Bir süredir vatandaşın kafasını en çok meşgul eden soru düzenin de en yakıcı sorunu haline gelmiştir. Eğer bir seçim olursa ilk seçimde Erdoğan ve iktidarının devrileceği belli olmuştur. İktidar gitmemek için, seçimlerin yapılmasını bir şekilde engelleyebilir mi? Ya da gerçek seçim sonuçlarını çarpıtabilir mi? Yoksa seçimde yenilince barışçı bir şekilde kenara çekilmeyi mi tercih eder? Eğer seçimleri bir şekilde erteleyerek ya da gerçek seçim sonuçlarını tanımayarak ayak direrse ne olacak? İç savaş mı olacak? Ordu mu müdahale edecek? Müdahale ederse kimden yana edecek? Müdahale edecek bir ordu kaldı mı?
Sanmayın ki bu sorular yalnızca sade vatandaşı meşgul ediyor. Muhalefet partileri, tarikatlar, devletin bütün unsurları hepsi bu sorularla meşgul, hatta gönüllü olarak gidip gitmeyeceği tartışılan iktidar güçlerinin bizzat kendileri bu meseleyi kendi kafalarında hala tartışıyor. “Gitmemekte diretebilir miyiz, diretirsek başarabilir miyiz?” Hükümdar ve saray erkanının da şu sıra en önemli meselesinin bu olduğundan emin olabilirsiniz.
Türkiye yeni bir kopuş noktasına yaklaşıyor. Anketlere bakılırsa toplumun çoğunluğunun iradesi bu rejimin gitmesinden yana ağırlığını koymuş gibi görünüyor. Tabii, çoğu AKP’den uzaklaşan, ama muhalefet partilerine de yaklaşmayan yüzde 20-25 lik kitleyi ve gayet iyi tanıdığı bu kitleyi Erdoğan’ın kazanabilme ihtimalini hesaba kattığımızda sonucun ne olacağı o kadar da belli değil diyebiliriz.
Bununla birlikte Türkiye faşizminin 19 yıllık bu son versiyonu da öyle veya böyle mutlaka gidecek, gitmeli. Ardından Türkiye faşizminin bir başka versiyonu mu gelir, hangi sınıf güçleri iktidar olur sorularından bağımsız olarak, bunlar gidecek. Erbakan’ın deyişiyle “kanlı mı olacak kansız mı olacak” mesele budur. Çalkantılı, sert bir yakın gelecek bizi bekliyor.
Öyle görülüyor ki AKP’yi artık istemeyen yerleşik düzen güçleri, İstanbul tekelci sermayesi ve geleneksel bürokrasi Erdoğan’ın seçimle gitmeyi kabul edebileceğini düşünüyor, onu bu yönde cesaretlendirmeye çalışıyor. Kılıçdaroğlu’nun parti içinde “Bunlar gitmez” diyen herkese “moral bozdukları” gerekçesiyle savaş açmasının sebebi bu. O ihtimali düşünmek bile istemiyor çünkü öyle bir ihtimal karşısında hiçbir çaresi, önerisi ve çözümü yok. Son zamanlarda katıldığı TV programlarında Kılıçdaroğlu’nun ısrarla “devri sabık yaratmayacağız” diye yemin billah etmesi de Erdoğan’ı seçim sonuçlarını tanımaya teşvik etmek içindir. Yani AKP’nin iktidar olduğu 19 yıllık dönem yargılanıp “sabıkalı bir dönem” haline getirilmeyecektir.
Türkiye öyle veya böyle yeni bir dönemece -ya da uçuruma- yaklaşırken, iktidar koalisyonunun iç huzursuzlukları da artmakta ve iç çatışma boyutunu almaktadır. Çünkü seçimle gitmeye hazır değillerdir. Ama seçim sonuçları karşısında direnmeye de kendilerini tam hazır hissetmemektedirler. İktidar cenahında da bu konuda kafalar karışıktır. İktidar olmanın getirdiği imkanları ve devlet korumasını yitirecekleri gün yaklaştıkça hem kendi aralarındaki paylaşım kavgası artmakta hem de birbirini “satıp” politik rakipleriyle uzlaşıya girme eğilimleri belirmektedir.
Çatışma, koalisyon ortaklarının birbirlerini tasfiye etme noktasına varacak kadar şiddetlidir. Görünen o ki; Sedat Peker’in son açıklamalarıyla ortaya çıkan yeni dengeye kadar, Erdoğan’ı tasfiye yönünde belli bir dinamik çalışmaya başlamıştı. Batan ekonomi, salgın karşısında tam başarısızlık, açlık noktasına gelen halkın feryadı, esnafın AKP’den desteğini çekmeye başlaması, Suriye’den Libya, Mısır ve Doğu Akdeniz’e kadar dış politikadaki çöküş ve nihayet alenen Erdoğan’ı devireceğini ilan eden Biden’in iktidara gelişi… Çanlar Erdoğan için çalmaya başlamıştı. İktidar bloğunun kendi içinde Erdoğan’a yönelik bir tezgah kurulmaya başladı.
