Kaybedilenin Büyüklüğü Henüz Tam Anlaşılamıyor.
Suriye’nin trajik sonunu hazırlayan tarihsel dönüm noktaları. Sınıf savaşımlarında liderlik ve komuta özelikleri yabana atılmamalıdır. Göründüğünden çok daha belirleyici olabilmektedirler. Özellikle Ortadoğu’da!
HTŞ lideri Ebu Muhammed el Colani, kendi kullandığı araçla MİT Başkanı İbrahim Kalın’ı yanına almış Emevi Camii’ne “devrim” sonrasının ilk Cuma namazı için giriş yapıyor. Tüm medya organları “önemli bir ayrıntı” olarak veriyor bu haberi. İşte size ‘Suriye Devrimi’nin bir devrim değil, bir karşı devrim olduğunun en görünür, en çarpıcı kanıtı. Hiçbir basın yayın organı da demiyor ki yanına oturduğun adam sadece BM’de değil senin kendi ülkende bile “terör örgütleri” listesinin en başında yer alıyor. Anlaşılıyor ki, TC devleti 11 yıl boyunca milyonlarca Suriyeliyi “misafir” etmenin karşılığını daha ilk günden almanın peşinde. Ucuz iş gücü olarak kullandığı, sürekli aşağıladığı, ırkçı saldırılara maruz bıraktığı Suriye halkını üstüne üstlük mülteci kozu olarak kullanıp AB’den milyarlarca Euro alan sanki kendileri değilmiş gibi, fatih pozlarıyla Emevi Camii’ne giriş yapıyorlar. Şam’ı ele geçirdikten sonra “İsrail ile savaşmayacaklarını” söyleyen Colani’nin ilk yurtdışı ziyaretçisinin Gazze soykırımını “en şiddetli protesto eden” (!) ülkeden olması hayli şaşırtıcı olsa gerek.
Colani’nin hayatı okunduğunda; İŞİD, El Kaide, Nusra Cephesi ve nihayetinde HTŞ’ye geçişlerindeki hız ve kıvraklık; birçok karanlık, bilinmeyen noktaları içeriyor. Her dönemeçte angaje olduğu güçler değişiyor. MİT başkanına şoförlük yapacak kadar yakın olması, aralarındaki ilişkinin eskiye dayalı olduğunu gösteriyor. Elbette HTŞ’nin yuvalandığı İdlib TC’nin garantörlüğünde değil miydi? TC Rusya’ya verdiği sözün aksine, bu bölgeyi bırakın silahsızlandırmayı, buradaki cihadistleri ileriye yönelik örgütlemeyi tercih etmiştir. İdlib’i, İdlib Emirliği düzeyine çıkarmıştır. MİT-Colani dostluğu buradan ileri geliyor. Birçok Batılı ülke, BM ve NATO’nun, başına 10 milyon dolar ödül konulan Colani ve HTŞ’yi hızla terör örgütleri listesinden çıkarma gayreti içine girmesi, bu örgütün çok önceden emperyalizmin direktifleri doğrultusunda hareket ettiğinin bir kanıtıdır. Emperyalizm İdlib gibi çok dar bir bölgede, tüm Suriye’yi ele geçirmek üzere bir “karşı devrim ordusu” hazırlığı yapmıştır. Açıkçası Rusya, İran dâhil hiç kimsenin de bundan haberi bile olmamıştır! Ya da bu kadarına ihtimal verilmemiştir.
