Kapitalizmin dünya çapında başarmış olduğu üretici güçleri geliştirme ve yayılma kapasitesi eski bir tartışmanın üzerini örtmüş görünüyor. Yaklaşık altmış sene önce, gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerin üretim tarzının ne olarak niteleneceği sosyalistler arasında hararetli bir tartışma konusuydu. Bu tartışma öylesine önemliydi ki, devrimin öncü sınıfını, olası ittifaklarını ve mücadele tarzını doğrudan belirliyordu. Daha ülkenin tam anlamıyla kapitalist olmadığını savunanlar burjuvaziyi olası bir devrimsel sürecin doğal bileşeni olarak görüyorken, kapitalistleşmenin tamamlandığını düşünenler yalnızca ve yalnızca işçi sınıfının özgücüne dayanılması gerektiğini iddia ediyordu. Elbette bu fikirler birçok varyasyonu doğuruyordu; ancak fikir ayrılıkları ülkenin üretim tarzının niteliğinde düğümlenip kalıyordu.
Bu tartışmayı başarılı devrimlerin bitirmesini umardık ama fikir ayrılıklarını sonlandıran şey bizzat kapitalizmin yayılma ve etkileme gücü oldu. Coca Cola’nın kışkırtıcı reklam taktiği, insan elinin uzanabildiği her yere bir kola kutusu girmelidir zorlaması, bizzat kapitalist üretim tarzının genel stratejisi oldu. Gözle görülen, elle dokunulan veya duyu organlarıyla algılanmasa bile hissedilen ve düşünülen her şey metalaşma süreci içine girdi.
Türkiye’nin artık tam anlamıyla kapitalist bir ülke olduğuna sanıyoruz itiraz eden çıkmayacaktır. Fakat sosyalistlerin birbirine kıyasıya saldırdığı “ülkemiz yarı-feodal yarı-kapitalist midir, feodal midir, kapitalist midir” tartışmasından bugüne kalan bir mesaj varsa, o da iktidardaki AKP adlı faşist yapının tefeci-bezirgân sermayenin hakiki çocuğu olduğudur. Hikmet Kıvılcımlı’nın sıkça kullandığı tefeci-bezirgân sermaye tanımını biraz hatırlayalım. Modern sermaye yani kapital, işçinin emek gücünü bir kapitaliste satma sürecine dayanır. 20. yüzyıldan itibaren de şirketler tekelleşip banka sermayesi ile birleşince doğru tanımlama bundan sonra finans-kapital olur. Tefeci sermaye hiçbir üretim sürecine katılmadığı halde para ile parayı değiştirerek faiz elde eder. Bezirgân sermaye ise kazancını mal alıp satarak sağlar. Tefeci-bezirgân sermaye kapitalizmin içinde eski üretim biçimlerini çağrıştıran bir parazit gibidir. Ama Türkiye gibi eski üretim biçimlerine dayanak olabilecek toplumsal tabakaları bolca barındıran ülkelerde, tefeci-bezirgân sermaye finans kapital ile bütünleşir; artık onlar ayrılmaz parçalar gibidir. Birbirlerinin çıkarlarına hizmet ederler.
Heyhat, 1950’lerden beri, devletin sevk ve idaresi bu toplumsal tabakaya, tefeci-bezirgân sermayenin temsilcilerine verilmiştir. Kıvılcımlı’nın vurguladığı üzere, devlet sınıfları içinde hatırı sayılır nüfuzunu olgunlaştıran bu tabakanın üretimden gelen hiçbir gücü yoktur.[i] Tefeci-bezirgân sermaye bu eksikliği finans-kapitalle bütünleşik hale gelerek kapatır. Diğer yandan finans kapital de sütten çıkmış ak kaşık değildir; birçok kirli işe gereklilik duyar ve bu işler için de tefeci-bezirgân sermaye vazgeçilmez bir ögedir. Bu karşılıklı ilişki devlet sınıfları içindeki buhran zamanlarında, bazen modern finans kapitali özerk ve belirleyici hale getirir bazen de tefeci-bezirgân sermayeyi. Fakat ikisi de yapısal sınırlarından gayri bir işe kalkışamazlar; yani finans kapitalin modern temsilcileri devleti yönetmeye soyunmazlar veya tefeci-bezirgân sermaye temsilcileri de bürokratik aygıtları vasıtasıyla ne kadar kükrerlerse kükresinler finans kapitali ekonomik açıdan mülksüzleştirmeye girişmezler. Bu tabakalar kendileri istedikleri veya böyle tercih ettikleri için değil; doğaları gereği bahsettiğimiz davranışlarda bulunurlar.