Aslında Çubuk’ta Kılıçdaroğlu’na linç eylemi, Soylu ve MHP kanadının neleri göze aldığını o zaman göstermişti. Soylu, olaydan kısa bir süre önce “CHPlileri şehit cenazelerine almayın” diyerek açıkça saldırı çağrısında bulunmuştu. O gün Kılıçdaroğlu linç edilirken o esnada İstanbul Maltepe’de İmamoğlu’nun yüz binlerce seçmenle mitingi vardı. Eskaza Kılıçdaroğlu’nun başına bir iş gelse o kitle ne yapardı, o kitleyi bastırma bahanesiyle devlet İstanbul’da ve Türkiye çapında ne tedbirler alırdı, işler nereye varırdı, provokasyonu yapanlar bunları mutlaka o zaman hesaplamışlardı. Biden sonrasında artık Erdoğan ve AKP’nin Türkiye için bir yük haline geldiğini düşünen küçük ortaklar, onları tasfiye ederek iktidarda kalmanın yollarını aramaya başladılar. Burjuva siyaset ortamını şoke edici asayiş bozucu saldırılarla başladı her şey. MHP’nin dayatmasıyla tahliye ettirilen Çakıcı, Kılıçdaroğlu’nu alenen ölümle tehdit ediyor, Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ öldürülesiye dövülüyordu. Darbeler öncesinde kamuoyuna “devlet otoritesi nerede” dedirtecek asayiş bozucu klasik eylemler ardarda geliyordu. İktidarın ana gövdesi AKP ve başı, sessiz kaldıkça prestiji de sarsılıyordu. Salgın karşısındaki ilk kapanma hatasıyla halkın panik içinde gıda peşine düşmesine sebep olduğu için tepki çeken Soylu’nun sözüm ona istifasını açıklarken aynı anda yüz binlerce trol hesabıyla ve gece yarısı faşist sokak gösterileriyle kendisine “sahip çıkılmasını” sağlayıp Erdoğan’a geri adım attırarak ona karşı güç gösterisinde bulunması… Berat Albayrak’ın gidişinden sonra Soylu gizli başbakan gibi gitgide daha fazla öne çıkıyordu. Kabinede öne çıkan ikinci kişi olan Akar’ın Soylu ile rekabetinden dem vuruluyordu. Bu arada Ağar ve Çakıcı, Engin Alan ve Korkut Eken’le ünlü fotoğraflarını yayınlayarak siyasete mesajlarını verdiler. Bu süreç içinde kamuoyu yoklamalarında AKP sürekli eriyor, Cumhurbaşkanlığı anketlerinde ise Erdoğan artık Mansur Yavaş ve İmamoğlu’nun gerisine düşüyordu. Erdoğan’a yönelik sansasyonel bir hamle de kokain çeken AKP milletvekili danışmanının ve tekkedeki sarıklı albayın görüntüleri ile oldu. Soylu her iki olayın da zaten Emniyet İstihbaratın takibinde olduğunu söyleyerek bir bakıma görüntülerin ifşasına sahip çıktı. Erdoğan’ın prestiji dip noktadaydı.
Öyle görünüyor ki bu noktadan itibaren dengeyi değiştirecek gelişmeler oldu. Peker’in Soylu’yu ve Ağar’ı yıpratan ifşaatlarıyla bugünkü denge durumu ortaya çıktı taraflar arasında. Sedat Peker’i Erdoğan’ın konuşturduğunu söylemiyoruz ama 23 gün sessiz kalarak koalisyon ortaklarının alabildiğine yıpranmasını tercih ettiği açıktır.
Ortaklarının Erdoğan’a karşı kozları
İktidar bloğunda “taraflar”dan sözettik. İşin doğrusu, Osmanlı’dan Suudi Arabistan’a kadar bütün kapalı saray rejimlerinde tarafların kimler olduğu, sarayda hangi prensin hükümdara karşı tam olarak kimlerle birlikte davrandığını anlamak kolay değildir. Ancak karinelerle sonuç çıkarabilirsiniz. Bugünkü külliye rejimi de böyledir. Tarafların zaman zaman yer değiştirdiği, kendilerinin bile “at iziyle it izini” birbirine karıştırdıkları bir puslu entrika ortamında, bizim görebildiğimiz kadarıyla, ortada hükümdar ve partisiyle MHP ve bağlantılı eski Gladio-mafya artıkları ve Perinçek’ten ibaret bir üçlü koalisyon vardır. Perinçek ve MHP, kendi aralarında kavgalıdır, onlar birbirinin ortağı değildir ama her ikisi ayrı ayrı Erdoğan’ın dayanağıdırlar. Durum bu kadar basit ve sade de değildir. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, İçişleri Bakanı Soylu, Berat Albayrak gibi şahıslar, bu üçlü koalisyonun bazen bir kliğinde, bazen her üç kliğin de üstünde, ayrı birer siyasi aktördürler.
Böyle bir koalisyon nereden icap etti, hepimiz biliyoruz. Devlet yapısı içinde bir gücü olmayan Erdoğan ve partisi, generaller karşısında iktidar olabilmek için Gülen cemaatine ihtiyaç duymuştu. Cemaatçi polis ve yargıç ve dışarıdan ABD’nin desteğiyle Ergenekon, Balyoz vs. davalarıyla generallerin siyasi etkisini yok ettiler. Peşi sıra, iktidarın tümünü isteyen Gülen cemaatini, 15-20 Temmuz darbe ve karşı darbe oyunuyla etkisiz kılan Erdoğan açısından, işler en başa, 2002’ye dönmüştü. Erdoğan’ın yine devlet içinde kadrosu ve dayanağı yoktu. Yeni ittifaklara bu yüzden girdi. MHP’nin yargı, ordu ve sivil bürokrasideki unsurlarına alabildiğine önemli pozisyonlar verdi. Ülkücü mafya ve gladio artıklarının sivil hayattaki etkisini de bir zor gücü olarak arkasına aldı.
Hükümdarın kendi özgücü belli bir seçmen kitlesi ile kendine biat etmiş tarikatlardan ibaretti. Devlet içinde ayakları yoktu. Boşlukta duruyordu. Yeni ortaklar sayesinde kendine devlet içinde bir manivela yarattı. 15-20 Temmuz darbe ve karşı darbesinden sonra ortalıkta muhalefet diye bir şey kalmamıştı. Bu siyasi boşluğun verdiği serbesti içinde, yeni edindiği ortakların gücüne dayanarak dilediğini yaptı bugüne kadar. Sahip olduğu siyasal gücün, yani seçmen gücünün çok çok ötesinde, her istediğini yapabilen, neredeyse mutlak bir güç gibi gösterdi kendini bugüne kadar.
Gel gör ki zamanla ortaklar bu imajı yer yer sarsmaya, iplerin hükümdarda değil kendilerinde olduğunu hissettirmeye başladılar. Öyle ki “Koskoca AKP, Bahçeli’nin esiri oldu” denilmeye başlanmıştı. Perinçek ise ekranlarda açık açık “İktidar bizim çizdiğimiz siyasi rotada gidiyor” diyebiliyordu.
