Tarihin çağrısına yanıt olmak için – Ceren Güneş

Bu çalışma, Rojava devrimini savunmak için Serekaniye-Til Temir hattında savaşırken ölümsüzleşen Özge Aydın’ın (Ceren Güneş), 2017 yılında bir tartışma platformuna sunmuş olduğu metindir.


Metalar dünyasında başkalarının projelerinin bir aparatı olmaktansa, kendi hayal gücümüzün peşinde koşmak için buradayız. İdeolojik-politik-askeri-kültürel her düzeyde üretken bir ilişkiler sistematiğini oluşturarak, bunun örgütsel formunu yani komünal özü içinde barındıran bir devrimci savaş örgütünü inşa ederek ancak devrimci varoluşumuza anlam kazandırabilir ve hayal gücümüzün peşine takılabiliriz. Devrimci bir savaş örgütü olmak da devrimci bir yaşamı örgütlemek de devrimci ilkeler üzerinde şekillenir. Bu demektir ki; kapitalist sistemle sınır çizgilerimizi net belirlemek, uzlaşmaz sınıf kiniyle hareket etmek, burjuva kültüre karşı devrimci kültürü koyabilmek ve iç ilişkiler dünyamızda, yaşamda bunu var edebilmektir. Komün Gücünü yaşam felsefesi haline getirerek esasta devrimi yapacak bir özne olarak kendimizi komünal ilişkiler temelinde büyütebilmek, bunun gereklerini yerine getirebilmek için kendimizi yeniden örgütleyeceğimiz plan, program ve araçlara ihtiyacımız var. Çok açıktır ki tüm alan ve düzeylerde bu süreci örgütleyecek olan araç öncü partidir. Parti, ideolojik-politik ve zor örgütlenmelerini bir bütünlük içinde kullanarak hedefe ulaşabilir. Hedefe ulaşabilmek için bu örgütlenmelerin hepsinin Komün Gücünden kaynağını alması, Komün Gücüyle yaratılması gereklidir.

(…)

Devrimci savaş örgütünün varoluşu faşizmle, faşist diktatörlükle koşullu değildir. İster burjuva demokrasisi sözkonusu olsun ister faşist diktatörlük veya başka bir rejim tipi, eğer biz, kapitalist devleti yıkıp devrim yapmak istiyorsak devrimci zoru kullanmak ve örgütlemek zorundayız.

Biz tek başına silahla kazanmayacağız, ama silahsız hiç kazanamayacağız! Bu ne demektir? Devrimin örgütlü işçi ve emekçi sınıfların eseri olacağını söylüyoruz. Burada, öncünün, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yaratıcı yıkıcı eyleminin, tarihsel rolünün yerine ikame edilmesi gibi bir şey sözkonusu değildir. Bunu unutmayacağız. Biz Fokocu silahlı hareketlerle, öncü savaş anlayışıyla aramıza sınır çekmek için bunları söylüyoruz. Diğer yandan şaşmaz bir gerçektir ki, devrim kanlı bir sahnedir. Ancak bu kanlı sahneye hazır olan güçler varsa ve rollerini oynayabilirlerse, devrim gerçekleşir.

