojilere gelirsek, bir sınıf ideolojisi olarak onları hâkim ideoloji yapan şey, onların salt zora içerilmiş olması mıdır? Bu yetmez! Toplumda var olan diğer ideoloji şekilleri ve aygıtları üzerinde de hegemonya kurması gerekmektedir. Ancak ne var ki, aile ideolojisi, dini ideoloji, halkların tarihten devralarak yaşattıkları kimi geleneksel ideolojiler, belli bir ulusal azınlığın kültürel ideolojisi, kadınların cins olmaktan, gençlerin yaşça bir kuşak olmalarından ileri gelen özgün ideolojik formasyonları vb. devletin resmi ideolojisi tarafından sonuna kadar eritilmesi, ele geçirilmesi mümkün olmayan, çok boyutlu ve çok merkezli indirgenemez bir ideolojik ‘evren” vardır. Bu “evren”i düşman postalları için mayınlı araziye dönüştürmek elimizdedir. Bu evrende onlar kadar bizler de varız ve biz aslında çok daha nüfuz edebilir durumdayız bu evrene; çünkü halkla iç içeyiz, halkın mevzilerindeyiz, halkın yaşam kavgasının en sıkı takipçisi, en yakın tanığıyız. Egemenlerin üstten, baskıcı, buyurgan, bahşeden tarzına karşılık, bizler içerden demokratik bir tarzda ulaşma şansına sahibiz. Başarmak mümkündür. Bizi bizden başka engelleyenin olmadığı bir sahadır bu aslında. Marx, Alman İdeolojisi’nde, “egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir de, başka deyişle toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de” demişti.

Marx’ın bu belirlemesi sınıflar savaşımının her anı, her taktik dönemi için yapılmış bir belirleme olmaktan ziyade, belirli toplumsal üretim biçimlerinin uzun dönemlerdeki varlığı düşünülerek genel bir doğru olduğu anlamında yapılmıştır. Çünkü sınıf savaşımları göstermiştir ki, çatışmanın keskinleştiği, iç savaşa dönüştüğü aşamalarda, belirli bir yenişememenin oluştuğu denge aşamalarında, her ne kadar maddi güç (üretim araçları, ordu vb.) hâlâ egemen sınıfın elindeyse de, manevi güç (beyinler ve yürekler, zihinsel üretim araçları, aileler, okullar, kitlelerin kendi öz-yönetim organları vb.) artık eskisi gibi tamamıyla ya da ekseriyetle egemen sınıfın elinde olmaktan çıkar ve önemli oranda halkların, ezilenlerin, emekçilerin eline geçer. Yani sözün özü, sınıf savaşımları tarihinde sık karşılaştığımız “ikili iktidar” dönemleri, Marx’ın yukarıda yaptığı tespitin her halükârda geçerli, tüm dönemleri kapsayan bir belirleme olmadığını gösteriyor. Ayrıca Marx, “egemen manevi güçtür” derken sanmıyoruz ki, bunun katıksız, alabildiğine içsel bir durum olduğunu kastetmiş olsun. Böylesi bir yaklaşım insan özelliğinin sıfıra indirgenmesi olurdu. Ve bu da Marx’a en yabancı olabilecek bir anlayıştır. Çünkü Marx, felsefesinin merkezine insanı oturtmuş bir önderdi. “… Her şeyi yapan, sahip olan ve savaşan insandır, yaşayan insan!” diyen biriydi o.