Bu ortakların hükümdara karşı kozları neydi ki kendilerini ona böylesine dayatabiliyorlardı? İşin püf noktası burasıdır. Bahçeli ve MHP ile ilgili yeterince veri var. 15 Temmuz darbe gecesinde Bahçeli’nin Erdoğan’ı telefonla arayarak, “İstanbul Atatürk Havaalanına inebilirsiniz, Ümit Paşa sizi koruyacak” dediği 1. Ordu Komutanı Ümit Dündar, kendisini tanımak isteyen gazetecilere “Beni Bahçeli’ye sorabilirsiniz” diyen biriydi. Bugün Kara Kuvvetleri Komutanı olmuştur. Kara Kuvvetleri gerçek bir darbenin asıl gücüdür. O kuvvetler olmadan darbe olmaz, onun yapacağı bir darbeyi de diğer kuvvetler engelleyemez. (4 bin tank sahibi bir orduda sadece 40 tankın, 500 binlik personelden sadece 5 bininin harekete geçtiği, 15 Temmuz uyduruk darbe teşebbüsü gibi bir şeyden bahsetmiyoruz.) Kara Kuvvetlerine hakim bir iktidar kendini güvende hissedebilir. Hakim olamayan bir iktidarın ise varlığı pamuk ipliğine bağlıdır. Tarihte ilk defa bu derece kritik bir mevki MHP’dedir bugün.
Bugünkü gibi desteklediği hatta bizzat içinde yer aldığı MC koalisyonuna karşı 1. Ordu Komutanı N. Kemal Ersun’un 1977 darbe girişiminden beri orduda hiç bu kadar güçlü bir konum elde etmemişti. Hükümdarın MHP’ye mecburiyetinin ya da diğer bir deyişle MHP’nin hükümdar için vazgeçilmezliğinin sırrı budur. Başka faktörler, mesela MHP’nin parlamentodaki sandalye sayısı bunun kadar önemli değildir. Çünkü yeni sistemde iktidarın hem güvenoyuna ihtiyacı yoktur hem de Meclis çoğunluğuna dayanarak kanun çıkarmaksızın KHK’larla da memleket saraydan idare edilebilmektedir.
Perinçek’e gelince, onun iktidar bloğundaki rolüne dair muhtelif rivayetler var. Davutoğlu’na bakılırsa, zor durumda Çin’den kredi temin edebileceğine dair hükümdara teminat vermiştir. Çin’in Türkiye’deki kimi liman yatırımlarına ön ayak olmuştur. Bir başka rivayete göre ise Ergenekon’da birlikte yargılandığı 10-15 emekli generali partisinin MK’sına alacak kadar “örgütlenme kabiliyeti” yüksekse de bunların istisnasız hepsi zamanla tepki vererek Vatan Partisi’nden kopmuştur ama orduda belki de bir tek yerde, ÖKK’da biraz var olduğu söylenmektedir. Eh, 15 Temmuz’da görüldü ki öylesi karışık durumlarda bu birim hiç de önemsiz değildir.
Üçüncü ortağa gelince. Bugüne dek Ağar-Soylu ekibi olarak anılan bu takımı aslında ikinci ortak, MHP’den pek ayrı düşünemeyiz. Bugünkü asker-polis teşkilatındaki bağlantılarıyla Engin Alan’ı, Korkut Eken’i ile eski gladio tayfasını temsil eden üçüncü ortak aynı zamanda Çakıcı’dan Kürşat Yılmaz’a kadar Türkiye mafyasının en iri kıyım örgütlerini de içermektedir. Çakıcı’nın tahliyesi üzerine Soylu tarafından yurtdışına çıkartıldığı anlaşılan Sedat Peker ile bu takımın düşmanlığının 1990’lara kadar gittiğini biliyoruz. Peker, Çakıcı’nın yakın akrabalarını da içeren çok sayıda önemli adamını, o da diğerinin pek çok adamını öldürtmüştü. Sedat Peker’in Kocaeli mafyası denilen Hadi Özcan’la birlikte general Veli Küçük’e bağlı çalıştıkları ve kaçakçılıkta kilit bir yeri olan Dilovası Limanı’nı tuttukları bilinirdi. Eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan zamanında bu mafya liderlerinin hepsi tutuklandı. Daha sonra Peker, hamisi Veli Küçük ile birlikte Ergenekon’da yargılandı. (Bugün Veli Küçük ne yapıyor bilen yok.) Cezaevinden çıktıktan sonra Peker, rakip mafya liderlerinin hepsinin içeride olmasından da yararlanarak işlerini büyüttü ve AKP’li oldu. Erdoğan ile poz verdiği malum fotoğrafı “hayatının en önemli anı” ilan etti. Bu yüzden Ağar-Çakıcı ekibiyle Peker’in çatışmasının ilk başlangıçta AKP mafyası ile MHP mafyasının rekabeti gibi anlaşılması sebepsiz değildi.
Mafya eklentileri ile birlikte “Ağar-Soylu ekibi” diye bugüne kadar ifade edilen iktidar ortağı üçüncü kliğin aslında tam bir bütünlük taşımadığı, Soylu’nun gerekirse Ağar’ı çiğneyecek kadar siyasi ikbal ve istikbal hırsına sahip olduğu bugün anlaşılmış durumda.
Erdoğan’ın MHP’ye mecburiyetinin nedenlerini anlattık. Ağar Soylu ve Çakıcı kliğine mahkum oluşunun sırrı da Sedat Peker videolarıyla açığa çıktı. Meğer Latin Amerika ile Avrupa kokain güzergahının tamamıyla tıkanması üzerine son beş yıldır kokainin Latin Amerika’dan sonraki ikinci durağı Türkiye olmuş! Alıcısı meçhul 300-500 kglık kokain sevkiyatları defalarca İzmir-Mersin limanlarında yakalanmış. Kolombiya’dan çıkıp Panama’da yakalanan İzmir Limanı’na gelmekte olan 5 tonluk kokainin alıcısı hala açıklanmıyor. Bu işlerde yakalanan malın ortalama beş mislinin yerine ulaştığı farz edilirmiş. Kokainin eroinden kat kat pahalı, çok karlı bir madde olduğu hesaba katıldığında ortaya çıkan tablo şudur: Ağar-Çakıcı ekibi beş yıldır saray ekonomisini kayıt dışı hadsiz-hesapsız dövizle beslemektedir. Ağar şimdiye kadar ne yaptıysa devlet için yaptığı ve hayatını devlete adadığı kabul edildiği için bütün devlet katlarında itibarı yüksek birisidir. Bu işi de devlet adına yaptığını kabul etmek durumundayız.
