Bir devir bitti. Onlarca yıldır Suriye’de hakim olan ve kendi tarihsel sınırlarına çoktan ulaşmış olmasına rağmen, suni bir şekilde ayakta durmaya çalışan BAAS rejimi, Batı emperyalizmi, siyonist İsrail ve TC’nin, HTŞ ve SMO’ya ısmarladıkları ortak bir operasyonla ve tabiri caizse bir fiske vuruşuyla yıkıldı. BAAS rejiminin bu şekilde yıkılmasıyla, zannedilenin aksine Suriye’de ne halkları özgürleştiren bir devrim oldu ne de iç savaş son buldu. Aksine, 13 senedir süren Suriye iç savaşı, belki daha da yoğunlaşacağı yeni bir evreye geçti. Bu yeni evre, hem Suriye’de hem de Ortadoğu’da yaşanan sürecin çok daha sertleşeceğini de bizlere gösteriyor. Suriye iç savaşının başlayan bu yeni evresini ve Ortadoğu’da daha da sertleşecek olan süreci anlayabilmek için ise dünden bugüne doğru hızlıca bir bakış atmamız gerekiyor.
Dünden bugüne iç savaşın seyri
Böylesi bir bakış atmak için önce Suriye iç savaşından hemen önce başlayan Arap isyanlarına bakmalıyız. Böylelikle iç savaşın seyrini anlayabiliriz. Hatırlanacağı üzere, 2010 senesinde Tunus’ta başlayan Arap isyanlarının bir uzamı olan rejim karşıtı gösteriler, 2011 senesinin başından itibaren Suriye’de de görülmeye başlanmıştı. Ancak, tüm bölgede haklı sebeplerle gelişen Arap isyanları, tarihsel olarak meşru bir siyasal önderlikten yoksun olduğu için, bölgenin neredeyse her ülkesinde, Batı emperyalizminin Ortadoğu’yu yönetilebilir kılmak amacıyla kullandığı bir dizayn etme aracına dönüştü. Batı emperyalizmi isyanı çaldı. Suriye de bu dizayn etme girişiminden pek tabii nasibini aldı. Gösteriler, bir süre sonra, TC ve Körfez ülkeleri tarafından doğrudan desteklenen, önemli bir kısmı Müslüman Kardeşler kökenli selefi-cihatçı örgütlerin provokasyonlarıyla kanlı çatışmalara dönüştü.
Çatışmaların, sonrasında yaşananların, bölgeden gelen haberlerin ve beyanların, Batı merkezli kara propagandanın, bu çatışmalara karşı alınan tutumların vb. gösterdiği şey çok açıktı. Silahlar ve lojistik Türkiye’den, para ise Körfez’den gitmişti. Daha sonra 2014’de yapılan “MİT tırları operasyonu” sonucunda ortaya çıkan tablo, silahların Türkiye’den gittiğinin de en büyük kanıtı olmuştu zaten. Batı emperyalizminin doğrudan desteklediği rejim karşıtı “Suriye Ulusal Konseyi” İstanbul’da barınmakta, bu konseyin bir diğer ayağı ise Doha’daydı. Daha çatışmalar başlamadan önce, TC devletine bağlı Türk Kızılayı, “güçlü bir öngörüyle” Antakya’da sığınmacı kamplarını hazırlamıştı ne hikmetse. Tüm bu uygulamaların arkasında olan siyasal güç ise savaşın öncesinde ve sonrasındaki tutumlarının çok açık olarak gösterdiği üzere, ABD öncülüğündeki Batı emperyalizmi ve onların bölgede ileri karakolu olan siyonist İsrail idi.
Batı emperyalizmin Suriye’de rejim değişikliği yapma girişiminin en temel amacı, kuşkusuz olarak, BAAS rejiminin İran ve Hizbullah ile kurduğu ilişkinin ve bu ilişkinin siyonist İsrail’in güvenliğine dair yarattığı tehlikenin ortadan kaldırılmasıydı. Direniş Ekseni’nin ve Şii hilalinin bir arada durmasını sağlayacak bir köprüydü Suriye sonuçta. İran’dan Hizbullah’a ve Filistin’e giden destek Suriye üzerinden geçiyordu. İran’ın siyonist İsrail’e karşı yürüttüğü savaşın en önemli üslerinden birisiydi. Bölgedeki anti-ABD’ciliğin önemli bir merkeziydi. Bölgesel bir güç olma yolunda yeni-Osmanlıcı bir dış siyaseti uygulamaya alan Türkiye ve kendi egemenlik alanını genişletmek isteyen Körfez ülkeleri ise buradan siyasal ve ekonomik olarak pay kapma derdindeydi. Başlarda her şey istedikleri gibi gidiyordu. Kaddafi’nin devrilmesinin ardından, Esad’ın da, “bir-iki hafta, olmadı bir-kaç ay içerisinde devrileceğini; es kazara 2012’yi çıkarsa bile 2013’ü göremeyeceğini” düşünüyordu herkes. Öyle ki, “muhalefet” ile yürütülen müzakereler sonuç vermemiş, BAAS rejimi bölgesel ve uluslararası düzeyde tecrit edilmiş, Suriye ordusu ise selefi-cihatçı çetelere karşı birçok bölgede yenilgiye uğrayarak geri çekilmiş, Batı ve Orta Suriye’de sıkışmıştı.
Ancak 2012 senesinin ortalarından itibaren bir anda dengeler değişmeye başladı. Suriye’de Batı emperyalizmin planladığı, TC ve Körfez ülkelerinin ise uygulama ihalesini aldığı strateji, KÖH’ün, oluşan devrimci durumu görerek Rojava’ya müdahale etmesi, bir devrimle bölgesel özerklik ilanı ve devrimci bir inisiyatifle YPG’nin kurulması sonucunda beklenmedik bir şekilde bozulmuş oldu. Ancak planı bozan sadece KÖH değildi. Rojava devriminin ardı sıra, Nasrallah’ın önderliğindeki Hizbullah da doğrudan savaşa müdahil olmuştu. El-Kaide’nin Suriye kolu olan El-Nusra ve ÖSO (bugünki HTŞ ve SMO) gibi selefi-cihatçı örgütlerin Suud-Katar yardımıyla Lübnan’ı lojistik ikmal hattına ve askeri bir üsse dönüştürme girişimi ve siyonist İsrail’in başta El-Nusra olmak üzere Esad ile savaşan örgütlere doğrudan destek vermesi Hizbullah’ı savaşa doğrudan müdahil olmak zorunda bırakmıştı. Hizbullah’ın savaşa doğrudan müdahil olması, İran’ın da Kudüs Gücü üzerinden savaşa müdahil olmasını beraberinde getirmişti.
2013 senesinden itibaren, selefi-cihatçı örgütler, sadece aciz düşmüş ve yalnız kalmış bir Suriye ordusuyla değil, aynı zamanda Kudüs Gücü, Hizbullah ve YPG ile de savaşmaya başlamışlardı. Bu güçlerin her üçü de adanmış, eğitimli ve savaş tecrübesi olan kadrolar tarafından yönetiliyordu. Bu üç gücün her bir savaşçısı birkaç yüz Suriye ordusu askerine bedeldi. El-Nusra dışında selefi-cihatçı örgütlerin içinde bu nitelikte savaşçı oldukça azdı. Onları destekleyen kitleler, mezalime uğrayan, soykırım tehdidi altında olan ve canhıraş silaha sarılan kitlelerdi. Tüm bunlar cephelerin çoğalması ve muharebelerin çetinleşmesi demekti. Kudüs Gücü’nün ve Hizbullah’ın müdahalesi Lübnan’da Batı emperyalizmi ve Körfez ülkeleri tarafından kurulmaya çalışılan lojistik ikmal hattını kesmiş, El-Nusra, ÖSO ve diğerlerinin Batı Suriye’de eline geçen birçok kentin hızlıca geri alınmasını sağlamıştı. YPG ise Halep (Şéx Meqsud), Afrin ve Serekaniye gibi birçok mahalde El-Nusra ve ÖSO’ya sert darbeler vurmuştu. TC devleti, o dönem KÖH ile yürütülen “çözüm süreci” üzerinden YPG’yi ÖSO’ya entegre etmeye her ne kadar çalışsa da bir karşılık alamamıştı.
