Reyhanlı patlaması AKP’nin Suriye politikasının çöküşüdür. Erdoğan’ın Obama’yla birkaç gün sonraki görüşmesinin sonuçlarıyla bu çöküş tescillenmiş oldu. ABD Türkiye’nin “uçuşa yasak bölge”, “insani koridor”, muhalefeti silahlandırma gibi bütün taleplerine “hayır” dedi. Askeri yollar yerine tek çözüm yolu olarak diplomatik siyasi yolu, 2. Cenevre Konferansı’nı gösterdi, Türkiye’den eğer bir marifeti varsa bu konferansta sergilemesini istedi. “2. Cenevre Konferansı ipe un sermektir”, “ABD’den Suriye’de daha aktif davranmasını isteyeceğiz” diyerek Washington’a uçan Erdoğan dönüşte “bu konuda fikrinizi mi değiştirdiniz?” diye soran gazetecilere “fikrimde gelişme veya değişme de diyebilirsiniz. Rusya ve Çin’in de bu sürece katılması için kısa süreli bir adım atılabilir” diyordu. Türkiye’nin Suriye politikası duvara toslamıştı.
“Esad’ın gitmesine haftalar kaldı”, olmadı “aylar kaldı” diye diye iki yıldır Suriye halkının vahşice kanını dökmeye hatta internette görüldüğü gibi hayvan gibi içmeye devam ediyorlar. Bir sonuç alamadılar. Türkiye, Katar, S. Arabistan üçlüsü İngiltere ve Fransa’yı da kendilerine amigo yapıp ABD yönetimini BAAS’ı askeri yolla devirebileceklerine inandırmaya çalıştılar. ABD Rusya ve Çin’in BM’deki blokajı kırılmadıkça bir askeri müdahalenin imkansız olduğunu elbette başından beri biliyordu. Ama kendisinin doğrudan karışmayacağı Suriye’deki bu gerici iç savaşın BAAS’ı dolayısıyla İran’ı, Lübnan direnişini ve Filistin mücadelesini güçten düşüreceğini de iyi biliyor ve bunu istiyordu. Bölgedeki müttefikleri BAAS’ı devirebilirlerse ne ala, deviremezlerse de ortamı yarın ki İran saldırısı kızıştırmış olacaklardı. Sonuçta Suriye her çeşit teknolojiyi kullanan çeteler tarafından kan gölüne çevrildi. Ama halkın ezici çoğunluğu dirayetli bir biçimde bu azgın dış müdahaleye direnmeye devam etti.
Obama artık “biz de Esad gitsin istiyoruz, ama bunun sihirli bir formülü yok” diyor. Çünkü Esad rejimi mükemmel bir rejim olduğu için değil, aksine çoktan beri gerçek bir devrimci demokrasiyle yer değiştirmeyi hak ettiği halde olayların ilk başlarında yönetime karşı demokratik tepkilerini sokaklarda ifade etmeye başlayan halk olayın rezil bir emperyalist komploya dönüştüğünü fark eder etmez kendisini “muhalefetin” arkasından çekmiş, rezervlerini koruyarak net bir biçimde Esad yönetiminin arksında durmaya başlamıştır. Batı basınında artık yarın özgür bir seçim olsa Esad’ın en az yüzde 75 oy alacağı yazılıp çiziliyor. Son olarak, arası ABD’yle hiç de kötü olmayan Irak Kürdistan Bölge Başbakanı N. Barzani’nin “Kuds El Arabi”ye söylediklerini duyduk: “Amerika Suriye’de neyin peşinde belli değil. ABD Suriye halkının en fazla yüzde 25’ini destekliyor. Çünkü “Suriyeli muhalifler” denilenler toplumda sadece yüzde 10 ila 25 arasında bir desteğe sahip” (12.05.2013 Basın). İşte bu tablo ortada dururken Suriye ordusunu yenebilecek güçte bir dış askeri müdahale de yapılmayacaksa Esad’ı devirmenin şu aşamada “sihirli bir formülü” olmadığı açıktır.
Kendilerinden başka herkesi kafirlikle suçladıkları için “tekfirci” denilen çeteler Katar ve S. Arabistan parasıyla ve Türkiye’den geçen silahlarla savaşmaya devam ediyorlar. Halkın direnişini kırabilmek için kitleleri terörize etmeye yönelik sokak patlamalarını, kelle kesme, cesedin kalbini söküp yeme gibi “icraatlarını” internette yayınlıyorlar. Ama bu işler Suriye halkında çözülme yaratmak yerine aksine onları yıllardır bizar oldukları mevcut devlet otoritesine daha çok bağlıyor. Açıkça “İslam Emirliği kuracağız, Alevi, Dürzi, Hıristiyan kafirleri yok edeceğiz” diyen, ya da “Hıristiyanlar Beyrut’a Aleviler tabut’a” diye sloganlar ataları halk niye desteklesin? Kürtlere askeri okullara gidip subay oldukları ve BAAS yönetimiyle on yıllardır iyi geçindikleri için “Alevilerin köpeği” sıfatı yakıştıranları Kürtler niye desteklesin? “Gerçek Müslüman biziz, bizim gibi yaşamayan kafirdir” diyeni Sunni Suriyeliler niye desteklesin? Hatay havaalanında her gün sırt çantalı bıyıksız ve sakallı gençlerin uçaklardan indiğini ya da uçaklara binip gittiğini bütün Hataylılar görüyor. Suriye şu an dünyanın her tarafındaki El Kaideci İslami gruplar için mükemmel bir pratik eğitim alanıdır. Savaşın pratiğinde en profesyonel eylemlerde pişip, ölmez de sağ kalırsa savaştığı her ay için aldığı birkaç bin dolar Katar-S.Arabistan parasıyla kendi ülkelerine dönmektedirler.
İşin garibi Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’dan daha etkili savaşan ve ÖSO militanlarının dörtte birini kopartıp kendine çeken bu El Kaide çeteleri ABD ve Batı’nın da gözünü korkuttuğu için onlardan “hak ettiği” desteği artık görmüyor. ABD’nin baskısı altında Türkiye de onlara vaat ettiği gelişmiş silah yardımından caydı. Erdoğan Amerika dönüşünde “muhalif kanadın yanında yer almaya devam edeceğiz ama uçlara da müsaade etmeyiz. Suriye halkının bedel ödemesini istemeyiz. Kimin ne oyun oynadığı malum” (19.03.2013) derken mezhep savaşı çıkartmaya çalışan bu grupları kastediyordu.