Böylece, çoktan çökmesi gerektiği halde bir türlü hala neden çökmediği anlaşılamayan, resmi rakamlara göre bitmiş tükenmiş bir ekonomiyi hala ayakta tutanın Katar’dan gelen kayıt dışı dövizin yanı sıra, ikinci karanlık kaynağını da dünya alem öğrenmiş oldu. Vakti zamanında Alman dergilerinin kapaklarında eroin enjektörüyle Çiller’in resmi birlikte yer alırdı. Bugün o zamanları çok aşan bir durum söz konusu. Türkiye dünyada “narko devlet” olarak anılmaya başlandı.
Sedat Peker videolarıyla ortaya çıkan en önemli gerçek budur. Dikkatleri Kutlu Adalı vb. eski faili meçhullere çevirmekten ziyade esas olarak Erdoğan’ın sorumlu olduğu dönemdeki Ağar ekibinin faaliyetlerine yoğunlaşılmalıdır. Ağar ve mafya, tek adamın egemenliğini onunla paylaşacak kadar önemli bir ortak haline gelmiştir. Ekonomiyle ilgili bütün bakanlıkların toplamından daha önemli bir rolleri vardır. Parti devleti, topyekun mafyatik bir yapıya dönüşmüştür. Her alanda o alanın reisleri vardır, hepsinin üstünde de en büyük reis.
Artık saklanacak gizlenecek bir şey kalmadı. Soylu, Erdoğan’a şantaj niteliğindeki HaberTürk programındaki konuşmasında “Benden önceki İçişleri Bakanı’nın evinde para sayma makinası çıktı” diyerek “17-25 bir Fetö yalanıdır” resmi tezinin aksine, o zaman açığa çıkan her şeyin; büyük komisyonların, yolsuzlukların büyük reisin kendi sesinden işittiğimiz “kulağa gelen” işadamlarından sızdırılan ve Bilal’in bir türlü “sıfırlayamadığı” evdeki paraların, her şeyin gerçek olduğunu söylemiş oldu.
Filipinler’in Markos, Nikaragua’nın Samoza, İran’ın Şah ailesi gibi bir faşizmle karşı karşıyayız. Hepsi başları sıkışınca paralarla birlikte ailecek uçtular.
Ekonominin iki büyük kayıt dışı karanlık noktasından söz etmişken, son olarak bir şeye daha dikkat çekip geçelim. Erdoğan’ın ağzından faizle ilgili çıkan tek bir söz veya Merkez Bankası yönetimindeki tek bir atamadan dolayı, her seferinde döviz fiyatları fırlıyor. Lira değer kaybediyor. Bir değil iki değil üç değil! Her defasında ülkenin döviz rezervlerinin erimesine sebep olan bu sözlerin “faiz enflasyonun sonucu değil nedenidir” saplantısı yüzünden bir inat uğruna söylendiğini, Erdoğan’ın ağzından kaçtığını düşünemeyiz. Bu tip her bir konuşma olağanüstü karlı büyük bir spekülasyon operasyonudur. Her bir operasyonda Merkez Bankası’nın boşalması uğruna kasasını dolduran, döviz fiyatlarının yükselmesine tek bir sözüyle karar verendir. Ortada akla hayale sığmayacak muazzam bir soygun vardır.
Ortakların Erdoğan karşısındaki kozlarını anlattık. Erdoğan’ın ortaklar karşısındaki tek gücü ise “siyasal gücü” yani seçmen desteğidir. (Zor gücü bahsinde doğrudan kendi kontrolünde görülen tek unsur MİT’tir ama onun da gerçekte ne kadar tek adamın kontrolünde olduğundan kimse emin olamaz.)
Eski ÖKK subayı bir akademisyen olan -şimdi DEVA partisi yöneticisi- Metin Gürcan’ın, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında TSK’daki generaller arasında –muhtemelen bambaşka sorularla- yaptığı bir anketten çıkardığı sonuca göre generallerin sadece yüzde 4’ü AKP’li olarak değerlendirilebilecek konumdaydı. Ama ezici çoğunluğu AKP’li olmasa bile, aynı generaller topluluğunun yüzde 80’i, “Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ciddi sorunlar karşısında Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını onaylıyordu.” Bunun anlamı şuydu: Türkiye’nin dışarıda başta Suriye, bölge ve ABD ile sorunlarının yanı sıra içeride Kürt sorunu karşısında öyle radikal ve riskli tedbirlere ihtiyacı vardı ki bunları ancak seçmen tabanı geniş, sağlam bir siyasi iktidar eliyle gerçekleştirebilir ve ülkeye kabul ettirebilirdiniz. Ordunun tek adam arkasında sıralanmasının nedeni buydu. Ancak aradan geçen 4-5 yılda çok şey değişti. “Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunlar” -bilhassa ekonomik yıkım boyutuyla- büyürken Erdoğan’ı Erdoğancı olmayan generaller çoğunluğu gözünde Cumhurbaşkanlığı makamında elzem kılan oy tabanı eridi gitti. Yani devasa sorunlarla baş edilmesinde lazım olan güçlü siyasi tabandan yoksundu artık Erdoğan. Hele hele ABD başkanlık seçiminde açık açık “Erdoğan’ı demokratik yollarla devireceğim” diyen adayın seçilmesi, ordu açısından çok şeyi değiştirmiştir.
Özetle; askeri bürokrasi ve onun üst kademeleri gözünde Erdoğan 2016 darbe sonrası konumunda değildir. “Türkiye’nin önündeki ciddi sorunlar” karşısında gitgide eriyen seçmen desteği ile gerekli lider ihtiyacını karşılayacak bir siyasi kişilik olmaktan çıkmıştır. Aksine artık Erdoğan 2010’lara kadar ona güçlü destek sunan hem emperyalistlerin hem de Türkiye egemenlerinin gözünde bir yük haline gelmiştir.
Bu durum, onu sadece siyasi muhalifleri açısından değil, ortakları açısından da artık diskalifiye edilmesi gereken bir unsur, bir pürüz, bir engel haline getirmiştir. “Darbe mekaniğinin” şimdiki nesnel zemini budur. Muhalefet erken seçimle devirmeye uğraşırken, ortakları ise ülkede darbe için elverişli ortam yaratmaya uğraşmakta, Erdoğan’ı tuzağa çekmekte, her adımda onu atacakları uçuruma doğru sürüklemektedir.