Mücadele ettiğimiz her alanın devlet dışında kendinden, kendine özgü bir ideolojik belirleyeni, bir ideolojik şekillenmesi vardır. Fabrikanın ayrı, gecekondunun ayrı, okulun ayrı, ailenin ayrı, kırsal alanın ayrı bir şekillenmesi, kendilerine özgü birer ideolojik ‘havası’ vardır. Dağda mücadele eden bir gerillanın kaynağını doğanın renklerinden ve seslerinden alan duygularıyla, işçi yatağında mücadele eden bir militanın kaynağını üretim ilişkilerinin acımasız sömürüsüne karşı öfkeden alan duyguları arasında tabii ki çok fark vardır. Düşünün bir kere, birinde gelincik tarlasında barut kokusu, diğerinde işçi tulumunda, fabrika işyeri temsilciliğinde ağır yağ kokusu, kömür kokusu. İdeolojik hava ve bu havanın ağırlığı, yoğunluğu çok önemli ayırıcı bir özelliktir. Peki bu sayılan alanların kendi özgüllükleri dışında hiç ortak belirleyeni yok mudur? Elbette vardır ve bu ortak belirleyen asıl olarak devlet aygıtından kaynağını alan temel ideolojik belirleyendir. Devletten kaynağını alan ideoloji tüm alanlar için hegemoniktir. Devletin sınıf aidiyetine ilişkin ideolojik bilinç, kuşaklar arası bilinç aktarımının en katı formudur. Aile, din, devlet; kuşaklar arası bilinç aktarımının en katı, en az esneyen bu üç formu içinde “devlet” daha ön plandadır. Bizim de asıl uğraştığımız budur zaten. Ancak, işte tam bu yüzden asıl uğraştığımıza karşı savaşım, bulunduğumuz alanın kendine özgü ideolojik şekillenmesine karşı mücadele içinden başarılmak zorundadır. Tekellerin hakim olduğu kapitalist toplumda devletin kendini hissettirmediği, göstermediği tek bir alan hemen hemen yok gibidir. Mesele, devlet, her biri kendine özgülük taşıyan saydığımız bu alanlarda kendisini nasıl somutlamış, bunu çözümlemektir. Devletin kendini somutlama tarzıyla alanın kendine özgüllüğü arasında, kendine özgü olanın “yanlış bilinci” ile bizim devrimci ideoloji ile gördüğümüz bilinç arasında ve son olarak bizzat alanın muhataplar ile devlet arasında, devletin kendini alanda nasıl somutladığından bağımsız olarak ayrıca bir çelişki vardır. Bunların tümü elbette üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki temel çelişkiden kaynağını alıyor. Ama bu oldukça sık tekrarlanan genel bir doğru. Bu genel doğrunun içi açılmadığı müddetçe fazla bir anlam olmuyor, bize fazla yol aldırmıyor. Meseleye dönersek, mücadele ettiğimiz alanın ideolojik şekillenmesi, ideolojik belirleyenleri, ideolojik ‘hava’sı bunların tümüne sonuna kadar dikkat etmek mecburiyetindeyiz. Alan vardır, buradaki devrimcileştirme direkt alanın kendine özgülüğü üzerinden gerçekleştirilir. Alan vardır, buradaki devrimcileştirme alanı dışardan “belirleyen”e karşı savaşım üzerinden gerçekleştirilir ya da alan vardır, alanın kendine özgü ideolojik şekillenmesi devlet mefhumunu öyle bir içine almıştır ki burada da hayli zorlayıcı ikili bir mücadele gerekir.

İdeolojimiz insanlarımıza seslenmeyi başardığı oranda büyüktür

Tarihin öznesi insandır ve ideolojiler öznelere’ seslenirler!.. Bu gerçekliğin bilincine varmak çok önemli. Kendi geleneksel ve dogmatik sınırlarımızı “ihlal” etmemiz bu gerçekliği bilince çıkartmaktan geçiyor. İdeolojinin özneye seslenmesi ne demektir? Hele ki bu özne, tarihin öznesi ise!.. Bu durum bizim verili klasik sınıf ideolojimizin sınırlarının zorlanması gerekliliğini de beraberinde getirmiyor mu? Ve biz bu yüzden duygular ve düşünceler dünyasına bir giriş yapmadık mı? Biz bu yüzden duygular ve düşünceler dünyasında nüfuz sahibi olma yeteneğine ulaşabilmek için devrimci ideolojinin yeniden üretiminde çığır açıcı yeni ve büyük bir çabanın eşiğine gelinmiştir demedik mi? Beyinleri ve yürekleri aynı anda fethedici yeni bir çaba, yeni bir atılım, bunun zamanı gelmiştir ve geçiyor da. Kaldı ki, bugüne kadar ki verili reel sosyalist ve geleneksel sol anlayış, kendini yineleyeduran çelişkilerden söz eden ama karşıtların birliğinden pek söz etmeyen; “oluş’tan söz eden ama “aşma’yı konu edinmeyen; gerçeklikten bahsederken görünüşe fazla değinmeyen ve son olarak tarih bilimini ekonomi politiğe indirgeyen, ekonomi politiğe kurban eden bir ideoloji, bir teorik anlayış değil midir?

