Hayvan meselesi ne yazık ki çoğu zaman gündemimize almadığımız bir mesele olduğu gibi, meselenin gündeme alınması için gösterilen çabalar da farklı gerekçelerle eleştirilmektedir. Hatta bu çabalar genellikle “gereksiz uğraş” olarak görülmekte, hayvanların (da) kurtuluşundan bahsetmek hiçbir ideolojik ve politik içeriği-karşılığı bulunmayan şefkat ve merhamet duygularının içi boş ajitasyonu olarak okunmaktadır. Konuyu görece daha ciddiye alan bir yaklaşım da eleştirisini, hayvanların sınıfsal bir konumu olmadığı ve hayvanların ezilen olarak tanımlanamayacağı üzerinden yönelterek, devrimci mücadelede kapsanacak bir sorun olarak ele alınamayacağı sonucuna ulaşan görüşlerdir. Bir başka yaklaşım ise, evet, bir hayvan sorunu olduğu ve bu konuya da eğilmek gerektiği, fakat şu an için acil ihtiyaçların farklı olduğu şeklindeki, konuya eğilmeyi belirsiz bir zamana ertelemeyi öneren görüşlerdir.
Bu çalışmanın temel savunusu hayvanların ihlal edilemez temel haklara sahip olması gerektiğidir. Savunumuzu öncelikle felsefi açıdan teorik bağlamıyla ele alacağız. Fakat hayvan meselesi yalnızca felsefenin konusu ve de sorunu değil, aynı zamanda politik bir sorun olduğundan, ikinci bölümde mesele politik alana kaydırılacaktır.
İnsan toplumları içinde yaşayan ve aslında toplumun parçası haline gelmiş duyumsal/hissedebilir varlıklar olarak hayvanlarla her türden ilişkilerimizi düzenleyen insan-merkezci ve faydacı görüşlerin temel argümanları, hissedebilir olmak ile bilişsel bilince sahip ‘kişi’ olma durumunun farklı olduğu, hayvanların hissedebilir canlılar olmasından ötürü insanlarla hayvanlar arasında ahlaki anlamda bir eşitliğin olamayacağı, ‘kişi’ olma durumunun üst düzey bilişsel yetilere sahip olmayı gerektirdiği ve bundan hareketle ‘hissedebilir benlik’ olma ile ‘kişi’ olma durumunun bir ve aynı şey olamayacağıdır. Biz bu temel argümanlara karşı hayvan-insan, benlik-kişilik ikilikleri üzerine gideceğiz.
Duyumsallık ve hissedebilirlik, kendi yaşamının/ben’liğinin farkında olmak ve dünyayı kendi duyumsallığı sınırlarında öznel olarak deneyimleyebilmeyi mümkün kılan özellikler olarak kabul edilir. Bilinç sözcüğü birçok anlamda kullanılmaktadır. Biz yukarıdaki tanımı mümkün kılacak duygulardan birinin ya da tümünün dolaysız biçimde farkında olmak anlamına gelecek şekilde ‘hissedebilir bilinç’ kavram çiftini kullandık. Benlik kavramı da yine aynı anlama gelecek şekilde kullanılmıştır. Zekâ, düşünebilme gibi karmaşık zihin durumları için ise bilişsellik/bilinçli zekâ kavramlarını kullanacağız.
Hissedebilir bilinçli varlıklar; acıyı, hazzı, neşeyi ve öfkeyi, stresi, korkuyu deneyimleyebilir ve kendi yaşamının farkındalığında olan, yaşamının iyiye veya kötüye gittiğini tecrübe edebilen tüm varlıklardır. Tam da bu nedenle hayvanların hissedebilir bilinçli varlıklar olduklarını söylemek, onların yalnızca canlı varlıklar olduklarını söylemekten kategorik anlamda başka bir şeydir. Biz, karmaşık zihinsel kapasiteye sahip olup olmadığına bakılmaksızın, hissedebilirlik ile kişiliğin aynı olduğunu kabul ediyoruz. Yalnızca insanlar değil, diğer hayvanlar da hissedebilir olduklarından toplumda kişi muamelesi görmeleri gerektiğini öne sürüyoruz. İnsanlar gibi, belli türden haklara hayvanlar da sahip olmalı, bu haklar siyasal ve hukuki bir çerçeveye oturtulmalı. Hayvanlara “ihlal edilemez temel haklara sahip kişi”ler, “insan olmayan yurttaş”lar olarak sosyo-politik statü tanınmalıdır. İhlal edilemez haklardan kastımız; insana yarar sağlamada kullanılmama (hayvan bedeninden sağlanan her türlü ürünler, tüm hayvansal yan ürünler, fabrika çiftlikleri, mezbahalar, deri fabrikaları vb. Binek ve yük taşımada kullanılan hayvanlar, hayvan emeğinden kar sağlama, denek hayvanları laboratuvarları, pet adı altında hayvan satışı, bu pazar için üremeye zorlanan, sürekli üretilen hayvanlar ve dahası insana yarar sağlamada kullanım kapsamındadır.). Öldürülmeme, işkence-eziyet görmeme, ebeveynlerden koparılmama, mülk edinilmeme, kapatılmama. Yani, kısaca tüm hayvan sömürü düzeninin kökten reddi. İnsan olmayan yurttaş statüsü ise, temel hakların toplumca içselleşip kabul edilebilmesi için önerilen bir statüdür. Örneğin, bir kediyi öldürmenin hukuken ve de ahlaken bir çocuğu öldürmekle eş değerlendirilebilmesi gibi. Yani liberal bağlamıyla (politik faaliyet yürütebilme, oy verme vb.) değil, daha çok pozitif haklar bağlamında bir yurttaşlık.
Savunduğumuzun hem politik, hem de felsefi açıdan marjinal bir konum olduğu söylenecektir. Bu türden radikal bir hayvan hakkı savunusuna pek çok yönden eleştiri gelmekle birlikte, en yaygın yöneltilen bu tür savunuların Aydınlanmanın teorik zeminine dayandığı, veganlık, vejetaryenlik ve hayvanları savunmanın hümanizmin bir uzantısı olduğu eleştirileridir. Mevcut birçok hayvan hakkı kuramı ve hayvan hakkı savunuculuğu yapan çevre var. Yaptığımız hâlihazırdaki çerçeveler içinden bir hayvan hakkı savunuculuğu değildir. Savunduğumuz, hümanizmden beslenen bir ideolojik arka planın değil, onun dışında ve tam karşısında bir ideolojik konumlanışın ürünüdür. İnsan-merkezciliği (Homosantrizm) ve insan bilincini, aklını dünyayı tanımanın tek yolu olarak gören antropomorfik (insan-biçimci) bakış açısını aşmayı öneriyoruz. İnsan aklını ve dolayısıyla yaşamını yücelten kibirli ideolojilerin dar kafalı uzantısı teorileri reddediyoruz. Önerdiğimiz, insanların hayvanlara “insancıl” davrandığı bir toplum tahayyülü değildir. İnsan-merkezci sosyolojinin reddedildiği bir sistemdir.