Darbe tartışmalarının güncelliği
Erdoğan’ın altını oyan iktidardaki bu odakların onunla ilgili gerçek niyetlerini, geçtiğimiz aylarda Gelecek Partisi Başkan Yardımcısı Selçuk Akdağ’ı dövenler arasında bulunan ülkücü gencin bir konuşması çok iyi anlatıyordu. TV ekranlarına da yansıyan, muhtemelen Ülkü Ocakları üyelerine yönelik eğitim konuşmasında arka duvarda Enver Paşa fotoğrafının önünde şöyle diyordu: “2. Abdülhamit’i biz devirdik; 3. Abdülhamit’i de biz devireceğiz.” İşte MHP’lilerin Erdoğan’la ilgili gerçek duygu ve düşünceleri budur. Bunlar bugün muhalif gazetecileri döverek, sokak linçleri yaparak toplumsal gerginliği yükselterek, aslında vatandaşa “yeter artık, asayiş elden gitti, iktidara kim gelecekse gelsin” dedirtmek istiyorlar. “Darbe için uygun vasat” diye tabir edilen ortamı oluşturmaktır bütün mesele. “Uçurumun kenarı”ndan ülkeyi kurtarmayı görev edinenler, piyasaya o ortamda çıkarlar.
Biden’li Amerika faktörü iktidarın bu küçük ama ihtiraslı kanadının planlarını nasıl etkiler? Milli Görüş geleneğiyle aslında kan uyuşmazlığı olan klasik devletçi faşist geleneğin bu temsilcileri o gün pekala “şartların oluşmasını beklemek için şimdiye kadar dini siyasete alet eden bu iktidarı zahiren desteklediklerini” söyleyip her darbeden sonra olduğu gibi NATO’ya bağlılık yemini ederek durumu kurtarabileceklerini düşünebilirler. ABD açısından da her zaman için asıl önemli olan, Türkiye’nin sağlam bir NATO üyesi olmaya devam etmesidir. İslam dünyası üzerinde Neo-Osmanlıcı hayallerden vazgeçmiş, yüzünü tekrar Atatürk’e ve laikliğe dönmüş Türkiye’yi isterse MHP yönetsin… Pekala tercih edilebilir. Daha doğrusu Erdoğan ve AKP’yi tasfiyeyi amaçlayan saray kliklerinin bunu ümit ettiğinden emin olabiliriz.
Ama daha dün “Erdoğan’ı devirmek istiyoruz” demiş bulunan ABD yönetiminin, şimdi görüş değişikliği karşısında süngüsü iyice düşmüş, alabildiğine zayıflamış, iktidarda kalabilmek uğruna her türlü tavize hazır bir Erdoğan ile yol yürümeyeceği belli değildir. S-400 ler, Rusya ile ilişkiler ve bölgesel konularda Erdoğan, ABD dış politikasına dümen kırarsa neden olmasın? Kaldı ki hem Batı’nın hem de İstanbul tekelci sermayesinin AKP’nin “2010’lara kadarki icraatından memnun olduklarını herkes biliyor.” Laik demokrasiyle İslam’ın barışının “mümkün” olduğunu gösteren, “çevrenin merkezleşmesi” adını verdikleri dindar muhafazakarların da zenginleşip düzenin sahipleri arasına katılmalarından gayet memnundular. NATO üyesi bir Müslüman ülke açısından “kazanım saydıkları” bu gelişmeleri heba ederek sert bir askeri darbeyle Kemalizme dönülmesi yerine aşırılıkları törpülenmiş bir AKP’yi sistemleri içinde tutmayı tercih edebilirler.
Kısacası pek çok etken güncel süreç üzerinde rol oynuyor. Üç ayrı açıklamayı aktararak darbe tartışmasının ne derece güncelleştiğini hatırlatalım. Habertürk TV’de istediğini söyleyip istediğini söylemeyen karma karışık konuşmaları arasında Soylu ilginç bir söz söyledi: “Ben Süleyman Soylu’nun Cumhurbaşkanı, Ağar’ın oğlunun İçişleri Bakanı olduğu senaryoları çöpe attım da buraya geldim!” açıkça anlaşılıyor ki Erdoğan’ı devirip Soylu’yu onun yerine getirme planları varmış birilerinin. Bir başka açıklama Ulusal Kanal’da Prof. Dr. Emin Gürses’den geldi. Muhtemelen Nisan ayını kastederek “İki bakan ve bir başkan tarafından Erdoğan devrilmek istendi” dedi. Gazetecinin “Bu dedikodu mu, gerçek mi?” sorusunu, “Ne dedikodusu, bize bilgi geldi hemen Cumhurbaşkanı’nı haberdar ettik ve darbeyi engelledik” diye cevapladı. İki bakan kim, başkan kim, bir parti genel başkanı mı yoksa bir devlet kurumunun başkanı mı, belli değil. Bunlarla ilgisiz üçüncü bir açıklama Haziran ayı başında Hulusi Akar’dan geldi. “Ordu komutanlarımız hakkında asılsız dedikodular yayan ordu bozanlar”dan bahsetti. Oysa o günlerde ordu komutanlarıyla ilgili hiçbir yerde konuşma yapılmış değildi.
Türkiye’de iki süreç bir arada ilerliyor. Birisi yukarıda işaret ettiğimiz, iktidar ortaklarının işlettikleri darbe sürecidir. İkincisi ise zamanında veya erken bir seçime doğru ilerleyen yasal siyasi süreçtir. Bugün bu iki siyasi süreç iç içe birlikte ilerliyor. Hangisi öne çıkacak ve diğerinin önünü kesecek, gidişata hangisi damgasını vuracak, bu büyük ölçüde muhalefete ama esas olarak muhalefet partilerine değil kitle muhalefetine bağlıdır.
