Küresel ölçekte ezilen hareketlerinin devam ettiği; ancak kendini Marksist-Leninist ilkelerle ifade etmediği bir konjonktürde, teorik alanın kendini nasıl/nerede ifade edeceği önemli bir tartışma başlığıdır. Savaştığı güce karşı kendini ispat etmiş hemen hemen bütün oluşumlar kendisini Marksist veya daha genel bir ifade ile sosyalist olarak dahi tanımlamıyor. Büyük tarihsel dönemeçleri dikkate alacak olursak, bu sorun 20. yy sonlarından itibaren, yani ulusal kurtuluş hareketlerinin kendilerini sosyalist olarak nitelemesini bırakmasından ve onunla eş zamanlı olarak gelişen Sovyetlerin dağılma sürecinin ardından ete kemiğe bürünmüş durumda.
Marksist hareketlerde kabaca iki eğilim ardı sıra açığa çıktı. İlkin Marksist hareketler, kendi fikirlerinin aslında pekâlâ yeni toplumsal uyanışları kapsayabileceklerini iddia ettiler, bu nedenle birçok ön-ekli sosyalizm türevi (eko, anarko, güler yüzlü vb.) türedi. Ön-ekli sosyalizm türevleri aslında teorik bir yenilenmeden ziyade; pratik hareketlere etki edebilme veya onların pratik hacmini kendisine dahil edebilme gibi pragmatik bir temele yaslanıyordu. Çok geçmeden bu bakış, 2000’lerin başında, post-modern silsileye dayanamadı. Çünkü hem post-modern felsefe yöneldiği alanların (çevre, cinsiyet, etnisite) hakkını, bu alanların kendi içinden veriyordu hem de Marksistler bu alanları fazlasıyla pratik bir mesele olarak görmüştü. Marksistler kendi dar sınıfsal bakışlarını neredeyse hiç değiştirmeden yeni toplumsal hareketleri edinmeye kalkıştılar.
İkinci aşamada ise, son 20 yıldır, Marksizmi toptan reddetme davranışı gündeme geldi. Marksizm, günümüzü açıklayamayan ilkel, kaba, doktriner ve sonu Sovyetler’deki gibi olması “malumun ilanı” olan bir düşünceye indirgendi. Teorik alandaki savaşı şimdilik post-modern felsefenin kazandığını iddia edebiliriz. Pratik bir örnek vermek gerekirse, varlığını Stalin ve SSCB eleştiri ile sağlayan Troçkist hareket dahi Sovyetlerin dağılmasının ardından yok olmakla yüz yüze geldi. Hâlbuki yaşananlar onları olumluyor gözüküyordu. Marksizm, birbirine zıt olan tüm türevleri dâhil “iktidar” hedefi olan “merkeziyetçi” bir doktrindir. Yeni toplumsal hareketlerle başlayan post-modern dalgayı önce içine alıp kapsamak istemesi, başaramayınca da iki uçtan birine savrulması bu nedenledir. Çünkü ne kadar eleştirilirse eleştirilsin bir tür sosyalist iktidar –SSCB adıyla– apaçık mevcuttu ve destekler/eleştiriler o sayede mümkün hale geliyordu. Yeni toplumsal hareketlerin böyle bir iktidar perspektifi yaratamaması; zaten onların iktidar perspektifi eleştirisiyle var oldukları göz önüne getirildiğinde, ilişkinin krizi daha da açığa çıkmaktadır.
Teorinin sapa olduğu Türkiye’de hal böyleyken, yani Marksizm teorik olarak derin bir kriz içindeyken bu krizi çözmeye niyetlenmiş iddialı bir çıkış pek mümkün gözükmüyor. Ancak bir krizin varlığı, yenilgi dönemi ve başarılı ezilen hareketlerinin içine biraz girince hemen beliriveren “Marksizm dışı” yapısı bir veri olarak kabul edilmelidir. Marksizme yeni bir şey kattığını iddia etmek ne kadar temelsiz ise, sanki ortada bir kriz ve yenilgi yokmuş gibi dar sözler etmek de veya ezilen hareketlerinin bir tür rantına soyunan ön-ekli Marksizm türevleri de aynı derecede temelsizdir.
Marksizm adına yeni söz söylemek, onun bilim temeli olan sınıf/üretici güçler/üretim ilişkileri/ekonomik determinizm alanında güncel bir formasyon ile mümkündür. Bu alanlardaki eksiklik, küresel ölçekte bir yenilgi ve başarısızlık olarak kabul edilmelidir. Ancak politika ve felsefe alanı, üzerine söz söylemeye ihtiyaç olan alanlardır. Teorik bir çıkış iddiasının bilimsel açıdan yenilgi/başarısızlığın kabulü ekseninde, kendini felsefe ve politika alanında ifade etmesi tutarlı bir hat olacaktır.