Suriye’yi son virajda düşüren; HTŞ, SMO ve destekçilerinin askeri saldırıları karşısında, Suriye ordusunun dayanacak gücü kalmaması mıdır? 13 yıl direnen Esad, 11 günde iktidarı nasıl bırakıp gitti? Nasıl ki ABD, Afganistan’da Taliban ile uzun görüşmeler sonunda, ardında yüz binlerce işbirlikçiyi bırakıp aniden çekip gittiyse, benzer şekilde ABD, İngiltere, Rusya, TC ve İran arasındaki görüşmelerle -özellikle son üçünün Doha Toplantısı ile- sözüm ona “barışçıl, bir geçiş süreci” ya da “kansız bir iktidar değişikliği” hayata geçirilmiştir. Esad’ın Moskova’dan yaptığı açıklama tatmin edici değildir. Gidişi ani ve beklenmedik olmuştur. “Ben kaçmadım, Rusya’nın isteği ile ayrıldım, zaten tüm ordu cepheleri çökmüştü.” diyor. Ne kadar yazık, onun tamamıyla Rusya’ya bağımlı olduğu, adımlarını onlarsız atamayacak hale geldiği ortaya çıkıyor buradan. HTŞ, Halep ve Hama’yı ele geçirdiğinde Rusya ve İran’ın hala müdahale etme şansı vardı, bunu önemle kaydetmek gerekir. Kendi çıkarları gereği bu riski almaya değer bulmadılar. Öncelikle bunların netleştirilmesi gerekir.
Bu bir devrim değil, Rusya ve ‘Direniş Ekseni’nin geri çekilmesiyle gerçekleşen anlaşmalı bir iktidar değişikliğidir. Son tahlilde ‘Arap Uyanışı’ olarak başlayıp karşı devrimlerle sonuçlanan ‘Arap Baharı’ndan çok daha sarsıcı sonuçları olacak bir karşı devrimdir. Suriye, İran ile birlikte çok uzun yıllar Ortadoğu’da emperyalizm ve Siyonizm’e karşı ciddi bir karşı hegemonya, Rusya’dan aldığı destekle önemli bir denge unsuruydu. Bu karşı devrim, bölgede İran’ı yapayalnız bırakmıştır.
Suriye’yi düşüren, ne Rusya’ya aşırı bağlılığı ne de askeri yetersizlikleridir. Onu gerçekte asıl düşüren ‘Direniş Ekseni’nin aldığı büyük yaralardır. Başta sembolik birer ideolojik güç olan Haniye ve Nasrallah’ın art arda yok edilmesidir. Öncesinde Kasım Süleymani vardır. Hatta bu trajik sonu hazırlayan olayı Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasına kadar uzatmak çok daha yerinde bir yaklaşım olacaktır. Sayılan isimler gerek komuta özellikleri, gerekse halkları temsil düzeyleriyle emperyalizmin baş hedefi olmuşlardır.
Kasım Süleymani, Haniye ve Nasrallah şahsında HAMAS ve Hizbullah’a vurulan darbeler, dolaysız olarak direniş ekseni ve İran’a vurulmuş çok ağır birer darbeydi. Benzetme yapacak olursak, Tahran şehir merkezini füzelerle vurmaktan çok daha güçlü bir darbe! İran’ı kendi sınırları ötesinde koruyan iki önemli fedai gücü askeri olarak zayıflatılmış, demoralize edilmiştir. İran’ın direniş eksenini kırmak özünde bir hegemonya kırımı olmuştur. İran rejimi anti ABD, anti-Siyonist yapısıyla bölge halkları nezdinde her ne kadar güçlü gözükse de kendi içindeki ceberut İslami yapısıyla aslında bir o kadar güçsüzdür. Kürtler ve büyük şehirlerdeki sol-liberal İran halkı, rejimin en zayıf halkasıdır. 7 Ekim saldırılarından önceki (Mahsa Amini) şehir ayaklanmalarından İran’daki iç muhalefetin artık kalıcı bir güç olduğunu biliyoruz. Suriye’nin düşürülüşünü bu gerçekler ışığında okumak gerekir. Yoksa HTŞ ve SMO’nun askeri bir başarısından kesinlikle söz edilemez.
Rusya, tarihten gelen diplomatik ve uluslararası savaş tecrübesiyle, Esad’ı çok daha kötü bir sondan -Kaddafi gibi!- kurtarmak istemiş olabilir. Bunu da daha çok kendi uluslararası saygınlığının daha fazla zedelenmemesi için yapmıştır. Rojava’daki devrimci Kürt kuvvetleri ise mevcut savunma pozisyonlarını korumuş, SMO ile taktik çatışmalar dışında HTŞ ile karşı karşıya gelmemiştir. Tek bir mermi sıkılmadan Şam’ın ele geçirilişi bu şekilde gerçekleşmiştir.