Parlamenter muhalefetle iktidar arasındaki oy dengesinin gitgide muhalefet lehine değiştiği açıktır. Erdoğan’ın yeni bir oyun planı ile tekrar parlamenter sisteme geçerek, ilk seçimde yine en büyük parti olacağı besbelli olan AKP’nin genel başkanı olarak tek parti hükümeti değilse bile bir koalisyon hükümetinin başında, iktidarını uzatma şansına sahip olduğu da unutulmamalı. Bu noktada muhalefetin yumuşak karnı İYİ Partidir. Akşener geçen yıl kamuoyu önünde Erdoğan’a açıkça çağrıda bulunmuştu: “Parlamenter sisteme dönüş yönünde bir anayasa değişikliği bizim tek şartımızdır. Mecliste böyle bir anayasa değişikliği yapalım seninle koalisyona varız. Hem MHP’den hem bizden bakan al hükümete” demişti. Geçen süre zarfında bu dediklerine aykırı bir söylemi olmadı. AKP ve MHP’nin hiç yeri yokken durduk yere anayasa taslakları önermeleri boşuna değil. Yeter ki muhalefet partilerini Mecliste böyle bir tartışmaya bir kez çeksinler. Erdoğan bir anda tornistan yapıp “Ey vatandaş, Türk tipi Cumhurbaşkanlığı sisteminden istediğimiz sonucu alamadık, yeniden eski sisteme dönelim” derse kimse şaşırmamalıdır. Kontrpiyede kalan muhalefet partileri o zaman ne yapacak? AKP’den gelecek böyle bir anayasa değişikliği teklifine hayır deme cesareti gösterebilirler mi? Şimdiden topluma açıkça “Hayır, önce biz benimsemediğimiz bu mevcut sistemle iktidarı devireceğiz, yüzde 50+1 tuzağı bizim işimize geliyor, yüzde 50+1 ile önce iktidarı devireceğiz, ondan sonra parlamenter sisteme geçeceğiz” diye ilan edebilecek midir? Muhalefet partileri tuzağa düşer de mecliste parlamenter sisteme dönüş yönünde bir anayasa değişikliğine oy verirlerse, ilk seçimde AKP’nin yine iktidar olacağı kesindir. Akşener’e sevdalanıp kendi partilerinden bile daha çok İYİ Parti’nin propagandasını yapan CHP’liler, Vatan Partisi’nin AKP’ye koltuk değneği olacağına hiç ihtimal vermeyebilirler. Ama işin gerçeği Vatan Partisi, ikinci bir MHP’dir. MHP’nin şimdiki rolünü pekala üstlenebilir. Yıllarca “Ülkücüleri sokaktan çekti, bilge kişidir, devlet adamıdır” diye övüp Bahçeli’yi milletin başına bela eden CHP değil mi? Aynı hayal kırıklığını er geç Akşener’de de yaşayacaklardır.
Tarihin zembereğini serbest bırakmak
Genel toplumsal tepki, hele iktidardan kopan AKP seçmeninde ise düpedüz ikrah etme düzeyindeki tepki, şu an hiçbir burjuva muhalefet partisinin tercüman olamadığı kadar derin ve güçlüdür. Bu toplumun temel motifi, yer yer açlık düzeyine varmış olan yoksulluk, derin eşitsizlik, adaletsizlik ve halkın onurunun hiçe sayılışıdır. Evet, bu olgular hep vardı ama hiçbir zaman bu düzeyde değil. Halktaki derin acıları, tepkiyi ve özlemleri ifade etmekten aciz muhalefet partileri karşısında halkın durumu, bir büyük çaresizliğe dönüşmektedir. Sandığa umudunu bağlamış kitleler açısından “Tamam bunlar gitsin ama yerine gelecek olanlar ülkedeki bu derin eşitsizliği ve benim geçim sıkıntımı nasıl düzeltecek?” sorusunun bir cevabı yoktur. İkinci olarak, seçimleri kaybettikleri halde gitmediklerinde ne olacağı sorusuna muhalefetin hiçbir cevabı yoktur. Bu iki mesele parlamenter muhalefetin halkın muazzam beklentileri karşısında aciz kaldığı iki temel noktadır.
Muhalefet partilerinin son dönemde işsizlikten, açlıktan, yoksulluktan şikayet etmesi, kameralar önünde vatandaşa bunları tekrar tekrar anlattırması siyaset değildir. Vatandaş, bunları zaten her gün etinde kemiğinde yaşıyor ve muhalefetten, iktidara geldiği takdirde, bu sorunları nasıl çözeceğinin cevabını bekliyor. Parlamenter muhalefette ise bu soruların cevabı yoktur. Seçimlerde muhalefet partilerine oy verecek kitledeki çıkışsızlığı ve umutsuzluğu görmemek mümkün değildir. Millet ittifakı, “yeter ki bunlar gitsin ittifakı”dır. Emekçilerin gündelik acılarını ortadan kaldıracağına dair somut hiçbir şey söylemeyen muhalefetin AKP’den kala kala tek farklı yanı o malum “yaşam tarzı” ve laiklik meseleleri olmaktadır. AKP’den kopan yüzde 25 civarındaki “kararsız” seçmen bu farklılığı için mi muhalefete oy verecek? Aksine önceki seçimlerde AKP’yi tercih etmesinin nedenleri bunlar değil miydi?
“Yeter ki bunlar gitsin” temelinde oluşturulan bir seçim ittifakı, Erdoğan’ın son anda şapkadan tavşan çıkartırcasına geliştireceği taktiklerle seçimde kolaylıkla yenilgiye uğratılabilir. Muhalif kitlelerin umutsuz ve coşkusuz hali, bütünüyle mevcut parlamenter muhalefetin kitlelerdeki derin öfkeyi, umutları ve özlemleri ifade edemeyişinden kaynaklanmaktadır. Muhalefet, kitlelerin ruh halini bile anlamaktan acizdir. Son dönemde Boğaziçi direnişinin, halkın en geri kesimlerinde bile destek bulması, İstanbul sözleşmesinde bir avuç öncü kadının başlattığı direnişe milyonların derhal omuz vermesi, 128 milyar meselesinde “eylem” bile denilemeyecek birkaç pankart olayının muhalif yığınlarda bir duygu patlaması yaratması, siyasi muhalefetin, halktaki muhalefeti anlamakta aciz kaldığını göstermektedir.