Özellikle, ‘temel hakların’ dayanağının İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olduğu ve hayvan hakları için liberal bir hat çizildiğinin söylenmesi de muhtemel eleştirilerden olacaktır. Hayvan meselesiyle ilgili teori politika üretmede bir takım güçlükler olduğunu ifade edelim. Bir toplumdaki insanları ezenler ve ezilenler olarak iki grupta tanımlayabiliriz. Hayvanlar ise insan toplumları ile her türlü ilişkide ezilme durumu içindeler. Ancak ne örgütlenip politik mücadele yürüten bilmeleri, ne de iktidara talip olabilmeleri mümkündür. Bu durum ezilenlerin politik iktidarını kurma hedefli mücadele yürüten bir kolektif için hayvan sorununa eğilmedeki en büyük zorluktur. Öyle bir kolektif, politikasını ve faaliyetlerini ezilenlere yönelik yürütür. Şu halde ezilenlerin politik iktidarını ‘tanıyamaz’ olan bir kesime yönelik politika nasıl üretilir? Ve tabii, hedef iktidarsa, ezilenlerin iktidarını tanıyamayacak olan bir kesime yönelik politika neden üretilir? Hayvan meselesinde bu soruların yanıtlarından önce başka soruların da yanıtlanması gerektiğini düşünüyoruz. Ezilenlerin iktidarında toplum, doğayla-hayvanlarla nasıl ilişkilenecek; ezilenlerin iktidarı bu ilişkileri nasıl düzenleyecek? Hayvanlar insan toplumunda iktidara talip olmaz ve iktidarı tanıyamazlar, fakat kendi doğal çevrelerini oluşturup habitatlarında, kendi topluluklarını kurabilirler. Aslında, asıl istenen insan olmayanları -yurttaş statüsüyle- insan toplumu içinde korumak değil, -kendi topluluklarını oluşturup doğal yaşamlarını sürdürebilmeleri için- insan toplumundan korumaktır. Fakat gıda, deney, giysi vb. için çok fazla evcilleştirip ürettiğimiz hayvan var. Sokak hayvanları da dâhil olmak üzere, evcilleştirme-üretme yoluyla topluma zorla katılımı gerçekleşmiş olan Bu hayvanlar, birçok yönden yaşamlarını sürdürebilmek için bize bağımlı haldeler. Bu hayvanların daha fazla üretmekten insanları alıkoymak ve var olanlarla da ilişkileri yeniden düzenlemek için pratikte uygulanacak bir takım politikalara ihtiyaç var. Homosantrizm ve antropomorfizm ile teorik alanda mücadele ederken, toplumsal düzeyde ve tek tek insanlar düzeyinde içselleştirilmiş olan, hayvanlara karşı aşırı katı pragmatist bakışın kırılması pratik uygulamada kolay olmayacaktır. Bu nedenle “temel haklar” ve “yurttaşlık” gibi kavramları öne çıkarttık, taktiksel olarak bu tarz siyasi terimler kullandık. Böylece tartışmaları etiğin konusu, sorunu olmaktan çıkartıp politikanın sorunu haline getirmeyi amaçlıyoruz. Sadece evcilleştirilmiş hayvanlar değil, yaban hayvanları da devletlerin egemenlik ve toprak aidiyetleriyle, birçok politikalarıyla (göç, enerji, kolonizasyon, savaş vb.) ilişkileniyorlar. Ve insan toplumlarıyla, üretim biçimi ve toplumsal formasyonla da doğrudan ilişkililer. Dolayısıyla bizim siyasal kuramlarımızla da ilişkililer ve biz bu ilişkileri düzenleyen politik bir çerçeve sunmak durumundayız.
Hayvanların devrimcilerin derdi olamayacağı, çünkü meselenin sınıfsal olmadığı şeklindeki görüşlerin yalnızca hayvan konusu üzerinde sıkıntılı olduğunu düşünmüyoruz. Devrimci politikalardaki üretimsizliğin, tıkanıklığın, mücadelede kendimize hareket alanı açamıyor oluşumuzun en büyük nedenlerinden biri olarak bu tarz refleksleri görüyoruz. Sınıf kavramı bilimsel bir kavramdır. Konjonktürde karşımızda bilimsel tanımı dâhilinde salt bir sınıf olgusu pratikte bulunmaz. Ezilen kavramı ise konjonktürde, pratikte bir gerçekliğin karşılığıdır. Politik açıdan ezilen olgusu, soyut bir sınıf kavramı yerine an’daki somut olgu olarak politik mücadelenin konusu olur. Politikada bir kesime yönelmeden önce “artı değer üretiyor mu ki?” şeklinde bir soru sormak (gülünçlüğü bir yana) ne kadar apolitik bir tutum olurdu ise, hayvan sorununa sınıfsal olmadığı gerekçesi ile kör olmak da aynı kavrayışın çıktısı olarak, aynı ölçüde apolitikliktir. Geçmişte kadın meselesi de aynı bakış açısıyla değerlendiriliyordu. Bugün kadın mücadelesinin farklı bir ideolojik evrene kayması gibi, kapsayamadığımız her mesele başka ideolojiler tarafından kapsanıyor.
Ertelemeci yaklaşımın da neden olduğu sonuçlar farklı olmayacaktır. Elbette ki mücadelenin çok boyutlu ihtiyaçları var. Ancak bu, sorun olarak gördüğümüz hiçbir meseleye “şimdi sırası değil” ertelemeciliği ile yaklaşmayı gerektirmez. Kolektif olarak üzerinde “yeni”yi yükseltebileceğimiz kuru bir zemin inşa etmeye çalışıyoruz. “Yeni”yi kurmak çok boyutlu bir çaba gerektiriyor. İdeolojik, teorik, politik, örgütsel bütünlüklü bir çaba. Hayvan meselesinde bir yaklaşım belirlemek de bunların dışında değildir. Bu çalışma hayvan meselesini devrimci mücadelede kapsanacak bir konu haline getirmek için yeterli olmasa bile, konuyu gündemimize getirecek, tartıştırabilecek bir işlev görmesini umuyoruz.