AKP ve tefeci-bezirgân sermaye
Bu uzun girişi, kısa bir mesajı daha kuvvetli kılmak için yaptık. Ekonomi mi yoksa devlet mi temel belirleyendir gibi teorik bir tartışmadan ziyade, somut birkaç olaya değineceğiz. Tefeci-bezirgân sermayenin hakiki evladı olan AKP, devlet sınıfları içinde edindiği ayrıcalıklı konumunu hunharca kullanıyor. Bu konumu kendi tırnaklarıyla yani yolsuzlukla, yozlukla ve çürümüşlükle kazandılar; evet, ama modern finans kapitalin üretim döngüsünün sınırlarına saygıda hiç kusur etmediler. Türkiye gibi ülkelerde tefeci-bezirgân sermaye ile modern sermaye arasındaki ilişki paraziter bir ilişki değildir; yani AKP modern Batılı sermayenin asalağı değildir. Aksine aralarında simbiyotik bir ilişki vardır. Devlet sınıflarının hâlihazırdaki dengesi AKP’nin bağımsız ve başına buyruk kararlar almasının zeminini oluşturmaktadır.
İşte AKP, bütün dünyayı etkileyen corona virüs salgınını böylesi bir statüyle karşıladı. Şimdiye karar yaşanan bütün krizleri devlet sınıflarının sermaye fraksiyonlarıyla olan ortaklığı üzerinden vakur biçimde atlatmayı başardı. Corona virüs salgınının yarattığı politik altüst oluşu yani pek görülmemiş bir şey olan biyo-politik krizi de bu zeminde atlatmayı planlıyor.
Tayyip Erdoğan ve onun emrinde çalışan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın salgın konusundaki yol haritası az çok belli oldu. Planladıkları kabaca şudur.
- Üretimin temel alanlarının etkilenmesine izin vermemek, yani finans-kapitalin can suyu olan reel sektörleri ne pahasına olursa olsun devam ettirmek.
- Hastalanan kişi sayısını elden geldiğince az açıklamak. (Bunun için de sadece genizden alınmış sürüntü örneğinin PCR yöntemiyle çalışılmasına dayalı olarak pozitif çıkan vakalar esas alınmaktadır. Bu yöntemin duyarlılığının %60’larda olduğu bilinmektedir. Yani hasta olan kişilerin yalnızca yüzde atmışında bu test pozitif sonuç veriyor.)
- Üretim açısından kritik önem taşımayan alanlarda, özellikle de evden çalışmaya müsait olan hizmet sektöründe çalışanları, yaşlıları ve çocukları karantina altında tutarak salgının büyümesini yavaşlatmak. (Üretimi devam ettirme hedefinden vazgeçmemek için, herkesin dâhil olduğu tam karantina uygulamasını göze alamıyorlar, sınırlı karantina uygulamalarıyla da salgını olabildiğince yavaşlatmayı hedefliyorlar.)