2008’den beri bütün dünyada krizler içinde debelenen neoliberalizm, her yerde dalga dalga halk hareketlerine yol açıyor. Türkiye’nin bu sürecin dışında kalması için bir sebep yok. Üstelik Türkiye’de faşizmin baskılarının üstüne binen derin adaletsizlik ve salgınla birlikte ortaya çıkan ani fakirleşme toplumu barut fıçısına çevirmiş durumda. Türkiye’deki burjuva muhalefetin dünyadan haberi yok! Kapitalist düzene halel gelir diye en ufak bir reforma cesaret etme yeteneğini kaybetmiş durumda. Kapitalist merkezlerde ise egemenler, işsizlik ve yoksulluğun sonucu muhtemel halk hareketlerinden öyle bir korku içindeler ki, Türkiye’de telaffuz edilse bizim muhalefetin dudağını uçuklatacak cinsten “sol” tedbirleri kapitalizmi kurtarmak uğruna gündeme getiriyorlar. İMF ve Dünya Bankası başkanları, bütün büyük devletlerin yöneticilerini kamunun altyapı yatırımlarını arttırarak işsizliği acilen azaltmaya çağırıyor. Gerekirse para basın diyor. Neoliberalizmin kırk yıllık amentüsü olan enflasyonla mücadele ve parasal sınırlama ilkeleri bir tarafa atıldı. Yeter ki herkesin bir işi olsun da iktidarı devirmeyi falan aklına getirmesin. G-7’nin çağrısıyla çok uluslu tekeller, gönüllü olarak ödedikleri kurumlar vergisini birkaç misli artırmayı düşünüyorlar. Eskiden servet vergisi istemek, komünist diye suçlanarak aforoz edilmeye yeterdi. Şimdi ise Davos Başkanı Schwab, bütün dolar milyonerlerinden servet vergisi alın, fakirlere dağıtın, çağrısında bulundu. Bununla kalmadı bütün finansal işlemlerin yüzde 3 ila 5 vergilendirmesini istedi! Hatırladınız mı, ATTAC diye bir hareket vardı 2000’lerin başında. Seattle ile başlayan anti küresel uluslararası hareketin en büyük kollarından birisiydi. O zamanlar “Tobin Tax” adı verilen, her finansal işlemden vergi alınmasını savunan bir hareketti, baş harfleri de oradan geliyordu. Şu yaman çelişkiye bakın! O zaman atlı polislerle saldırdıkları antiküreselcilerin sloganlarını, şimdi Davos başkanı savunuyor. Çünkü dünya kapitalizmi çok zor durumda, kendini tehdit altında hissediyor. Sosyalizm lafları, sosyalizmi hiç tanımamış en genç kuşakların dillerinde dolaşmaya başlıyor. Keynesçiliğe çark eden metropol ülkelerin yöneticileri kapitalizmi kurtarma derdindeler.
Bizdeki parlamenter muhalefetin işte bunlardan hiç haberi yok. CHP, “5 yandaş inşaat şirketine iktidara geldiğimizde el koyacağız” diye bir laf etti ama kendi ettiği laftan kendisi korktu, uzun süre bir daha ağzına almadı. Oysa AKP’de temsilini bulan neoliberal kapitalizmden bizar olmuş kitlelerin bundan çok daha radikal hedeflere ihtiyacı var. Keskin bir yoksullaşma yaşayan kitleler, bu meselede çözümün doğal olarak aynı derecede keskin tedbirler gerektirdiğini seziyor. İnsanlar AKP gitsin de ne olursa olsun demiyor, bu devran değişsin istiyor. Temelde değişmeyecek olduktan sonra, birçoğu için Tayyip diğerlerinden daha becerikli. Parlamenter muhalefet fakirlik, işsizlik, geçim sıkıntısı, gelir dağılımı konularında hiçbir çözüm önermediği içindir ki kararsızlar yüzde 25’leri buluyor, en kızgın eski AKP seçmeni bile bu sistem içinde kaldıktan sonra bir şey yapılacaksa onu da en iyi Erdoğan yapar diye düşünüyor. Davos başkanının önerdiği tedbirler, Türkiye’de karın doyurmaz. Ne yazık ki bizdeki muhalefetin bunlara bile cesareti yok. Türkiye’de sağlık ve eğitimin yeniden devletleştirilmesini ve bedava olmasını, özelleştirilen bütün işletmelerin yeniden kamulaştırılmasını, özelleştirilen bütün stratejik sektörlerden özel sermayenin temizlenmesini hedefleyen bir sol muhalefet ise önerdiği tedbirlerin hepsi kapitalizm çerçevesinde kalsa bile AKP’de tereddüde düşmüş gariban vatandaşları yanına çekebilir.
HDP ve onun etrafında oluşturulması muhtemel sol blok, memleket iyiden iyiye seçim havasına girmişken, şu bahsettiğimiz eksende son derece sade, ama net 8-10 maddelik bir programla halkın karşısına çıkmalı ve herkese ezberletecek kadar, her gün her yerde bu hedefleri tekrarlamalıdır. Bir kez halkın oyuyla iktidar gücü ele alındığında hemen yapılabilecek basitlikte işlerdir bunlar. Basit ama mevcut güç dengelerini kökünden sarsıp sınıf mücadelesini derinleştirip sertleştirerek, bizim tarafa sıçrama yaptıracak derecede mühim işlerdir.
Elbette Türkiye’de faşizm, bir burjuva iktidarın devrilip bir başkasının gelmesi ile çözülemeyecek kadar köklü bir meseledir. Zora dayalı gerçek bir halk devrimi meselesidir. Ancak bu değişmeyen temel gerçek, bizim Türkiye faşizminin verili tarihsel kesitteki somutlanmış haline karşı mücadelenin somut meseleleriyle ilgilenmememiz anlamına gelmez. MC faşizmine karşı biz mücadele ederiz, oradan 12 Eylül faşizmi çıkar; biz mücadele ederiz Özal faşizmi çıkar, sonra Çiller-Yılmaz faşizmi, sonra DSP-MHP-ANAP faşizmi, 28 Şubatlar, e-muhtıralar ve 19 yıldır da AKP faşizmi… Değişmeyen mekanizme devlet ve tekelci sermaye gerçeğidir. Bu mekanizmanın kendisini paramparça edip havaya savurmadıkça, emekçilerin kendi iktidarına kavuşmadıkça, özünde aynı mekanizmanın bir görünümünden bir başka görünümüne geçer dururuz.