Planın bozulması, Batı emperyalizmi ve bölgesel ortaklarının oluşturduğu BAAS karşıtı koalisyonun çatlamasını da beraberinde getirdi. O dönem İran ile nükleer üzerine anlaşmaya çalışan Obama yönetimi Suriye’deki selefi-cihatçılara yönelik desteğini sınırlandırdı ve doğrudan müdahale etmekten geri durarak topu Rusya’ya pasladı. Ayrıca Müslüman Kardeşler’in güçlenmesinden rahatsız olan Körfez ülkeleri (Katar hariç) ise TC ile ortaklığı bozarak Ürdün üzerinden güney Suriye’deki oluşumları desteklemeye başladı. El-Nusra ve ÖSO artık TC’nin eline bakar hale gelmişti. Elbette İngiltere ve Fransa gibi ülkelerle ilişkileri halen devam ediyordu. Ancak ilk elden temas kurabilecekleri tek güç TC idi. Bu zeminden hareketle, Suriye’ye kendi çıkarları doğrultusunda müdahil olmaya çalışan TC, diğerlerinin planlarına çomak sokmaktan da geri durmuyordu.
Tam bu noktada sahneye IŞİD çıktı. El-Kaide’nin Irak kolu olan ve Bağdadi’nin yönetimi altında bulunan Irak İslam Devleti adlı oluşum, aynı El-Kaide’nin Suriye kolu olan El-Nusra ile birleştiğini açıklayarak Irak-Şam İslam Devleti adını aldığını ilan etti. Ne El-Nusra, ne de El-Kaide merkezi böyle bir şeyi kabul etmediklerini söylüyorlardı. Ancak Bağdadi bu konuda geri adım atmadı ve El-Nusra ile El-Kaide merkezine savaş ilan ederek IŞİD bayrağı altında Suriye iç savaşına müdahil olundu. İç savaşa doğrudan müdahil olmaktan geri duran ABD ve Batı emperyalizmi, IŞİD’in hızlı bir şekilde Suriye’yi istila edip BAAS rejimini yıkması üzerine kurulu olan bir planı devreye sokmuştu. Ancak IŞİD, BAAS rejimi ile savaşan diğer selefi-cihatçı örgütlerin aksine, önce doğrudan Suriye ordusu ile savaşmaktansa, bölgedeki El-Nusra, ÖSO, Ahrar-ı Şam gibi selefi-cihatçı diğer gruplarla savaşarak egemenlik alanını genişletmeye yönelik bir strateji izledi. IŞİD’in Kuzey Suriye’de (Rojava) ise hedefinde YPG vardı…
Suriye iç savaşına dahil edilirken aynı zamanda Irak’ta da önü açılan IŞİD, Irak ordusunun ve peşmergenin arkasına bakmadan kaçması sonucu, başta Musul olmak üzere birçok şehri ele geçirmişti. HPG gerillalarının etkin müdahalesi ve daha sonraları yapılan hava saldırıları ile Irak’ın kuzeyine (Güney Kürdistan) doğru ilerleyişi her ne kadar durdurulmuş olsa da artık Suriye’de iç savaşın kaderini değiştirebilecek bir güç haline gelmişti. Ahrar-ı Şam ve ÖSO’nun kontrolünde bulunan Rakka’yı ele geçirerek şehri hilafetin başkenti ilan etmesi ve Suriye’de petrol kaynaklarının önemli bir bölümünü ele geçirmesi bunu göstermekteydi. Musul’da merkez bankasından kaldırdığı büyük meblağ ve Irak ordusundan ele geçirdiği silahlar ise gücüne güç katıyordu. Bu güçle, kısa sürede on binlerce cihatçıyı saflarına katarak silahlandırmış, sınırları aşan insanlık karşıtı eylemleri ve güçlü bir propaganda tekniği ile düşmanları üzerinde ciddi bir korku yaratmıştı. Bu sadece IŞİD’e ait bir başarı değildi. Çok açık olarak Batı emperyalizmi IŞİD’in önünü açmıştı.
IŞİD, eğer o gün diğer grupları da yanına çekerek veya elemine ederek tüm gücüyle Şam’a yönelseydi iç savaşın seyri tamamen değişebilirdi. Muhtemelen Batı emperyalizmi IŞİD’in önünü açarken böyle planlamıştı. Daha sonra Afganistan’da olduğu gibi bir müdahaleyle temizlemeyi planlıyorlardı. Elbette Hizbullah ve Kudüs Gücü, Irak ordusu ve peşmerge gibi kolay yenilecek, korkutarak kaçırılabilecek güçler değildi. Ancak, IŞİD’in, bu güçleri, Irak’tan gelen ikmal hattını keserek Batı Suriye’den siyonist İsrail’e doğru itmesi başka seçeneklerin gelişmesine yol açabilirdi. Ki IŞİD o dönem düşmanın İsrail değil Şiiler olduğunu, hatta İsrail’in Şiilere karşı müttefikleri bile olabileceğini fetva etmişti. Ama IŞİD Şam’a doğru yönelmedi. Bunun yerine stratejik önemi o an için tali olan ve YPG kontrolünde bulunan Kobané’ye ve Cizire Kantonu’na saldırmayı tercih etti. Elbette batı ve güney cephesinde savaşmaya devam ediyordu ancak ağırlık noktasını kuzey cephesine kaydırmıştı. Sonrasında ortaya çıkan belgelerin ve itirafların ortaya çıkardığı üzere, IŞİD’in bu yönelimi MİT üzerinden TC ile yapılan bir anlaşmadan kaynaklı gerçekleşmişti.
Ancak IŞİD kuzey cephesinde beklendiği gibi hızlı bir ilerleme sağlayamadı. Cizire Kantonu ve Kobané’de, YPG öncülüğündeki halklar tarafından güçlü bir direnişle karşılandı. Bu karşılaştığı ilk direnişti, daha öncekilerin hepsi ya kaçmış ya teslim olmuştu. Bir belde büyüklüğünde olan Kobané’yi işgal etmek için 8000 kişilik bir güç yığmasına ve Irak ordusundan ele geçirdiği çeşitli zırhlı araçlara sahip olmasına rağmen ilerleyişi oldukça zorlu oldu. IŞİD gibi o dönem her yere korku salan bir örgüte karşı öncü kadın savaşçıların etkin katılımıyla gelişen bu güçlü direniş, hem Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, hem de Batı kamuoyunda çok başka bir siyasal atmosferin oluşmasına yol açtı. TC’nin Batı emperyalizminin planına aykırı olarak IŞİD’i YPG’ye doğru yönlendirmesi ve bunun karşılığında gelişen siyasal atmosfer sonucu, ABD her ne kadar isteksiz olsa da doğrudan Suriye iç savaşına müdahil olmak zorunda kaldı. Elindeki tüm seçenekler (ENKS ve eğit-donat projesi) boşa düşünce de kontrolden çıkan IŞİD’i bastırmak için istemeye istemeye KÖH ile bir taktik ittifak kurmak zorunda kaldı.
Önce Kobané, sonra ise Cizire Kantonu IŞİD’in elinden tamamen kurtarıldı ve Cizire Kantonu ile Kobané arasındaki bağlantı sağlanmış oldu. IŞİD’in gerileme süreci başlamıştı. Bu sırada Suriye ordusu, Kudüs Gücü ve Hizbullah ise Batı Suriye’de IŞİD’e ve diğer selefi-cihatçı çetelere karşı mücadeleyi sürdürüyordu. Eylül 2015’de BAAS rejiminin davet etmesi sonrası Rusya da savaşa doğrudan müdahil olmuştu. Artık savaşın gidişatı tamamen BAAS rejiminin ve Rojava devriminin lehine dönmüştü. Kantonların birleşmesinden sonra YPG, ağırlıklı olarak doğu cephesinde olmak üzere IŞİD’e yönelik taarruzuna devam etti. YPG o dönem Suriye’nin kuzeyinde ve doğusunda ABD ve onun öncülüğündeki kaolisyonla hareket ederken, batısında ise Afrin kantonunda yaptığı konumlanma üzerinden Rusya, Kudüs Gücü, Hizbullah ve Suriye ordusu ile taktik anlaşmalar yapabiliyordu. Hem Halep merkezindeki Şéx Meqsud üzerinden hem de Afrin üzerinden selefi-cihatçı örgütlere karşı yürütülen mücadeleye dolaylı-dolaysız destek veriyordu. Açık ki Suriye’de emperyalist blokların sürtüşmesinin yarattığı bu türbülans hali en çok ezilenlerin işine yarıyordu.