Silahlı mücadele işçi sınıfı ve ezilenler içerisinde yürütülecek politik çalışmanın karşısına konamaz ve ona ön gelmez. Kitlelerin politikleşmesi devrimci savaşıma hazırlanmasıdır kilit halka. Ve tüm mücadele araç ve biçimleri bu doğrultuda devreye girmelidir. Silahlı mücadele anlayışımıza da bu yön vermelidir. Devrimin zor yoluyla yapılacağını söylemek ve devrimci bir savaş örgütünün zorunluluğunu ifade etmek kuşkusuz önemlidir. Ancak bu silahlı mücadele anlayışımızı belirleyen ve onun andaki karşılığını (stratejik yönelimlerimizi ve taktiksel adımlarımızı) belirme yönüyle yeterli değildir. Sınıf mücadelesinin düzeyi, baskı, zor ve şiddet tekelini elinde bulunduran devletin yapısı ve rejim tipi, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde çalışma-yaşam-yönetim koşullarına dair gelişen hoşnutsuzluğun düzeyi, bölge ve ülke durumu gibi birçok etmenin devrede olduğu bir realite üzerinden, bugün devrimci savaş örgütü olarak, nasıl konumlanacağımızı, nasıl bir eylem çizgisi belirleyeceğimizi konuşmalıyız. Tüm bunlardan azade bir biçimde genel bir silahlı mücadele anlayışı belirlenemez. Şunu ifade etmek bir şeydir: Biz hangi koşullarda olursak olalım devrimci bir savaş örgütü olarak kendimizi inşa edeceğiz. Kuşkusuz bu genel bir doğrudur. Ancak bu üst cümleyi kurmak bizi kurtarmaz. Buna rengini verecek olan nedir? Nasıl bir yol yürüyeceğiz? Soruları yanıtlanmış olmaz. Ve bu durumda, henüz amaçlı bir varoluşun örgütlenmesinden bahsedilemez. Biz devrimi öncünün kapitalist devlet aygıtını yıkması ve iktidarı ele geçirmesi olarak kurgulamıyorsak, ki böyle kurgulasak bile bunun hayatta bir karşılığı yoktur, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri örgütlemek gündelik mücadeleler içerisinde öz savunma mücadeleleri ile kitlelerin savaşım yeteneğini geliştirmek zorundayız. Bu işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin devrimcileştirilmesidir.

Silahlı mücadele öncelikle halkı devrimci şiddete yakınlaştırma ve öz savunma mücadelelerine çekme perspektifiyle yürütülmelidir. Bir kez daha altını çizerek ifade etmeliyiz ki; silahlı mücadele ve siyasi mücadele bir bütündür. Birbirinden kopartılamazlar.

Sınıf savaşımının her bir uğrağı, her bir dönemeci kanlı şiddet gösterileriyle birlikte geçilir. Bugün de her alt üst oluş süreci, her kriz devresi, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin mevcut çalışma-yaşam-yönetim koşullarına dönük her kalkışması iktidarı elinde bulunduran sınıfın baskı ve zor aygıtlarını daha fazla devreye soktuğu ve bir nevi iç savaş düzeneği içerisinde hareket ettiği süreçlerdir. 

Kaos aralığıyla, kriz süreçleriyle bir çakışma yaşadığımızda rolümüzü oynayabilmeliyiz. Tarihin kriz anlarına dokunabilmek… İşte tüm meselemiz budur. Devrimci özne olmak, hem bu kriz anlarını oluşturacak girdilerde bulunmak hem de kriz anlarıyla çakışmayı örgütleyebilmektir.

Bu anlamda, devrimcilik, görme, anlama ve mevzilenme meselesidir.

Bizim politik ve askeri olarak konumlanışımız nasıl olmalıdır? Kapitalist sistemin sinir uçlarına dokunmalıyız. Krizini derinleştirmeliyiz. Doğrudan devleti hedeflerken bu parametreyi akıldan çıkarmamalıyız. Örneğin, kendinde bir polis eylemi bu belirlemiş olduğumuz ölçütle örtüşmeyebilir. Ama diyelim ki Sur ve Cizre katliamlarının yaşandığı bir dönemde, Batı’da devletin faşist zor aygıtlarına dönük yapacağımız her eylemin bir karşılığı vardır. Örneğin, Gazi Barajında antifaşist iki genci OHAL yasalarının kendilerine tanıdığı ‘hak’la katleden Gazi Karakolunda görevli polislere yapılacak eylemin işçi sınıfı ve emekçilerde bir karşılığı vardır. İşte devrimci kitle şiddetinin ve öz savunma eylemlerinin önünü açan bir varoluştur bu. Keza kadın cinayetlerine karşı yapacağımız her eylem de…

(…)