Bugün devrimci ideolojinin yeniden üretiminde çok sınırlı, cılız çabalar söz konusudur. Dünyanın en eski uygarlıklarının bulunduğu bir coğrafyada, dünyanın en zengin kültürel ve tarihsel damarının bulunduğu bir zeminde, üstüne üstlük emperyalizmin “en zayıf halkası” özelliğini gösteren bir bölgede devrimcilik yapmamıza rağmen, bölge halkları, bölge mücadeleleri bizim ideolojimizde kendi halk değerlerini, kendi mücadele değerlerini, birikimlerini bulamıyor. Bizim ideolojimiz onların iç çığlıklarını, gözlerinde gizli acılarının öfkesini, tutkularını, umutlarını ne yazık ki fazlaca dile getiremiyor. İnsanın içinde kendi halk değerlerini bulamadığı, iç çığlıklarının karşılıklarını duyamadığı, sakladığı sakındığı gizli acılarının öfkesini dile getiremediği, tutkularını, özlemlerini dışa vuramadığı ve umutlarını dile getiremediği bir ideoloji, ona yabancı bir ideolojidir.

İdeolojinin yeniden üretilmesini belirleyen salt iktisadi hareket ve sınıfsal güç ilişkileri değildir. İdeoloji üretimini belirleyen, son tahlilde olmak kaydıyla iktisadi hareket ama, daha çok verili somut sınıfsallıkla birlikte tarihsel boyuttur. Özellikle bizim coğrafyamızda böyledir. Doğu’da ve Ortadoğu’da iktidarı pratikte keşfetmek tarih bilinciyle hareket etmeyi gerektirir ve bölgenin insanını ruhundan, gönlünden yakalamayı gerektirir. Bizim ülkemizde tarihsel boyutu güncel taktik politikanın içine yedirmek durumundasınızdır. Bizim ülkemizde insan sözden önce eyleme bakar. Eylemiyle kendini kanıtlayanın sözüne bakar o sadece. Ve sonuna kadar da onunla gider. Tarihten günümüze hep böyle olmuştur ve böyle olmaya da devam edecektir. Bu bölgede, Anadolu, Kürdistan ve Ortadoğu’da her şeyden önce sonuna kadar direnebileceğini, sonuna kadar savaşabileceğini göstermen gerekir. Buranın insanı düşmanın yenilmez olmadığını gözleriyle görmek ister, bunu hissetmek ister. Öyle çok kolayca yanına gelmez, güven duymaz sana. Çünkü zihninde yer edinmiş ceberrut, baş belası devlet mefhumu, bunun saldığı korku onu her defasında bundan alıkoyar. Onun zihninde yer edinebilmek, düşmanı birçok kereler yenmekten geçer. Çok sık yenilirsen senden umudu keser o. Anlaşılacağı üzere zorludur bu insan, bu coğrafya. Bu insan ne tek başına kahramanca eylemlerle örgütlenebilir ne de onun ruhunu ayaklandırsa da parlak, ışıltılı, içli sözlerle örgütlenebilir. İşte tam bu noktada devreye “ideolojikleştirilmiş zor” girer. Devletininkine karşı “halkın meşru, haklı direnişi”!..

Tarihi bilmeyen ideolojikleşemez, ideoloji tarihseldir

İktisadi hareket, Batı Avrupa’da, ABD’de olduğu gibi bizim buralarda tek başına içeriği ortaya çıkarmaz. İçeriğin en zengin olduğu yerde ama bir o kadar da üzerinin en fazla, adeta ölü toprağı ile örtüldüğü bir yerde tek başına sınıfsal güç ilişkilerinin çözümlenmesi de yetmez! İçeriğin ortaya çıkartılmasında önemli bir şeye daha ihtiyaç vardır. Bu tarihsel boyuttur. Marksizm her şeyden önce bir tarih teorisidir. Ve Marksizmin bu temel postülası, onu Ortadoğulaştırmak, Anadolulaştırmak, Kürdistanlaştırmak için bize çok büyük bir şans ve fırsat vermektedir. Her şeyden önce tarih bilinci ile savaşılmak zorunda olunan bir yerde, bize en gerekli olan, her şeyden önce tarih teorisi olan bir öğretidir. Şans ve fırsat verilmiş, değerlendirmek bu bölgenin militanlarına kalıyor. Kürt devrimleri bunu büyük oranda başardılar. Şimdi sıra bölgenin diğer devrimcilerinde. Tarih bilinci ile savaşılmak zorunda kalınan bir yerde, temeli “tarih teorisi” olan bir öğretiyi kılavuz edinmek gerekir! Marks’ı, Marksizm’i Ortadoğulu, Türkiyeli, Kürdistanlı yapmak gerekiyor.