2015’in sonlarına gelindiğinde artık YPG sadece YPG değildi. Bölgedeki başka güçlerle SDG çatısı altında birleşmişti. Bu çatı altında 2016 yılında Menbic kurtarıldı. Hemen ardı sıra Halep de, SDG’nin destek verdiği bir operasyonla kesin olarak kurtarılmıştı. Ancak Menbic’in kurtarılmasının ardından SDG’nin Afrin’e doğru yönelmesi (Afrin ile Rojava’nın diğer bölgelerini birleştirecek hamle) sonrası TC devleti Batı emperyalizmi ve Rusya ile yaptığı çeşitli anlaşmalar üzerinden Suriye iç savaşına doğrudan müdahil oldu. “Fırat Kalkanı” adını verdiği bir operasyonla IŞİD’i Azez, Cerablus ve El-Bab hattından güneye doğru sürerek SDG’nin Afrin’e doğru ilerleyişinin önüne bir barikat kurdu. Bunu kendi deyimleriyle “terör koridoru”nu ve “Kürtler’in Fırat’ın batısına geçmelerini engellemek için” yaptıklarını söylemişlerdi. Bugünden baktığımızda bu barikatın uzun vadede savaşın dengelerini değiştirdiğini görebiliyoruz. Öyle ki TC devleti, Suriye’de edindiği bu askeri varlık üzerinden, Rakka ve Deir-Ez-Zor’a askeri hareket düzenleyebilmek için Batı emperyalizmini ikna etmeye çalışıyordu. Rakka ve Deir-Ez-Zor’un TC devleti tarafından işgal edilmesi, hem devrimin bir kuşatma altına girmesi, hem de TC’nin Suriye halklarına ait birçok doğal zenginliği gasp etmesi demekti.
ABD öncülüğündeki Batı emperyalizmi kendi çıkarlarına zarar verebileceği için TC’nin önünü açmak istemiyordu. Ancak SDG de Rojava Kürdistan’ı birleştirmeden Arap halkının yoğun olarak yaşadığı Rakka’ya doğru bir operasyona girişme niyetinde değildi. Ayrıca bu durum diğer emperyalist blok ile kurulan ilişkiyi zedeleyebilir, yürütülen denge siyasetini bozabilirdi. Nitekim Batı emperyalizmi, SDG’ye TC sopasını göstererek bu operasyona razı etti. SDG’nin de ikinci bir seçeneği yoktu açıkçası. Ancak bu razı oluş beraberinde çok başka yanlış eğilimlerin ortaya çıkmasını da getirmişti. SDG hala üçüncü yol çizgisi üzerinden her iki emperyalist blok ile ilişkiler kurmaya devam ediyordu. Ama kendi öz-gücüne dayalı devrimci halk savaşı tarzının uygulanmasında sorunlar gelişmişti. YPG’nin devrimin başından bu yana uyguladığı sahada kazanım sağlamak için devrimci bir inisiyatif kullanma anlayışı yerine, diplomatik girişimlere ağırlık verilen ve yukarıdan yürütülen bir siyaset tarzı ortaya çıkmış ve hakim olmaya başlamıştı.
2017’nin sonlarında Rakka tamamen kurtarıldı. 2018’in başında ise batı, kuzey ve güney cephesinden Rusya, Kudüs Gücü ve Suriye ordusu ile yürütülen eşzamanlı taarruzlarla, selefi-cihatçı çeteler, birkaç pürüz haricinde, İdlip şehrine, Halep’in batı kırsalına ve Deir-Ez-Zor’un güneydoğu kırsalına sıkıştırılarak kuşatıldı. İlerleyen günlerde bu pürüzler de ortadan kaldırıldı ve 2019’un başında Deir-Ez-Zor kırsalında kuşatılan IŞİD tamamen tasfiye edildi. Selefi-cihatçı çeteler artık sadece İdlip’te ve kısmen Halep’in batı kırsalında vardı ve sıkışmış durumdaydılar. TC’nin bu çeteler üzerindeki etkisi sürüyor ve bu da Suriye’de ona bir söz hakkı sağlıyordu. Zaten Cerablus, Azez, El-Bab hattında konuşlu olanlar ise TC’nin mayın eşeğinden başka bir şey değildiler. Her ne kadar bir barikat kurmuş, askeri bir üslenme yapmış ve tasmasını elinde tuttuğu çeteler ile Suriye’de “ben varım” dese bile, oluşmuş olan bu fiili durum, TC devletinin çıkarlarına her anlamda zarar veren bir yerde duruyordu. Çünkü YPG’nin öncülüğünde hareket eden SDG artık Suriye’de BAAS rejiminden bile daha önemli bir güç haline gelmişti. Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi adı altında Suriye içerisinde bölgesel bir iktidar alanına sahip olmuştu.
BAAS rejimi iç savaş başlamadan hemen önce kendi tarihsel-yapısal sınırlarına çoktan ulaşmıştı zaten. İç savaş bu topal aksak yürüyen rejime kaldıramayacağı bir yük yüklemiş oldu. Tüm altyapısı harap olmuştu. Üretici güçlerin en önemlisi olan insan kaynağı erimişti. Elindeki doğal zenginliklerden artık mahrumdu. Üstelik TC, vekilliğini yapan çetelerle birlikte başta Halep’te olmak üzere Suriye’nin neredeyse tüm sermaye birikimini yağmalamıştı. Bir de tüm bunların üstüne savaşın ilerleyen günlerinde ABD’nin “Sezar yasası” olarak bilinen yaptırımları devreye girince, rejim neredeyse çökme aşamasına geldi. Elektrik ve su gibi en temel ihtiyaçlar dahi karşılanamaz haldeydi. Kendi tarihsel-yapısal sınırlarına ulaşmış ve iç savaşın içerisinde neredeyse çökme aşamasına gelmiş bu rejim, dış destek sayesinde suni bir şekilde ayakta duruyordu. Zaten emperyalist planı bozan istisnalar meydana gelmeseydi çoktan yıkılırdı. Eğer BAAS rejimi, SDG öncülüğünde hareket eden halkların isteklerini kabul edip birlikte inşa edilecek bir “Demokratik Suriye”ye razı gelseydi, bu durum tersine dönebilirdi. Ama rejim buna hiç yanaşmadı. Çünkü demokratik bir Suriye demek, orta vadede BAAS’ın rafa kaldırılması demekti. Onu ayakta tutan destekçileri ise kimi girişimler olsa da hiçbir zaman gerçek anlamda bunun için çaba sarf etmedi.
Tüm bunlar olurken, TC, SDG’nin ülkede güçlenmesinin ve bir iktidar alanına sahip olmasının kendisi için yarattığı tehlikeyi ortadan kaldırabilmek için bir manevra yaptı ve Rusya ile anlaşıp ABD’nin de rızasını alarak 2018’in başında Afrin’e bir işgal saldırısı başlattı. Bugün TC’nin Afrin karşılığında Rusya’ya nükleer santral ihale ettiğini ve S-400 alımı üzerinden bir anlaşma yaptığını biliyoruz. TC’nin Afrin’e girmesi, hem Suriye üzerinde daha çok söz sahibi olması, hem de Kürt halkının Fırat’ın batısından çıkarılabilmesi açısından önemli bir adımdı. Bu saldırı bekleniyordu. Baş faşist Erdoğan, o dönem her fırsat bulduğunda bu yönde tehditler savuruyordu. Saldırı beklendiği için bir hazırlık yapıldığı da düşünülüyordu. SDG’nin ve YPG’nin benimsediğini beyan ettiği perspektif de bu yöndeydi zaten. TC devleti, bütün hazırlığını gelişebilecek büyük bir direnişe göre yapmıştı. CHP, “Afrin bizim Vietnamımız olur” yapmayın diye feryat ediyordu. Direnişin büyük olacağı beklendiği için TC, ilk gece 72 adet F-16 ile kapsamlı bir hava taarruzu yaparak başlatmıştı saldırıyı. Vekili olarak hareket eden SMO çeteleriyle neredeyse dört bir yandan gerçekleşen bir kara taarruzu yürütüyordu.