Hergün ölen, öldüren bu gruplar kendilerini yarı yolda bıraktığı için Türkiye hükümetinden bunun hesabını soracaklardır. Reyhanlı patlamasını bunlar yapmadıysa bile yarın öbür gün mutlaka benzerini yapacaklardır. Reyhanlı’yı Suriye Muhaberatı’nın yapmış olması da gayet mantıklıdır. Şam’da Halep’te, çarşıda meydanda üniversitede her defasında 50-60 masum insanın ölümüyle sonuçlanan patlamaların ardında Türkiye’nin olduğundan kimsenin kuşkusu yok. Bir ülkeye karşı ilan edilmemiş, yasadışı bir savaş yürütüyor ve sivil halka saldırıyorsan aynı biçimde misillemeye uğraman savaşın tabiatı gereğidir.
Sonuçta Reyhanlı olayı, arkasında ister Muhaberat ister El Nusra çeteleri olsun, peşi sıra Erdoğan’ın Washington’da uğradığı hayal kırıklığı ile birleşince Suriye konusunda tam bir iflası ortaya koymuştur.
Türkiye, Katar, S. Arabistan artık Suriye konusunda Batı’dan askeri bakımdan medet umamazlar. Aslında işin buraya varacağı baştan belliydi. Çünkü Suriye bir Libya değildi. Libya’da daha baştan Fransız, İngiliz hava kuvvetleri Libya hava kuvvetlerini etkisiz hale getirmiş, NATO gemileri Libya’yı abluka altına almıştı. Suriye’de ise en güçlü NATO ülkelerinin bile askeri bakımdan işin içine doğrudan dahil olması mümkün değildi. Çünkü hiçbir başka ülkeyle “stratejik işbirliği anlaşması” olmayan Kaddafi’nin tersine Suriye’nin hem Rusya hem İran ile stratejik işbirliği (yani “sana saldıran bana saldırmış demektir”) anlaşmaları vardı. Bu yüzden Esad yönetimi karambole getirilip ilk birkaç ayda devrilemediği takdirde, iş uzadığında vaziyetin bu noktaya geleceği belliydi. Rusya ve İran’la savaşmayı göze almaksızın hiçbir devlet Suriye’ye açık askeri müdahalede bulunamazdı. En fazla şimdiye kadar yaptıklarını yapar, gayrımeşru, gizli yollardan çetelere olabildiğince silah verirlerdi. Ama ne uçuşa yasak bölge, ne tampon bölge, ne “insani koridor” açabilirlerdi. Rusya ve İran şimdiye kadar Türkiye’yi işbirlikçi Arap devletlerini ve Batı’yı “yanlış yoldasınız, bu krizin askeri bir çözümü olmadığını sizler de gayet iyi biliyorsunuz” diye soğukkanlıca uyarırken Suriye ile olan bu askeri anlaşmalarını kastediyorlardı.
Ayrıca Suriye’nin hava savunma sistemi Rusya’ya, İran’a rağmen emrivaki yapmayı düşünebilecek olanların gözünü korkutmaya yetiyordu. ABD’li “politik analist” Henry Barkey diyor ki: “Suriye’nin hava savunma sistemi çok güçlüdür. “No-fly-zone” (uçuşa yasak bölge) yaratamazsınız. Bunlar bilinmeden TV’lerde, binlerce ‘uzman’ konuşuyor. Bilmiyorlar ki, 1983-84 de Lübnan’da Hizbullah Amerikan Deniz Piyadelerinin üssüne saldırıp 280 deniz piyadesini öldürdüğünde ABD misillemeye karar verdi. Ve Bekaa Vadisi’ne saldırdı, ve fakat Suriye’nin uçaksavar sistemi iki ABD uçağını düşürdü. Pilotlardan biri öldü diğerini Suriye rehin aldı. Kısacası Türkiye-Suriye arasında “uçuşa yasak bölge”ye dayalı bir ‘tampon bölge’nin ne kadar zor olduğunu ABD kendi tecrübesinden biliyor. ABD olarak kesinlikle tampon bölge yapmayız” (Ezgi Başaran’a röp. 11 Ekim 2012 Radikal)
Böyle oluca ABD’nin elinde iki seçenek kalıyordu. Ya Suriye krizini uzatarak Şam’ı iyice güçten düşürüp İran’a yapacağı nihai hamlenin yan bir sonucu olacak biçimde şimdilik BAAS’ın devrilmesini ertelemek. Ya da Rusya’yı Esad’sız bir yönetime ikna etmek. Davutoğlu ve Erdoğan ise Deraa hadiseleri olur olmaz Mısır ve Tunus’taki gibi Ihvan iktidarına hızlı bir geçiş görmeyi umarak işin içine balıklama daldılar. Oysa Suriye BAAS yönetiminin Mübarek ve Z. Abidin Bin Ali’nin Amerikancı ve İsrail yanlısı diktatörlüklerine benzer bir yanı yoktu. Suriye yönetimi 20.yy. dünyasında karşıt kampta yer alan, reel sosyalizmin çöküşünden sonra kapitalist Rusya ile de eski anlaşmalarını sürdüren, İsrail’le “savaş hali”ni resmen hala devam ettiren, Camp David ihaneti sonrasında oluşan “Red Cephesi”nden bu güne kadar ayakta kalan tek Arap yönetimiydi. Hizbullah ve HAMAS’ın bir numaralı destekçisi, bundan dolayı aynı zamanda İran’ın da bölgedeki bir numaralı müttefikiydi. Suriye hem Arap milliyetçiliğinin ilk doğduğu hem “BAAS sosyalizmi” fikrinin ilk örgütlendiği, ilk Arap Komünist Partisi’nin kurulduğu, aynı zamanda Arap dünyasının dünyaya en açık olan entelektüel merkezi durumundaydı. Pek çok petrol ülkesinden farklı olarak kayda değer bir yeraltı serveti olmaksızın devlet kapitalizmi uygulayarak sınıf eşitsizliklerini uçurumlaştırmadan halkı doyurmayı başaran, kıt kanaat yaşasa da Arap dünyasının Libya’yla birlikte en başı dik ülkesiydi.
Rejimdeki bütün bürokratik yozlaşmaya, demokratik hak yoksunluğuna, ağır polis baskısına ve oğul Esad’ın “dünyaya ayak uydurmak adına neoliberalizm uygulayarak halka bedava verilmekte olan temel tüketim mallarındaki devlet sübvansiyonunu kaldırarak yol açtığı ani fakirleşmeye rağmen Arap dünyasındaki işte bu ayırt edici özellikleri nedeniyledir ki, Deraa olayları sonrasında haklı demokratik özlemlerle ayağa kalkan Suriye halkı işin arkasında emperyalist komployu fark eder etmez ülkenin geleceğini sahiplenmek adına çetelere karşı net bir biçimde tavır almıştır.