Türkiye’ye gelirsek, bu coğrafyadaki hâkim ulustan devrimciler bugüne kadar halklara, çok merkezliliği esas alan, eşit ve özgür birliği ideolojik ve pratik olarak kanıtlayan, bunu bilimsel ve devrimci politik esaslar üzerine oturtan bir anlayış doğrultusunda yaklaşmamışlardır. Bu işi “aydınlara” bıraktılar ve onlar nasıl yaklaştılarsa çok az farkla öyle yaklaştılar. (“aydınların” pespaye, paçavra, gözleri kapalı, kulakları sağır, dilleri lal, duyguları körelmiş halleri hikayelerle, romanlarla, şiirlerle ortadadır.) Kürdistan tarihi, Ermeni tarihi, Rumların tarihi, Asuri ve Süryanilerin tarihî ve Anadolu’daki farklı din ve mezhepten halkların tarihi, tümü resmi ya da gayri resmi fark etmez hep “Türk” ve “Sünni” merkezli ele alındı. Devrim ve sosyalizm kavgasının tarihsel arka planı bu mu olmalıydı? Ülkemizdeki sosyal şovenizmin, halklara yaklaşımdaki ulusal kibirliliğin, farklı din, mezhep, etnik kimlik sorunundaki politikasızlığın hepsinin temelinde M-L’nin dogmatik kavranışı olduğu kadar, bölgenin tarihinden bihaber olmak da vardır. Yani hâkim ulustan devrimcilerde bilimsel, devrimci bir tarih bilincinin, tarih felsefesinin olmaması da hayli belirleyici olmuştur sözünü etliğimiz can alıcı meselede. Kaldı ki daha da önemli bir şey var, halklar sorununa yaklaşım aynı zamanda devlet iktidar aygıtının ideolojik eleştirisinin alanıdır da. Yani hâkim ulustan devrimciler, devleti, en iyi ve en katıksız, egemen ulus dışındaki halklar karşısındaki duruşuyla tanıyabilir. TC’yi, onun resmi ideolojisini, zor aygıtlarını nasıl kullandığını öğrenmek mi istiyorsun; o zaman onun Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, Kürtlere, Araplara, Çerkezlere, Lazlara, Gürcülere, Alevilere, Hıristiyanlara nasıl yaklaştığına, bu halklara nasıl zulmettiğine bakacaksın.

Devlet tartışmalarını bunları göz ardı ederek yapamayız. Lenin Rusya’daki Çarlık rejimini tanımlarken en başa ‘Halklar Hapishanesi” vurgusunu koyuyordu. Ve Lenin belki Marx kadar olmasa da tarihe, özellikle kendi ülkesinin tarihine oldukça meraklıydı. Kendi ülkesinin kişilik tipolojisini iyice kavramak için Çernişevski’nin ‘Nasıl Yapmalı’sını defalarca okuduğunu biliyoruz. Keza Tolstoy, Dostoyevskileri okumamış olsa idi, hiç der miydi ki ‘Rusya Ana!”. Lenin olsun, peşi sıra devrim gerçekleştiren birçok önderlik olsun çoğu önemli derecelerde bir tarih bilincine sahiptiler. Bizlerde ise ne yazık ki çok zayıf, hatta son 100 – 150 yıllık tarih konusunda büyük bilgisizlik, büyük cehalet! Tarih bilinci ve felsefesi salt bu değil elbette. İnsan tarihin öznesidir demek de var bu felsefede! Belirtmeye gerek yok ki, böylesi bir anlayıştan da hep uzak duruldu. Oysa Marx’ın tarih anlayışının merkezinde yaşayan ve savaşan insan vardı. Biz bu insanı ya determinizmin kör yasallıklarına kurban ettik ya da volantarizmin “en kahraman halkımız!”, ‘şanlı işçi sınıfımız!” edebiyatına kurban ettik.