Ancak direniş beklenildiği gibi gelişmedi. Devrimciler ölümü göze alarak ellerinden ne geliyorsa yaptılar ama özellikle düşmanın hava üstünlüğüne karşı direnemediler. Çünkü gerekli hazırlıklar, buna dair bir perspektif ve çok öncesinden verilen talimatlar olmasına rağmen, yapılmamıştı. Afrin kuşatmaya girdiğinde ölümsüzleşen devrimcilerin sayısı iki bini bulmuştu. Şehrin içerisinde çok daha büyük bir direniş gelişebilirdi elbette. Ama muhtemelen SDG ve YPG komutanlığı, gerekli hazırlıklar olmadığı için böyle bir direniş sonucunda gelişebilecek daha büyük bir kaybın yaşanmasını istemediler. Rusya ve Suriye ordusu, yapılan anlaşmalar ile TC’nin önüne bir barikat kursa da Afrin artık düşmüştü. TC Suriye’de çok önemli bir mevzi kazanmıştı. Artık İran ve Rusya ile birlikte Batı Suriye’deki üçüncü özneydi. Afrin halkı ve bölgedeki savaşçılar ise Tıl Rıfat-Şehba bölgesine çekilmişti. Savaşçı yapısında güçlü bir irade olmasına rağmen, bu çekilmeye ve yenilgiye yol açan hazırlıksızlığın en büyük sebebi ise Afrin’e yapılacak olası işgal saldırısının masada yapılacak anlaşmalar ile engellenebileceğinin düşünülmesiydi. Ezilenler, egemenlerin hakim yukarıdan siyaset tarzına angaje olmuştu.
Çekilme olduktan sonra çokça değerlendirmeler yapıldı. İlk iş olarak ise Tıl Rıfat-Şehba bölgesinde yerel güçler tarafından kurulan Afrin Kurtuluş Güçleri (HRE), TC işgaline ve SMO çetelerine karşı, uzunca bir süre sürecek olan güçlü bir yıpratma savaşı başlattı. Bu değerlendirmelere uygun pratikler de uygulanmaya başladı. Bugün dijital medyada görülen tünellerin inşası Afrin’deki çekilmeden hemen sonra başlamıştı. Zira TC devleti Afrin ile yetinmeyecekti. Tüm sınır hattı boyunca 30-32 km derinliğinde bir işgal gerçekleştirmek ve M-4 karayoluna da tamamen hakim olmak istiyordu. Bu amaç doğrultusunda Afrin’den sonraki ilk hedefi ise Gire Sipi ve Serekaniye kentleriydi. O dönem Ayn-İsa ve Tıl Tamr’e de ilerleyerek M-4 karayolunda tam hakim olmaya yönelik bir niyetleri de vardı. ABD ve Rusya her ne kadar karşıymış gibi dursa da, TC devleti Trump yönetiminin yarattığı türbülanstan yararlanarak, Afrin’den bir buçuk sene sonra, “Barış Pınarı Harekatı” adı altında bu işgal saldırısını başlattı.
Afrin’de olduğu gibi havadan TC vuruyor, karadan da SMO ilerlemeye çalışıyordu. Ancak sahadan yansıyan görüntüler Afrin’de çıkarılan derslerin tam içselleştirilemediğini gösteriyordu. Hazırlıkların tamamlanması ve savaşçı yapısının buna uygun olarak hazırlanması için bir buçuk sene yetmemişti. Tüneller vardı, savunma hatları ve mevziler kurulmuştu ama yetersizdi. Savaşçı yapısı bu yapılan hazırlıkları kullanamıyor, daha önce selefi-cihatçı çetelere karşı yürütülen savaş tarzına göre hareket ediyordu. Üstelik Serekaniye ve Gire Sipi kentleri, içeriden de saldırıların olabileceği çok daha sorunlu bir toplumsal yapıya sahiptiler; nitekim iki kentte de birkaç alanda böyle oldu. Her iki kent de Afrin gibi dağlık bölgeler ile çevrili değil, düz bir arazinin üzerine kuruluydu. Tüm bunlar Serekaniye ve Gire Sipi’nin bir-kaç gün içerisinde kuşatmaya girmesine yol açtı. Gire Spi, erken düştü. Serekaniye ise canfeda bir direnişle kuşatmaya rağmen direnmeye devam etti. Ya içeride bine yakın savaşçı ölümsüzleşecek veya esir düşecekti ya da geri çekilinecekti. Tıpkı Afrin’de olduğu gibi ikinci seçenek tercih edildi.
Geri çekilme, ABD ve Rusya ile ayrı ayrı yapılan anlaşmalar sonucunda gerçekleşti. Anlaşma gereği Rusya, SDG’nin kontrolünde olan bölgelerde bazı üsler kurdu. Ayrıca Suriye ordusu da bazı bölgelerde SDG ile birlikte üslenmeler yaptı. Yapılan anlaşmalar doğrultusunda bir dönem boyunca sınır hattında Rusya ve ABD ile TC ordusunun ortak devriyeleri yapılsa da halkın etkin direnişi sonucunda bu devriyeler durdurulmak zorunda kaldı. Ancak Serekaniye ve Gire Sipi’yi işgal ettikten sonra TC devletinin yeni işgal tehditleri ve girişimleri hiç durmadı. Fırsatını her bulduğunda yeni girişimlerde bulundu. Karadan yaptığı denemeler püskürtüldü. Hava taarruzlarına karşı ise direnildi. Değişen dengelerden kaynaklı her iki emperyalist bloktan da olur alamadığı için sadece küçük denemeler ve hava saldırılarıyla yetinmek zorunda kaldı. Özellikle sivil altyapıya yönelik yaptığı saldırılar, ciddi mali zarara yol açsa da bir seferberlik ruhuyla bunların hepsinin üstesinden gelindi. Bu sırada ise Afrin, Serekaniye ve Gire Sipi işgallerinden çıkarılan dersler üzerinden hazırlanmaya devam edildi. Bu derslerden çıkarılan en önemli sonuç ise zafere giden yolda üçüncü yol çizgisinde uygulanacak devrimci halk savaşı stratejisinden başka hiç bir seçeneğin olmamasıydı.
Tüm bunlar olurken az-çok sakin bir seyir izleyen Batı Suriye’de de işler 2019’un sonu ve 2020’nin başında bir anda sertleşmeye başladı. Rusya, Kudüs Gücü, Hizbullah ve Suriye ordusu, İdlip’te kuşatılan ve sıkıştırılan selefi-cihatçı çetelere karşı bir taarruz başlattılar. İdlip bölgesi önce 2017’de bölge devletleri tarafından gerçekleştirilen girişimlerle, sonra 2018’de imzalanan TC ve Rusya tarafından yapılan Soçi Mutabakatı çerçevesinde çatışmasızlık bölgesi ilan edilmişti. Bunun sağlanabilmesi için TC ordusu bölgede kısmi bir üslenme de yapmıştı. Ama anlaşılan oydu ki taarruzu başlatanlar Soçi Mutabakatı’nın artık geçersiz olduğunu düşünüyordu. İdlip’in ele geçirilmesi demek Suriye iç savaşında TC’nin neredeyse saf dışı kalacak olması ve milyonlarca göçmenin ve İdlib’teki cihatçıların Türkiye’ye doğru akın edecek olması demekti. Ayrıca Suriye ordusu, başlatılan bu taarruz doğrultusunda, selefi-cihatçı çeteleri koruduğu ve Suriye mevzilerine saldırılar yapma noktasında yardımcı olduğu için TC ordusunun askeri üslenmelerini de hedef almaya başlamıştı. Tam bu noktada TC “Bahar Kalkanı Harekatı” adını verdiği karşı bir saldırıya geçti.
