20 Temmuz 2015’te Suruç’ta IŞİD intihar saldırısı ile yaşamını yitiren devrimci sosyalist ve anarşistlerin devlet nezaretinde katledildiği, –davanın ilk duruşması katliamdan 21 ay sonra görüldü- henüz davanın ikinci duruşmasında “Saldırganla ilgili bilgi geldi ama saldıracağı söylenmedi” ifadesiyle polis sanıklar tarafından da farkında olmaksızın ifşa edilmişti. Devletin piyon/piyade olarak öne sürdüğü polisler “görevi ihmalden” yargılanırken, katliamdan sonra Suruç yaralıları ve tanıklarına, dava avukatlarına yönelik operasyon, gözaltı ve tutuklama gerçekleştiren, katliamda yaşamını yitiren Evrim Deniz Erol’un annesi Besra Erol’u, oğlunun cenaze töreninde yaptığı konuşmadan dolayı tutuklayan, Suruç’ta ölenlerin cenazelerine, anmalarına katılmayı dava dosyalarına suç olarak koyan devlet her yıl anmalara yaptığı saldırılar ile rolünü gizlemeye hiç yeltenmedi.
Nasıl ki bölge halkları, direnişin zaferi getireceğini Kobane’nin yeniden inşası için yola çıkan devrimci enternasyonalistlere muştuladıysa, Suruç’ta yaşamını yitiren devrimciler de son yıllarda eylemi söyleminden ibaret kalan Türkiye Devrimci Hareketi’ne birlikte direniş ve mücaledenin, zaferi getireceğini muştuluyor. Aşağıda, İslam devleti adına katliamlar yapan IŞİD çeteleri eliyle öldürülen devrimcilerin bu yılki anmasına Müslüman olarak katılan ve kendi deyimiyle devletin “ceberrutluğuyla, işkenceciliğiyle, gözü dönmüşlüğüyle” öznel olarak ilk kez yüzleşen genç bir okurumuzun ilettiği deneyimini aktarıyoruz.
Komün Dergi
20 Temmuz’da, Suruç Katliamı’nın 5. yıldönümü vesilesiyle Kadıköy’de Süreyya Operası önünde gerçekleştirilecek anma ve adalet arayışına katılmak üzere yola çıktım. Operanın önüne geldiğimde, polis vardı ve eylemci arkadaşlar yoktu. Saatin ve yerin doğru olup olmadığını kontrol ederken, operanın karşısındaki ara sokaktan sloganlar yükselmeye başladı. Hemen arka sokaktan dolanıp oraya ulaştım. Arkadaşlar sokağın başında birikmiş; ilerlemek, basın açıklaması, anma yapmak istiyorlardı; fakat polis izin vermiyordu. Acaba ne olacak diye aklımdan geçiriyordum.
Daha önce de anmaya, eyleme katılmıştım ama tamamına yakını izinli-kontrollü şeylerdi. Sadece, geçen sene Galatasaray Lisesi önünde polisin müdahale ettiği bir yeryüzü sofrası girişiminde bulunmuştum. O da zaten çok kısa sürmüştü. Polis hemen sert bir şekilde müdahale etmiş, arkadaşların bazılarını yaka paça sürükleyip tartaklayarak gözaltına almıştı. Ben gözaltına alınmayanlardandım. Aklımdan yaklaşık 1 dakika kadar bir sürede bu düşünceler geçerken polis bir anda müdahale etmeye başladı. Gaz bombası, plastik mermi ne varsa giriştiler. Bir anda neye uğradığımı şaşırıp öksürmeye başladım. Diğer arkadaşlar geri geri çekilmeye başladı. Sonra bir ses yükseldi; biri, “Arkadaşlar geri gitmeyin, öne gelin öne!” diye bağırıyordu. Bunun üzerine gaza ve plastik mermiye rağmen bir grup tekrar öne doğru toplandı ve mücadele etti. Maalesef işe yaramadı. Ben de bu kadar çok gazı hayatında ilk defa yiyen biri olarak öksürmekle meşguldüm. Daha sonra polis bizi kovalamaya başladı. Kendimi bir anda o kovalamacanın içinde buldum. Öndeki arkadaşlar nereye koşsa oraya doğru koşuyordum. Kovalamaca başladıktan yaklaşık 10 dakika sonra gazdan iyice etkilenip, kesildim ve o kovalamacadan bir şekilde kurtulup kendimi bir bakkala attım. Su içip yüzümü yıkadım. Eylemden kopmuştum, tekrar katılmak için aramaya başladım. Eylemci arkadaşlar koşuyor, polis kovalıyor, ben de polisin arkasında tekrar arkadaşların arasına karışacağım diye koşuyorum. Yaklaşık 50 dakika böyle geçti ama beceriksizliğimden ya da tecrübesizliğimden olsa gerek bir türlü tekrar aralarına karışamadım. Bir ara polis kovalarken dikkati üstüme çekip arkadaşları biraz rahatlatmak istediysem de olmadı polis beni takmadı. O arada çöp kovaları devrildi, şişeler kırıldı, polisle ufak çaplı çatışmalar yaşandı.
