İsrail, Palmira’daki askeri havaalanını neden vurdu? – Mehmet Turan

Biliniyor, Türk ve İsrail Dışişleri Bakanlarının X’te vuku bulan bir atışması kamuoyuna yansıdı. İsrail Dışişleri bakanı “Diktatör Erdoğan antisemit yüzünü gösterdi” diyordu. Türk tarafı ise bu açıklamaya “reddediyoruz” şeklinde cevap verdi. Yani Erdoğan’ın Yahudi düşmanı olmadığını söyledi. Türk tarafının altı boş tüm soykırım söylemlerine rağmen evet, Erdoğan bir Yahudi düşmanı değildir, Türk Dışişleri doğru bir cevap vermiştir. Bir bakıma TC’nin hala İsrail için bir “rezerv devlet” olduğunu dolaylı olarak kabul etmiştir. 

Hatırlarsınız, Filistin’e destek için yola çıkan Mavi Marmara gemisinde İsrail tarafından katledilen Türk vatandaşlarının hayatlarının bedeli olarak 20 milyon dolar alıp olayı kapatan Erdoğan’dı. Gazze soykırımında İsrail ile ticareti sürdürmekte hiçbir sakınca görmeyen de oydu. Eleştiriler yükselince İsrail’e olan ticaretine Mısır ve Avrupa üzerinden devam etmişti. Dememiz o ki TC İsrail ile birlikte Ortadoğu’da ABD’nin birbirlerinin yerini tutamayacak kadar önemli müttefikleri olmayı sürdürüyor. Birbirleri ile Kürt meselesinde ve bölgedeki hegemonik rekabette çatışıyor olmaları bu gerçeği değiştirmemektedir. AKP faşizmi bölgede İsrail ile yol arkadaşlığı yapmaya çok istekli olmasa da devam edecektir. AKP’nin belki Bahçeli ile aralarındaki en temel fark budur diyebiliriz. Bahçeli bu tehlikeli yol arkadaşlığına çok daha mesafeli durmaktadır. İmralı meselesindeki ısrarının bir nedeni de budur. İsrail’in bölgede bu kadar güçlenmesinin önüne, Kürtlerle bir barış olmasa da bir uzlaşma modeliyle geçilebileceğini düşünmektedir. AKP ise bu konuda tutarsızdır, ilkesizdir. Kimi zaman ABD’ye direnir gibi gözükse de o ne derse onu yapacak karakterdedir. Şunu hiç unutmamak gerekiyor, Kürt meselesinde TC ve İsrail’in bugüne kadar olmadığı kadar ters düşüyor olmaları en çok ABD’nin işine gelen bir durumdur. Çünkü ABD’nin en sevdiği şey düşman kardeşler politikasıdır. Birbirlerini sevmeyen, nefret eden devletlerin ortak bir nokta olarak ABD’nin egemenliğini tanıması, ABD emperyalizmine her zaman daha fazla alan açmıştır.  Bölgenin askeri olarak en güçlü iki sömürgeci gücünün, tarihinin en stratejik konumunu elde etmiş Kürtler üzerinden hegemonik üstünlük sağlamak istemeleri daha önce görülmemiş çok yeni bir durumdur. Bölgenin geleceğinin şekillenmesinde belirleyici olacak bir mücadeledir bu. Başka bir deyişle Kürt devrimci dinamiği her iki sömürgeci gücün geleceğinde nesnel olarak temel bir aktör konumuna yükselmiştir.

Diğer yandan İbrahim anlaşmaları yani İsrail’in Araplar tarafından meşru bir devlet olarak tanınması TC’nin aleyhineydi, çünkü TC geçmişten beri İsrail-Arap çelişkisinden yararlanıyordu. Şimdi bundan da yararlanamıyor. Bir yandan Filistin savunuculuğu yaparken diğer yandan İsrail ile siyasi, askeri ve ticari ilişkilerini sürdürüyordu. Rusya ve Batı arasında kendi jeopolitik değerini pazarladığına benzer şekilde Ortadoğu’da İran ve Şia ekseni, Suriye, Filistin ve Lübnan ile İslam İşbirliği Teşkilatı ve gerici Arap monarşileri arasında bir denge unsuru olarak kendine rol biçiyordu. Artık bunun sonuna gelinmiştir. 