- Yaklaşık 15-20 gün sonra yoğun bakım yatağı ve solunum cihazı sayısının yetmeyeceğini iyi bildiklerinden dolayı, normal hastane yataklarını kullanmak ve hızlı bir sirkülâsyonla kayıpları ve yanlış tıbbi uygulamaları sümen altı yapmak. (AKP iktidarı 2002 yılından beri emekçi sınıfları kontrol altında tutmak için, sağlık hizmetlerini sosyal içerilme alanı olarak kullandı. Kendi iktidarından önce özel muayenehaneciliğe dayalı olan pahalı ve tepki uyandıran 2. basamak sağlık hizmetini kaldırdı. Bu değişimi 3. basamak ve 1. basamak sağlık hizmetlerini de işlevsizleştirerek başardı. Görünüşte ucuz ama içerikte tamamıyla çarpık olan bir hizmeti başarılı bir propagandayla emekçi halklara kabul ettirdi. Şimdi de yatak kapasitesi çok geniş olan bu çarpık işleyişteki hastaneleri sırf İtalya ve Fransa gibi çökkün görüntü vermemek için kullanmayı planlamaktadır.)
Solcuların acil gördüğü slogan: Kamulaştırma
Tayyip Erdoğan’ın tekrar tekrar söylediği üzere, bu planlarda kamu-özel ortaklığı dikkat çekmektedir. Erdoğan’ın başarıyla uyguluyoruz dediği, bizim ülkemize özgü olduğunu iddia ettiği bu sistem, finans kapitalin devlet sınıfları ile simbiyozundan başkaca bir şey değildir.
Erdoğan’ın ve onun emrindeki Fahrettin Koca’nın planı buyken, içinde birçok sosyalist yapının da yer aldığı geniş muhalefet cephesinin bu tarza cevap olarak “kamulaştırma” sloganını önerdiğine ve “kamulaştırmayı” talep ettiğine tanıklık ediyoruz. Sendikalar ve meslek örgütleri basına verdikleri demeçlerde kamulaştırma istiyorlar; kamulaştırmanın da içinde olduğu bazı acil talepleri imza kampanyasına dönüştürüyorlar.
Şüphesiz dostlarımızın birçoğunun kamulaştırma talebini yinelerken samimi duygular taşıdıklarının farkındayız. Fakat devlet sınıflarının çok güçlü olduğu, AKP’nin siyasal zoru ve kritik karar mekanizmalarını kullanmak noktasında inisiyatifi tek elde topladığı konjonktürde kamulaştırma neyi hedeflemektedir? Çağrıyı yapan sendikalarımızın ve meslek örgütlerinin bu konuda içeriğe dair net bir açıklaması yoktur.
Sağlıkta kamulaştırmadan kastedilen şey tam olarak nedir?
- Örneğin virüs salgınıyla ilgili tıbbi hizmetin ücretsiz olması mıdır?
- Özel hastanelerin, muayenehanelerin, özel laboratuvarların kapatılarak bütün yetkilerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi midir?
- Yoksa söz, yetki ve kararın işçi sınıfında olduğu komünist bir kamulaştırmadan mı bahsedilmektedir? Sadece bir bakanlığın kamulaştırılmasının, devletin ve üretim araçları işçi sınıfının kontrolünde değilken devlet sınıflarının daha da içe kapanmasından gayri ne gibi bir pratik sonucu olacaktır?
Sahi, AKP iktidarda sapasağlam durmaktayken, kamuyu temsil eden politik organizasyonun adı AKP iken, bu üç maddenin hangisi talep edilmektedir?
Eğer talep edilen şey birinci maddeyse, sağlık hizmetlerinin ücretsiz hale gelmesi ve bunun ardından doğacak bir “hızlı aydınlanma” ile birlikte kitlelere kapitalizmin sonunu getirecekmiş gibi mesiyanik bir çağrıda bulunmak en hafif deyimle “devlet kapitalizmi” olgusunu unutmaktır. Mussolini, Hitler ve Franco faşizminden tutalım yirminci yüzyıl boyunca İskandinav, Avrupa ve Asya ülkelerinin önemli bir kısmında temel sağlık hizmetleri ücretsizdir. Devlet kapitalizmi ve çeşitli farklarıyla birlikte otoriter modeller, kapitalizm için bir tür emniyet sibobudur.