***
Tartışmaların ana ekseni bilinç kavramı etrafında dönmekte, zihinsel fenomenler eleştirilere temel dayanak oluşturmaktadır. Hayvan “kişi”ler önermesinin teorik pozisyonuna en ciddi(!) eleştiri üst düzey bilişsel yetilere sahip (insan) olma, yani kişi olma durumunun hissedebilir benlik olmanın çok ötesinde olduğudur. Peki, nedir bu üst düzey bilişselliğin ölçütü? En önem verilen dil ile soyut düşünme arasında kurulan bağlantıdır. Bu durumda bilişselliğin en büyük ayracı “dil” oluyor. Bazıları da kişi olma ile hissedebilir benlik olma ayrımını uzun vadeli planlar yapabilme/geleceği düşünebilme üzerinden yaparlar. Bazıları ise sosyallik, kültür ve ahlaki farkındalık-sorumluluk duyabilme, yani ahlaki faillik üzerinden yaparlar. Buna göre, hayvanlar hissedebilir canlılardır. Ancak ne karmaşık bir zihne ve zekâya sahiptirler, ne de toplumsal, kültürel ve de ahlaki özelliklere sahip olabilirler. Tüm bunlar insanlara ait özelliklerdir. Tam da bu nedenle hayvanlar, insanlara denk türden haklara sahip olamazlar. Yine aynı nedenle insan çıkarı için her türlü kullanımları meşrudur. Ve kullanılmalıdırlar.
Bilincin kavramsal soyutluğu
Kingsley yavaşça şöyle dedi: “Bildiğim kadarıyla bu olaylar bir varsayıma dayanarak kolayca açıklanabilir. Ama sizi uyarırım ki, bu olaylar tamamen mantık dışı bir varsayımdır.” (Fred Hoyle, The Black Cloud)
Bize, insanı diğer hayvanlardan ayıran nasıl bir niteliksel fark olduğu sorulsa, kuşkusuz birçoğumuzun vereceği ortalama yanıt; insanın duyusal-ussal yeteneklere sahip bilişsel bir canlı olduğu, üst düzey bilişselliği sayesinde kendini, kendi dışındaki dünyayı algılayıp akıl yoluyla yorumlar, öznel olarak deneyimleyebilir olduğu şeklinde olur. Bu öznel deneyimin -bilinçli zekâya sahip olduğumuzun- bilgisini ise, genelde sağduyuya dayalı biçimde varlığını kabul ettiğimiz “iç gözlem”e, kendilik farkındalığımıza dayandırırız. Bu iç gözlem ya da içgörü, yani kendi zihinsel süreçlerimizi iç gözlemsel kavrayış durumumuzu, geniş anlamıyla bilinç olarak adlandırabiliriz. Peki, sahip olduğumuza hiç kuşku duymadığımız özbilinç, daha farklı ifade edersek bilinçli deneyimlerimiz, içsel olduğumuz zihinsel durum ya da süreçler, yani tüm kapsamıyla zihnin etkinlikleri nasıl gerçekleşiyor? Cevap; zihin durumlarının maddi ortamının beyinde gerçekleşen durumlar olduğu ise, maddesel örgütlenmeden ve elektrokimyasal ağ örüntülerinden oluşan tamamen fiziksel bir yapı olan beyinde, hayvanlarda gerçekleşmediği kabul edilen bir zihin durumu olarak düşünme nasıl gerçekleşmektedir? Yoksa bilinçli insan zekâsı, bu fiziksel sistem (beyin) ile nedensel bağlantı içinde olmayan, gözlemlenebilir olayların üstünde, işlevi ve etkisi saptanamaz öte bir olgu-epifenomen midir? Ya da nasıl olduğunu açıklayamasak da akıl-us sahibi biricik seçkin varlıklar olarak doğayı-maddeyi yöneten temel fizik yasalarından, yani bilimin yasalılık ve determinizminden bağımsız özgür iradeye sahip yegâne özneler miyiz? Doğadaki en yüce varlık, tek hak sahibi tür olduğumuz biçiminde bir ayrıcalığa sahipmişçesine diğer türler üzerinde sürdürdüğümüz ölümcül hâkimiyet meşruluğunu buradan mı almaktadır?
Bilinç ile ilgili sorular tarihin en eski sorularından olmuştur. Felsefecilerden fizikçilere, biyologlardan zoologlara, psikologlara ve günümüzde nörobilimlerle uğraşan insanlara kadar çok geniş bir yelpazede bilincin var olup olmadığı, varsa duasının ne olduğuna yanıt aranmış, ancak bilincin ne olduğunu saptayabilmekten ziyade, daha çok ne olmadığı ve ne olabileceği üzerine görüşler geliştirilebilmiştir.