Yeni Suriye rejiminin nasıl şekilleneceği, mevcut güçler dengesine bakıldığında daha şimdiden yeni bir iç savaşın habercisi gibidir. Geçiş sürecindeki kavga daha büyük olacak gibi gözüküyor. Toprak açlığını bir türlü doyuramayan işgalci-yerleşimci Siyonistler, Şam’ın düşmesinden hemen sonra Golan Tepeleri’ndeki tampon bölgeyi aşarak kendileri açısından çok stratejik su kaynaklarının üzerine çöreklenmekte vakit kaybetmemiştir. Beşar Esad Moskova’ya gitmesine ve Şam düşmesine rağmen, fırsat bu fırsattır deyip, Suriye’deki 350 askeri hedefi vurmaktan çekinmemiştir. Colani tüm bunlara seyirci kaldıktan sonra, daha dün kendisinin de inanmadığı şekilde İsrail’in geri çekilmesini adeta rica etmektedir.
Rusya şimdilik sessiz gibi kalsa da, Akdeniz’de elde ettiği iki askeri üssü (Tartus’taki donanma üssü ve Lazkiye’nin 20 kilometre güneybatısındaki Hmeymim Hava Üssü) HTŞ’ye, dolayısıyla ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsüne kaptırmamak için sonuna kadar direnecektir. Bu üsler salt Akdeniz’in kontrolü için değil, Rusya’nın Afrika ülkeleriyle olan ticari ve askeri ilişkileri için de bir transfer bölgesi olarak hayati öneme sahipler. Peki, Rusya’nın Esad’ın arkasında daha fazla duramamasının nedeni neydi? Çoktan kaybedilmiş bir savaşı artık daha fazla finanse etmek istememesi miydi? Dile kolay, 60 yıldan fazla arkasında durduğu Suriye’yi terk etmesi, sadece uluslararası güç dengelerinde ciddi bir kayıp değil, reel sosyalizmden bugüne belki de en uzun müttefiklik yaptığı bir ülkeye veda edişi olarak çok sarsıcı değil midir? Bunun arkasında ABD ile Ukrayna üzerine bir pazarlık olduğu yazılıp çiziliyor. Bekleyip bunu da göreceğiz. Luhansk ve Donetsk gibi Rus etnik ağırlıklı bölgelerin ve Herson ve Zaporijya gibi kimi stratejik şehirlerin Rusya’ya verilmesi karşılığında mı gerçekleşti bu geri çekilme?
Sonuçta tarih boyunca emperyalizm, Siyonizm ve bölge gericiliklerine karşı savaşan devrimci ve komünist örgütlere ülkesinin kapılarını, dağlarını açmış olan Suriye’nin düşürülüşünü tarihsel arka planıyla çok daha geniş ele almak gerekir. (Bu konuda M. Aytunç Altay’ın Komün’de yayınlanan son yazısı çok aydınlatıcıdır) Çünkü kaybedilenin büyüklüğünü ne kadar iyi anlarsak gelecekte yapılabilecek yanlışların o oranda önüne geçilebilecektir. Suriye’nin trajedisi henüz çok taze, kaybedileninin büyüklüğü henüz tam anlaşılamıyor. Düşünsenize; emperyalizme, Siyonizm’e, işbirlikçi Arap Birliği’ne ve bölge gericiliklerine karşı 60 yıldır dik duran, kendi ‘olur’u olmadan bölgede ciddi değişliklerin yapılamadığı bir ülke; kravatlı cihadistlerin, İngiliz postalı ve üniforması giyen selefi bozması bir ordunun eline geçmiştir.