Bu noktada bir ayrım yapmak gerekmektedir. Bir meslek örgütü, sözgelimi Türk Tabipleri Birliği (TTB) ya da remi/gayri resmi çeşitli Bilim Kurulları bu talebi elbette dile getirebilir. Eğer bu talep, kapitalizmin sona ermesi gibi bir niyetten bağımsız olarak sadece salgınla mücadele içinde dillendiriliyorsa bilimsel muhalefet sınırlarına dâhil edilmelidir. Burada amaç tutarlı bir antikapitalist politik mücadele hedefinden ziyade, yakıcı sorun olan salgının ilk sıraya yerleştiği toplum sağlığıdır. Tıbbi hizmetlerin ücretsiz olması salgının yayılma hızının kontrolünde ve egemen sınıflara sıçramaması noktasında oldukça önemlidir. Zaten iktidarın aparatı haline gelen resmi bilim kurulu da resmi olmayan bilim kurulları da Türk Tabipleri Birliği de bu konuda aynı fikirdedir. Bilimsel muhalefet geleneksel İlmiye sınıfının sınırları içinde görevini başarıyla yapmaktadır.
Peki, viroloji, epidemiyoloji ve enfeksiyonların hangi organları etkilediğiyle ilgili bilgilere geçtiğimiz ay mazhar olmuş işçi sendikalarının ve sosyalist yapılan dâhil olması gereken hat bilimsel muhalefet midir? Bilimsel muhalefete içkin sözleri doğrudan politik muhalefete havale etmenin devlet kapitalizmini ve reformizmi doğuracağını, AKP iktidardan düşerse de liberal restorasyonun temelini atacağını görmek hiç de zor değildir.
Eğer talep ikinci maddeyse, yani özel sektöre sağlık alanında hiç izin verilmeyen bir sistem isteniyorsa, zaten kamu otoritesinin başında ülkenin en büyük özel hastaneler zinciri olan Medipol Hastaneleri’nin sahibi olan Fahrettin Koca’nın bulunduğu nasıl göz ardı edilebilir?
Talebin üçüncü madde olduğunu, başarılı bir sosyal devrimin ancak devrim olgunlaştıktan sonra gündemine alacağı bu seçeneği, daha iktidar hedefini bile sözcüklere dökemeyen Türkiye solu için bir program haline geleceğini sanmıyoruz. Kaldı ki bu madde bir talebe sığmaz; ancak şiddet dozu yüksek bir mücadele pratiğine koşuttur. Burjuvazinin aygıtı olan devletin çeşitli kamulaştırmalar yoluyla kendi eliyle kapitalizmin sonunu getirmesini isteyen zahmet sevmeyen sosyalizm peyda olmuştur.
Abdi İbrahim’den Sağlık Bakanlığı’na, bakanlıktan özel hastane patronlarına
Virüs salgını büyürken ve muhalefet kamulaştırma talebi kıskacına kapılmışken, AKP iktidarının son üç gündeki hamleleri başlı başına bir cevap niteliğindedir.