Günümüzde maddeyi( tüm normal durumlarda) yöneten temel fizik yasaları biliniyor. Maddeyi yalnızca uzayda yer kaplayan bir şey olarak niteleyemeyiz. Elbette dört yüz yıl önce bilim ve felsefe ile uğraşanlar için bilinç gibi soyut bir şeyi tanımlamak çok daha zordu. Kendilerinden doğru da var olan (iç görü, içinde bulundukları zihinsel durum vb.) ancak, herhangi bir kütlesi, uzunluğu olmayan bir şey olarak bilinci açıklayabilmek için bir takım görüşler öne sürdüler. En bilineni 17. yüzyıl bilim ve felsefesini hayli etkilemiş olan, özellikle de 19. yüzyıla kadar hâkim bir düşünce olmasının yanı sıra günümüze kadar felsefeyi etkileyen bir yaklaşım, Descartes’ın ortaya attığı iki ayrı töz olduğu yaklaşımıydı. Descartes, insan zihninin maddesel yer kaplamayan, dolayısıyla herhangi bir konumu, uzamı olmayan ve özsel niteliği düşünme olan bir töz olduğunu ileri sürdü. Bu tözü “ruh tözü” (res cogitans) olarak adlandırdı. Fakat düşünce etkinliği dışında insanın maddi varlığı-fiziksel bedeni, maddesel bir dış dünya da vardı. Buna da ruhsal töz dışında var olan, “madde tözü” (res extensa) dedi; düşünce tözünden nitelik olarak farklı, ayrı ikinci bir töz olarak tanımladı. İnsan “ben”liği-bilinci, madde tözü dışında uzamsal olmayan bir töz, ruhsal tözdür. Ancak bu madde dışında var olan ruhsal töz, maddi töz ile de doğrudan bir etkileşim içindedir. Yani, beden ile zihnin bütünlüğünü, bilinçli insanı mümkün kılan bu iki farklı tözün birlikte varlığıdır. Zihin-beden sorununu iki ayrı temel töz olduğu önermesi ile aşmaya çalışan bu görüş Kartezyen düalizm olarak bilinir. Descartes’ın töz düalizminde kendisi için de çok ortada duran açık bir sorun vardı. Dönemin fizik biliminde mekaniğin dayandığı iki temel kavram: madde ve kuvvet.[1] Cisimsel hareket için maddeye etki eden bir kuvvet olmalıdır, maddesel/cisimsel hareket hiçlikten çıkmaz. Descartes aynı zamanda sıkı bir mekanikçiydi ve bunu çok iyi biliyordu. Bu durumda maddesel olmayan düşünce tözü madde tözüyle, yani ruh, beden ile nasıl etkileşim içinde oluyordu. Descartes bu sorunun çözümü için ruhsal tözün etkisini bedene ileten hafif bir maddi tözün, “hayvan ruhları”nın varlığını ileri sürdü. Descartes’a göre beden mekaniğin yasalarına tabidir. Beden tek başına cansız maddedir (cisimdir) ve bu yönüyle insan ile hayvan arasında hiçbir niteliksel fark bulunmaz. İnsanı ayrı tutan nitelik bir ruha (bilince) sahip olmasıdır. Hayvanlarda madde tözü dışında ruh tözü bulunmadığına göre bir otomatın mekanik işleyişi gibi cansız şeylerdir. “Hayvanlar basit mekanizmalardır, onlara zarar verdiğimizde yüksek perdeden çıkardıkları sesler, paslı bir makinenin çalışırken çıkardığı sesten öte bir şey değildir.” Yani Descartes’ın “hayvan ruhları” dediği töz maddi bir tözdür. Peki, bu durumda maddi bir töz, maddesel olmayan ruhsal töze nasıl etki edebiliyor? Descartes’ın çözmeye çalıştığı sorun tersinden yine ortada durmaktadır.
Son dört yüz yılda bilimlerde yaşanan keşifler (fizikte, kimya ve biyoloji alanlarında), özellikle moleküler biyolojinin ve nöro-bilimlerin kurulmuş olması bilinç sorusuna verilebilecek yanıtları bir hayli değiştirmiş durumda. Bu alanlardaki çalışmalarda elde edilen yeni bulgu ve gelişmelere paralel olarak nörofelsefe, zihin felsefesi gibi felsefe alanları da bu soruya felsefeden yanıt bulmak için çeşitli görüş ve teoriler öne sürmekteler.
Hem post-kartezyen bilim ve felsefe geleneğinde, hem de Kartezyen gelenekte zihin-beden ayrımı; sonraki dönemde töz düalizmi kadar keskin ve kesin bir ayrım yapılmasa da, beden-zihin sorunu felsefenin ve bilimlerin temel sorunu olarak kalmıştır. Bugünkü pozitivist anlayış ve batılı bilim geleneğinden beyin ile zihin arasındaki ilişki problemi olarak devam etmektedir. Ampirist gelenekten birçok bilim insanı için bilinç, ilke olarak ulaşılmazdır. Nesnel olarak bilinemez kategorisinde değerlendirilmekte, teknik bir sorun olarak değil, fakat mantık olarak ulaşılmaz kabul edilmektedir. Hatta birçok bilim insanı bilinç konulu çalışmaları bilimin saygınlığına yakışmadığı gerekçesiyle küçümsenmektedir. Fakat insan “ben”liğinin-bilincinin ussal bir yücelik barındıran, bizi diğer hayvanlardan ayıran, yalnızca fiziksel süreçlere indirgenemez bir maneviyata sahip olduğu şeklinde önsel ve sağduyusal bir algıya sahibiz. Maddi bir açıklaması yapılamayan, ancak, basit günlük yaşantımızda bize maddi dünya ile de doğrudan ilişkili olduğu açıkmış gibi görünen bu içsel durumu yaşıyor oluşumuz, -insanın bilincinin, duygularının, bunlardan hareketle eyleme geçişinin- maddeden öte bir şeye –ruhsal “ben”liğe, özgür iradeye- sahip olduğu şeklindeki görüşleri kolay temellendiren soyutlama hallerimizdir. «Bir beyinle düşünen canlının kendi beyin etkinliğini üst düzeyde okuması doğal ve sıradan bir şey(örneğin büyükannem beni Oz Büyücüsü’ne götürdüğünde ne kadar korktuğumu hatırlıyorum) oysa bu üst düzeyin satır aralarında yaşanan alt düzeydeki etkinlikler(sinaps boşluklarında çılgınca bir o yana bir bu yana sıçrayıp duran sayısız nöro-iletici) varlığı bile hissedilmeyen, gözle görülmez son derece gizli olgular.» (Hofstadter, D., 2015:244).
İşte, bir başka düalist görüş epifenomenalizm de bir yandan bilimi yadsıyamama hali, diğer yandan da görmezden gelememe, sağduyusal kabullerin de en az bilim aşkı kadar ağır basması durumunun ifadesi olarak tanımlanabilir. Buna göre bilinç, gözlemlenebilir bir olay-olgu değildir. Dolayısıyla saptanabilir bir işlevi ve etkisi de yoktur. İnsan davranışını-eylemini belirleyen beyindeki fiziksel olaylardır, zihinsel fenomenler ise beyindeki fiziksel olayların bir parçası değildir. Zihinsel fenomenler; belli şartlarda ortaya çıkan (mesela sadece insanlarda, beyin belli bir gelişmişlik düzeyine ulaştığında vb. gibi durum ve koşullarda), fakat beynin fiziksel yapısı ve işleyişi ile hiçbir nedensel bağlantı içinde olmayan, gözlemlenebilir ve saptanabilir şeylerin üstünde-ötesinde epi-fenomenlerdir (“Epi”, Yunanca üstünde, yukarıda anlamına gelmektedir). Epifenomenler, beynin bir nevi yan ürünleridir. Bilimin kavramlarıyla açıklanamayacağı için, bilime yan kategoriler oluşturulmalıdır.