Suriye Demokratik Güçleri (SDG), hidrokarbon yatakları ve tarımın en zengin olduğu bölgeyi elinde tutuyor. HTŞ, SMO ve TC devleti bu konuda sessiz mi kalacaktır? TC’nin Suriye’deki birlikleri, SMO ile birlikte şimdiden Kobani ve Kamışlo bölgesine karşı hücum hazırlığı içindedirler.
HAMAS çok anlamsız bir şekilde İngiliz üniforması ve postalları giyen HTŞ’ye desteğini deklare etti, kutlama mesajı gönderdi. Oysa HTŞ Lübnan sınırında Filistin Halk Cephesi, Demokratik Cephe ve İslami Cihat’a karşı operasyonlar düzenlemeye başladı.
Yeni Suriye rejimi, iddia edildiği gibi kendi içindeki farklı ulus, ulusal topluluk ve azınlıkların parlamentoda, ordu ve bürokraside eşit ve hakkaniyetli temsiline izin verecek midir? Rejim anayasası İslami mi olacaktır? Yoksa Lübnan’daki gibi hem şeriatı hem laikliği temel alan karma bir model mi olacaktır? Kürtlerin ve Nusayrilerin (Arap Aleviler) İslami bir rejime boyun eğmeyecekleri şimdiden söylenmelidir.
İŞİD’den Nusra’ya oradan HTŞ’ye, sözüm ona Selefilikte “liberal dönüşüm” ne kadar, nereye kadar gerçekçidir? Afganistan’da Taliban, iktidarı aldıktan sonra selefizmden ne kadar taviz verdi? Libya’da Kaddafi’yi canavarca linç eden cihadistler, fikirlerinden ne kadar ödün verdi? 40 bin kişilik orduya sahip olan HTŞ’nin, kendi içinde farklı etnik ve mezheplerden oluşan onlarca grubun varlığı şimdiden ciddi bir sorun teşkil etmeye adaydır.
İç savaş başladığında TC’nin gayretleriyle Kürtlerin BM görüşmelerinden dışlanması, aynı şekliyle bugün de devam edecekse, bu elbette bölge güçleri açısından eskisi kadar kabul edilir olmayacaktır. Kürtler zaten böylesi bir dışlanmayı kesinlikle kabul etmeyeceklerdir.
İran, Suriye’nin düşürülmesinde TC devletinin adını vermeden, “Burada ABD ve İsrail’e yardım eden üçüncü bir ülke vardı.” diyerek, her şeyin farkında olduklarını diplomatik dille kamuoyuna deklare etmiştir. Yeni Suriye Rejimi, İran-TC ilişkilerinde şimdiden ciddi bir gerilim noktasıdır. Yeni Suriye, tüm bölgede artçı depremlere neden olacaktır. Mesela Irak’ta Sünni Arapları güçlendirebilecek, IŞİD’i canlandırabilecektir.
Emperyalizmin müdahale ettikten sonra ardında bıraktığı ülkelerin; Afganistan, Irak, Libya’nın hali ortadadır. Eski yerel diktatörleri öldürüp kendilerine daha yakın yeni yerel diktatörler yarattılar. Suriye’de bunlardan farklı bir yapının ortaya çıkma ihtimali çok zayıftır. Tek devrimci-demokratik unsur olan Rojava’nın kendini bu şartlar altında koruması hayati öneme sahiptir. Tüm bölge devrimcilerinin gözü burada olmalıdır. Salih Müslim ve Mazlum Abdi’nin yeni durum karşısında verdikleri ilk demeçleri bu temelde “diplomasinin gereği” olarak ele almakta fayda var. Kendi öz savunmasını gevşetmeden “bekle ve gör” politikası izlenmesi, güncel ve doğru olandır.
Rusya’nın Suriye’deki askeri üsler politikası nasıl şekillenecek?
TC, SMO ile birlikte Rojava’ya yeni askeri saldırılar düzenleyecek mi?
HTŞ kendi içindeki çok parçalı grupları hiyerarşik- merkezi bir düzene kavuşturabilecek mi?