Bugünün somut koşullarına gelirsek, hem faşizmin tek adam diktatörlüğü biçimiyle parlamenter biçimi arasındaki fark ilgisiz kalmamızı gerektirecek kadar önemsiz değildir. Ama hem de esas önemlisi şu ki, içinde bulunduğumuz süreci AKP-MHP faşizminden bir CHP-İYİ Parti faşizmine geçişin değil bambaşka bir toplumsal sürecin devrimci bir sürecin başlangıcı yapabiliriz. Kimse şu yenik, hatta tuş olmuş halimizle hayaller kurduğumuzu düşünmesin. Türkiye’de tarihin ilerleyişi, 2013 Gezi fırtınası, 2015 özerklik girişimleri ve kent savaşları günlerinde durdu. O günden bugüne, bütün çelişkiler daha da derinleşmiş, toplumsal gerilimler daha da birikmiş vaziyette, her şey aynı noktada öylece duruyor. O günlerden sonra yaşanan 2016 15-20 Temmuz darbe ve karşı darbesi tarihin zembereğini iyice germekten başka bir sonuç vermedi. Türkiye ve Kürdistan toplumu aynı toplum, taraflar aynı, gerilim daha da büyümüş, en geniş yorumla “bizim” taraf diyebileceğimiz güçler, bir süredir psikolojik üstünlüğü ele almış durumda ve yeni bir kapışmanın eşiğindeyiz. Yeni bir kapışma, Gezi ve kent savaşlarından beri gerilmiş olan yayı serbest bırakıp halk güçlerini ileri doğru fırlatabilir. Bir darbe mi yoksa seçimler sonrasında meşruiyet tartışması mı bu büyük kapışmanın vesilesi olacak, şu an kestiremediğimiz şey budur.
Seçimlere ilişkin birkaç şey söylemeliyiz. Seçimlere CHP ile birlikte giren Sol Parti bir tarafa bırakılırsa, Türkiye ve Kürdistan’ın sol güçleri esas olarak HDP ve etrafında parlamenter siyaset sahnesindedirler. Erdoğan rejiminin sona erdirilip parlamenter rejime dönüş temelinde en geniş siyasi ittifak mümkünken, kendi tabanının Kürt karşıtı ırkçı önyargılarıyla mücadeleyi göze alamadığı için HDP’nin ittifakta yer almasını engelleyen İyi Parti yüzünden öyle görülüyor ki HDP seçimlere ayrı girecektir. HDP açısından burada hiçbir beis yok. 6.5 milyon yurttaşı yok sayan yeni yetme bir parti ve ona kendini mecbur hisseden CHP ile seçim ittifaklarını zorlamanın bir anlamı yok. Belli ki HDP’li bir ittifakı kategorik olarak reddetmeyen Deva ve Gelecek Partileri de HDP ile üçüncü bir blok yerine Millet İttifakına eklemlenmeyi tercih edecekler. Aslında biraz dürüst olsalar HDP’yi şeytanlaştıran İyi Parti’ye “Tamam sen o zaman kenarda dur, tek başına gir, biz HDP ile birlikte hep beraber bir seçim blokuyuz, ikinci turda senle buluşuruz” deme cesareti göstermeleri beklenirdi. Ama iktidarın psikolojik baskısı yüzünden bunu göze alamamaktadırlar. Öyleyse HDP kendi Cumhurbaşkanı adayı ile ve en güçlü çalışmayla seçimlere ayrı girmeli, işler ikinci tura kalırsa bir zamanlar Fransız komünistlerinin “Faşist Le Pen’e karşı hırsız Chirac’ı destekliyoruz demeleri” gibi, iki kötüden “mevcut ve yakın” tehdit olmayan ittifaka oy verebilir ya da duruma göre hiç oy kullanmayabilir.
Kılıçdaroğlu istediği kadar “devri sabık yapmayacağız” diye Erdoğan ve iktidar mensuplarını devrildikleri takdirde yargılanmayacakları güvencesi vererek rahatlatmaya çalışsın. Alem de, Erdoğan’ın kendisi de biliyor ki işlenen suçlar yargı konusu olmayacak gibi değil. Bu yüzden seçimi kaybettiklerinde gitmemek için akla gelen her şeyi yapacaklardır. İktidardan gitmemenin kırk yolu var. Seçimleri ertelemek, seçim bölgeleriyle vs. oynayıp sonucu kendi lehlerine garantilemek ve seçim hileleri… Kanunun geçersiz saydığı tam 2 milyon oy geçerli sayılarak hileli bir referandumla ve buna rağmen kıl payı kabul edilmiş bir anayasal rejim içinde olduğumuzu unutmayalım. İktidarda kalmak bir suçlular topluluğu için, bir hayat memat meselesi halini almıştır. Yapmayacakları şey yoktur. Bunu halk da biliyor.
Sokak muhalefeti seçim atmosferine hakim olmalı
Bunu bildiği halde toplumun ezici çoğunluğu seçime katılmakta kararlı… İstanbul başta olmak üzere bazı metropol belediyelerin hile hurdaya rağmen kazanılmış olması muhalif kitlelerin sandığa beslediği umudu iyice körükledi. İşin gerçeği, sandık umudu bitmediği sürece vatandaş iktidarı değiştirmenin başka yollarını aklına bile getirmek istememektedir. Öyleyse seçimlerle biz de ilgilenmek durumundayız. Şu anda artık net olarak seçim çoğunluğunu oluşturan muhalif yığınlar, bu seçimlerde iktidarı mutlaka yenmeli.
Bu ise bir şeye bağlıdır. Seçimler halk muhalefetinin memleketin toplumsal-siyasal atmosferi üzerinde ağırlığını koyduğu, her gün teneffüs edilen havada hegemonyasını hissettirdiği bir ortamda gerçekleşmelidir. Yani seçimlere gidilirken Türkiye’nin sokaklarına, meydanlarına muhalif yığınlar hakim olmalıdır. Kitle hareketinin yükseldiği bir süreçte yapılmalıdır seçimler. Dünyada sayısız örneği var. Bütün bu tip kritik seçimlerde, eğer öncesinde halk hasımlarına gücünü sokakta gösterdiyse, diktatörlükler çoğunlukla seçim sonuçlarına razı olurlar. Halkın sadece sandıkta değil sokakta açığa çıkmış iradesini kabullenirler. Çünkü aksi halde sokakta zaten hareketlenmiş bir halka karşı savaşı göze almaları gerekir.