Başlarda Suriye ordusunu bozguna uğratan TC, çok geçmeden Rusya’nın gazabına uğradı. Rus ordusu yaptığı hava saldırılarıyla onlarca TSK askerini öldürdü. TC’nin ne Rusya ile savaşacak cesareti ne de savaşsa bile ona karşı koyabilecek bir kapasitesi vardı. “Bahar Kalkanı” adı verilen macera, Moskova’da Putin’in kapısı önünde yaşanan o çaresiz bekleyişle son buldu. Halep’in batı kırsalında bulunan çeteler, tamamen İdlip’e çekilmek zorunda kaldı. Ancak bu aşamada yapılan Moskova Mutabakatı, TC’nin örtülü müdahalesi ve çetelerin direnci yüzünden hiçbir zaman uygulanamadı. İdlip’e yapılacak olan taarruz ise başka bir zamana ertelenmiş oldu. İdlip bölgesinde iç çatışmalar ve selefi-cihatçı çetelerin TC devletiyle sürtüşmeleri her daim sürdü. Hatta 2022’de HTŞ, Afrin’i SMO’dan bir gecede aldı, sonra TC’nin “ikna” çabaları sonucu geri çekildi. Suriye ordusu ile de aynı şekilde küçük çaplı çatışmalar ara sıra oluyordu. Ancak ta ki 27 Kasım 2024’e kadar Suriye’de ve Kuzey-Doğu Suriye’de ciddi hiçbir çatışma gerçekleşmedi. Kuzey-Doğu Suriye’de her an bir savaş başlayabilirdi, ama görünen oydu ki savaşı Suriye ordusu ve müttefikleri kazanmıştı, durum artık stabilize olmuştu. Nitekim, 27 Kasım 2024 günü ve ardı sıra yaşanan hadiselerden sonra görünenle gerçeğin her zaman uyumlu olmadığını bir kez daha deneyimlemiş olduk…
Suriye iç savaşında yeni evre
Buraya kadar anlatılanlar Suriye iç savaşının ilk evresi olarak tanımlanabilir. Artık başka bir evredeyiz. Herkesin bildiği üzere, 2020’de oluşan ve kimi hareketlenmeler dışında 2024’e kadar sabitlenen durumdan çok daha başka bir duruma geçildi. 2020’den sonra ufak tefek hadiseler dışında durağanlaşan savaşın tekrardan hızlandığı 27 Kasım 2024 günü, yani HTŞ ve SMO’nun “Saldırganlığı Caydırma” adı altında ortaklaşa gerçekleştirdiği Halep taarruzu, Suriye iç savaşının yeni bir evreye geçmesinin miladı oldu. Bu evrenin daha henüz başındayız. Ancak henüz başında olmamıza rağmen, 13 senedir direnen BAAS rejiminin yıkılmasına, bugüne kadar Suriye’de kurulan tüm dengenin alt üst olmasına, Suriye ile sınırlı olamayacak bölgesel bir alt üst oluşa yol açan bir evre bu. Şu ana kadar yaşananlar, zannedildiği gibi iç savaşın son bulmadığını, daha da sertleşeceğini bize gösteriyor. Bu yüzden, Suriye’de ne olduğunu ve olacağını, bu olmuş ve olan şeylerin bölgesel ölçekte nelere yol açabileceğini az çok kestirebilmek için bu yeni evreyi anlamak zorundayız. Bu yeni evreyi anlayabilmek için ise önce ona geçişi mümkün kılan maddi koşulları anlamamız gerekiyor. Zira şu yaşadığımız günler bir gece içerisinde gökten düşmüş değil.
Değişen maddi koşullara bakmadan önce idrak edilmesi gereken en önemli şey, içinde bulunduğumuz konjonktürde emperyalist bloklar arasında bir yeniden paylaşım savaşının yaşanıyor olması ve olası bir dünya savaşının ön günlerinde olduğumuz gerçeği. Ortadoğu da bu yeniden paylaşılmak istenilen dünyada merkezi bir öneme sahip. Yeni kurulacak dünya düzeninde, Ortadoğu’da oluşturulmak istenen ticaret yolları önemli bir yerde duruyor. Ayrıca Ortadoğu, hem enerji kaynakları bakımından, hem de batı ile doğuyu, kuzey ile güneyi birleştiren bir köprü olması bakımından, dün olduğu gibi bugün de jeo-stratejik açıdan oldukça önemli. Batı emperyalizminin Ortadoğu’ya hakim olabilmesinin tek yolu Rusya’nın buradan çıkarılıp, İran ve Direniş Ekseni’nin etkisiz hale getirilmesi, “Şii hilali”nin parçalanması. Diğer taraf için ise yeni bir güç dengesi oluşturmak uğruna mevcut alanlarını koruma ve mevzilerini sağlamlaştırma arayışı söz konusuydu. Zemin bu.
Bu zemin üzerinde, Suriye iç savaşının yeni bir evreye geçmesini mümkün kılan maddi koşulların nasıl değiştiğini anlayabilmek için ise önce Ukrayna üzerinde yürütülen NATO-Rusya savaşının sonuçlarını görmeliyiz. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, BAAS rejiminin çeteleri askeri olarak yenip direnebilmesinin en büyük yardımcılarından birisi, Eylül 2015’den sonra doğrudan savaşa müdahil olan Rusya idi. Rusya 2015’ten sonra kurduğu askeri üslenmelerle hem sahada cihatçıları havadan bozguna uğratmış hem de dışarıdan gelebilecek bir müdahaleye karşı BAAS rejiminin önüne kalkan olmuştu. Ancak Ukrayna’da NATO ile sürdürülen savaşın seyri Rusya’nın Suriye’de güçsüzleşmesini de beraberinde getirdi. Ukrayna’daki büyük NATO yığınağına karşı mücadele edebilmek için Suriye’de bulunan hem deneyimli askeri personel hem de bazı savaş ekipmanları Rusya’ya çekildi. Ayrıca Suriye’deki askeri faaliyetler için ayrılan bütçede de ciddi kısıntılar yapıldı. Evet, Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’e açılmak ve oradan Afrika’ya sarkmak Rusya için önemliydi ancak Ukrayna savaşı bu şekilde sürerken, Suriye, Rusya için bir yük haline gelmişti.
Rusya, Suriye’deki gücünü azaltırken, bu sırada Esad’ın temsiliyetindeki BAAS rejimi de yeni manevralar ile Arap Birliği’ne tekrardan dahil olup on seneyi aşkın süredir uygulanan bölgesel ve uluslararası tecridi kırmanın, kendini tekrardan meşru kılmanın derdindeydi. Aynı zamanda BRICS gibi yapılara yaptığı başvurularla altında kaldığı ekonomik yıkımı birazcık da olsa hafifletmek istiyordu. Arap Birliği’nin BAAS’a dayattığı şey çok açıktı: İran ve Hizbullah ile olan ilişkileri kesmesi. BAAS, buna yönelik adımlar attı ama bu ilişkileri bir anda kesmek kolay değildi. Bu sırada, Rusya ve İran üzerinden, Astana görüşmeleri kapsamında TC ile de görüşmeler yapılıyor, bir uzlaşma sağlanmaya çalışıyordu. Selefi-cihatçı çetelerin tam olarak tasfiye edilebilmesi ve BAAS rejiminin eski hakimiyetini az-çok kazanabilmesi için TC’nin işgal ettiği bölgelerden çıkması gerekliydi. Elbette TC buna razı değildi ve BAAS’ı tamamen teslim alıp Kürt halkına karşı onunla ortak hareket etme niyetindeydi. Ukrayna savaşı devam ederken Suriye ayağına dolanmasın isteyen Rusya, BAAS’ı bu noktada zorladı, ancak BAAS buna razı gelmedi. Öte yandan Arap Birliği’nden ve BRICS’ten de istediğini tam olarak alamadı.