Düalizmin bir başka versiyonu ise, zihin-beden sorununu fiziksel bir takım özel nitelikler varsayımı ile aşmaya çalışmaktadır. Buna göre zihinsel süreçler beyinde gerçekleşen süreçlerdir. Beyin fiziksel bir yapıdır ve madde dışında başka bir töz bulunmamaktadır. Fakat beyin başka hiçbir fiziksel nesnede bulunmayan özel nitelikler barındırmaktadır, işte bu nitelikler fiziksel değildir. Fiziksel fenomenler ile açıklanamayan, hiçbir maddesel kavrama indirgenemeyen, “nitelik düalizmi” olarak bilinmektedir. İstemlerimiz, üzüntülerimiz, kısaca kendi içsel “ben” duygumuz, düşüncemiz kapsamındaki soyut kavramları somut yaşama hallerimiz, fiziksel yapının fiziksel olmayan nitelikleri olarak tanımlanmaktadır.
«(…) “Ben” bir sanrı; ama bu çelişik gibi görünse de, bu bize ait olan en değerli şey. Dan Dennett’in Consciousness Explained başlıklı kitabında belirttiği gibi, “Ben” biraz kâğıt paraya benzer; sanki çok değerliymiş gibi görünür, ama toplumsal bir uylaşımdan, bir tür yanılsamadan başka bir şey değildir ve kimse bizden bunu istemediği halde üstü örtülü kabul ettiğimiz kağıt para, yanılsama da olsa ekonomimizin temel dayanağıdır. Yine de, bu kağıt paranın kendisi, içkin herhangi bir değeri olmayan basit bir kağıt parçasıdır yalnızca.» (Hofstadter, D., 2015:425).
Bilinç konusuyla ilgili materyalist tutum almaya çalışan bilim insanları ise, zihin durumlarının beyinde gerçekleşen durumlar olduğu, beynin geldiği bu düzeyin ise evrimsel süreçlerin bir sonucu olduğu konusunda ortaklaşmaktadır. Birçok nörolojik durumun maddi açıklaması yapılabilmekte, işlevi ve etkisi nedeniyle birlikte saptanabilmektedir ki bu durumların neredeyse hepsi omurgalı tüm hayvanlar için de geçerlidir. Fakat bilinçlilik meselesi farklıdır. Düşüncenin fiziksel gerçeğe dayandığı (hatta beyin kabuğunda gerçekliği), bilgilerimizin nöron hücrelerinde şifrelendiği, nöronların elektrokimyasal elementlerden oluştuğu gibi birçok nörobilimsel açıklama yapılmakta. Ancak “ben” duygusu, içgörüşsel/öznel kendilik kavrayışımızın nedeni, beynin hangi maddi koşulları içinde nasıl gerçekleştiği saptanabilmiş değil. Bunun saptanamaz olduğu anlamına gelmediğini, fiziksel-maddi bir açıklamanın bulunabileceği-keşfedilebileceğini savunurlar.
Elbette bu, fizikçilerin “büyük birleşik teori”nin bir gün bulunacağı ve bu her şeyin teorisi ile evrenin tam bir açıklamasının yapılabileceğini söylemelerinden daha az bilimsel olmayabilir. Fakat bilincin bir yanılsama olduğunu ya da olmadığını da kanıtlamaz. Bilimin belli yasaları vardır ve nedensellik içinde işler. Bir bilimi yöneten yasalar bize bilimsel bir olayın, olgunun önceki durumunu bilinebilir ve sonraki durumunu da öngörülebilir kılar. Dolayısıyla bilimsel teoriler öngörüler üzerinden geliştirilir ve öngörüde bulunamayan bir teori bilimsel kabul edilemez.
“İyi bir polis romanında göze çarpan ipuçları, çoğu zaman yanlış sanılara yol açar. Bunun gibi, doğanın yasalarını anlama çabalarımızda da, en açık sezgisel açıklama çoğu zaman yanlış bir açıklamadır.” (Einstein, A.- Infeld, L. , 1976:20)
Zihnin doğasının “ne”liğine dair derinlikli bir inceleme bu çalışmanın sınırlarını kat be kat aşacaktır. Fakat eldeki yanıtların kısa bir incelemesi bile, hayvanlarla ilgili genel algı ve kabulleri destekleyen argümanların üzerinde durduğu kuru bir zemin bulunmadığını göstermektedir. Zaten, asıl niyetimiz de bilinç üzerine tezler sunmak değil, budur.
Pragmatist inkârcılık
“İnsanlarla üst düzey hayvanların zihinleri arasındaki fark ne kadar büyük olursa olsun, kesinlikle niceliksel bir farktır bu, niteliksel değil.” (Darwin, İnsanın Çıkışı)
Bugün artık Kartezyen düalizm felsefeciler ve bilim insanları arasında[2] eskisi kadar rağbet görmese de, Aydınlanma zihniyeti hemen her durumda olduğu gibi hayvan konusuna yaklaşımda da etkisini güçlü bir şekilde sürdürmektedir.
Descartes’ın görüşü dönemin egemen ideolojisine uygunluk gösteriyor, teolojiyle örtüşüyordu. Kartezyen görüşler önceki yüzyıllarda, bilimlerde ve felsefede uzun süre hâkim olacak olan bakış açısını oluşturmuştu. Bilimsel çalışma alanları da bir görüş zeminine göre seçilen, yönelinen ve yine aynı bakış açısıyla yürütülen çalışmalar oluyordu. Hayvanların ruhsuz otomatlar olduğu şeklindeki Kartezyen kanının kırılması ilk olarak Darwin’in evrim üzerine yaptığı çalışmalarını yayınlamasıyla başlar. Darwin, çalışmalarında türlerin ortaya çıkışındaki evrimsel süreçlere dair bulgularını iyi düzenlenmiş detaylı veriler halinde yayınlamış ve görmezden gelinemeyecek bir evrimsel tarih teorisi ortaya atmıştı. Yalnızca hayvan zihinlerinden bahsetmekle kalmıyor, insan ve hayvan zihinleri arasında niteliksel bir fark olmadığını söylüyordu. Evrimsel süreçlerde bir faktör olarak doğal seçilimden bahsediyor, zihinsel faktörlerin bu ayıklanma sürecindeki önemini vurguluyordu.