Kovalamaca ve ufak çaplı çatışmadan sonra – sanıyorum KESK’in olduğu- sokakta basın açıklaması yapıldı. Kalabalıktan bir ses gözaltına alınan arkadaşların rıhtımda karakola götürüldüğünü, destek için oraya gitmemizi söyledi. Oraya gittik.
Rıhtımda karakolun oraya gittiğimde yaklaşık 15 kişi kadardık. Arkadaşları arabalarla getirdiler, alkışlarla karşıladık. Birçoğu darp edilmiş ve hırpalanmıştı. Arabadan indirirken vs. çok kötü davranıyorlardı. Onlara ulaşmaya çalışan avukatlara dahi çok sert hareketlerle müdahale ediyorlardı. Devletle ikinci kez belki de ilk kez bu kadar net yüzleşiyordum. O ceberrutluğuyla, işkenceciliğiyle gözü dönmüşlüğüyle… Gencecik insanlara sırf katledilen arkadaşlarını anmak ve onlar için adalet aramak istediler diye bu muamele, sanırım acemiliğimden olsa bana dehşet veriyordu. Zira bu devletin karakteriydi. İçimden arkadaşlar için Allah’a dualar ve onlara saldıran, onları inciten polisler için beddualar gönderiyordum. Arkadaşların karakoldan sağlık kontrolü için Haseki ve Bayrampaşa’ya oradan da Vatan emniyete sevk edileceği söylendi. Bu sefer de hızlıca Haseki hastanesi önüne geçtim. Gittiğimde 7-8 arkadaş vardı, bir selam verdim ve onlarla beklemeye başladım. Arkadaşları sağlık kontrolü için Bayrampaşa’ya götürüyorlarmış. Haseki’nin önündeki arkadaşlardan ikisi de avukatmış. Onlar Vatan emniyete gitmeye karar verdiler; ben de peşlerine takıldım ve onlarla beraber Vatan emniyete gittim. Geriye kalan arkadaşlar ne olur ne olmaz belki bazı arkadaşları da oraya getirirler diye Haseki’nin önünde beklemeye devam ettiler. Vatan emniyete gittikten sonra avukat arkadaşlarla kapıda ayrıldık. Onlar içeri girdiler, ben de kapının önünde oraya gelen iki başka arkadaşla beklemeye başladım. Bir saat civarı bekledikten sonra eve döndüm. Meseleyi telefondan takip etmeye devam ettim. Ertesi gün, gözaltına alınanlar için bir basın açıklaması vardı, ona katıldım. Polis buna izin vermişti ve Süreyya Operası önünde eylemi yapıp dağıldık. Biraz detay içerse de ilk kez katıldığım böyle bir anma/eylemde yaşadıklarım bunlardı.
Bu fiziksel sürecin dışında, içimde manevi bir süreç de yaşadım ki o da şuydu; beni oraya getiren şüphesiz en büyük şey mensup olduğum inancımdı. Tabiri caizse beni oraya doğru itiyordu. IŞİD barbarlığının enkazını kaldırmaya, hiç bilmedikleri, tanımadıkları coğrafyalardaki insanlara yardım götürmeye giderken ölen bu güzel yürekli kahramanları hem anmak hem de onlar için adalet arayışına katılmak sanki bana ilham ediliyordu. Eylemde polisin şiddeti ve eylemcilerin mücadelesi beni ayrıca derinden etkilemişti. Hemen hemen hepsi benim gibi genç insanlardı. Büyük ihtimalle hepsi iyi üniversitelerde, iyi bölümler okuyorlardı ve eğer devlet zulmüyle çarpışmak yerine etliye sütlüye karışmasalar mezun olunca iyi kariyer yapıp yüksek maaşlı işlerde çalışabilirlerdi. Ama onlar bu rahattan vazgeçip zulme meydan okuyor ve kendileri dışında hiç tanımadıkları insanlar için de kendilerini feda ediyorlardı. Bu ruh ve tavır bana hiç şüphesiz aynı benim olduğum ve o eylemci arkadaşların olduğu gibi genç olan sahabe Musab Bin Ümeyiri hatırlatıyordu Musab, Mekke’nin zengin bir ailesinin çocuğuyken her şeyden vazgeçip her türlü zorluğu göze alarak Müslüman olan ve kendi rahatından vazgeçip tüm insanların iyiliği ve kurtuluşu için çalışan kahraman bir gençti.
