19 Mart öğrenci direnişi vesilesiyle “kuşaklar” meselesi yeniden gündemimize girdi. Bu konuda Komün’de geçen yıl uzun bir makale kaleme almıştık. Bu yazımız ona katkı olarak değerlendirilebilir.
İnsanlar istediği kadar teorik birikim sahibi olsun, mücadeleye başlamadan önce hiç kimse devrimci değildir. 19 Mart’ın önemli bir özelliği de hayatlarında ilk kez böylesi kitlesel ve militan bir eyleme katılan gençler içinde yeni devrimci arayışların önünü açacağıdır.
Günümüz gençliği ağırlıklı olarak kapitalizm ve sömürünün kendini en çıplak, en görgüsüz ve en vurdumduymaz hali ile teşhir ettiği metropollerde yaşıyor. “Şehir ve Devrim” çalışmamızda artık kentlerin geçmişteki site ve kent devletlere benzer “Teknopolis”lere dönüşmekte olduğundan bahsetmiştik.
Mustafa Aslan Tunalı “Teknopolis” isimli kitabında şöyle diyor:
“1. Doğduğumuzda dünya üzerinde var olan her şey normal, sıradan ve dünyanın doğal işleyişinin parçasıdır yalnızca.
2. On beş ile otuz beş yaşları arasında olduğunuz süre içinde icat edilen her şey yeni, heyecan verici ve çığır açıcıdır.
3. Siz 35 yaşı geçtikten sonra icat edilen her şey doğanın düzenine aykırıdır.”
Evet, 80’ler ve 90’lar kuşağı günümüzde hala kendilerini olaylara hâkim ve hakem zannediyorlar. Oysa maç artık başka bir sahada oynanıyor, kuralları da değişmiş. Karşımızda artık teknopolisler ve onların etrafını kuşatmış, yeni nesil mafya teşkilatlarının cirit attığı emekçi mahalleler var. İşçi sınıfı metropollerin dışına atılmış, devletler ise alabildiğine şahsileşmiştir. Eski bir Google çalışanının kestirimlerine göre zamanın başlangıcından 2003’e kadar insan eliyle üretilmiş eser ve bilgilerin tümü 5 milyar gigabaytlık bir depolama alanına sığarken, sadece 2010 yılında insanlar 5 milyar GB’lık veriyi her iki günde bir üretmeye başlamış. 2025 yılındayız, şimdi insanlığın ne kadar gigabaytlık bir depolama alanına sahip olduğunu siz düşünün.
Yapay Zekâ (YZ) üzerine hummalı tartışmalar geçen yıla damgasını vuran olayların başında geliyordu. YZ elbette insanın yerini almayacaktır. YZ’yı tekeline alanlar, bunu kullanmayanları, buna ulaşacak gücü olmayanları çok daha özellikli yol ve yöntemlerle egemenlikleri altına alacaklar; YZ’yı sömürü ve baskıda teknolojik bir güç çarpanı olarak kullanacaklardır.
Daha 2017’de Putin, “YZ’da lider olan ülke dünyanın da hâkimi olacak” demişti, hatırlarsanız.
Yine Çin 2016 yılı 13. beş yıllık kalkınma planına 2030 yılında YZ konusunda dünya lideri olma hedefini koymuştur.
YZ kuşkusuz birçok iş kolunda maliyeti azaltacak çözümler sunuyor. Verimlilik ve karlılığı artırıyor.
ABD YZ’yı federal yargıda kullanmak için 2025-2029 yılları için 6 milyar dolar bütçe ayırdı. Çin ise tüm YZ biçimleri için 2027 yılı için 37 milyar avro ayırırken AB ülkeleri “Dijital Avrupa Programı” adını verdikleri YZ sistemi için 7,6 milyar avro ayırdı. Güney Kore ve Japonya’da bu konuda hiç de geri kalmayacak bütçeler ayırdılar. Türkiye’nin 2020 yılına ait YZ bütçelendirmesi sadece 1 milyar 500 milyon TL dir.
YZ’ye ilişkin küçük bir gazete seçkisi sunarak değişimi gözümüzde çok daha çarpıcı şekilde canlandırabiliriz.
YZ’nin bileşeni ChatGPT biliyorsunuz, öğrencilerin ödevlerini yazıyor.