Darwin’in teorisi töz düalizmine inen ilk ciddi darbe oldu. Evrim teorisiyle birlikte teolojiye karşı ciddi bir tartışma ortamı oluştu. Türler arası benzerliklerin evrim teorisini desteklemesi açısından, ruh konusunun evrimle ilişkili açıklanması gerekliydi. Fiziksel anlamda evrimi destekler verilerin, zihinsel süreçlerdeki benzerliğe dair verilerle de desteklenmesi, yani insan-hayvan zihinsel süreçleri arasındaki benzerlikleri gösteren kanıtlar ortaya konulmalıydı. Bilim insanları büyük bir hevesle hayvanlarda bilinç arama çalışmalarına yöneldiler. Evrim teorisinin dönemin ideolojik, politik konjonktürüne etkisi hayvanlarda bilinç konulu araştırmalara aşırı ilgili bilim insanları çıkardı. Fakat bu çalışmalar, insana ne kadar benzerlerse evrim teorisi o kadar desteklenir düşüncesinden hareketle hayvanlarla insanlar arasında insan yönlü benzerlik kurmayla ve hayvanları bilimsellikten uzak öznel değerlendirmelere tabi tutarak yürütüldü. Onları insani nitelikler içinde düşünme temelinde yürüyen çalışmalar antropomorfizmi bilimsel çalışmalara hâkim olan düşünüş tarzı haline getirdi. Bu durum sadece o zamanki çalışmalarla sınırlı kalmamış, sonraki on yıllarda da bilimsel çalışmalar antropomorfik kabullerle yürütülmüştür. İnsan aklını, yaşamın farkındalığının yegâne koşulu olarak gören antropomorfik görüşler, bilimsel teoriler ve çalışmalardaki etkisiyle sonraki yakın dönemde insanı ve aklını yücelten bir ideolojinin yükselişinin felsefi temelinde etkili rol oynayan bir görüş olmuştur.
Evrimsel süreçlerin mutlak ilerleme yönünün en karmaşık ve en mükemmel yapıya doğru olduğu, sanki evrim, insanı diğer hayvanların en akıllısı yaparak üstün kılmak, soyut düşünüp konuşabilen, doğada egemenli kurabilecek yetkinlikte biricik ve seçkin varlıklar haline getirmek gibi bir ereksellikle ilerlemişçesine, biyolojinin ideolojik yorumları oluştu. Çalışmalar Darwincilik adına yapılıyordu. Oysa Darwin’e göre evrimin böyle bir derdi hiçbir zaman olmamıştır. Onun bakış açısı, evrimsel süreçlerde her şeyin hayatta kalmaya ilişkin olduğudur.
“Doğada, en tepesinde insanın olduğu bir yaşam ağacı yoktur; konuya yabancı bir göze doğayı algılayışta kolaylık sağlasa da bir “scala natura”, yükseklik ya da alçaklık daha az ya da daha çok ilkellik yoktur. (…) Omurgalılar arasındaki kavrayış yetenekleri ile yaşam tarzları ya da daha resmi ifadeyle ekolojik konumları arasında güçlü bir bağ bulunmaktadır.” (Rose, S. , 2018:42) Yeryüzündeki tüm yaşam biçimleri, kendi yaşam tarzlarına ve ortamına aynı düzeyde uyum sağlamıştır. Yani, insan beyninden ulaşmış olduğu evrimsel nokta kuantum mekaniği üzerine düşünmek, soyut kavramsal sorunları çözmek ya da Kantçı anlamda akıl yürütmek için değil; evrim sürecindeki hayatta kalış ve uyum sağlama stratejilerinin bir sonucudur.
Aydınlanma öncesi hâkim dinsel ideolojide tanrı; insanı yaratarak onu doğada egemen kılmış, diğer hayvanları onun kullanımına sunmuş, istediği gibi sömürme hakkı tanımıştı. Hayvanların varoluş sebebi buydu. Descartes’tan önce de teolojinin ve egemen ideoloji dinin etkisiyle hem gündelik yaşamda, hem de bilim ve felsefede hayvanlara bakış Kartezyen kabullerden farklı değildi. Buradaki özne, irade böyle buyuran Tanrı’ydı elbette. Tanrı diğer hayvanlardan üstün kılmıştı insanı. Aydınlanmayla birlikte irade aklını kullanan insana geçer. Yücelik artık göklerde değildir. Yücelik akıldır. Özne, bundan sonra ilahi tanrı değil; aklı ile düşünen, yapan, irade gösteren insandır. Dinsel ideoloji ile Aydınlanma ideolojisi özneleri arasında bulunmayan kategorik fark, dinsel ideolojinin ve Aydınlanma ideolojisinin yarattığı insan-hayvan ikilikleri arasında da yoktur. İnsanın aklı vardır, eylemleri bilinçlidir. İnsan davranışının –eyleme geçişinin akla ve düşünmeye içkin bir erekselliği vardır, insanın kişiliği vardır. Hayvanların yalnızca basit içgüdüsel davranışları vardır; onların plan dâhilinde düşünceden hareketle bir eylemliliği yoktur, kişiliği yoktur. Bu kez tanrıdan öznelliği devralan insan kendisini üstün kılan olmuştur diğer hayvanlara. Düşünen insan, düşünmeyen hayvanları kullanma, sömürme ve doğaya egemen olma hakkını tanrının yerine kendisi tanımıştır bu kez kendine.
***
“Konuş benimle de vaftiz edeyim seni!” (1700’lerde Fransız piskopostan bir şempanzeye)
Dilin düşünce süreçlerindeki rolü nedir? Dil kullanmıyor olmak düşünemiyor olmak anlamına mı gelir? Ve yahut soruyu şöyle soralım: Düşünceler ve duygular dilin ürünü müdür? Kendimizi ele alarak bu soruyu cevaplamaya çalışalım. Düşünürken yalnızca kelimelerle mi düşünüyoruz? Düşüncenin temeli dil ise, ne düşünüp ne hissettiğimizi çok iyi bildiğimiz halde, bazen bu bildiğimizi nasıl anlatacağımızı bilemiyor oluşumuz neden? Bazen düşüncelerimize, duygularımıza uygun kelimeler bulup, uygun cümlelerle ifade edemiyoruz. Elbette düşünce ve duyguları anlatmanın en doğrudan yolu dilsel iletişim olduğundan dile bu kadar önem atfediyor oluşumuz anlaşılır bir durumdur. Dilbilimciler ilk başlarda dili “simgesel iletişim” olarak tanımlıyorlardı. Hayvan uzmanı Temple Grandin primatlarla yaptığı çalışmalar sonucunda kendine “resimlerle mi düşünüyorum?” sorusunu soruyordu. Dilin düşüncenin temeli olduğu tezi, henüz konuşmayı bilmeyen çocukların düşünebildiğini de reddetmek anlamına geliyordu. Bilişsel gelişim üzerine yaptığı çalışmalarla alanın öncülerinden kabul edilen Jean Piaget, yalnızca bu sebeple bilişin dilden tamamen bağımsız olduğunu ilan etmişti. Zihin felsefecisi Jerry Fodor durumu, “doğal dillerin düşüncenin ortamı olduğu iddiasının bariz ve yeterli reddi, düşünen ama konuşamayan organizmaların bulunması” olarak ifade ediyordu. Primatlar ve papağanlar üzerinde yapılan etolojik çalışmalar işaret dili kullanabileceklerine bir gösterge olarak simgeler, nesneler ve sesler arasında bağlantı kurabildiklerini kanıtlamıştır. Ancak homosantrik ve insan-inkârcı bakış açısı o kadar güçlü ki ironik bir biçimde dil düşünebilmenin kanıtı sayılırken dilsel olmayan canlıların düşünebildiğine dair kanıtlar ortaya çıkması dilin önemini azaltır bir noktaya getirdi. Dil konusunda çıtanın yükselmesi uzun sürmedi. Dilbilimciler “simgesel iletişim” olarak yaptıkları dil tanımına sentaks ve yineleme içermesi gibi özellikler eklediler.