AKP iktidarı, kendisinin basit bir aparatı haline getirdiği bilim kurulu sayesinde dünyadaki bilimsel gelişmeleri yakından takip etmektedir. Bu anlamda AKP, belki bilimi kendilerine zimmetli sanan Kemalist kadroların beklentisinin ve tahininin aksine, gerici ve bilim dışı kadrolardan değil ülkenin en saygın bilim insanlarından öneri almaktadır. Son bilimsel çalışmalar bir sıtma ilacı olan klorokin maddesinin corona virüsünün klinik gidişatında başarılı sonuçlar verdiğine işaret etmektedir. Olağan şartlarda Fransız şirket Sanofi bu ilacı Türkiye’de Plaquenil piyasa ismiyle pazarlamaktadır. Çeşitli romatolojik hastalıklarda da etkinliği bilinen bu ilaca artan ihtiyacı AKP salgının başında tahmin etmiş ve hızlı bir planlamayla ilaç karaborsaya düşmeden hepsini toplatma kararı almıştır. Hemen ardından zaten daha önceden ruhsatını verdiği Abdi İbrahim adlı yerli firmaya bu ilacın üretilmesini salık vermiştir. Abdi İbrahim isimli şirket 03/04/2020 tarihinde yaptığı açıklamada ilacın seri üretimine başlandığını, bir milyonu aşkın kutunun nisan ayı içinde üretileceğini, ilk ürünlerin çıktığını ve bedelsiz olarak Sağlık Bakanlığı’na verildiğini duyurmuştur.
Yani bugüne kadar milyon dolarlık cirolar içinde asgari ücretin prim farkını dahi çok görerek işçi çıkarma konusundaki acımasızlığıyla, verim ve optimizasyon konusundaki saplantılı planlarıyla tanıdığımız Abdi İbrahim şirketi bir anda insafa geldi ve bir milyonu aşkın kutuyu halkımıza bağışladı. İşte ücretsiz sağlık hizmeti! Peki, bu hizmeti Fahrettin Koca yönetimindeki bir devlet kurumu yapsaydı tablo farklı mı olacaktı?
Özel sektörün AKP’den korktuğu, tek taraflı bir hükmetme ilişkisinin olduğu düşüncesine kapılmayalım. Zaten bütün kabine patronlardan oluşmaktadır. Muhtemeldir Abdi İbrahim bu “bağışının” karşılığını önümüzdeki günlerde fazlasıyla alacak ve devletten bazı ayrıcalıklar kopartacaktır.
Abdi İbrahim’in devlete kutu kutu ilaç bağışladığı sıralarda Sağlık Bakanlığı da 04/04/2020 tarihinde yayımladığı bir genelgede corona salgınından dolayı özel hastanelerde tedavi olan hastalara servis hizmeti karşılığında günlük 633 TL, solunum cihazına bağlı yoğun bakım hastalarında ise 1700 TL ödeyeceğini taahhüt etti. İşte kamulaştırma!
Böylelikle geniş solcu yığınlarının talep ettikleri hususların önemli bir kısmı tamamlanmış oldu.
Çalışmak zorunda bırakılan geniş proleter kesimlerde yaygın bir huzursuzluk var. Hastalık kaygısı, kötü çalışma koşullarından bıkkınlık, sosyal dayanışmadan yoksunluk ve devletin gerçeğini çıplak bedenleriyle karşılama zorunluluğu… Bu huzursuzluk içi boş ve ardı getirilmeyen grev çağrılarıyla da devlet kapitalizmiyle malul ve AKP sonrasının liberal restorasyonuyla bulaşık kamulaştırma talepleriyle de karşılanamaz. Hazır ve eskimiş reçeteler yerine, öncelikle bu huzursuzluğa dâhil olunmalıdır, acaba içinde neler var?
[i] Devlet sınıfları tabiri de Hikmet Kıvılcımlı’ya aittir. Kıvılcımlı’ya göre Osmanlı toplumsal düzenini açıklamakta işlevsel olan bu kavram sınıflaşmanın başladığı ama toprak mülkiyetinin halen devlete yani kamuda olduğu bir düzeni ifade etmektedir. Toprak ekonomisinde yaşayan insanlara devlet nüfusu, toprak politikasında yaşayan insanlara ise devlet sınıfları ismini vermek uygun olacaktır. Yani devlet sınıfları, toprak politikasını sevk ve idare eden ve kendi içinde kastlaşmış tabakalara verilen isimdir; günümüze kadar uzanarak İlmiye(Akademi), Seyfiye(Askeriye), Kalemiye(İktisatçılar) ve Mülkiye(Siyasetçiler) olmak üzere dörde ayrılır.