Tüm bu süreç ve duygular bende ciddi bir kırılma da yarattı. Kendimi oraya daha doğrusu öyle bir mücadeleye ait hissettim. Eğer nübüvvet peygamberlik tarihsel olarak bir gelenekse yani belli bir mesajın sürekli tekrar ve devamıysa, zulme ve haksızlığa direniş de ümmet ve genel olarak kavimlerdeki belirli insanlarda sanırım aynı böyle bir gelenekti. Dün sahabenin Mekke’de Medine’de yürüttüğü insanlık mücadelesi, bugün ruh aynı kalmak üzere form değiştirerek bu insanlarda nevşü nüma bulmuştu. Belki bu insanlarla saatlerce bir takım teorik ve şekilci tartışmalar yapsak karşılıklı bir tartışma ya da ikna sürecine girişsek ben bu noktaya gelemezdim. Ama tüm şekli ve teorik bir takım detayları geçip ortak bir ruhta manada birleşip herkesçe açık bir meselede ortak hareket etmiş olmak beni bu noktaya getirmişti. Yine teoride anlaşamadığımız yerler tabi ki olabilir ama artık manada ve ruhta birleştiğimiz düşüncesindeyim. O yüzden bu minvalde ortak pratiği geliştirme fikri bende artık çok daha güçlü yani solla ortak bir amaç için ortak bir mücadelede birleşme fikri artık zihnimde daha da berrak. İktidarın ve devletin nimetlerine kendilerini kaptırmış; devlette, bürokraside, belediyelerde koltuk ve masa kapma derdine düşmüş; kazanmak için her türlü ilke ve ahlakı bir kenara bırakmış; kendisinden başka kimseyi düşünemez hale gelmiş ve dibine kadar konformizme batmış muhafazakar Müslüman arkadaşlardansa kendilerini insanların ortak menfaatleri ve iyiliği için feda ruhuyla mücadeleye adayan bu insanlarla beraber olmak ve mücadele etmek sanırım İslam’ın ruhuna ve peygamberin yürüttüğü mücadelenin bugünkü tarihsel karşılığına çok daha uygun.
İçimde beliren bu güzel duyguların yanında bir takım eleştirilerim de mevcut. Bunlardan ilki Suruç Katliamı gibi herkesin canını yakan bir mevzuda eyleme katılım maalesef çok düşüktü. Sanıyorum insanlar sokak duygusunu kaybediyor ya da ülkedeki genel siyasi ortam onları sindiriyor. Bunda muhalefetin son günlerdeki nasıl olsa gidecekler hiçbir şey yapmayalım “kutuplaştırma onlara yarar”, ses çıkarmayalım, oyuna gelmeyelim vs. politikasının da ciddi bir etkisi var. Bu politika hem ülkeye hem de toplumsal muhalefete çok zarar veriyor. Her geçen gün zorla üzerimize giydirilmeye çalışılan deli gömleğini kabulleniyoruz, alışıyoruz. Her şeyi seçime endekslemek ortaya böyle sonuçlar çıkarıyor maalesef.
Ama burada tek suç kendisinden zaten çok da fazla bir şey beklenmeyecek düzen muhalefetinin değil. Aynı zamanda düzen dışı siyasetin ve muhalefetin de ciddi bir etkisi var. Bu işte onlar da bana göre ihmalkarlar. Bunun yanında bir yorulmuşlukları, bir güçten düşmüşlükleri var. Çünkü bıkkınlık hakim. Hep aynı kadrolar ile aynı işleri yapıyorlar. Böyle olunca bu işler bir rutine biniyor ve zaten bir şey olmuyor mantığıyla değersizleşiyor.