Tarih aynı sanat gibi, insanın incelenmesidir. Bizim tarih anlayışımız, merkezine insanı koymakla birlikte hem enternasyonal hem de özgün olmalıdır. Aynen sosyalizm anlayışımız gibi. Yani hem bize hem de belki bizden daha fazla başkalarına da ait bir sosyalizm ve tarih anlayışı olmalı bu. Devrimci ideolojinin yeniden üretiminde en büyük tıkanıklıklardan biri bu noktadadır. Ne bize ait olan ne de başkalarına ilham olabilecek bir tarih ve sosyalizm anlayışı bizimkisi! İçimiz acıyla burkulabilir belki, kesinlikle burkulmalı, çünkü gerçek budur. Kendisiyle sınırlı kalmayan, diğer halklara da esin kaynağı, mücadele azmi verebilmiş devrimler, devrimci mücadeleler, büyük devrimlerdir, büyük mücadelelerdir. Biz bunu söylüyoruz.

İdeolojikleşme tarihselliğin günceldeki ortaya çıkışlarını görmektir

Tarih bilinci aynı zamanda ülkedeki toplumsal sınıfların, hem kendi içlerinde hem birbirleriyle ilişkileri temelinde incelenmesinde önemli bir araçtır. Burjuvazinin, köylülüğün, işçi sınıfının tarih içindeki gelişim seyri nasıl olmuştur?

Sınıflar, ara tabakalar, farklı din ve mezhepten kesimlerin güncel varoluşları, şu anki güç ilişkileri, sistem içinde toplam gelirden aldıktan pay vb. tüm bunların ötesinde tarihsellikleriyle de tanımlanmalıdırlar. Örneğin; Türkiye solunun kimi kesimleri işçi sınıfının ‘nesnel’ durumunu, diğer sınıflarla olan ‘antagonistik’ ilişkisini, ‘en ve tek devrimci sınıf” oluşunu görmekle birlikte onun, sınıfın, ‘tarihselliğini’, sınıfın aynı zamanda “tarihsel bir olgu” oluşunu yeterince çözümleyemiyorlar. Şimdi bu beraberinde neyi getiriyor? İlk olarak sınıfın doğuş koşullarını gözden kaçırmayı, ikinci olarak sınıfın kendi içindeki iç bölünmelerini/farklılaşmalarını çözümleyememeyi. Üçüncü olarak devletle ve diğer sınıflarla, kesimlerle ilişkilenme derecesini anlamamayı. Ve son olarak ülkedeki egemen ulus ve ulusal topluluklar, farklı din, mezhep ve etnik kimlikler karşısında nasıl bir duruş sergilendiğini kavramamayı.

Şimdi tüm bunlar birleşince ne oluyor? İşçi sınıfı salt emek süreci ve bu sürecin gerçekleştirildiği alanlarla (fabrikalar, atölyeler, işletmeler) sınırlı ele alınıyor. Bu yaklaşım işçiyi gerçek yaşamdan koparmakla eş anlamlıdır. Demek ki Türkiye solu, yıllardır, niyetlerden bağımsız, tam da burjuvazinin isteyip de yapamadığı, zorlandığı bir şeyi yapmaktadır; işçiyi gün be gün kendine yabancılaşmayı yeniden ürettiği alanlara mahkum etmektedir!.. Oysa işçi sınıfının özgürleşeceği alanlar salt emek sürecine girdiği atölyeler ve fabrikalar olamaz. Ve yine işçi, salt emek sürecinin içerisinden ideolojikleştirilemez. Başkaldırı ve ideolojik bilinçlenme, onların nefes alabildikleri, daha fazla görüp daha fazla duyabildikleri daha temel alanlardan varoşlardan, gecekondulardan gelebilir ancak. Torna tezgâhının ya da başka bir aletin başında, adeta onun bir uzantısı olarak gerçek yaşamla büyük bir ilişkisizlik içindeki işçi, mesai sonunda mahallesine geldiğinde; önce Kürtçe müzikler çalınan bir kahvenin önünden, sonra kentsel dönüşüm adı altında şirinleştirilmeye çalışılan arazi mafyasına (TOKİ) ait olduğu bilinen arsa komisyoncusunun önünden geçmekte ve en son evine gelmeden önce kendi hemşeri kahvesine uğrayıp bir yorgunluk çayı içmektedir. Onu orada bekleyen ise, cemaat, tarikat ilişkilerine dahil olmuş bu müminler (!) topluluğunun artık başka bir kurtuluşları, sığınacak yerleri kalmadığını devamlı yineleyen çaresiz insanlarıdır.