Zaten Ürdün ve Mısır İsrail’i tanımıştı. Yakın dönemde BAE de tanıdı. Ama bölge hegemonyası için ABD’nin istediği Suudi Arabistan’ın da İsrail i tanımasıdır. Aslında 7 Ekim saldırısından önce S. Arabiya bu konuda belli bir noktaya gelmişti, ancak İsrail’in soykırım saldırıları sonucu bu gerçekleşmedi. ABD’nin bölgede istediği S. Arabiya’nın İsrail ile anlaşması. Ortadoğu’nun yeni kuvvet ekseninin BAE, İsrail ve S. Arabiya olmasını istiyor. Ürdün ve Mısır da dolaylı olarak bu eksende zaten.

Başlığımıza gelirsek;  İsrail, Türk Dışişleri Bakanı Fidan Washington da iken, TC’nin Suriye’de üstlenmek istediği Palmira’daki eski askeri hava üssünü bombaladı.

Çünkü Palmira askeri hava alanı terk edilmiş değil! TSK ve MİT Kürt medyasındaki görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla, buraya özellikle sadece geceleri yüklü miktarda teçhizat, silah ve yapı malzemeleri taşıyor. Askeri üs kurmak için fiili durum yaratmak istiyor. Kimi yerlerde kurmuş ama bölgedeki SDG kaynakları bu üslere özellikle Türk bayrağı çekilmediğini söylüyor.

‘Sarhoş’ diplomasisi

Bu olay üzerine Golani Erdoğan’ı ziyaret etti. Her iki devlet TC’nin Suriye de askeri üsler kurması konusunda anlaşmışlar, ancak bunu ABD’nin ön onayını almadan yapmışlardı. Fidan’ın ABD den ortak bir basın açıklaması yapmadan sessizce geri dönmesinin en önemli nedeni de buydu. Onay alamamıştı. Erdoğan’ın Putin ile telefon görüşmesi ardından Fidan’ın Fransa’ya gidişinin nedeni de budur. Erdoğan’ın ABD’den istediğini alamaması Suriye’de yüzünü tekrar Rusya ‘ya dönmesine neden olmuştur. Hızlı görüşme trafiğinden (mekik diplomasisi)  bunu çıkarabiliyoruz. Eski bir diplomat bu ucuz numarayı “Sarhoş diplomasisi” olarak değerlendiriyor. Gerçekten de hiç kimse bunun “çok yönlü bir diplomasi” olduğunu iddia edemez. TC, geçen ay AB ile ortak ordu kurulmasına canı gönülden katılırız derken diğer yandan ABD’den F-35’leri alma uğraşı içindeydi. Yine Ukrayna’ya asker gönderebiliriz derken bugün de Putin’e neredeyse Suriye’de ortaklık önerebiliyor. Buna hiç kimse çok yönlü diplomasi diyemez, bunun adı pragmatizm bile değildir, bölgedeki çıkarlarını kaybetmeme adına panik halinde sağa sola koşuşturmacadır bunun adı. Ortadoğu’daki yeni şekillenmede varlığını sürdürmede stratejik bir planının olmadığını, günübirlik gelişmelere göre hareket ettiğini göstermektedir tüm bu hamleler. Kısaca sarhoş diplomasisi.

TC, Suriye’de HTŞ’yi belli noktalara kadar ikna etmiş olabilir, ancak ne İsrail, ne ABD’nin büyük oyun planına dâhil olamamaktadır. Bunun temel nedeni ise elbette SDG’nin Suriye de meşru bir güç olduğunu kabul etmemesidir. Ancak son günlerde gelen bir habere göre TC, kendisinin bir taraf olarak gösterilmemesi kaydıyla ‘ABD garantörlüğünde’ Suriye’de SDG ile ateşkese olumlu baktığını bildirmiştir. Bunu hiç istemeden kabul etmek zorunda kalması dediğimiz gibi Suriye’de mevcut gelişmeleri kaldıracak ciddi bir politik programının olmadığını göstermektedir. 