Felsefe alanında “aydınlanma karşıtı ideolojik yerelleşme” anlayışı derinleştirilmelidir. Batı modernizmini içererek aşmayı hedefleyen ve başlangıcını kapitalizm sonrasına sabitleyen felsefi-politik anlayış yerine ezilenlerin isyan geleneğine yaslanan hat izlenmelidir. Batı Marksizminin kült dergisi New Left Rewiew son sayılarından birinde, Marksizmin ölüm fermanının aslında 1848 işçi ayaklanmalarının başarısızlığa uğramasından hemen sonra ilan edildiğini yazıyordu. Yani reel sosyalizmin çöküşü esasında 1848 işçi ayaklanmasının başarısızlığa uğradığı zaman zaten belli olmuş ve Marksist-Leninist politika nihayetinde mutant bir anomaliymiş! Oysaki Karmatilerden Hasan Sabbah’a, Bedrettin’den Kürt ayaklanmalarına kadar geçen isyan geleneğinin yenilgileri ve başarıları kapitalizm çok çok öncesine dayanıyor. Batı modernizminin felsefi ifadesi olan aydınlanmayı tüm kategorik biçemleriyle reddeden yerel bir akımın politik karşılığı olarak “komünarca” bir teori işçiliği merkeze koyulabilir.
Teorik politika cephesinde ise orta/uzun vadeli bir strateji/perspektif yerine kısa vadeli anlık/tepkisel eylemliliklerin(laiklik, sosyal medya vb.) ifade bulduğu zamanlardayız. Kabaca Türkiye solu iki büyük teorik dönemeç yaşadı:
- Erken cumhuriyet yıllarında, Komintern-Stalin politikaları doğrultusunda, TKP içerisinde yaşanan Kemalist iktidara karşı olup olmama meselesi.
- 27 Mayıs askeri darbesi sonrası şekillenen Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışması.
Şimdilerde ise bırakalım büyük teorik kamplaşmaları, benzeri meseleler üzerinde bir tartışma zemini bile ortada gözükmüyor. Bu tarz tartışmaların yerini Gezi dönemi ruhuna uygun anlık mizahi çıkışlar ve yatay örgütlenme modelleri almış durumda. Sosyalizme inananlar nezdinde, iç tartışmalar yerine Kürt meselesi üzerine yorumlar, sol liberaller ve bazen de AKP’nin etkilediği kesimlere göz kırpan kaba kitlecilik göze çarpıyor.
Türkiye sosyalist hareketinin tarihsel gelenekleri itibarıyla geliştirdiği köklü Kemalizm eleştirisi ve Kürt hareketiyle yoldaşlık biçimi derinleştirilerek, üçüncü bir teorik dönemecin kapıları aralanmaya çalışılabilir. Bu açıdan, Türkiyeli devrimcilerin Rojava konumlanışı ve Türkiye cephesindeki ittifaklar politikası olağanüstü verimli bir pratik temel sağlamaktadır.
Birincil düşman olarak Tayyip Erdoğan ile simgeleşmiş faşizm şartlarında, Gezi eylemlilikleri sonrasında ortaya çıkan orta sınıfta birleşme eğilimi, laiklik ve TC modernleşmesi neredeyse hiç sorgulanmıyor. Pratik politika alanında elbette ki hedef tekleşmeli ve ona karşı savaşta ayrıntılar göz ardı edilmelidir; ancak teorik politika alanında diğer düşmanların da önemi büyüktür. 2. Meşrutiyetten, yani istibdat sona erip Abdülhamid devrildikten hemen 6 yıl sonra Ermeni soykırımı olduğu, 9 Mart 1971’de cuntanın solculara oynadığı oyun gibi örnekler tarihimizde çoktur. Teorik politika alanının Tayyip Erdoğan ve AKP’den sonrasını düşünmesi büyük önemdedir. Bu açıdan Kürt hareketiyle yoldaşlaşma geleneği ve kemikleşen Kemalizm eleştirileri unutulmamalı, aksine daha yüksek sesle dillendirilmelidir.
Üçüncü teorik tartışma dönemi için komünar devrim anlayışı, Kemalizm eleştirisi, Rojava devrimi bağlamında Kürt Özgürlük Hareketiyle yoldaşlaşma ve aydınlanma karşıtı ideolojik yerelleşme başlıkları verimli girişler olarak görülebilir.