Gayet açık öyle değil mi? Gerçek yaşam neredeyse, çatışmanın bilincine varılacak yer de orasıdır! Devrimci ideolojinin yeniden üretileceği alanlar da burasıdır. Türkiye işçi sınıfının temel sorunu ideolojik temellidir. İdeolojik temelli oluşu onun tarihselliğine, tarihin seyri içinde kat ettiği yola ve bu yolda kazandığı ve kaybettiği mücadeleler ile, edindiği iyi ve kötü özelliklere bağlanabilir. Düşünün bir kere, Tariş’teki, Kavel’deki, 1977 yılı 1 Mayıs’ındaki işçiyi bir düşünün, bir de bugünün bıyık kesen, yerlerde sürünerek ilenen, dilenen, hemen her gösterisinde Türk bayrağı elinden düşmeyen işçi tipini düşünün. Şimdi bu durumun tahlilinde elbette tarihsellik, “tarihselliği ile ele alma’ temel bir yöntem olmak durumundadır.

İdeolojikleşme eylem ilkemizdir

İdeolojikleşeceğiz! Bu öylesine söylenmiş bir söz değildir, bir eylem ilkesidir. Hakkını vermek, bir boş söze indirgememek gerekiyor. Geçmişle bazı konuların lafzını çok sık tekrarlardık. Ama o tekrarladığımız konulara, güzergâha hem oldukça gecikmeli girdik hem de arkasını getirecek dirayeti, sürekliliği gösteremedik. Şimdi de benzer şekilde bu eylem, bu yeni hat ilkemize her kapıyı açan sihirli bir anahtar gözüyle yaklaşmamalıyız. Bu ilkeyi, bu şiarı çok az tekrarlayıp, sadece ve sadece gerekleri neyse onu yerine getirmeliyiz. Bu kilit kavramı pratik politikanın önüne geçirmeksizin ve şimdilik daha çok ilişkilerimizde ve çevremizde yürüteceğimiz bir yenilenme olarak ele almak daha doğrudur. İdeolojikleşeceğiz ama bu şimdilik içsel bir süreç olacak. İdeolojikleşeceğiz ama ne şimdi ne de sonra ideolojiyi politikanın yerine ikame ettirme yanlışına kesinlikle düşmeden yapacağız bunu. Yoksa derneklerde, DKÖ’lerde, üniversite kantinlerinde bolca bulunan, sadece localarından üsten konuşan sol lafazanlardan hiçbir farkımız kalmaz. İdeolojikleşme, kendini yaldızlı sözlerle değil, eylemin muhtevasında, kadrodaki niteliksel dönüşümde gösterecek. Anlamamız gereken temel yön budur ve bu eylem ilkesinde muhtevayı, kadronun ve eylemin muhtevasını zenginleştireceğiz. Söz Bedreddin gibiyken, eylem Börklüce’ninki gibi olacak.

Devrimci kişilikte bir dönüşüm, devrimci eylemde bir dönüşüm, devrimci organlaşmalarda bir dönüşüm hedeflemeliyiz Bunu ısrarla istemeli, bundan kesinlikle vazgeçmemeliyiz. Hepimiz görüyoruz işte, devlet/egemenler bizleri vazgeçirmek, yolumuzdan saptırmak için her şeyi yapıyor, her yolu deniyor. Bizlere en başından beri uyguladığı temel politika, belirli bir yenilenme içine girildiğini gördüğü, hissettiği an amansızca, fütursuzca saldırıyor, bizleri her defasında başa döndürmek istiyor. İşte bizim eylem ilkemizin bir gizi de burada olmak durumundadır. İdeolojikleşerek vazgeçmeyeceğimizi, devrimci mücadeleden başka vazgeçilmezimizin olmadığını dosta da düşmana da göstermek gerekiyor.