Tüm bunlar olurken, Ortadoğu’da tüm dengeleri alt üst eden bir olay yaşandı. Filistin Direnişi, “Abraham Anlaşmaları” ile üstüne atılmaya çalışılan ölü toprağını reddederek, siyonist İsrail’e karşı Aksa Tufanı operasyonunu gerçekleştirdi. Aksa Tufanı ve sonrasında Gazze’de yaşanan direniş; siyonist İsrail’in buna Filistin halkına yönelik bir soykırım ve başta Hizbullah olmak üzere Direniş Ekseni’ne yönelik kapsamlı bir saldırıyla karşılık vermesi; buradan aldığı güçle hem kendi güvenliği hem de bölgeden pay kapma amacıyla daha geniş bir alana yayılmaya çalışması, bölgede yaşanan alt üst oluşun herkesçe görülen hadiseleriydi. Bu hadiselerle birlikte başta Nasrallah olmak üzere hareketin askeri-siyasal önderliğinin siyonistler tarafından, Batı emperyalizminin desteğiyle, katledilmesi ve Hizbullah’ın Güney Lübnan’da siyonistler ile bir ateşkese razı edilmesi, Hizbullah’ı hareket edemez hale getirdi. Ayrıca Lübnan’daki savaş, Hizbullah’ın Suriye’den çekilmesine de yol açmıştı. Tüm bunlarla eş zamanlı olarak, türlü operasyonlar aracılığıyla İran da köşeye sıkıştırıldı. Ayrıca Suriye’de İran ve Hizbullah’la bağlantılı güçler ve noktalar mütemadiyen siyonist İsrail tarafından saldırıya uğradı. Siyonist İsrail kendisine yönelik yapılan operasyonu tersine çevirmiş; Direniş Ekseni büyük yara almıştı. Rusya ile birlikte Suriye’de BAAS rejiminin bugüne kadar direnebilmesinin en büyük diğer yardımcısı olan Hizbullah ve İran da hareket edemez haldeydi artık. Batı emperyalizmi ve siyonist İsrail için doğrudan İran’a müdahale etmenin ve Ortadoğu’ya hakim olmanın önünde de birkaç pürüz dışında bir engel kalmamıştı.
Bu birkaç pürüzden en önemlisi ise Suriye idi. Rusya’nın Ukrayna’ya çekilmesi ve Direniş Ekseni’nin hareket edemez hale getirilmesiyle tamamen savunmasız kalan BAAS rejimi, kurtlar sofrasında bir mezeydi artık. Dışarıdan savaşı kazanmış gibi görünüyordu, ama sahada görülen şey onun zor durumda olduğuydu. Yaptığı manevralar da bunu tersine çevirmeye yeterli değildi. Yukarıda da söylediğimiz gibi, başta BAAS doğrudan tasfiye edilmekten ziyade, İran ve Hizbullah ile ilişkileri kesme noktasında ikna edilmeye çalışıldı; ancak istese bile böyle bir manevra yapabilmesi çok zordu. Olmayınca da bugünden gördüğümüz üzere, Batı emperyalizmi ve siyonist İsrail açısından geriye tek seçenek, BAAS rejiminin tasfiye edilmesi kaldı. Bu sırada Astana süreci de tamamen tıkanmış, TC, Suriye’de bir çıkmaza girmişti. BAAS, TC’ye teslim olmuyordu. TC, denge siyaseti marjı zayıfladığı için emperyalist Batı ile pürüzlü ilişkisini düzeltme hamlelerini yoğunlaştırdı ve bunun üzerine sahada Rusya ile daha mesafeli bir ilişki geliştirdi. Bunun üzerine Rusya, TC’nin Suriye’de bir işgalci olduğunu açıktan dillendirmeye başladı. İran zaten başından bu yana TC’nin varlığından rahatsızdı. TC, ya İran ve Rusya’nın Astana’da dayattığı koşullara razı gelip Suriye’den çekilecekti ya da başka bir manevra yapacaktı. Yaptı; Suriye’deki çıkarlarını Batı emperyalizminin ve siyonist İsrail’in çıkarlarıyla ortaklaştırdı.
Bu sırada 2020’den bu yana bir kuşatma altında olan çeteler ise gelecek olan en uygun anı bekliyor, savaşın en başından bu yana kurdukları ilişkileri derinleştiriyor, Batı tarafından ılımlılaştırılıyor, derleniyor, netleşiyor, mevzileniyor ve hazırlanıyorlardı… Batı emperyalizmi, siyonist İsrail ve TC’nin, bu hazırlığın örgütleyicisi olduğu biliniyordu. İstihbarat örgütlerinin yönlendirmesiyle hareket eden kimi haber sitelerinde, NATO talimatıyla, Türkiye üzerinden TC’nin gözetimi altında, Suriye’ye giden Ukrayna istihbarat personelinin ve Fransa özel kuvvetlerinin, İdlip’teki çetelere drone ve gece muharebesi eğitimi verdiği, bunlara uygun ekipman ve mühimmat sağladığı bir senedir haber olarak gündeme geliyordu. Halep taarruzu başlamadan bir ay önce, Rusya’nın BM temsilcisi de bunu açıktan faş etmişti. Ayrıca, çetelerin, siyonist İsrail’in Gazze soykırımı başladıktan ve Nasrallah katledildikten sonra böyle bir yönelime girdiği sahada gözlemleniyor; kendileri de buna dair açık bir propaganda yapıyordu. Zaten senelerdir TC’nin gözetimi altında hapsedilen bir güruhun onlardan bağımsız hareket etmesi ne kadar beklenebilirdi? TC Dışişleri Bakanı, Suriye’yi bu doğrultuda tehdit ediyordu. Siyonist İsrail de aynı şekilde tehditlerde bulunmaktan geri durmuyordu. Saldırının olacağı beklenmekteydi. Lübnan’da yapılan ateşkes anlaşmasından sonra, emperyalist Batı ve İsrail, Astana’da Rusya ve İran tarafından tefe koyulan TC’yi de yanlarına katarak hareket geçmiş oldu.
TC’nin “başlayın” komutuyla 27 Kasım günü Halep’e doğru taarruza geçen çeteler, birkaç gün içerisinde şehrin merkezini ele geçirerek Suriye’nin güneyine, yani Hama’ya doğru yöneldiler. Bu sırada Rusya havadan vuruyor, ancak bu vuruşlar yetersiz kalıyordu. Ayrıca bu vuruşları tamamlayacak, karada mevzisini savunacak veya karşı bir saldırıya geçecek herhangi bir güç yoktu. Suriye ordusu bir ordudan ziyade başka her şeye benziyordu! Hizbullah zaten yukarıda saydığımız sebeplerden kaynaklı çekilmişti Suriye’den. Kudüs Gücü ise manasız bir şekilde savaşmıyordu. Daha sonra Irak’tan gelen takviye güç de beklenildiği ölçüde savaşmadı. İran daha sonra yaptığı açıklamalarda “Suriye halkı direnmezse biz onları koruyamayız” diye açıkladı bu durumu. Onlar da konjonktürün ruhuna teslim olmuş gibiydiler. Tek umut SDG’nin elinde olan Tıl Rıfat ve Şéx Meqsud’u tutarak, Fırat’ın doğusundan Halep’e doğru bir karşı saldırıya geçmesiydi. SDG bunu denedi. Bir karşı saldırıyla bir gün içerisinde Şéx Meqsud-Tıl Rıfat-Tabqa’yı birbirine bağladı. Ancak bu koridoru korumakta başarılı olamadı. Eğer başarılı olsaydı Suriye’nin geleceğinde çok daha başka bir konuma sahip olabilir ve TC’nin geri dönmemek üzere Suriye’den süpürülmesine yol açabilecek bir denklem oluşabilirdi.