Kendisine komünist öncü olma misyonu biçen her partinin silahlı kanadı olmak zorundadır. Bunun tipi, modeli, örgütlenme ve mücadele tarzı nesnel ve öznel koşullara uygun olarak, her bölgenin kendi özgünlüğünde oluşturulmalıdır. Bu zeminde değerlendirdiğimizde Türkiye’de kapitalist üretim ilişkilerinin geldiği düzey, bu temelde gelişen sınıflar ve sınıf kesimleri arası ilişkiler, nüfusun büyük bir bölümünün toplaştığı kentler ve kent odaklı gelişen mücadele dinamikleri ve çelişkiler vb. vb. üzerinden ordulu parti anlayışını tartışmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Kentleşme ve kentin barındırmış olduğu mücadele dinamiklerini, ayrıca ordu örgütlenmesinin nesnel koşullarının var olup olmadığı konusuna odaklanarak ele alıyoruz.

Kendimizi tüm devrim mücadele tarihinin sahiplenicisi ve öğrencisi; aynı zamanda tüm kodlara, hatalara, zaaflara kalın bir çizgi çeken; tarihin onunla uzlaşmayan ürünü olarak ortaya koyduğumuzu söyleyerek var olduk. Ancak yeniyi, kopuşu, arınmayı esas aldığımız özgürlük gücü ve Komün Gücü felsefesini örgütlemek adına oluşturduğumuz örgütlenme modelleri, çalışma tarzı, eylem tarzı için aynı şeyleri söyleyemeyiz. (…)

İlk soru olarak; devrimci savaş nerede, hangi koşullarda orduyla birlikte verilmiştir? Dünya devrim mücadelesi deneyimlerine baktığımızda ordu köylülük üzerine inşa edilmiş silahlı mücadele formu olarak ortaya çıkar. Çin, Vietnam, Nepal, … ve Kürdistan’da Özgürlük Hareketi. Çin’de öncesinde şehirlerden başlayan isyan ve ayaklanmalar her seferinde yenilgiye uğramıştır. Bu yenilgilerin derslerini doğru analiz eden Mao, uzun süreli halk savaşı stratejisi ile devletin denetimsiz ve zayıf yeri olan kırsal alanlara öncelik vererek nüfusun çoğunluğunun yaşadığı köylülük içerisinde örgütlenmeyi ve ordulaşmayı önüne hedef olarak koymuştur. Köylülerin örgütlenmesinin artışıyla müfrezeler oluşturulmuş, ardından mücadele eden köylülük ile köylüler ordusu kurulmuştur. Bu ordu ile öncelikle kurtarılmış bölgeler kazanılmış, oradan şehirlere yönelim olmuştur. Sovyetlere baktığımızda ise, bu devrim ayaklanmacı bir tarzda ilerlemiş ve Kızıl Ordu 1917’de kurulmuştur, öncesinde ordu örgütlenmesi yoktur. Nüfusunun çoğu köylerde yaşayan sömürge bir ülke olan Vietnam’da devrimci mücadelede ordu mevcuttur. Ve ulusal kurtuluş mücadelesi ordu örgütlenmesi ile gerçekleşmiştir. Latin Amerika ülke deneyimleri de mevcuttur. Her bir deneyimi kendi özgünlüğü içinde değerlendirmek gerekmektedir. Öte yandan bu deneyimlerin ortak kesenini de görmemiz gerekiyor, o da şudur; kırsal nüfus ağırlıktadır ve ordulaşma da kırlarda devletin çok örgütlü olmadığı alanlarda gerçekleşmektedir. Keza yanı başımızda, Kürdistan deneyimi yaşanmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) ilk çıkış itibariyle köylülük çok belirgindir. Şimdi de feodal kalıntıların olduğu, kapitalizmin nüfuz alanında olsa bile hala kırsal nüfusun yüksek olduğu bir coğrafyadan, bir sömürge ülkeden bahsediyoruz ki buna rağmen KÖH son zamanlarda kent mücadelelerinin önemini görmüş, buna uygun konumlanmaya çalışmaktadır. Özsavunma gücü oluşturma arayışları bunun sonucudur.  KÖH’ün gerilla ordusu olarak kendisini örgütlemesi deneyim yönüyle irdelenmelidir. Bir kadro hareketi olarak çıkmış ve doğrudan kendisini bir savaş örgütü olarak inşa etmeye çalışmıştır. Buna rağmen kendisine ordu dememiştir. Ordulaşma süreci ise ‘88 yılındadır. KÖH, ordu öncesi, politik mücadele ve gerillacılık ile Kürt halkıyla güçlü bağlar kurmuş, yaptığı örgütlenmelerle kendine özgür alanlar açmış, savaş gücünün ihtiyacını karşılayabilir pozisyona gelmiştir. Özcesi, devrimci savaşın orduyla yapıldığı ve zafere ulaştığı coğrafyalara baktığımızda kırlardan doğru ilerleyen, köylülüğe dayalı bir mücadele söz konusudur. Dünya devrim mücadeleleri tarihini analiz etmeye ve buradan çıkartacağımız sonuçlarla Türkiye’de ordulu parti modelinin nesnel olarak bir karşılığı olup olmadığını değerlendirmeye ihtiyacımız var. Kısa bir zaman dilimi içerisinde yapmış olduğumuz araştırmadan çıkardığımız sonucu yukarıda ifade ettik. Öte yandan nesnel koşullar ordulu parti modeline uygun olmuş olsaydı bile öznel durumumuz nicel ve nitel olarak, çok net söyleyebiliriz ki, orduyu karşılayacak bir düzey ve durum değildir. Gerçekler inatçı, aynı zamanda devrimcidir! Gerçekleri ters yüz ederek hareket edemeyiz. 