Mısır ve Tunus tümüyle içerideki toplumsal güç dengelerinin ürünüdür. Libya ise tümüyle bir dış müdahalenin sonucu. Suriye’de ise ne içerideki güç dengeleri BAAS’ı devirmeye yeterlidir, ne de bir dış askeri müdahaleyle devirme imkanı vardır. Aslına bakılırsa Suriye toplumunda sınıf mücadelesi özgür bir biçimde işleyebilse ve Sunniler, Kürtler, Dürziler, Aleviler kendi demokratik taleplerini özgürce savunabilseler, yozlaşmış BAAS diktatörlüğü yerini pekala yurtsever askerlere de kapalı olmayan halkçı demokratik bir emekçi iktidarına terk edebilirdi. Suriye toplumunun Sunni çoğunluğunda da Alevi, Dürzi, Hıristiyan kesimlerinde de bu siyasal olgunluk vardır. Ama BAAS yıllardır halka “demokratik açılım” sözü verip layıkıyla yerine getirmeyerek, sadece ekonomik alanda kapitalizme doğru “açılım” yapıp bunun sonucunda yoksullaşan halkın taleplerine kendini kapatarak toplumsal bir patlamanın bütün taşlarını döşedi. Üstelik halka kendini az çok sevdiren oğul Esad demokratikleşme vaadleriyle halktaki beklentileri yükseltmişken Deraa vesilesiyle gösteriler patladığında eğer iş dışarıdan organize edilmiş bir silahlı Ihvan (Müslüman Kardeşler) ayaklanmasına dönüştürülmeseydi, yönetim geriletilerek tamda bugün tartışılan “demokratik geçiş” iç dinamiklerle ve halkçı muhtevada pekala gerçekleştirilebilirdi. Tabi böyle bir geçiş koalisyonunda BAAS’ın müstakbel ortağı şimdi dayatıldığı gibi Ihvancı katiller değil, Sol’un yönetimden dışlanmış olan belli kesimleri ile yurtsever Sunni muhalifler olacaktı. Böyle bir yönetime geçiş iç dinamikle pekala mümkündü. Ancak dış destekli silahlı saldırılarla Suriye’yi Müslüman Kardeşler’in veya selefilerin İslam Emirliğine dönüştürme girişimi süreci bambaşka bir çığıra soktu. Sokaktan çekilen halk Amerikancı bir Ihvan yönetimi ya da ne idüğü belirsiz bir El Kaide idaresi yerine mevcut rejimi yeğledi.
BAAS yönetimini ne içerden ne dışarıdan askeri müdahale ile yıkma şansı kalmayınca ABD mecburen Rusya’yı ikna ederek onun baskısıyla sonuç alma derdine düştü. Askeri müdahale ya da açık silah yardımının keskin taraftarı olan Fransa ve İngiltere de sonunda aynı çizgiye geldiler. Nihayet AKP de haftalar içinde olmadı aylar içinde bitecek derken iki yıldır süren ve nasıl biteceği belli olmayan bir iç savaşın yanı sıra dörtyüz bin mülteciyle burnu iyice sürtülmüş olarak aynı noktaya geldi.
Abdullah Gül, daha Erdoğan Washington’dan dönmeden ayrımını bu konuda da ortaya koyuyor, Kayseri’den hükümeti azarlıyordu: “Ben başta da söyledim. Rusya işin başında sürece dahil edilmeliydi. Rusya ve Çin sürece dahil edilmeden sonuç alınamaz. Hele Rusya işin doğrudan tarafı. Şimdi Rusya’nın kanı durdurmak için harekete geçmesini takdirle karşılıyorum” (17.05.2013). Bu sözler devletin tepesinde Suriye konusunda tam bir birlik olmadığını bir kere daha göstermiş oldu. Çünkü 1. Cenevre Konferansı’nın başarısız kalmasının başlıca sorumlusu Katar, S. Arabistan’la birlikte AKP hükümetiydi. Konferansın hemen ardından “Suriye muhalefeti”ne Esad yönetimiyle görüşmeme kararı aldıran, bu kararla “Suriye’nin dostları” platformunda görüşünü belirleyen Erdoğan hükümeti ve Davutoğlu idi.
Şimdi hükümetin burnu sürtülmüş olara ‘Cenevre-2’ye evet demiş olması; bir zamanlar 50-100 ülkeyi bir araya getirdikleri “Suriye’nin Dostları” platformunu toplayamaz hale gelmeleri ve onun yerine on küsur ülkeden oluşan “Suriye’nin Dostları Çekirdek Grubu” adı altında iyice daralmaları; SUK’un başarısızlığı üzerine SDMK’nın kurulması, ama son Kahire toplantısında Yüksek Kürt Konseyi eş başkanı Sinem Muhammed’in Gündem gazetesinde aktardığına göre SDMK’nın da tasfiye edilip yerine muhtemelen PYD’yi ve BAAS’la görüşmeyi kesmeyen laik çevreleri bile içine alacak ve illerden seçimle oluşacak “Suriye Demokratlar Birliği” adıyla yeni bir platform oluşturma kararı alınması, bunların hepsi AKP hükümetinin Suriye politikasının iflasının göstergeleridir. Benzeri başarısızlıklarında olduğu gibi politik alternatifsizlik sayesinde AKP Suriye başarısızlığınında üstünü örtüp pişkince geçiştirmeye çalışıyor. Ancak Suriye krizi henüz bitmedi. Suriye’de hükümet politikasının yenilgisi AKP hükümetinin tümden bitişini getirme potansiyeli taşımaya devam ediyor.
Peki ABD ve Rusya’nın toplayacağı “Cenevre 2” ne kadar sonuç alabilir?