Yüz tanıma ile ödeme yapılmasını sağlıyor. (İlk kez Finlandiya’da…)
Bugün Japonya’da kameralara bakarak tren istasyonu, metro ve havaalanında ödeme yapılabiliyor.
Yüz tanıma sistemi artık birçok ülkede güvenlik, suçlu takibi ve kimlik sorgulama için kullanılıyor.
Wuhan’da şoförsüz taksiler hizmet veriyor.
Çin’de bir teknoloji şirketinin CEO’su kendi yarattığı bir YZ!
Yine Çin’de “robot bir yargıç” şimdilik kredi anlaşmazlıklarına bakmakla yükümlü kılındı. İnsan yargıcın işini 30 dakikada bitirmesine yardımcı oldu.
İngiltere’de kullanılan DoNotPay isimli YZ uygulaması mahkemeye gidilmeden haksız verilen 160 bin park cezasını iptal etti.
YZ’nın otomasyon ve iş gücü dönüşümünde yarattığı en tipik örnek 7/24 ne aydınlatma, ne ısıtmanın olduğu insansız “karanlık fabrikalar”dır. Çin, Japonya ve Almanya’da mevcuttur. CNC makinaları, otomobil ve cep telefonu üretiminde bu tarz insansız fabrikaların sayısı günden güne artmaktadır. YZ teknolojilerinin iş süreçlerini nasıl kökten değiştirdiklerine müthiş bir örnektir.
Yani aslında geleceğin dünyasında yaşamaya başladık.
Lenin’in kendi zamanında teknolojik gelişimin anahtarı dediği “elektrifikasyon” bugün YZ değil midir? YZ insanlığın yeni elektriğidir.
Burada önemli olan şu: Yeni kuşaklar bu bilgi, veri ve enformasyon okyanusunun içine doğuyorlar. Dünya nüfusunun yarısının yaş ortalaması 30 ve internet icat olalı da 30 yıl oldu. İnternetle yaşıt olan yaklaşık 4.5 milyar insan var. Kuşkusuz internet, gezegendeki en “post modern” şey. İnternetin Avrupa ve ABD’de ilk sonucu sosyal devrimlerden ziyade sosyal ağlar kurmakla ilgilenen bir kuşak yaratmış olduğudur. Ancak meseleye daha derinden baktığımızda dört önemli şey görürüz.
İlki, mevcut kuşakta kısmen de olsa artık bir tür çevrim dışına çıkarak sahici-gerçek hayat özleminin doğmakta oluşudur. Ki bu çok önemli, çünkü teknolojiye hâkimiyet kazanan bir gencin onu hem teknik hem de ideolojik, politik, ekonomik ve kültürel anlamda karşıtlarımıza karşı kullanması yeni yüz yıl devrimciliğinin bir özelliği olarak görülebilir. Wikiliks ve Snowden u düşünün. Bir de kolektivizm örneği Wikipedia var tabiki, Google’ın hala ele geçiremediği.
Diğeri internetin gençlikte özgün olma çabasını geliştirdiğidir. Şimdiki kuşağın şöyle bir sorunu var: “Bize kimse ne yapmamız gerektiğini söylemiyor” diyorlar. Otantik olmayı ve kendi varoluşunu yeniden tanımlamayı koşullayan ve zorlayan işte bu yalnızlık ve öncüsüzlüktür. Giderek yaygınlaşan bu otantizmin devrimci örgütlülük ve eylemlere sıçrama kapasitesini oldukça güçlü görüyoruz.
Yeni devrimci hareket ve kadroların üçüncü özelliği öngörülemez olduklarıdır. Zaten düşman konseptleri kendilerini değişen dünyanın öngörülemez tehditlerine göre örgütlemiyorlar mı? Bu konudaki son örnek öğrenci gençliğin Beyazıt barikatını yıkarak Saraçhane’ye yürümesi ve CHP’yi aşarak 19 Mart’a kendi damgasını vurmasıdır.