Türkiye’nin nesnel koşullarına dair, parti yazınımızda yaptığımız değerlendirmelerin tümüne bakacak olursak (son olarak “Gerilla özgürlük gücüdür” metni de dahil) dünya deneyimleriyle uyumlu bir durumun olmadığını görmekle birlikte tartışmaları şablonculuk üzerinden yapamayacağımızı söyleyebiliriz. Zira kalıplar ve şablonculuk Komünarlar olarak kendimizi inşa sürecine başlarken ilk reddettiğimiz şeylerden biridir. Bu anlamda ordulu parti anlayışında kendi ülke koşullarımıza uygun farklı bir hat örmeye çalıştığımızı da iddia edebiliriz. Bu durumda yukarıda da ifade ettik nesnel koşullarımızın uygun olduğunu varsaysak bile bu bizi kurtarmıyor.  O zaman, savaş gücümüzün nitelik ve nicelik yönünden ordu tanımlamasını karşılayıp karşılamadığını, burada devrimin esas gücü olan silahlanmış kitlelerin bu orduyla ilişkisini nasıl tariflediğimizi tartışmayı da bir ihtiyaç olarak görüyoruz.  (…) 

(…) Merkezden savaşçılara kadar tüm örgüte sirayet eden önünü görememe, sorun ve süreçleri siyasal yönden kavrayamama ve buna uygun politik tutum geliştirememe, gerekli taktik manevraları yapamama, inisiyatifsizlik vb. bir bütün olarak örgütü kötürüm hale getirmiştir. Merkeze göbekten bağlı halde tariflenen ve hiçbir inisiyatif alanı tanınmayan biz savaşçılar buradan çıkışı örgütleyebilmek için kolektif önderlik ve özneleşme tartışmalarını yapıyor, devrimci samimiyet ve açıklık temelinde devrim mücadelesine bir özne olarak dahil olmayı hedefliyoruz.