El Nusra gibi grupların bu konferansta yer almayacağı biliniyor. Ama BAAS yönetimi Müslüman Kardeşler’in yer alacağı bir konferansı kabul eder mi? Etti diyelim, onların yer alacağı bir geçiş hükümetine onay verir mi? Bunlar çok şüpheli. Çünkü El Kaideci gruplara nazaran bazılarının “ılımlı islam” zannettiği Suriye Ihvan’ı başka ülkelerdeki Ihvan’la kıyaslanamayacak kadar tarihi ve bugünü kirli, sıradan halka ayrımsız terör uygulamasıyla bilinen bir örgüttür. 1982 Hama olaylarına giden yolu sıradan insanlara ayrımsız şiddet uygulayarak kendileri döşediler. Hama’dan sonra ise daha da pervasızlaştılar. Alevileri “katli vacip kafir” ilan ettiler. Öyle ki Hafız Esad Alevilerin de Müslüman olduğuna dair fetva almak zorunda kaldı. Suriye’nin 1980’li 90’lı yılları yolcu otobüslerinin, trenlerinin Ihvan hareketi tarafından havaya uçurulduğu, her seferinde Alevi-Sunni demeden onlarca sıradan insanın öldüğü yıllardır. BAAS 1990’larda Müslüman Kardeşler’den bu tür eylemleri reddederek kopan kanatları bir şekilde rejime dahil etti. Bugün Esad veya BAAS’ın bu kirli geçmişi savunan ve devam ettirenlerle bir “geçiş hükümetinde” birlikte yer alacağını ummak hayaldir. Ihvan’ın yaşadığı bu çıkışsızlık son dönemde kendi saflarında “geçmişte yanlışlar yaptık, özeleştirisini verelim” şeklinde tartışmalara yol açıyor. Ihvan kendi kirli tarihiyle hesaplaşırsa büyük ihtimalle BAAS yönetimi şimdiye kadar bu nedenlerle Ihvan’dan kopanlarla nasıl uzlaştıysa Ihvan’ın kendisiyle de çoğulcu, serbest seçime dayalı bir yönetim çerçevesinde uzlaşma yolu arayacaktır. Değilse Müslüman Kardeşler ile Suriye yönetiminin birlikte yeni bir dönem başlatmasını kimse beklememelidir. Çünkü eski çizgisiyle Suriye Ihvan’ı, El Nusra’dan o kadar da farklı değildir. Tunus’taki En Nahda ya, Mısır’daki Adalet ve Hürriyet Partisi’ne, Türkiye’deki RP, AKP’ye vs. benzetilemez. Kaldı ki Ihvan da Esad yönetimiyle bir “geçiş hükümetinde” yer almaktan kaçmaktadır.
Velev ki Rusya Tartus Deniz Üssü’nü korumak ve yeni Suriye yönetiminden silah satışı karşılığı birikmiş alacaklarını tahsil etme garantisi gibi garantiler karşılığında ABD ile anlaşsın ve önce Esad’ın sonra BAAS partisinin yönetiminden dışlanması için Suriye’ye baskı yapmaya başlasın. Bir sonuç alabilir mi?
BAAS içi darbe gibi karışıklıklar yaratılmadığı takdirde Rusya da kolay kolay bir sonuç alamaz. Geçen yıl Şam’da üst düzey güvenlik toplantısında patlayan bomba bir darbe teşebbüsüydü, ama ne o zaman ne daha sonra bu tür girişimler başarılı olamadı. Aksine, Türkiye-Katar-Amerika-İsrail ile uzlaşmayı savunan generaller hatta bir başbakan kaçmak zorunda kaldı. Buna karşılık Batı kendi ülkelerinde bulunan bir tek Suriyeli diplomatı bile iki yıldır Esad yönetimine ihanet ettirmeyi başaramadı. Rusya da ‘BAAS’ı çekilmeye zorlasın, kolay kolay başaramaz.
BAAS’ı eskiden Sovyetler Birliği’nin şimdide yeni, kapitalist Rusya’nın her dediğini yapan bir parti zannedenler çok yanılıyor.
Hafız Esad döneminin BAAS’ı bölgede değişen güç dengelerine göre çok çabuk politika değiştirebilen pragmatist bir partidir. Ama onca iç yozlaşmaya ve kopmalara, hatta Esad ailesi içindeki ayrı baş çekmeler (Rıfat Esad) rağmen kuruluş temellerine bağlılığını sürdüren asker-sivil-bürokrat-güvenlik aygıtından sadık bir kadro yapısına da sahiptir. Arap milliyetçiliği, laiklik, bir çeşit sosyal adaletçilik, kararlı bir antisiyonizm gibi ilkeler bu kadronun dışarıda İsrail ile, Nasır’la, Saddam’la, içeride Ihvan’la, kimi zaman komünistlerle mücadele içinde bir şekilde bağlı kalmaya çalıştığı ideolojik zemin oldu. Suriye’de BAAS’ın ve Devrimci Gençlik Birliği’nin bu ilkeleri için ölmeye hazır, kendine göre idealleri olan insanlar yönetimde de toplumda da az değildir.
Suriye yönetiminin geçmişte de “burnunun dikine” gittiği ve Sovyetler Birliği’yle çeliştiği hatta bütün Arap dünyasıyla karşı karşıya geldiği durumlar çok oldu. Örneğin 1975-91 Lübnan iç savaşında Hıristiyanları korumak için bütün Lübnanlı Müslümanları karşısına almayı göze aldı ve bütün dünyaya rağmen ülkeye 60 bin asker soktu. Sonra bu gücü Hıristiyan Falanjistler karşısında Filistinliler ve Lübnanlı Müslümanlar ve komünistler lehine de kullandı. Ama sonuçta bütün dünya devletlerine rağmen bir ülkeye onbinlerce asker sokmak ve bu gücü 30 sene o ülkede tutmayı göze almak maceracılık derecesinde bir gözü karalıktı.
Keza 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgalinden sonra Suriye devleti Sovyetler Birliği’nin bütün baskılarına rağmen Filistin hareketine müdahale etti. Arafat’ı ve El Fetih’i hain ilan ederek Suriye’deki Filistin muhayyemlerinden ve Lübnan topraklarından kazıdı, binlerce El Fetih’ci Filistinliyi yıllarca hapislerde çürüttü. El Fetih’i bölerek kendine bağlı birkaç Filistinli silahlı örgüt birden kurdu. Marksist Filistinli örgütlere tolerans gösterdi ama onları da sınırladı.
Sovyetler Birliği 1976’dan itibaren Suriye’nin FKÖ’ye ve Lübnan Vatan Hareketi’ne müdahalelerini eleştirmekle kalmadı, ceza olarak Suriye’ye silah sevkiyatını yavaşlattı. Yine de BAAS’ı burnunun dikine giden bu tutumundan çevirmeyi başaramadı. Birbirine düşman olan Irak BAAS’ı ile Suriye BAAS’ı yöneticilerinin her ikisi de o yıllarda Sovyetler Birliği ile dosttu. Suriye’nin El Fetih’e müdahalesinin nedeni sadece Lübnan’da İsrail’le iyi savaşmaması, geri çekilmesi vs. değil aynı zamanda El Fetih’in Saddam tarafından destekleniyor oluşuydu. Sovyetler Birliği Irak ve Suriye yöneticilerini barıştırmak için Suriye’ye her çeşit baskıyı yaptı ama sonuç alamadı. Daha önce Nasır Mısır’ıyla “Birleşik Arap Cumhuriyeti” denemesinden sonra kopan Suriye’yi Nasır’la bir türlü barıştıramamıştı.
Suriye’nin 1980-88 İran-Irak savaşındaki tutumu da unutulacak gibi değildir. Bütün Arap dünyası Farslar karşısında Irak’ı desteklemiş, sadece Suriye (ve Kaddafi) bütün Arap ülkelerini karşılarına alma pahasına İran’ı, Farsları desteklemişlerdir.