Kürt kaynakları, Kuzey Doğu Suriye’de SİHA ve uçak saldırıları ile top atışlarının gerçekten ciddi bir düşüşe geçtiğini söylemektedirler. Demek ki bu “sessiz ateşkes” sağlanacak gibi görünüyor. Anlaşılıyor ki Suriye sahası gerçek bir satranç tahtasına dönüşmüştür. SDG ile HTŞ’nin masaya oturması, Anayasanın ilanı ve Geçici Hükümetin diğer tüm ulus, ulusal topluluk ve inanç gruplarının dışlanarak oluşturulması, bunlar aslında oldukça hızlı gelişmeler. Bu minvalde, gerek SDG gerek TC, birbirlerine ön almak için askeri-siyasi-diplomatik ataklar içindedirler. SDG’nin HTŞ ile masaya oturması, TC’nin paniğe kapılarak Suriye’ ye hızlı bir çıkarma yapmasına neden olmuştu. TSK ve MİT Golani’nin YPG ile savaşmak istememesini bir türlü anlayamadılar. HTŞ’nin ABD ve Avrupa nezdinde kendini meşru bir güç olarak kabul ettirebilmesi, Kürtlerle aynı masaya oturmaktan geçiyordu. Golani bunun karşılığında Avrupa’daki “Bağışçılar Toplantısı’ndan 6 milyon Euro aldı. Aynı zaman diliminde gerçekleşen Sahil ’deki Nusayri katliamında TC helikopterlerinin de yer aldığının anlaşılması, saldırının HTŞ ve SDG arasındaki anlaşmaya yönelik bir taarruz olduğunu gösteriyordu. Ardından Anayasanın TC’nin istediği şekilde tesis edilmesi, SDG’de ciddi itirazlara neden oldu. Peşi sıra Kürtleri, Alevileri ve Dürzileri dışlayan hükümet modeli yine başta Kürtler olmak üzere, Suriye halklarının kabul edilemez bulduğu bir olaydı. Son olarak, Halep’in 100 bin kişiden oluşan iki Kürt Mahallesinin (Eşrefiye ve Şeyh Maksut) özerk haklara kavuşturulması ve burada “Asayiş” güçlerinin varlığının korunmasının HTŞ tarafından kabulü, SDG’nin hanesine yazılan çok önemli başarılardır.  Satranç tahtası dememiz bundandır. Bir o tarafın bir diğer tarafın birbirlerine karşı kazanımları ile ilerleyen bir oyun sürüyor. HTŞ, TC, SDG, Nusayri gruplar, Laik-modern Sünniler ve Dürziler bölgenin büyük oyuncularının asıl maksatlarını gözeterek onlarla ters düşmeden kendi siyasi-askeri çıkarları doğrultusunda mücadele etmeye devam ediyorlar.

Suriye’nin düşürülüşünün 100. gününde bunca gelişme, sürecin olağan dışı hızda geliştiğini gösteriyor. Esad’ın kaçışının ilk günlerini düşünün, SMO güçleriyle YPG’ye tüm şiddetiyle saldıran TC, şimdi onunla ateşkesin eşiğine gelmiştir. SDG’yi TC’nin yönlendirmesi ile hiç kaale almayan HTŞ, onunla masaya oturmak zorunda kalmıştır. Rusya’nın Tartus ve Lazkiye’deki askeri üslerini terk edeceği tartışılırken tersine bu tesisler Nusayrilerin sığınma alanlarına dönüşmüş, Rusya Nusayrilere yönelik katliamlardan sonra üç Nusayri köyünü kendi denetimine ve kontrolüne almıştır. İsrail ise ilk günlerde Golan tepelerini işgal etmiş ama sonra adım adım Şam’a yaklaşmış, (20 km!)  tehdit algısı olarak gördüğü askeri üsleri, alt yapı tesislerini düzenli olarak bombalamayı sürdürmüştür. Suriye hem sahada hem masada beklenmeyen çok daha büyük sürprizlere gebe bir ülkeye dönüşmüştür. Suriye,  bölgede egemenlik peşinde koşan tüm güçlerin askeri ve diplomatik ataklarını birleştirerek hareket ettiği bir alana dönüşmüştür. Herkes Kissinger doktrinini uygulamaktadır. Liderler yüz yüze zirve diplomasisi ile askeri harekâtları aynı anda uygulamaktadırlar. Yani devletlerarası geleneksel diplomasinin yerini dron ve zirve diplomasileri almıştır. 

Oluşturulan yeni Anayasa ve Hükümet modeli ile Suriye devletinin ne sürekliliği ne ekonomik refahı ne de şiddet sarmalının çözülemeyeceği ortadadır. Satranç tahtası orta yerde, hamleler devam ediyor. Erdoğan’ın ABD’ye gidişi sonrası hamle üstünlüğünün kimde olacağı yeniden belirlenecek. İçerde İmralı deklarasyonunun daha ne kadar sürüncemede bırakılacağı, 19 Mart sivil darbesinin kapsamının genişleyip genişlemeyeceği, bu darbe vesilesiyle Türkiye’deki halk muhalefetinin toparlanıp toparlanmayacağı, bunlar sınıflar savaşımının bizim tarafımızdan şimdiden hazır olunması gereken meselelerdir. Her hâlükârda bizler program ve taleplerini ilan ettiğimiz ve en geniş demokratik talepleri içine alan “Birleşik Halk Cephesi” şiarıyla, antifaşist halk muhalefeti ve direnişinin ön saflarında mücadele etmeyi sürdüreceğiz. 

 02.04.2025
Mehmet Turan