Bu konuda programsızlık da çok ciddi etkili. Ne yapacaklar, nasıl yapacaklar, kimle yapacaklar? bunların hedefi ne olacak? Böyle bir program olmayınca yapılan işler de boşa düşüyor ve bir süre sonra artık iş yapamaz hale de geliniyor. Oysa ki sokak, muhalefetin en büyük sigortasıdır. Her türlü olayda açılacak en büyük cephe, toplumsal öfkeyi devrimci şiddet ve mücadeleye çevirecek olan sokaktır. Bu otoriter rejim yarın sandığa gitmeyi ortadan kaldırdığında ya da daha önce olduğu gibi seçimlerde hile yaptığında hakkın aranacağı tek yer sokaktır. Onun için sokak asla gözden çıkarılmamalı, sokak ve eylemlilik deneyimi kesinlikle güçlendirilmeli.
Bunun olabilmesi için en önemli şartlar solun hem kendi içinde hem de kendi dışında paydaşı olabilecek mesela ben ve benim gibi Müslümanlarla ya da diğerleriyle ortak bir hedef ve o hedefe giden yol için ortak bir program oluşturması gerekiyor. Bunun için de örgütlenmesini büyütmesi gerekiyor. Örgütlenmesini büyütmesi demek kendine benzeyen ya da kendisine gelme ihtimali olan yakın insanları çeperine katması değil. Türkiye’nin çok büyük bir çoğunluğunu ve gerçekliğini oluşturan özellikle Müslüman toplumla yeni bir ilişkiler ağı ve biçimi kurmalı, örmeli, onları içine almalı. Ülkede sorun olarak, dert olarak gördüğü şeylerde onlarla nasıl ortaklaşabilir, nasıl ortak bir vicdan inşa edebilir bunun üzerine çalışmalı. Bir Müslüman olarak beni oraya getiren şey neyse onu öğrenmeli. Onun diğerleri üzerinde de bir etkisi olup olmadığını ölçmeli. Eğer oluyorsa öyle, olmuyorsa başka yollar arayarak diğer Müslümanları da oraya getirmeli. Çünkü toplumsal hareketler hiç şüphesiz ancak toplumun her kesiminden insanların katılması ile olabilir.
Bunun yanında bazı Kadıköylülerin eyleme verdiği tepkiyi de anlatmadan geçmek olmaz sanırım. Eylemler ve kovalamacalar başlayıp sokaklar hareketlenince polis biber gazı ve plastik mermiyle vs. müdahaleye başlayınca hem kafelerde oturan bazı kişiler hem de Kadıköy’ün yerlisi bazı esnaf ve konut sakinleri homurdanmaya başladı. Geldiler huzur kaçırdılar, çöp kovalarını devirdiler, etrafı pislettiler. Bu şimdi koku da yapar, etrafa zarar verdiler vs. dediler.
Bu tam bir Kemalist orta sınıf lümpenliğinin dışa vurumudur. Kendi yarattıkları bu sahte cennetlerinin ilelebet süreceği inancının sonucudur. Direnişin değil, anlık konforun ruhları ele geçirmesidir. Çünkü bunun altında şu inanç ve motivasyon var “Kadıköy zaten zengin ve seküler bir semt; belediyesi bizde. Çevre olarak bize benzeyen insanlar var İBB’yi de aldık keyfimiz yerimizde. İleride genel iktidarı da alırsak bizden iyisi yok” kafası. Bu Türkiye’deki muhafazakar Müslüman kitlenin AKP’nin iktidar olmasıyla beraber gelişen devlette, bürokraside, belediyelerde genel olarak kamuda yer bulması ve devlet eliyle bir takım İslamcı iş çevrelerinin hormonlu olarak büyütülmesi ve bu süreçlerin sonucunda ortaya çıkan muhafazakar Müslüman burjuva orta sınıfın ibadetlerimizi yerine getirelim, başörtüsü takalım, imam hatipler açılsın, edindiğimiz biriktirdiğimiz sermayeyi, parayı yiyelim ve rahat içinde yaşayalım gerisi de ne olursa olsun kafasıdır. Bu açıdan Başakşehir’le Kadıköy’ün, muhafazakar Müslüman orta/üst sınıf lümpenliğiyle orta/üst sınıf Kemalist lümpenlik arasında hiçbir fark yoktur. Bunlar kardeştir. Tek dertleri sahte cennetlerini devam ettirmek ve rahatlarını korumaktır. Daha da önemli bir sorun bunu da senin benim hepimizin sırtına binerek yaparlar. Onun için doğrudan devlet ve iktidar faşizmiyle mücadele etmek ne kadar önemliyse bunlarla mücadele etmek de o kadar önemlidir.
Huzur Zulme Karşı Edilen İsyanda!