Bugün Cenevre-2’de Rusya ve ABD şayet BAAS’ın süreç içinde gitmesinde hemfikir olurlarsa Rusya hangi diplomatik, ekonomik baskıyı uygularsa uygulasın Esad yönetimi buna da gücü yettiğince direnecektir. “Esad’sız BAAS’la geçiş süreci, daha sonra BAAS’sız bir Suriye” perspektifini hiçbir şekilde kabul etmeyecektir. Suriye bu uğurda gerekirse savaşın başta Lübnan, Ürdün ve Türkiye olmak üzere her tarafa yayılmasını göze alır. Dünyanın “süper güçlerini” ikna etmenin yolunu savaşı yaymakta bulursa bunu yapmaktan kaçınmaz. Şam’ın belki karşısında duramayacağı tek güç BM Güvenlik Konseyinde Rusya ve Çin’in de dahil olacağı bir karar olabilir. Ama işin o noktaya varmaması içinde her şeyi yapar. Bu, Beşar Esad’ın iktidar sevdalısı olmasından kaynaklanmıyor. Aksine Beşar, aile içinde hayatını siyasete göre düzenlemeyen evlat idi, İngiltere’de göz doktoruydu. Ama babasının yerini alması beklenen abisi Basil trafik kazasında öldüğü için, Hafız öldüğünde “veliahtlık” ona kaldı. Siyasi ihtirasları olan biri değil ama halkına ve toprağına bağlı birisi olarak biliniyor. Ne var ki şu an öyle bir tarihi moment oluştu ki Esad ismi BAAS için bir sembol haline geldi. Başka bir zamanda başka şartlar altında BAAS içinde Esad ailesinden olmayan Sunni, Alevi, Dürzi herhangi birisi devlet başkanı olabilirdi. Böyle çok sayıda deneyimli siyasetçi var. Ama şu an Esad’ı feda etmek BAAS açısından başka şeyleri de feda etmek anlamını taşıyacağı için Esad’ın 2014 seçimlerinde de aday olacağı anlaşılmaktadır. Seçileceği de kesindir.
Peki Suriye krizi nasıl sonuçlanacak?
Suriye ne Tunus ne Mısır ne Libya ne Yemen’e benziyor. Suriye krizi Ortadoğu’da başlayan ve nereye evrileceği, kaç sene süreceği şuan belli olmayan alt üstlük bitmeden bitmeyebilir. Tam tersine Suriye krizi Ortadoğu’daki altüstlüğü daha da derinleştiren, hem Ortadoğu’yu yakan hem kendisi Ortadoğu’daki kargaşadan beslenen bir yangın olarak komşu ülkelere yayılarak sürebilir. BAAS’lı bir siyasi çözüm bulunmadığı takdirde ya böyle olacaktır ya da ABD ve İsrail’in İran’a yönelik nihai hamlesi şayet başarılı olur da İran rejimi düşerse Suriye’de onunla birlikte düşebilir.
Bu çatışmada devrimciler, antiemperyalistler tavırsız ve tarafsız kalamazlar. PYD’nin Rojava Kürdistan’da Kürt halkının çıkarını kollama temelinde “üçüncü bir çizgi” izlemesi Kürt halkı için doğru olandır. Ama Suriye’nin diğer yerlerinde hem BAAS’a hem ÖSO ve çetelere eşit mesafede ayrı bir iktidar alternatifi oluşturulması şu an ihtimal olarak bile söz konusu değildir. BAAS’ın ve SKP’nin de dahil olduğu iktidardaki “İlerici Ulusal Cephe”nin dışında kalan bazı sol ve muhalif güçlerin (bir ara PYD’de bu platformdaydı) oluşturdukları “üçüncü blok”, dış müdahale ve savaşın tırmanması karşısında bazı anayasal reformlar karşılığında Esad yönetimiyle diyalog çerçevesinde yönetime katılmıştır. Birisi “ulusal diyalog”la ilgili diğeri savaş ve ekonomiyle ilgili olarak hükümete iki bakan vermişlerdir. Ama aynı zamanda hükümet dışı bir siyasal odak olarak da etkinliklerini sürdürmeye devam etmektedirler.
Suriye krizine çözüm ancak ve ancak İhvan’ın, ÖSO’nun ve El Nusra gibi çetelerin etkisiz kılınması temelinde olabilir. Bunların iktidarı alacağı veya iktidarı paylaşacağı bir çözüm olası değildir. Tek gerçekçi çözüm bu silahlı güçlerin dışlanması üzerinden ülkenin bağımsızlığından yana olan en geniş siyasi güçlerin tümünü Sunni dindarları, Dürzileri, Kürtleri, Hıristiyanları içeren bir geçiş hükümetidir. Daha sonra serbest seçimler ve demokratik anayasa söz konusu olabilir. Kürtler özerk veya federal bir yönetim oluşturacaklardır. Şam Rojava’da şu anki özerkliği fiilen tanıyor durumdadır. Sözümona İslamcı geçinen muhalefet ise Arap milliyetçisi BAAS’dan bile daha çok Arap milliyetçisidir Kürtlerin karşısında. Ne SUK ne SDMK Kürt haklarını tanımamıştır. S. Arabistan’dan Arap Emirliklerine kadar bütün gerici Arap rejimleri yıllardır Irak’taki Kürtlerin mücadelesini nasıl “Arap vatanını bölmek” olarak gördülerse şimdi Suriye Kürtlerini de aynı şekilde Arap toprağını bölmekle suçluyor, Kürt düşmanlığı yapıyorlar. Eğer Suriye’nin bütünlüğü içerisinde özerk veya federe bir yapı olarak kalacaklarsa Suriye Kürtlerinin çıkarına olan şu andaki tek gerçekçi çözüm Şam’da bir BAAS, Sol muhalefet, Sunni dindarlar ve Kürt ittifakıdır. Ihvan’ın yöneteceği bir Şam rejiminin bünyesinde Kürtlerin özgür olma imkan ve ihtimali yoktur.
Eğer bu çözüm gerçekleşirse Suriye’de olağanüstü bir demokratikleşme süreci başlar ve bütün bölgeyi olumlu yönde derinden etkiler. BAAS tarihi olarak ömrünü doldurmuş yurtsever bir partidir. Böyle bir halkçı demokratik çözüm onu da aynı zamanda siyasal bakımdan sağ, sol, liberal, batıcı milliyetçi vb. eğilimlere çözüp ayrıştıracak ve tarih kitaplarına havale edecektir.
Devrimcilerin, sosyalistlerin bugün için savunacakları gerçekçi çözüm budur.
Türkiye ve dünya sol’u Libya’da olduğu gibi Suriye krizinde de alabildiğine ayrıştı. Çoktandır solun beynine giren liberalizm mikrobu ve genel burjuva liberal ideolojik hegomanya solun herhangi bir olayı değerlendirirken temel kriterlerini ve pusulasını bozmuş vaziyette.