Mücadelenin kendisinden başka vazgeçilmezi olmayanlar bugüne kadar hep kazandılar. Bu çalışmamızda tarihten çok bahsettik. Buna da tarihten bir örnek vermek gerekirse: Hristiyan efsanelerine göre, Aziz Peter, İmparator Neron’un zulmünden kurtulmak için Roma’nın dışına çekilirken, yolda İsa peygamber ile karşılaşmış ve ona “Qua Vadis?” yani “Nereye gidiyorsun?” diye sormuş. Buna cevaben İsa, “Roma’ya, yeni baştan çarmıha gerilmeye gidiyorum. Çünkü sen benim kurtaracağım insanları terk ediyorsun” demiş. Aziz Peter, İsa’nın enternasyonalist vatansızlar, partisizler partisinin güvenilir bir üyesiydi. Ancak görünen o ki, çarpışmanın önemli bir anında gaflet yaşamaktan kurtulamamıştı. İsa’nın hayali ve söyledikleri (aslında daha önce onunla bir arada iken söyledikleri) onu sarsmış ve kendine getirmiştir. İsa, Aziz Peter”e bir anlamda, “Ben yaşamım boyunca bu insanları hiç terk ettim mi, mücadeleden, en zor anlarda bile vazgeçtim mi?” demektedir. İsa için, öğretisi ve kavgası vazgeçilmezdi. O yoksullara, ezilenlere kendini o denli adamıştı ki, onlar için defalarca çarmıha gerilmeye hazırdı. Demek ki ideolojimizin ilkelerinin içeriğinde vazgeçilmez kılınması gereken bir şeyler var. Bu ideolojikleşmemizde, “Bizi özgürleştirmeyen hiçbir şey vazgeçilmez değildir” demek var.

Ülkemizde halkın birleşik tarihsel direnişini açığa çıkartacak olan örgütlenme, kendi içinde, özellikle eylemsel, kadrosal, kurumsal düzeyde çığır açıcı bir devrimselliği geliştirmek zorundadır. Çığır açıcı devrimsellik, kuşkusuz, ideolojik, felsefi ve moral olarak ön-devrimselliği, abartmasız “devrim içinde devrim”i gerektiriyor. Bugüne kadar toplumsal dokumuzla var olan “kan uyuşmazlığı”nın giderilmesi için, halklaşmak, toplumsallaşmak için ön-devrimsellik gerekiyor. Eylem ilkemiz aslında bunun da bir çözüm yoludur. İdeolojikleşme, devrim içinde devrim sürecine girmek oluyor, ön-devrimselliğin gerçekleştirilmesi oluyor. Bizim gerçekliğimizde bu çığır açıcı ön-devrimsellik “an be an” olmak durumunda; bir dönemin koparılan fırtınası olmamak durumunda! Sorun salt kesintisizlik olmamalı, halkın içinde derinliğine kök salmak da başarılmalı. Yük artmıştır, geçmişte yerine getiremediğimiz görevlere, yerine getirmek için tekrar dönemeyiz.

Yaşam ve kavga durmuyor; yaşam ve kavgayı durdurup geçmişteki eksikliklerimizi telafi etmenin mümkünü yoktur. Yerine getiremediğimiz görevler, eksikliklerimiz ve söz verip de gerçekleştiremediğimiz her şey artık süre giden şimdiki yaşamın, şimdiki görevleriyle birlikte ele alınması gereken, onlarla birlikte, iç içe çözülmesi gereken sorunlarıdır. Geçmişte kesintisizliği sağlayamadık ama bugün yaşamın ve kavganın bir emri de mücadeleye bir derinlik kazandırmaktır. Halkın içinde derinliğine bir kök salmak ve onun yüreğini ve beynini fethetmek için gerekli ideolojiyi oluşturmak ve geliştirip, yaymak gerekiyor. Geçmişin sorunlarını çözmek için bugünkü görevlerden feragat edemeyiz. Bizim için bugün iki görev önümüzde duruyor; ilki, bugünde, günde boğulmak yaygındır ve bunu tereddüt etmeden reddetmeliyiz. Bunun önüne geçmenin sonuna kadar tedbirlerini almalıyız. İkincisi ise, tespit ettiğimiz, çığır açıcı olmanın gerektirdiği bir ön-devrimselliğe tüm beynimiz ve yüreğimizle kendimizi yatırarak, geleceğe umutla, kararlıca uzanmak. Bedreddin gibi fetheden, halkın vicdanında yer edinen; Bolşevik Sverdlov kadar örgütçü ve örgütün sürekliliğini sağlayan; askerlerini Hassan Sabbah gibi çarpıştıran bir çizgidir sözünü ettiğimiz, bunu başarmanın adıdır ön-devrimsellik, ideolojikleşme. Bu örnekleri özellikle veriyoruz, çünkü artık hepimizin bildiği gibi, Doğu’da mücadele, direniş tarih bilinciyle yapılır, yapılmaktadır!.. Doğu ve Ortadoğu’da tarih bilinci olmayanın kazanması mümkün değildir. Bırak kazanmayı, mücadele edebilmesi bile mümkün değildir.