İnsanlar söz konusu olduğunda sorgulamadan kabul ettiğimiz beceri ve yetileri, hayvanlar söz konusu olduğunda reddediyoruz. Hayvanların da belli türden bir zekâya sahip olabileceği olasılığını dahi düşünmeye karşı güçlü bir içsel dirence sahibiz. 18. yüzyıl bilim insanlarının bu konuya daha devrimci bir bakış açısıyla yaklaştığından, dönemin ideolojik, politik konjonktürünün bu tür yenilikçi çalışmalara hevesli bilim insanları çıkardığından önceki bölümlerde bahsetmiştik. Sonraki iki yüzyılda ise hayvanlarda zekâ keşfetme çalışmaları aynı hevesle sürmedi. Çalışmalar insan-inkârcı bakış açısıyla ele alındı ve konuyla ilgilenen bilim insanlarının çalışmaları bilim çevrelerinde yeterli ilgiyi görmeye başladı. Bu durum çalışmalara yönelen bilim insanlarında bir çekilmeye de neden oldu. «Bu çabaların geçici bir süre askıya alındığı veya neden biyolojinin yoluna bile isteye taş koyduğumuz bugün hala gizemini koruyor.» (Mayr E. , 1982:105) Tabii E. Mayr’ın anlayamadığı kadar gizemli bir durum yok; o çalışmalar dönemin tarihsel süreci açısından ideolojik karşılığı olan çalışmalardı. Ve toplumsal düzeyde değişimin gerçekleşmesinden sonra tamamlayacağı bir ideolojik misyon kalmamıştı.
Sonraki dönemde yürütülen çalışmalardaki saptamalar da aynı bakış açısının sorgulamaları olmaktan öteye gidebilmiş değil. Deneylerde gözlemlenen kendi içinde hayvanlar değil, bilim insanlarının düşünüş tarzına uygun sorgulama yöntemlerine maruz bırakılmış olan hayvanlardı.
Bir hususu tekrar hatırlatalım: Elbette amacımız hayvanların Kantçı anlamda akıl yürütebileceklerini ima etmek değildir. Zihinsel kapasitelerini baz alarak hissedebilir canlı varlıklar arasında üstünlük-aşağılık belirlemesi yapılıp, bundan hareketle bir varlık hiyerarşisi de oluşturulabilir. Ancak, böyle bir belirleme girişiminin hem felsefi, hem de bilimsel açıdan nasıl bir yamalı bohça olacağı başlı başına bir sorun ve tartışma konusu olur. Hele ki, insan zihninin veya bilincinin ne olduğunun bile kesin bir tanımı olmadığı, bilim insanları ve filozofların bilincin “var” ya da “yok” olduğunu dahi net ortaya koyamadıkları düşünüldüğünde… Amacımız hayvan ve insan bilişselliği üzerine kanıtlar sunmaktan ziyade, ihlal edilemez haklara yalnızca “kişi”lerin sahip olabileceği savunusunu yapıp, kişilik mefhumunu da karmaşık zihinsel kapasiteye sahip olmaya bağlamanın –kendi teorisinin dahi içini boşaltacak cinsten-dayanaksız, pragmatist, tutarsız ve çelişkili olduğunu göstermeye çalışmaktır. Biliş düzeyinden hareketle insanları üstün ve hak sahibi biricik varlıklar olarak kabul etmek, hayvanların da aşağı varlıklar olduklarından insan menfaati için her türlü kullanılabilir olduklarını söylemek etik açıdan keyfiyet, ideolojik açıdan da türcülükten başka bir şey değildir.
“Geçmişte yaşamış olsak, bazılarımız kök sahibi olmanın, köleleri alıp satmanın, ailelerini kafamıza estiği gibi parçalamanın ahlaka aykırı olmadığına inanacaktık; tıpkı bugün atlara, köpeklere ve kedilere yaptığımız gibi.” (Hofstadter, D., 2015:244)
***
Veganlığın-vejetaryenliğin hümanist refleksler olduğu, hayvanları savunmanın teorik yanının hümanizmden beslendiği şeklindeki eleştirileri kendi savunumuz temelinde reddediyoruz. Aslında, bu konuda ortada karikatür bir durum söz konusu. Şöyle ki: eğer hayvanlar bizim düşmanımız olsalardı; onları öldürmek, kafalarını kesip parçalara ayırdıktan sonra onları yemek için ideolojik bir motivasyonumuz ve politik bir amacımız olsaydı ve de biz bu saydığımız koşullar içinde çıkıp “hayvanları öldürmeyin, bu vahşeti durdurun” diye hayvan savunuculuğu adına konuşuyor olsaydık, bu tür eleştiriler yerinde olabilirdi. Ama hayvanlar ne ideolojimiz, ne de politik mücadelemizde düşman tanımına uygun düşmekte. İnsanlara fayda sağlıyorsa hayvanların paramparça edilebileceği, yenilebileceği, üzerinde her türlü tıbbi deneyin yapılabileceği, derilerinin kürkleri için canlı canlı yüzülebileceğini sorgulamadan kabul eden; üstüne vegan-vejetaryen savunuları hümanist-Aydınlanmacı bulan pragmatist, homosantrik bakış açısı ve değerlendirmeler, Aydınlanmadan teorik-ideolojik kopuşunu gerçekleştirmiş bir zihniyetin ürünü mü oluyor şimdi? Gerçekten de ortada bir karikatür var. İnsan olmanın üst düzey soyut nitelikleri vardır. Sevgi, merhamet, saygı vb. İnsan olan insan diğer insanlarla kendi arasında benzerlik kurabilir, empati halleri vardır. İnsanlık onurludur, insanlık barışçıldır vs. vs. İnsan erdemliliği, insan yaşamının kutsallığı ve tüm bu üst düzey soyut niteliklerin evrensel ifadesi: İNSANLIK! İnsanlık adına kınamak, insanlık adına yargılamak, insanlığın vicdanı… Bu böyle uzar gider. Ne menem şeymiş şu insanlık. Mesela insanlık canlı canlı derisi yüzülen fokları, mezbahalarda yaşananları hiç dehşet verici ve “insanlık dışı” bulmazken IŞİD’in kafa kesmesini insanlık dışı bulabilmekte, vahşet olarak nitelendirebilmektedir. Kabul edilmeli ki, politikada simgesellik önemlidir. Ve IŞİD’in infaz tarzı tam da buna tekabül eden bir propaganda biçimidir. Yani kafa kesmek için ciddi bir ideolojik motivasyonu, politik gerekçe ve amaçlılığı var IŞİD’in. En önemlisi karşısındakine dair düşman algısı var. Peki, mezbahalardaki motivasyon nedir? Sadece tek başına sığırların bile 50 milyar dolarlık bir sektör olduğunu söylememiz, motivasyonu ve mezbahaların neden ‘insanlık dışı, vahşi’ yerler olmadığını açıklayacaktır diye düşünüyoruz.