Rojava Kürdistanı’nın Birleşmiş Milletler’de kendini temsil etmesine izin verilecek mi?
Yeni ABD Başkanı Trump’ın Suriye politikası ne olacak? Özellikle TC’nin, sınırın 30 km derinliğine kadar devrimci Kürtlerden arındırılmış “güvenli bölge” kurma isteğine ne cevap verecek?
İsrail, işgal ettiği Golan Tepeleri’nden geri çekilecek mi?
SMO ve MİT üzerinden bir “Türkmeneli” özerk bölgesi yaratma projesinin varlığı doğru mudur?
İsrail Dışişleri Bakanının Suriye’de bir federasyon istediklerini açıklaması, Golan’ın ötesine geçmeleriyle birlikte düşünüldüğünde, orada bir “Dürzi özerk yönetimi”nin kurulabileceğinin tartışılır olması, ileriye dönük bir zemin yoklaması mıdır?
Bugün Dürziler, 22,5 milyonluk Suriye nüfusunun yaklaşık yüzde 3’lük bir bölümünü oluşturuyor.
Dürziler’in büyük çoğunluğu başkent Şam’ın güneyindeki Suveyde Eyaleti’ne bağlı sarp bir alan olan Cebel el-Dürzi’de yaşıyor. Bugün İsrail ordusunda, yüksek mevkide çok sayıda Dürzi bulunmaktadır. HTŞ’nin geçmişte Dürzilere karşı din değiştirmeleri ya da katledilmeleri için sayısız girişimde bulunduğu bilinmektedir.
Yeni Suriye rejiminde, Kürt-İsrail ilişkilerinin seyri ülkenin kaderinde önemli bir değişken olacaktır. İsrail Dışişleri Bakanı’nın şu açıklaması bunu gösteriyor: “Dün Menbiç’te gördüğümüz gibi Kürtlere yönelik saldırılar durdurulmalı! Bunu ABD yönetimindeki dostlarımızla ve diğer ülkelerle görüşüyoruz. Uluslararası toplumun IŞİD’e karşı cesurca savaşan ve aynı zamanda Suriye’de istikrar sağlayan güç olanlara karşı ahlaki bir yükümlülüğü var.”
Tam bu noktada, İsrail’in Kürtlere karşı ikili bir oyun içinde olabileceği unutulmamalıdır. Rojavalı devrimcilerin bu konuda uyanık olmadığı düşünülemez. Veysi Sarısözen’in Yeni Yaşam’daki makalesinde bahsettiği Rojavalı yazarın şu sözleri: “Rojava’nın taktik ittifak kurduğu Batılı güçlerin ‘Kürdistansız Ortadoğu’ isteyen Türk Devleti’ne karşı ‘Kürdistanlı Ortadoğu’yu’ hedeflediğini, ancak böyle bir Kürdistan’ı da ‘Türkiye’nin himayesine yönlendirme planları olduğu” nu belirtmesi, gayet anlamlıdır. Rojava devrimcilerinin tehlikenin farkında olduğunun göstergesidir. Kuzey ve Doğu Suriye’de yaşayan Kürtler yılların savaş ve diplomasi tecrübesiyle elbette emperyalizmi gayet iyi biliyorlar. Sahadaki canhıraş pratikleriyle biliyorlar bunu. Ömründe savaş nedir görmemiş insanların önlerine serdikleri Ortadoğu haritası üzerinden ürettikleri teorik lafazanlıklar havaya kurşun sıkmak kadar boş bir eylemdir. Rojava devrimciliğinin düşman kamp içindeki çelişki ve çatışmalardan sonuna kadar yararlanması konusunda, Türkiye solunda var olan yersiz tereddütler ve ideolojik önyargılar sadece emperyalizm ve işbirlikçilerine yarayacaktır. Veysi Sarısözen, ilgili makalesinin sonunda Lenin’in “Sol komünizm, bir çocukluk hastalığı” kitabının güncelliğini koruduğuna dikkat çeker. Sol komünistler, pratikte her zaman egemen sınıfların safına düşmüşler, onların zorlandıkları yolları açmışlar, saldırı gerekçelerini güçlendirmede yarayışlı birer güç olmuşlardır. Rojava, IŞİD’e karşı mücadelede, Türkiyeli devrimciler tarafından verilen onlarca şehitle nasıl yalnız bırakılmadıysa, yeni kurulacak Suriye Devleti içindeki özgür varlığı ve eşit temsil mücadelesinde de yalnız bırakılmamalıdır.