Demek ki kesintisiz ama derinliğine bir mücadele verilmesi bugünün görevidir. Sınıfa devrimci ideolojiyi taşıyacak örgütlenmenin stratejik mücadele anlayışı bu olmak zorundadır. Kesintisizlik örgüttür, örgütlerin organik birliği ve ortaklaştırılan siyasi iradesidir. Derinlik, örgütsel iradenin işçi sınıfının ve halkların içinde kök salması, onlar tarafından kabul görülüp sahiplenilmesi, sarmaşık misali onu sarmalaması, onun yaşamına ideolojik bir muhteva, anlam kazandırmasıdır. Derinlik kısaca, örgütsel iradenin halkın içinde ideolojik-politik bir güç olarak kütleleşmesidir.

Devrimci direnişin ideolojikleştirilmesi, bunun halklarımıza mal edilmesi ve halklarımızın ideolojikleşmiş, birleşik tarihsel direnişinin açığa çıkartılması… Bu temel stratejide ilerlerken, ideolojilerin çok boyutlu ve çok merkezli indirgenemez evrenine dalmak gereklidir. “Gözyaşları vadisi”ni biliriz. İnsanın kendine yabancılaşmasının kutsal biçimini (din) gerçekleştirdiği o vadi, ideolojik evrenin vadilerinden sadece bir tanesiydi. İnsanın kendisini, kendi çığlığının yankısıyla sağırlaştırdığı tek bir vadisi yoktur. Kendine yabancılaşmanın felsefi, ahlaki, iktisadi, hukuki, töresel, kültürel biçimleri de vardır. Hepsi ayrı bir “vadi’dir. Bunlar ideolojik evreni, ters dönmüş dünya bilincini oluşturan vadiler silsilesidirler. Bizim tarafımızdan aşılacak vadi çoktur anlaşılacağı üzere. Bir vadiden öbür vadiye! Fabrikadan gecekonduya, üniversiteden kıra, dinden aileye, işkence merkezlerinden zindana fethettiğimiz her vadi, bir sonrakini fethetmemizin ilk hızı olmalıdır. Kazandığımız vadileri, kazanacağımız yeni vadilerin anası, ilk hızı olarak düşünmeliyiz hep. Bir vadiden öbür vadiye sürüklenen bir halk gerçekliğimiz vardır. Biz işte mücadele, direniş okullarımızda buna karşı, başta ideolojik olmak üzere, politik bir seferberlik ilan etmeliyiz. Bu kutsal özgürlük savaşı tüm vadiler tek tek ele geçirilinceye kadar kesintisiz sürdürülmelidir. Demek ki ideolojikleşme aynı zamanda bizim açımızdan bir “seferberlik hali” çağrısı olmaktadır. Artık başa, geriye dönülmeksizin, kendini tekrar etmeksizin, sürekli ve derinliğine ilerlenecek bir seferberlik hali.

İdeolojikleşme! Mücadele okullarımızın temel derslerinden biri olarak ideolojikleşme; devrim yolumuzun ve bu yolun yolcusunun (kadrolar) zenginleştirilmesi için ideolojikleşme; bir eylem ilkesi olarak ideolojikleşme; seferberlik, sefer çağrısı olarak ideolojikleşme; kendini ön-devrimselliğe yatırma olarak ideolojikleşme; bir vazgeçilmezlik olarak ideolojikleşme; süreklilik içinde derinleşme olarak ideolojikleşme ve son olarak ideolojik-moral gücün her türlü maddi kuvvete galebe çalabileceğine olan kesin inancımızla ideolojikleşme.