Politikada hayvan
Hayvan haklarıyla ilgili kuramsal çalışmalar yalnızca akademik çevrelerde karşılık bulmuş, yaklaşımlar ise hayvanların gerçek kurtuluşundan çok, dar anlamda vegan açılımlar ve feminist-vejetaryen kuramlar çerçevesinde kalmıştır. Politikleşme çabaları da farklı biçim ve taleplerle fakat aynı çerçeve içinde- aktivist çevrelerin eylemlerine sıkışmış; hayvan hakları mücadelesi sistematik hayvan sömürüsüne karşı başarılı olamamıştır. Kamuoyu gözünde marjinal kalınması, niyetten bağımsız da olsa taleplerinin, hayvanların “gereksiz” acı çekmesini önleme veya azaltabilme gibi sınırlı kalmasına neden olmuş, mevcut hareketler hayvanların gerçek kurtuluşunun tahayyülünü dahi yapamamıştır.
Son dönemde hayvan mücadelesinin politik bir girişim haline gelme çabaları kamuoyunda belli bir karşılık bulmaya başladı. Tabii daha çok, hayvanların da acı çeken varlıklar olduğu ve onlara acı çektirilmesinin ahlaki sorun teşkil ettiği algısı üzerinden, hayvanların uğradığı zulme karşı bir tepkisellik oluşmaya başlamıştır. Burjuva medyada sık sık hayvanlara eziyet haberlerine yer veriliyor olması bu durumun ve konunun güncelliğinin göstergelerinden biridir. Hayvan haklarıyla ilgili yasa düzenlemesinin ve –konu özelinde simgeleşen- Adalar’da faytona koşulan atların kurtuluşunun iktidarın ve diğer düzen partilerinin seçim vaatlerine girmiş olması ise, toplumda belli bir karşılık oluşturduğunun en büyük göstergesidir. Devletin, oluşan tepkiselliğe karşı “konuya kayıtsız kalınmayacak” vaadi vermek zorunda kalmasına rağmen, en ufak bir iyileştirmeye bile niyetli olmayışının nedenini okumak gerekiyor. Tek başına bu durum bile sol-devrimci cenahın “hayvan meselesi önemsiz” sanısı aksine, konunun hiç de öyle önemsiz olmadığını anlatır niteliktedir.
Kamuoyunda oluşan tepkinin hayvanların acı çektiği ve onlara can çektirmenin ahlak sorun teşkil ettiği üzerinden oluştuğunu söylemiştik. Fakat bunun bir adım ötesine geçilip insana yarar sağlamada araç olarak kullanılmasının da sorun teşkil ettiği söylendiğinde, bunu kabul etmeye karşı güçlü bir direnç gösteriliyor. Gösterilen bu direncin altında kültürel, dinsel ve ideolojik nedenler yatmaktadır. (Bugün toplumun büyük kesiminin komünizm fikrine gösterdiği tepki ve direncin nedenlerinden farklı değildir bu.). Buna en büyük etken sermayenin hayvan sömürü düzeninden büyük ölçekte iktisadi-ekonomik çıkarının olması ve haliyle devletin kültürel, ideolojik engelleri beslemesidir. Genel kabulü sorgulamaya yol açacak en ufak bir çatlaktan sızmaya karşı bile düzenin sürdürücüsü, bir arada tutucusu olarak egemen ideoloji işlevini yerine getirmektedir. Tıpkı sınıfsal politik mücadelelerde olduğu gibi… En küçük eylem girişiminde bile devletin zor aygıtı devreye girecek, hayvan savunucuları pratikte bir adım ileri gittiğinde savunucular terörist ilan edilecektir. ABD’de 2006 yılında çıkarılan “Ticari Hayvan Teşebbüsleri Terörizm” yasası bu duruma somut örnek olma açısından çarpıcıdır. Bu yasaya göre şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemleri dâhil-örneğin hayvanların yaşadığı, gördüğü eziyetleri görüntülemek için fabrika çiftliklerine girmek vb. şeyler veya bir hayvan araştırma laboratuvarındaki hayvanları kurtarmaya kalkışmak “iç terörizm” kapsamında değerlendirilmektedir.
Ezilenler ve egemen-devlet çelişkisinde hayvanların nereye oturtulacağı gayet açıktır. Hayvan meselesinin de ezilenlerin mücadelesine dâhil edilmesi gerektiğini yineliyoruz. Ezilenlerin politik mücadelesi yürütülürken sadece ezilen insanların değil, ortak savunu biçiminde hayvanların da kurtuluşu için mücadele yürütülmelidir.
[1] Kuvvet kavramı bir cismin başka bir cisme etki etmesi için kullanılıyordu. Fakat dönemin mekanikçileri, parçacık fiziği, elektrik yükü ile elektrik gerilimi arasındaki fark, akışkanlar, elektrokimya ve elektromanyetizma gibi etkilerden haberdar değillerdi.
[2] Töz düalizmi, toplumlar ve kültürler içinde hâkim olan yaygın dinlerin bedenin ölümünden sonra yaşam olduğu vaadi ve ruh-beden düalizminin insan sağduyusuna yatkın gelmesiyle günümüzde de, özellikler gündelik yaşamda kabul görebilen bir anlayıştır.
* Bu yazı Komün Dergi’nin 4. sayısında yayımlanmıştır.