Koridorun bozulmasının en büyük sebebi SMO’nun Halep’in kuzeyinden doğru bir saldırıya geçmesiydi. SMO eş zamanlı olarak koridorun hem Halep doğusundaki kısmına, hem Tıl Rıfat’a, hem de Tıl Rıfat ile Şéx Meqsud arasındaki bölgeye bir saldırı başlatmıştı. Koridor birkaç gün içerisinde bozuldu. Koridor bozulup Tıl Rıfat bir kuşatma altında kalınca, Tıl Rıfat-Şehba halk meclisi, orada yaşayan yoğun mülteci nüfusun can güvenliği için çekilme kararı aldı. Şéx Meqsud halk meclisi ise tam tersi bir karar alarak direneceğini beyan etti; bugün halen bir kuşatma altındalar. SDG’nin bu kararları uygulamak dışında başka bir seçeneği yoktu. Aynı zamanda SDG Haseke, Qamıslo, Rakka ve Deir-Ez-Zor’da Suriye ordusunun boşalttığı yerlere giriyordu. Deir-Ez-Zor’dan geri çekilinmiş olsa da Rakka’nın güney kırsalı ve diğer devralınan yerler halen SDG’nin kontrolünde. Bu sırada Hama düşmüş, Humus saldırısı başlamıştı. Güney Suriye’de Dera ve Süveyda’dan da Şam’a doğru bir ilerleyiş vardı. Ardı sıra Menbic’in güney kırsalı ve Halep’in Fırat kıyısı SMO’nun eline geçmiş, Menbic’te cephe hattına saldırılar başlamıştı. Humus’ta kurulacak daha sıkı bir savunmayla taarruz püskürtülemese bile en azından Suriye ordusu tarafından durdurulabileceği düşünülüyordu. Olmadı; 8 Aralık günü çeteler Şam’a girdi, Esad Rusya eskortluğunda önce Lazkiye’ye ardından Moskova’ya kaçtı. Kaçmayan BAAS bürokrasisi ise birkaç istisna hariç çetelere teslim oldu. İran Suriye’den tamamen çekildi, Rusya’nın ne yapacağı belirsiz olsa da onlar da tamamen çekilme hazırlığında.
Şam düşünce TC’nin güdümündeki SMO çeteleri hiç beklemeden tüm güçleriyle Menbic’e yöneldiler. İlk birkaç gün cepheden yaptıkları taarruz başarıyla püskürtüldü. Ancak Menbic içerisindeki uyuyan hücrelerin kalkışması, SDG’nin kurduğu savunma hattını arkadan dağıttı. Bu sırada TC ordusu arka cepheye yaptığı vuruşlar ile Menbic’e yapılacak bir takviyeyi engellemeye çalışıyor, Ain Isa saldırılarıyla gücü bölmeye yönelik hareket ediyor, Rakka ve Deir-Ez-Zor’da iç karışıklıklar çıkartıyordu. SDG direnemedi ve Menbic şehir merkezine çekildi. Burada çatışmalar birkaç gün sürse de SDG, yerin üstünde savaşı daha fazla sürdüremedi. Sonra sahneye bir anda ABD çıktı. ABD hem SDG’ye hem de TC’ye bir ateşkes dayatıyordu. Anlaşmaya göre SDG çekilecekti. Bu durum kabul edildi. Artık Fırat’ın batısında Şéx Meqsud, Deir-Hafer, Meskene ve Rakka’nın güney kırsalı hariç bir bölgede konumlanma olmayacaktı. Ancak TC mutlak olarak kazanım sağlayacağı bir anlaşma yapmanın derdindeydi; bugün gördüğümüz üzere, istedikleri şey Kobané’yi bir kuşatma altına almak. Ateşkesi kabul etmeyip suyun karşısına geçmeye çalışmaları ve Karakozak köprüsünden Kobané’ye yönelmelerinin sebebi de buydu. Ayrıca bu doğrultuda Tişrin barajını ele geçirmek üzere de bir saldırı başlattılar. Bugün itibariyle halen gerçek manasıyla bir ateşkes sağlanabilmiş değil; SDG ise kararlı bir biçimde Tişrin ve Karakozak’ta direnmeye devam ediyor.
Bu sırada siyonist İsrail de BAAS rejimi resmen yıkıldıktan sonra çok kapsamlı bir hava harekatı başlattı. Selefi-cihatçıların ele geçirdiği tüm orta ve orta-yüksek düzeydeki askeri envanter birkaç gün içerisinde gerçekleştirilen yüzlerce hava saldırısıyla imha edildi. Askeri fabrikalar, AR-GE merkezleri, akademiler, devlet arşivleri… Siyonistler kendi güvenlikleri için bunların HTŞ’nin eline geçmemesi gerektiğini söylüyordu. Ayrıca İran’a yapacakları olası bir saldırıda yol üstünde onları engelleyebilecek herhangi bir pürüz kalmamalıydı. Ardından Golan tepelerinden ileriye doğru bir kara harekatı başlattılar ve Suriye’deki işgal topraklarını Şam’a doğru genişlettiler. Kendileri için oldukça önemli olan su kaynaklarını ve Hermon dağını ele geçirdiler. Üstelik hiçbir çatışmaya girmeden! Halen yavaş yavaş ilerlemeye devam ediyorlar. HTŞ ve çetebaşı Golani, kendi içlerinde bir huzursuzluk meydana gelene dek bu duruma dair tek bir kelime dahi sarf etmedi. Sadakat bunu gerektiriyor sonuçta! Daha sonra BM’ye “dostlar alışverişte görsün” minvalinde bir çağrı yapıldı ama bunun İsrail’i durduramayacağını sanırız herkes biliyor…
Tüm bu yaşananlara baktığımızda gördüğümüz en bariz şey; Batı emperyalizmi, siyonist İsrail ve TC devletinin oldukça hızlı ve kolay bir başarı elde etmiş olması… Her üçü de bu operasyondan elde edebilecekleri en yüksek başarıyı oldukça kolay bir şekilde elde etmiş durumdalar. ABD’yi dengeleyecek tek güç olan Rusya’nın Suriye’de bir hükmü yok artık. Diğer batılı emperyalistler de bu durumdan pek ala faydalanabilirler. Siyonist İsrail’i tehdit edecek ve güney Suriye’yi işgaline karşılık verecek bir İran da yok. HTŞ ile seneler boyunca ilişkisini pekiştirmiş ve SMO denen çete oluşumunu doğrudan örgütlemiş TC ise şu an kendisini Suriye’nin sahibi olarak görüyor!
Muhtemelen ne selefi-cihatçı çeteler, ne de bu operasyonu onlara ısmarlayanlar bu düzeyde kolay bir başarı bekliyorlardı. Bu üçlü kaolisyonun ilk elden amacı Halep’i çetelerin istilası üzerinden işgal edip BAAS’ı teslim almaktı. Siyonistler o güçsüzlükten faydalanıp güney Suriye’de bugün olduğu gibi benzer bir işgal hareketini de pek tabii başlatabilirdi. TC o karmaşadan faydalanıp tıpkı bugün olduğu gibi Kürt halkına karşı saldırılara girişebilirdi veya teslim aldığı BAAS’ı bu yönde harekete geçmeye zorlayabilirdi. Ancak BAAS iç savaş içerisinde her ne kadar güçsüz düşmüş ve müttefiklerinin içinde bulunduğu durumdan kaynaklı savunmasız kalmış olursa olsun şaşırtıcı bir şekilde pes etti ve hiç direnmeden kademeli bir şekilde çekildi ve yenildi. Onu yıllardır savunan Rusya ve Direniş Ekseni ise yukarıda saydığımız sebeplerden kaynaklı güçlü bir karşılık vermediler saldırıya. Hatta belki Rusya, Ukrayna’daki savaş üzerinden Suriye’ye dair bir pazarlığa da girmiş olabilir. Bu güçlerin karşılık vermemelerinin bir diğer sebebi de kuşkusuz BAAS’ın direnebileceğine dair en ufak bir belirti dahi görmemeleriydi. Onlarca senedir iktidar olan ve 13 senedir bir şekilde direnen BAAS rejimi artık tamamen yıkılmıştı.
BAAS’ın hiç direnmeden pes etmesinin ardında, sadece karşı tarafın operasyonları ve BAAS’ın müttefiklerinin güçsüzlüğü yok elbette. Bunlar işin siyasal ve teknik yanı. İşin toplumsal yanına bakmak; uzun süren iç savaşın etkilerinin BAAS içerisinde ve Suriye toplumunda bir asabiyet yitimine yol açtığını da görmek gerekiyor. BAAS bürokrasinin 13 senenin sonunda büyük ölçüde satın alınabilmesi de bununla alakalı. Seküler olarak tanımlanabilecek ve bugüne kadar BAAS’ı destekleyen Suriyeliler’in, Golani denilen selefi-cihatçı çetebaşı ile fotoğraf çekilmek için sıraya girmesi de yine bu asabiyet yitiminden kaynaklı. Buradan doğru baktığımızda, selefi-cihatçı çetelerin en büyük avantajınının da ne dronelar, ne de başka türlü askeri ekipmanlar olmadığını söyleyebiliriz. Onların BAAS’a karşı en büyük avantajı, bir amaç uğruna (tarihsel anlamda hiçbir meşruiyeti olmayan bir amaç) sahip oldukları kolektif asabiyetti.