Çatışan taraflarda temsilini bulan toplumsal, sınıfsal politik, uluslar arası çıkarlar değil soyut tarih dışı bir demokratizm birçoklarının ölçüsü olmuş durumda. “Özgürlük” ve “demokrasi” kelimeleriyle ABD kitleleri aldatabildiğinden bile daha kolay bazı solcuları kandırabiliyor. Bush “Saddam’sız bir dünya daha iyi bir dünyadır”, derken Irak’a “demokrasi ve özgürlük” götürüyordu. “Kaddafi’siz bir dünya daha iyi bir dünyadır” diyerek Libya’yı “özgürleştirmesini” de destekleyen çok solcu oldu. Sonuçta ne özgürlük ne demokrasi geldi buralara. Ama beyni liberalizm mikrobuyla dumura uğrayanlar hiçbir şekilde ders almıyor. Şimdi de aynı ABD “tarihin doğru tarafında yer alın” diyor, yani Suriye’de galip gelecek olan güçlü tarafta saf tutun diyor. Bir tarafta demokrasi ve özgürlük adına S.Arabistan kralı, Katar Emiri, Şeyhler, Sultanlar, T. Erdoğan, Amerika, Alevileri öldürmeye yemin etmiş “demokrat ve özgürlükçü” Ihvancılar, diğer tarafta “diktatör” Esad! Madem demokratsın yerin S. Arabistan’ın, Tayyip’in, Ihvan’ın yanı!
Suriye krizinde dış destekli çetelere karşı savaşan cephede Suriyeli komünist ve sosyalist partiler olduğu gibi muhalefeti destekleyenler arasında da birkaç Suriyeli solcu isim bulunması kafaları karıştırabilir. Önce SUK şimdi SDMK isimli muhalefet bloku bu konularda oldukça uyanık. Çıplak bir Ihvan muhalefeti olarak ortaya çıkmamaya özen gösteriyor. İlla ki aralarına Batı’da yaşayan Kürt, Hıristiyan bazı isimleri ve gadre uğramış bazı eski Baascı veya solcuyu da almaya hatta bu tür isimleri öne çıkartıp lanse etmeye gayret gösteriyor. Dolayısıyla SDMK saflarında hem “Çiçekli” soy isimli birilerine (muhtemelen 1949’daki sağcı darbeyi yapan Albay Edip Çiçekli’nin bir yakını), hem Davabalî soyadlı bir başka şahsa (1961-63 arasında SKP’yi yasaklayan Ihvancı diktatörlüğün başbakanı Maruf Davabilî’nin bir yakını olmalı) rastlıyoruz. Ama hem Abdulhalim Haddam gibi (Hafız Esad zamanında devlet başkanı yardımcısı), Salah Cedid gibi (Hafız Esad’la birlikte iktidarı alan cuntanın Alevi kökenli BAAS yöneticisi subaylardan olup tasfiye edilen ve uzun yıllar hapis yatan sol kanat Baascı lider) veya Riyad et-Türk (SKP’de “politbüro muhalefeti” adıyla 1960’ların sonunda ortaya çıkan parti içi muhalefetin 30 yıla yakın hapis yatan lideri) gibi isimlere de muhalefet saflarında rastlıyoruz. Sonuçta ne bu eski komünistin ne eski Baascıların mevcut muhalefette en küçük bir etkisinden söz edemeyiz. Süryani George Sabra’yı, Kürt Abdülbasit Seyda’yı SUK ve SDMK başkanı olarak lanse edip isimlerini kullandıkları gibi onların da isimlerini muhalefetin aslında ne kadar geniş bir etnik, dini, siyasi yelpazeyi temsil ettiğini ispatlamak için kullanıyorlar. Sonuçta tüm bu isimleri bir kenara koyup olaya sade biçimde baktığımızda, emperyalizm yanlısı, Türkiye-Katar-S. Arabistan’ın desteğindeki çeteler bir tarafta, İsrail’e karşı Arap dünyasında tek direnen güç olarak Suriye diğer taraftadır.
Solda liberal tavıra Gilbert Aschar isimli Lübnanlı Fransız solcusu, Türkiye’de Birikim yazarı Mete Çubukçu gibileri örnek olarak verilebilir. Bunlar başından itibaren kararlı biçimde ÖSO’yu ve ABD’nin Suriye planlarını demokrasi adına desteklemektedirler. Tarık Ali’de başlangıçta Suriye’de demokratikleşme getireceği umuduyla muhalefeti desteklemişti, ancak iş halka yönelik emperyalizm destekli teröre dönüşünce tutumunu değiştirdi. Türkiye’de ise liberal tavır kendini daha çok “orta yolculuk” biçiminde gösteriyor. Ortayolculuk Öcalan’ın “kim Kürtlerin hakkını verirse onunla çalışsın” sözlerini ve PYD’nin Rojava’da “üçüncü çizgi” açıklamasını da kendine dayanak yapmaya çalışıyor. Oysa orası Kürdistan ve orada elbette ki ne Arap BAAS’ın ne Arap SDMK’nın egemenliğine yer olmamalıdır. Batı Kürdistan’da bu iki Arap gücünden birinin egemenliğine değil, üçüncü bir gücün yani Kürdistan’ın kendi Kürt halkının egemenliğine ihtiyaç var. Bunu iki tarafa da bulaşmadan iki tarafla da savaşmadan gerçekleştirebilirse ne ala. PYD bunu yapmaya çalışıyor.