Bitirmeden önce Cumhuriyet, Sözcü, Halk TV, Now TV gibi kendilerini devletin ‘sol’ kanadı olarak gören Kemalistlerin Suriye’nin düşürülüşünden sonra yükselttikleri bir argüman var: “Türkiye’nin ulusal çıkarları ile Türkiye’yi yönetenlerin siyasal çıkarları birbiriyle uyuşmuyor, çelişiyor.” şeklinde ifade edilen bu anlayış, devlet ile AKP’yi güncel olarak farklı iki güç gibi karşı karşıya koyuyor. Kafalarında hayalini kurdukları artık nasıl bir devletse? Var olmayan o hayali devlet, sözüm ona AKP’nin siyasal çıkarları uğruna heba edilmektedir! Erdoğan’ın kendi siyasi ikbali ile ulusal çıkarların bugün birbiriyle nasıl iç içe geçtiğini anlayamıyorlar.
Devletin AKP tarafından nasıl ele geçirildiğini en iyi bilenler kendileri olmalarına rağmen, atık iç içe geçmiş olan “ulusal çıkar”ın karşısına “siyasal çıkar”ı koyuyorlar. Kaldı ki “ulusal çıkar” dedikleri şey bugüne kadar Kürt meselesinde kısmi çabalar geliştirmeye çalışan her türden siyasal girişimi sabote etmemiş midir, acımasızca ezmemiş midir? Şimdi de bu devlet solcuları, Suriye’de ulusal çıkarın HTŞ’den ziyade, SDG’nin ezilmesi olduğunu savunuyorlar. Ee ne farkınız kaldı Erdoğan’dan? Farkınız, bu yok etmenin HTŞ’yi desteklemeden yapılması mı? Şu basit soru akıllarının ucundan dahi geçmiyor: Türkiye’deki Kürt parlamenterler her ne kadar yer yer “terör örgütünün uzantısı” olarak suçlansalar ve hapislere atılsalar da artık “tahammül edilmek zorunda kalınan” bir realite değiller mi? Üstelik Öcalan’a bağlılıklarını da açık açık hiç korkmadan bildiriyorlar. Kendi ülkendeki bu gerçekleri bile bile Suriye’deki Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme hakkına nasıl karşı çıkabilirsin? Hele hele bunu askeri yollarla bastırmayı nasıl düşünebilirsin? IŞİD barbarlığını çökerten bu güce nasıl “terörist” dersin? Sen daha kendi ülkendeki ‘Kürt Meselesi’ni çözememişken, Suriye’deki Kürtlerin kendi devleti ile kendi arasında çözmesi gereken sorunlara nasıl müdahil olabilirsin? Böylesine bir bölgesel hamiliğe soyunmak, fetih rüyalarıyla kendinden geçmek neyin nesidir? Bu soruları kendinize sorun devletin muhterem solcuları!
Suriye’deki emperyalist ve işbirlikçi-komprador cihadist ittifakı ile gerçekleşen karşı-devrimin, önümüzdeki süreçte ülkeyi stabilize etmekten ziyade, yeni bir iç savaşa sokacağı öngörülebilir. Burada tüm bölge devrimcilerinin Rojava kanton cumhuriyetleriyle enternasyonal dayanışma içinde olmaları temel bir görevdir. Çünkü Rojava’nın düşüşü, Halep ve Şam’ın düşüşünden çok daha büyük bir karşı devrimin kapılarını aralayacaktır.
Tufan Yakın
18.12.2024