Bu metinle yapılmak istenen anın tartışması ve geçmiş pratikte yaptığımız ve son tartışmalarımızda mahkum ettiğimiz gibi zorunluluğun teorileştirilmesi değildir. Evet zorunlu olarak yapacağımız, yapmak zorunda olduğumuz uygulamalar, hamleler olacaktır verdiğimiz bu mücadelede. Ama ne zaman bunları, devrimciliğin biricik kıstası olarak benimsersek ve devrimciliği bu zorunluluklara bağlı olarak inşa edersek orada kaybederiz. Sovyetlerde yaşanan reel sosyalizm buna benzer örneklerle doludur. Ailenin kutsanması, annelik madalyaları, emek gücü ve çalışma politikaları gösterebileceğimiz örneklerdendir. Biz salt bazı zorunluluklar sonucu, örneğin merkeziyeçilik ve gizlilik koşulları nedeniyle yapmak zorunda olduğumuz şeyleri tanımlamak ve bunların komünistler olarak “normalimiz” olmadığını, normalimizin kolektivizm ve komünal ilişkiler olması gerektiğini ve bugün zorunluluk olarak başvurmak zorunda kaldığımız hiçbir aracı, biçimi idealize etmediğimizi, fetişletirmeyeceğimizi ifade ediyoruz. Bunlar devrim yapma iddiasındaki bir partinin sınıf düşmanı tarafından koşullanmış zorunluluklarıdır. Ve bizim dünyamıza ait olmamasına rağmen uymak zorunda olduklarımızdır.

(…)

Merkezin Rojava’da yer alması ve perspektif, taktik, eylem tarzının Rojava’dan belirlenmesi, bunun karşısında Türkiye örgütlenmesinin yetersizliği pratik olarak Türkiye gündeminden ve asli sorumluluklarımızdan kopmamıza neden olmuştur. Türkiye’yi buradan kumanda etme anlayışı, Türkiye’ye dönük cılız da olsa atmış olduğumuz adımları da boşa düşürmüştür. Merkezin adeta düzenli orduya komuta eder gibi tüm alan ve güçleri gündelik hayatlarına varana kadar belirlemeye çalışması, kolektif gelişimin, yaratıcı pratik örneklerin önünü kesmiştir. Rojava’da başarılı bir askeri gücün olması tersinden Türkiye’de bu düzeye denk bir konumlanışın olmayışı burayı tek belirleyen haline getirmiş, alanların özgünlüğü, inisiyatifi yok sayılmış, olması gereken gibi özgünlükleri karşılayabilen, kitlelere cevap verebilen, çelişkileri gören ve oraya giren bir pratik sergilenememiştir. Özgürlük gücünü hisseden herkes özgürlük gücü adına eylem yapabilir, milis örgütlenmesi kurabilir derken, özgürlük gücünü özneler toplamı olarak tarif ederken inisiyatif, özgünlük yaratıcılık ve taktik üretkenliği olmazsa olmazımız olarak koyarken, bir yandan da merkezin yaşamımıza, savaşımıza dair her şeyin tek belirleyen ve karar verici olması çelişkili ve çarpık bir durum yaratmıştır. Kadroların politik niteliği ve kavrayışı körelmiş, özellikle Türkiye’de sıçrama potansiyeli barındıran anlar ve durumlar değerlendirilememiştir.

Sorun tespitini doğru yapmak, önümüzdeki dönemin yol haritasını oluşturabilmenin temel koşuludur. Çözüm gücünü nasıl oluşturacağız? Her şeyin başı hedef netliği! Stratejik hattın genel ve soyut bir tariflemesini aşıp somutlayabilmeliyiz. Devrim stratejimiz nedir? Sosyalizm hedefine kesintisiz yürümeyi önüne koyacak bir devrim! Bunun parti programındaki karşılığı nedir? Anti emperyalist demokratik halk devrimi. Devrim stratejisi belirlendikten sonra öznel ve nesnel durumun güçlü bir analizi ile birlikte ne durumda olduğumuzun tespitini yapmalıyız. Bu, günün görevlerinin belirlenmesi için gereklidir. Devrimci zoru ve devrimci kitle şiddetini örgütleyebilecek devrimci bir savaş örgütüne ve bugünden başlayarak o zorun adım adım örgütlenmesine ihtiyaç vardır.