Rojava’yı bir kenara bırakıp Suriye’nin Arapların yaşadığı geriye kalanına baktığımızda Şam, Halep, Humus, Rakka, Lazkiye vs. de üçüncü yol diye bir alternatif şimdi söz konusu bile olamaz. İki yıl önce iç savaş başlamadan evvel doğru olan buydu ve bu mümkündü. Bu amaçla “Ulusal Koordinasyon” adıyla solcu bir üçüncü blok oluşmuştu. Şimdi ise alabildiğine yıkıcı bir savaşın ortasında, sıfır askeri güçle üçüncü bir cepheden söz etmek olanaksızdır. Bu yüzden, örneğin Ufuk Uras’ın “ne ABD ne Esad” (Gündem 21.05.2013) tavrı hiçbir pratik değer taşımaz. Zaten taraflardan biri emperyalist destekli bir iç savaş başlatınca üçüncü blok olmaya aday “Ulusal Koordinasyon” savaşta taraf olmuş dışarıdan bakan vererek hükümete katılmıştır. Mevcut durumda Suriye hükümeti BAAS’la birlikte birisi eskiden beri İlerici Yurtsever Cephe’nin üyesi olmak üzere iki ayrı KP’yi ve hükümetin diğer partilerini içermektedir. Engin Erkiner ise (Gündem 16.05.2013) Reyhanlı patlamasının sorumluluğunu Şam yönetimine konduramayıp El Kaidecilere veya İsrail’e malettikleri için sola kızıyor, Ergenekoncuların da Esad yönetimini savunduğunu söyleyerek solcuların çoğunun Suriye konusunda Ergenekoncularla ortaklaştığını belirtiyor. Türkiye devrimci hareketinin hakim çoğunluğunun Suriye krizindeki tavrı genel hatlarıyla doğrudur. Emperyalistler ve neoOsmanlıcı AKP hükimeti ile S. Arabistan gibileri karşısında Suriye halkını savunmakla Türkiye devrimci hareketi doğru tavır almıştır; keşke Suriye’yi bu dış müdahale karşısında daha aktif savunabilsek…
Devrimcilerin tavrını Ergenekoncuların, İP’in tavrıyla özdeşleştirmek gaflet olur. Doğru, Ergenekoncular da dış müdahaleye karşı Suriye’yi savunuyor gibi görünüyorlar. Ama onların maksadı kendilerini Silivri’ye kapatan AKP hükümetinden intikamdan başka bir şey değil. Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimcilerin Suriye ile ilişkileri de Ergenekoncuların Suriye ile “ilişkileri” de bellidir. Suriye 12 Eylül’de binlerce Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimciye kucak açmıştır. PKK’nin bugünlere gelmesinde Suriye ve Ortadoğu sahalarının olanakları tartışmasızdır. Öcalan Yunanistan’dan Rusya’ya ve Avrupa devletlerine kadar Kürtlere karşı ikiyüzlülük yapan ülkelerin hepsini sorguda, mahkemede teşhir etmiştir. Ama 1999’da ağır dış baskı karşısında kendisini hudut dışı eden Suriye yönetimi hakkında herhangi bir olumsuz sözünü hatırlamıyoruz. Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimciler Suriye’nin olanaklarını değerlendirirken şimdiki Ergenekoncular ne yapıyordu? JİT başkanı olarak yargılanan Tuğgeneral Levent Ersöz’ün 1981’de teğmen iken huduttan Kamışlı’ya sızarak bir evde sekiz Kawa’cı devrimciyi öldürenlerden birisi olduğunu yeni öğreniyoruz. Ergenokoncuların bazıları ise 1990’larda Şam’da Öcalan’a suikast peşindeydi. Ergenekon dediğiniz aygıt 1980’li yıllarda Ihvancıları Türkiye’de askeri kışlalarda eğitiyordu. Türk astsubayları Suriye’de yolcu otobüsü patlatıp masum insanları öldürmekten Ihvancılarla birlikte yargılanıyor, suçlarını Suriye devlet televizyonunda itiraf ediyorlardı. Ergenekoncu Perinçek ise Esad Suriye’sini “Sovyet sosyal emperyalizminin” Türkiye’ye yönelik yıkıcı-bölücü faaliyetlerinin üssü olmakla suçluyordu. Velhasıl Türkiyeli devrimcilerin Suriye krizindeki genel hatlarıyla doğru tavrını Ergenekonla, CHP’yle benzeştirmek abestir. E. Erkiner aynı yazıda Reyhanlı patlamasının “Türkiye’nin gerçek gündemi olan çözüm sürecini geri plana itmesi”nden de şikayet ediyor. “Ülkenin en önemli sorunu Suriye değildir, çözüm süreci yeniden öne çıkartılmalıdır” diyor. Suriye’yle çözüm süreci’ni karşı karşıya koymak anlamsızdır. Hele, az bir sayı değil 51 kişinin öldüğü bir patlama doğal olarak gündemi belirlemişken “çözüm süreci”nin gündemin gerisine düşmesinden şikayet etmek de garip bir mantıktır. Dünya Kürt meselesinden ve “çözüm süreci”nden ibaret değil. Bölge Batı Afrika’dan Irak’a, İran’a kadar altüst olurken, TC devleti boylu boyunca Suriye’deki iç savaşın içine dalmışken Türkiyeli devrimcileri bu konulara kafa yormayıp sadece çözüm süreciyle ilgilenmeye davet etmek anlaşılır bir mantık değildir.
Erkiner’e göre İsrail için Esad “kötünün iyisi”dir, İsrail Suriye’de esas Müslüman Kardeşler’den korkar. Aynı şeyleri AKP ve Müslüman Kardeşler de söylüyor. Onlara göre İsrail Şam’ı bombalayarak aslında Esad’a hizmet ediyor!
Acaba doğru mu? İsrail Müslüman Kardeşler yerine Esad’ı mı tercih ediyor? Adı açıklanmayan İsrailli bir yetkili The Times’e diyor i “biz bildiğimiz şeytanı bilmediğimize tercih ederiz. İsrail için zayıf düşmüş bir Esad rejimi iyidir.” Bu sözlerde her şey çok açık değil mi? “Bilmediğimiz şeytan” diye kastedilen ıhvan değil El Nusra cephesinden her gün isimleri yeni duyulan kim olduğu belirsiz gruplara kadar el kaideci radikal unsurlardır. El Kaideciler hakim olur ya da Suriye’de Esad’dan sonra Somali, Afganistan gibi kaos oluşursa bu yeni durumla uğraşmamız zordur, onun yerine zayıflatılmış bir Esad, “bildiğimiz şeytan” daha iyidir, diyor adam. Hiçte Erkiner’in anladığı gibi Müslüman Kardeşlerin yönettiği bir Suriye’den korkmaz İsrail. Aksine, Şam’da Ihvan’ın otorite haline geldiği bir Suriye İsrail için “tadından yenmez” bir Suriye’dir. Çünkü böylece Hizbullah’ın ikmal yolu kapanacağı için İsrail kuzey sınırını güvenceye almış olacaktır. Şu an Mısır’ı yöneten Ihvan için İsrail için ne ise Suriye’yi yönetecek olan Ihvan da o demektir.
Mısır’da Morsi iktidara gelir gelmez ilk işi Cam David anlaşması dahil Enver Sedat haininden beri eski Mısır yönetimlerinin İsrail’le imzaladıkları bütün anlaşmalara sadık kalacağını ilan etmek oldu. Emperyalistler gözündeki meşruiyetini bu şekilde kazandı. Ihvan’cı Morsi’nin ikinci işi 30 kadar İslamcı militanı öldürerek Sina çölünden İsrail’e saldırılar düzenleyen radikal grupları kanlı bir biçimde imha etmek oldu. Üçüncü işi ise Gazze’ye açılan Refah kapısını kapatmaktır! Ihvan’ın dördüncü işi Erdoğan ve Katar Emiri ile birlikte HAMAS’a baskı uygulayarak –bir iddiaya göre Şam’ı terk etmezse sonunun Arafat gibi olacağını söyleyip Meşal’i ölümle tehdit ederek- HAMAS’ı Kahire’ye ve Katar’a çekip İran ve Suriye’nin askeri desteğinden kopartmaktır. Mısır, Türkiye veya Katar şimdiye kadar HAMAS’a tek bir mermi bile vermemişlerdir, vermezler. Böylece Suriye ve İran desteğinden mahrum bırakılan HAMAS bütün dış askeri olanaklarını kaybetmiş, Mısır Ihvan’ı tarafından süreç içinde dişi-tırnağı sökülerek terbiye edilmeye başlanmıştır.