BAAS’ın bu kadar kolay düşmesinin, SDG ve ayrıca KÖH için de şaşırtıcı olduğunu yukarıda anlattığımız olay örgüsünde görebiliyoruz. Sahadaki birçok özne gibi böyle bir operasyona dair bilgisi olan SDG, kendisine TC devleti ve SMO tarafından yönelecek herhangi bir saldırıya karşı göstereceği direnişi, BAAS’ın Halep’te az-çok olsa da direnmesi ve Fırat’ın batısı ile doğusu arasındaki ikmal hatlarının açık kalması üzerine planlamış gibi duruyor. SDG temsilcilerinin ve bölgeden doğru yazan kimselerin aktardığı bu. Bu ikmal hatları kesilince Halep’e girerek bir koridor açma girişiminde bulunmalarının da bundan kaynaklı olduğunu SDG temsilcileri verdikleri demeçlerde ifade ettiler. Bu koridorun doğu Halep’te Deir-Hafer beldesine kadar olan kısmı halen elde tutulmaya çalışılıyor şu an. Ancak bir gafil avlanmanın olduğunu ve bunun sonucunda bazı dayatmalara razı gelindiğini görebiliyoruz. Medyaya yansıyan haberlerden de görüleceği üzere askeri teknik anlamda hiçbir zaafiyet yokken ve bu tekniği kullanabilecek bir savaşçı yapısı olmasına rağmen yapılan geri çekilme ancak siyasal ve toplumsal boyutlarda değerlendirilebilir. Durum böyle olunca da, inisiyatifin emperyalist egemen güçlerin eline geçtiği bir düzlemin oluşması kaçınılmazlaşıyor.
Afrin, Gire Sipi ve Serekaniye yenilgilerinden sonra çıkarılmış dersler ve buna uygun olarak yapılmış hazırlıklar olmasına rağmen, yaşanan bu durumun (özellikle Menbiç’te ortaya çıkan tablonun) eleştirilmesi gerekli. Öyle ki, ezilenlerin kolektif bir asabiyet temelinde gelişmesi gereken kendi öz-gücünden başka bir güce güvenmemeleri gerektiği ve iktidarın namlunun ucunda olduğu doğrusu Kuzey-Doğu Suriye’de bir kez daha kanıtlandı. Zafere giden yolun, ancak üçüncü yol çizgisinde uygulanacak bir devrimci halk savaşı stratejisi ile yürünebileceğini tekrardan görmüş olduk. Masada ve diplomaside yürütülecek yukarıdan siyasetin, önce sahada savaşılarak aşağıdan yukarıya doğru kazanılacak bir öz-güce ihtiyaç duyduğunu da görmüş olduk. Bugün Tişrin ve Karakozak’ta, kadınlı erkekli devrimin çocukları kuşandıkları devrimci iradeyle tam olarak bu öz-gücü kazanmaya çalışıyorlar. Savaş kapasitelerinin muazzamlığı ve muntazamlığı dosta güven düşmana da korku veriyor! Umuyoruz ki bu güç, siyasal olarak doğru bir şekilde kullanılacak. Diğer türlü bir kazanım elde edilmesi zor. Elde edilse bile sağlıklı bir kazanım olacağı da tartışmalı.
Bugün yaşanan diplomasi trafiğine baktığımızda, TC ve İngiltere hariç, emperyalist ve egemen odakların Suriye’de bir fedarasyon kurma yönünde girişimleri olduğunu görebiliyoruz. Kuzey-Doğu, Güney, Batı ve belki Kuzey-Batı olacak şekilde, coğrafi bölgeler temelinde 3 veya 4 parçaya bölünmüş bir Suriye tasarlanıyor. Siyonistlerin yürüttüğü lobi faaliyeti ve ENKS kartı üzerinden Kürtler’in KDP çizgisine angaje olması için de ayrı bir çaba sarf ediliyor. Sahadaki özneler buna ne gibi bir karşılık verecek ve süreç ne yönde gelişecek bunu yaşayarak göreceğiz. Bu konuda KÖH’e güvenimiz var. Bu temelde SDG, mevcut HTŞ yönetimiyle görüşebileceğine ve müzakere edebileceğine dair de açıklamalarda bulundu. Henüz bir görüşme gerçekleşmiş değil. TC’nin HTŞ üzerindeki baskısı her an başka bir çatışmaya yol açabilir. Ayrıca her daim kavgalı olan HTŞ ve SMO’un nasıl uzlaşacağı, dünyanın dört bir yanından gelmiş selefi-cihatçı çetelerin düzene nasıl entegre edileceği de tartışmalı. Daha henüz devleti ele geçirmeden önce bile her 3-4 ayda bir birbiriyle çatışan bu çeteler her an yeniden birbirine düşebilir. TC’nin görünürde kazanmış olduğu gücün de bu noktada kırılgan olduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca, selefi-cihatçılar iktidarı ele geçirdikten sonra, İran’ın bunun sorumlusu olarak ABD ve İsrail’i doğrudan hedefe koyduğu ve TC’yi de işaret ettiği açıklaması oldukça önemli. Putin’in “Kürtler ciddi ve sağlam savaşçı insanlar, kendi devletlerini kurmalılar.” sözleri İran’ın sözleriyle benzer bir manaya sahip. Bu iki güç, uygun fırsatı bulursa kendilerine ihanet eden TC’den intikam almaya çalışabilirler. Arap Birliği’nin de, kendi ülkelerine etki edebilmesi olasılığından korktukları için çetelerin bu şekilde iktidara getirilmesine tepkili oldukları ve buna dair bir şeyler yapması için ABD’ye mektup yazdıkları geçtiğimiz günlerde medyaya yansıdı. Trump ekibinin, Biden yönetimine bir mektup yazarak “HTŞ’yi terör listesinden çıkarmak için acele etmemelerini” söylemesi de bu doğrultuda okunabilir. Bu güçlerin her biri kendi oturdukları yerden doğru HTŞ ve yanındaki çetelerin Suriye’ye hakim olmaması ve TC’nin buradaki rolünün zayıflatılabilmesi için operasyonlara girişebilirler. BAAS rejiminin yıkılışından sonraki ilk günlerin sıcaklığı geçer geçmez, henüz sayıları az olsa da sokağa çıkmaya başlayan seküler muhalefet bu tarz operasyonların gelişmesine imkan sağlayabilir. Doğrudan bir askeri müdahale bile söz konusu olabilir. Yaşayarak göreceğiz…
Elbette devrimci komünistler, Suriye’nin kaderinin bu şekilde belirlenmesinden yana olamazlar. Bunun ne bir tarihsel meşruiyeti ne de olumlanabilecek bir yanı vardır. Suriye, ancak demokratik bir Suriye olduğu sürece bu bir kazanım olarak değerlendirilebilir. Gerçek bir özgürlüğe kavuşması ise ancak toplumcu bir düzenin tesis edilebilmesiyle mümkündür. Öte yandan bugün bunu gerçek kılabilecek devrimci komünist bir önderlik yok. Bu yüzden, Türkiyeli komünistlerin sorumluluğu büyük. TC’nin emperyalist kapitalist düzende ve bölgesel denklemde durduğu pozisyondan kaynaklı, bölgede böyle bir değişimi tetikleyebilecek ve ezilenlerin bağımsız direniş cephesini oluşmasını sağlayabilecek en güçlü etki, Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında yaşanacak devrimci bir süreçle oluşabilir! Gün ne kenara çekilip olanları kayıt altına alma ne de savaşta yaşanan taktik geri çekilmelerin veya hataların muhasebe defterini açma ve buraya odaklanma günüdür. Bu savaş, ancak sahada kazanılacak! Bu savaş, ancak Türkiye halklarının bir halkın boğazlanması ile tahkim edilecek faşizme karşı kendi kavgasını yükseltmesi ile kazanılacak! Bu savaş, ancak Kürt halkının 6-8 Ekim serhildan ruhu ile ayağa kalkması ile kazanılacak! Bu savaş, ancak dünya halklarının enternasyonal dayanışması ile kazanılacak!
20.12.2024
Kaynak: Komün Gücü