Silahlı mücadele anlayışımızın temel çizgisini oluşturacak olan, devrimci kitle şiddetinin önünü açma perspektifidir. Stratejik kavrayış sorunu… Bu zaman ve mekanda (yani nesnellik!), bu öznelliğimiz içerisinde günün görevleri nelerdir? İşte dönemsel stratejik hattın alanına girmiş olduk. Buradan ilerleyerek, yapıp edeceğimiz her şeyi güncel sorun ve ihtiyaçlara doğru adım adım çözümlemeleri de içerecek şekilde tanımlamalıyız. Devrimcilik realitenin (nesnel ve öznel durumun) üzerinden atlayıp hayal dünyamızdaki savaşı yürütme ve sonra da çuvallama işi değildir. Ciddi bir iştir. Hayatlarımızı ortaya koyuyoruz. İşçi sınıfı ve emekçi halklarımızın geleceklerini inşa edecek bir fiilden bahsediyoruz. Stratejik planlama olmaksızın atılacak hiçbir adımın bize bir getirisi olmaz.

Burada silahlı mücadeleye yaklaşımın tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Bizi başarıya ulaştıracak olan ne olursa olsun her koşulda vurmak ve vurmak değildir tek başına. Politik açıdan beslenmeyen, politik mücadeleyi ilerletmeyen bir askeri mücadeleyi savunmuyoruz. Elbette Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) zaaflarından biri olan harekete geçmek için hazır olmayı beklemek, koşulları, konjonktürü kavrayamadan beklemek tarafımızca mahkum edilmiştir. Ancak bu mahkumiyetten çıkış başka bir uç olan öncü savaşında değildir. Burada bizim özgürlük güçleri olarak yoğunlaşmamız gereken şey devrimci kitle şiddetidir. Şiddetin kitleselleşmesidir. Bugün TDH’ye baktığımızda legal zeminde bulunan devrimci demokrat yapıların dahi kitlelerin basıncıyla, öz savunma ihtiyacını gören bir yerden, bunun araçlarını yaratma ve ihtiyacı karşılayabilme arayışına girdiklerini görüyoruz. Halkevleri’nin, “Turuncu Kuvvetler”i, buna bir örnektir. Elbette bu hareketler belli yönleriyle bir etkide bulunabilir, ancak faşist devletin, sivil faşist güruhları, IŞİD artığı çeteleri de harekete geçirerek, tüm alan ve düzeylerde geliştirmiş olduğu saldırıyı, bu hareketlerin düşük yoğunluklu mücadele perspektifleri karşılayamayacaktır. Kitlelerin ihtiyacını karşılayabilecek ve faşizmin karşısında durabilecek ve yenebilecek özne burasıdır. Özgürlük konseyleri bu niteliktedir. Perspektif ve dayandığı temel doğrudur, ancak taktikler ve çalışma tarzı nedeniyle pratikte örülememiştir. Alanların kendi koşulları, içinde oldukları durum gözetilmemiş, bölgelerin kendi inisiyatifini ve mücadele hattını örgütlemesinin zemini oluşturulmamıştır. Ve bu daha baştan politikayı da örgütlenme biçimini de boşa düşürmüştür.

Bugün savaş gücümüz Rojava’da askeri teknik anlamda kendini ilerletmiş ve geliştirmiştir. Rojava’da IŞİD faşizmine karşı verilen savaşta bunu sağladığımızı söyleyebiliriz. Cephelerde savaşçılarımız üzerine düşeni layıkıyla yerine getirmiş, oldukları her mevziiyi devrimin mevzisi olarak ele alıp sonuna kadar direnmiş, cesaret ve inançla savaşmıştır. Yaratılan ciddi bir birikim ve değerler bütünü vardır. Yapılan hatalar, ilkelerin muğlaklaştırılması, belirsizleştirilmesi, devrimci değerlerimizin tam karşıtı yönde sergilenen pratikler bu birikimi yaratanları yaralamış, darbelemiş, devrimciliklerini hissedememelerine neden olmuştur. Yaptıklarımızın ve yapamadıklarımızın hesabını bugün iyi tartmamız gerekmektedir. Bu doğrultuda yaptığımız tartışmalardan, ne yapmayacağımızı görmüş olmakla birlikte, asıl olarak, nasıl yapacağımız sorusunu cevaplandırmaktır görevimiz. Önümüzdeki süreçte önceliğimiz savaş gücümüzün yeniden inşası ve güçlendirilmesi olmalıdır.

Temmuz 2017