Mısır’da İsrail’in hizmetindeki bu Ihvan hiç kuşkusuz asıl hizmeti Şam’da iktidarı alırsa yerine getirecektir. Suriye’de barınmakta olan ve geleneksel liderleri ABD tarafından “terörist” kabul edilen Marksist Filistinli örgütlerin Suriye’deki merkezi yapılanmalarının imhası demektir Şam’daki bir Ihvan iktidarı.
Bu nedenlerle Batı ve İsrail tıpkı Mısır’da, Tunus’ta Ihvan’cı partilerin iktidarını tercih ettikleri gibi Suriye’de de Suriye Ihvan’ını iktidarda görmek isterler. Bundan hiç kuşku yok. Ne var ki, Suriye’de Mısır ve Tunus’ta olmayan bir aksi ihtimal var, silahlı El Kaideci gruplar oldukça güçlüler. Bu yüzden ABD, Avrupa ve İsrail Suriye’de Ihvan’ı iktidara getireceğiz derken kontrolü tamamen kaybedip ülkenin Somali veya Afganistan’a dönmesinden korkuyorlar. İsrail’in “bilmediği” ve korktuğu “şeytan” budur, Müslüman Kardeşler değil.
Özetle Türkiye devrimci hareketinin çoğunluğu Suriye sorununda Amerikancı liberal rüzgara teslim olmamıştır. Rojava Kürdistan’ın iç savaşta yer almayıp bu süreçte kendi ulusal demokratik çıkarlarını gerçekleştirmek için adımlar atması da başlı başına bir olumluluktur. Bu politika aynı zamanda Türkiye’de üslenen çetelere karşı en batısından en doğusuna kadar Suriye Kürdistan’ı boyunca Suriyeli Kürtlerin bir set oluşturmasını sağlamıştır. Suriye eğer toprak bütünlüğünü koruyarak şu veya bu şekilde bir istikrara kavuşursa sadece Rojava’da değil büyük ihtimalle Şam yönetiminde de BAAS ve yurtsever parti ve İslami çevrelerin yanında PYD de yer alacak gibi görünüyor. Sırf Ankara’ya mesaj olsun diye legal Kürt basınında hiçte inandırıcı olmayan “katliamcı Esad”, “kimyasal silah kullandı” gibisinden manşetlere hiç gerek yok.
Herkes her şeyi biliyor. Kürdistan’ın dört parçası arasında -2004 yılındaki Kamışlı olayları bir yana- Kürt katliamı yaşamayan tek yer Suriye’dir. Suriye, tam tersine Irak’taki, Türkiye’deki katliamlardan kurtulan Kürtler için altmış senedir bir sığınak rolü oynamış, yarı legal 15-20 Kürt partisi her zaman bu topraklarda varolmuş, Beyrut’ta Kürtçe yayın imkanları vb. ile varlığını sürdürmüşlerdir. Sadece yirmi yıl bölgede faaliyet sürdüren Öcalan ve PKK değil, Mesut Barzani ve Talabani de 1992’de ülkelerine dönünceye kadar on küsür yıl boyunca kesintisiz Şam’da Meridyen otelde misafir olarak ikamet etmişler, partilerinin merkez bürolarını Şam’da üslendirmişlerdir. Bunları unutmamak gerekir. BAAS aynı BAAS’dır. Elbette Arap milliyetçisi BAAS Kürtlerin ulusal demokratik haklarını tanımadı, işkence hapis dahil bin türlü yolla Kürtler üzerinde milli bir baskı ve asimilasyon uyguladı. Ama dememiz o ki, bunlar hiçbir zaman diğer sömürgeci devletlerdeki boyutlara varmadı. Bu yüzdendir ki Suriye ve Lübnan sahası diğer parçalardaki kırımlardan kurtulan Kürtlerin sığındığı, hatta savaş hazırlığı yürütebildiği bir yer oldu.
Irak’ın birliğini korumak ancak bir Kürt Cumhurbaşkanı ile mümkün olabildi. SUK kendisine İsveç’ten gelmiş bir Kürt’ü başkan yapmıştı. SDMK sürgünde hükümet kuruyor başına yine bir Kürt getiriyor. Bu durum tesadüf değil. Kürtler her yerde mezhepsel parçalanmayı önleyecek bir emniyet sübabı olarak görülüyorlar. Özelde PKK’nin politikası ise Kürtlerin bu konumunu iyice güçlendiriyor. Yarın bu politikanın ürününü Şam’da belirleyici bazı makamlarda PYD’yi görerek yaşarsak kimse şaşırmamalıdır.
Suriye krizinin Türkiye’nin, Suriye’nin ve bölgenin tüm antiemperyalist güçleri ve Kürt halkı lehine gerçekçi tek çözümü, dış destekli silahlı çetelerin, Ihvan’ın, ÖSO’nun devreden çıkartıldığı koşullarda geriye kalan BAAS dahil tüm dindar Sunni, Alevi, Kürt Hıristiyan yurtsever güçlerin bir koalisyonudur.
AKP’nin Suriye politikasını destekleyen Cengiz Çandar’a göre bile “Cenevre-2”yi kabul etmek zorunda kalmasıyla “T. Erdoğan’ın iktidarı için riskli bir dönem başlamıştır”tır (20.05.2013 Radikal). Suriye politikasının çöküşünü AKP iktidarının tümden çöküşüne çevirmek bize bağlıdır.
ABD’nin eski Ankara büyükelçisi James Jeffrey “Türkiye Hatay’dan başlayarak uzun bir mezhep savaşına girecek” diyor. Bölgedeki bütün ülkelerin mezhepsel temelde parçalanması ezelden beri İsrail’in politikasıdır. Bunu yenecek tek güç şu aşamada dört ülkeye dağılmış Kürtler ve bölgenin devrimci halk güçleridir. Suriye krizi ve mezhepsel parçalanma riski, aleviler ve Kürtler arasında, Türkiye solu ile Kürdistan Özgürlük Hareketi arasında ittifakı güçlendirmenin yeni bir gerekçesidir.
Kaynak: Türkiye Gerçeği Dergisi, Sayı: 10, 2013