Son olarak yeni kadrolar görülmektedir ki mücadeleye daha en başından enternasyonalizmi baş tacı yaparak gelmektedirler. Devrimcilik aslında yağ ve su gibi birbirinden ayrışık iki farklı madde olan sosyalizmle yurtseverliğin birbiriyle karıştırılamayacağını öğrenmiştir. Bu anlamda üzerine sinmiş olan ağır ulusal rengini yitirmiştir. Kürdistan, Filistin ve dünya metropollerdeki devrimci halk hareketlerinde (Küreselleşme karşıtlığı, meydan işgalleri, Arap Baharı, Rojava direnişi vb.) gördüğümüz budur.
Bilgili ama naif, savaş karşıtı ama ılımlı fanatik diyebileceğimiz 2000’ler sonrası gençlik içinde yaşadığı nesnelliğin bilincine varmak zorundadır.
Gençliği devrimci yapan, hedefe ulaşırken hissettiği o büyük eksikliğidir. Yani ona yaşamı değiştirme enerjisini veren o “tam olamama” halidir. . Bu çağ, bir belirsizlik çağıdır; kökensel bir toplumsal konumdan uzaklaşma ve daha erişilmemiş bir toplumsal konuma ulaşma arasındaki bir mücadeledir bu. 19 Mart erişilmemiş menzilin önünü açan bir rol oynamıştır diye düşünüyoruz. Gezi’den 10 yıl sonraki kuşak şu günlerde Türkiye’nin geleceğine kendi damgasını vurmanın heyecanını yaşamaktadır. Bu duyguyu örgütlemek en temel görevimiz olmalıdır. 19 Mart’ı, aynı Gezi gibi ileride çocuklarına, torunlarına anlatılacak “devrimci günler” olarak değil, tarihsel birer milat haline getirmeliyiz. Bugün 19 Mart’ı yaratanlar yarın 19 Mart’ı, sürdürdükleri devrimciliğe başladıkları ilk gün olarak anmalıdırlar.
Dolayısıyla 19 Mart’ı günümüz gençliğinin bir kopuş süreci olarak görmek gerekir.
Yeni kadro tipinin yaratılmasında geçmiş mücadele deneyimleri kadar günümüz gençliğinin dünyayı algılayış biçimi ve hayallerinde kurmak istedikleri geleceğin ipuçları da bir o kadar önemlidir. Her dönemin kadrosu yaşadığı dönemin siyasal eleştirisi ile kendini var etmiştir. Şimdi de böyle olacaktır.
Gerek Gezi, gerekse 19 Mart pratiklerinden çıkardığımız temel sonuçlardan birini aşağıya aktırdığımızda yeni varoluşun parametreleri daha iyi anlaşılacaktır.
Günümüz gençliği her zamankinden daha hızlı değişen bir dünyaya ayak uydurmak için sosyal medyada “kısa-süreli sunum” pratiği yoluyla teoriyi mükemmel şekilde çok daha anlaşılır bir biçime dönüştürebiliyor. Hatta bir adım daha ileri giderek bir tür “gerçek zamanlı teori” fikrini oluşturabiliyorlar. Nesnelerin, ilişkilerin ve teknolojilerin gerçek zamanlı olarak ortaya çıkan dinamiklerini yakalayabilen bir teori biçimidir bu.
Keza günümüzde dünyadaki yeni proleterleşme dalgasının başını genç erkek ve kadınlar çekmektedir.
Hem okuyup hem çalışmak zorunda kalan, üniversiteyi bitirseler dahi iş bulamayan ya da sefalet ücretleriyle çalışmak mecburiyetinde bırakılan; tüm ideolojik aygıtlarla başları belada olan ve bu aygıtlardan özgür olmak isteyen, bu anlamda varoluşlarını gerçekleştirecek -geçmiştekilerden çok daha farklı- yeni bir özgürlük sistemi arayan; aile, okul, mahalle ve taşra gibi sosyal mekânlara sığmayan, buralara olan eski dini, kültürel, ataerkil bağları çok zayıflamış, ancak doğa ve kırsal yaşamı politik olarak önemseyen; öte yandan şehir meydanlarının ve ona açılan sokak ve caddelerin stratejik önemini kavramış ve ömürlerini içine birçok hayatı sığdırarak yaşamak isteyen, teknolojiyi günlük yaşamına yedirmiş cesur ve ütopyacı bir gençlik var karşımızda. İşte acıları ve yazgılarıyla ortak bir kaderi paylaşan bu genç erkek ve kadınlar tüm dünyada artık hem kendi kuşaklarının hem de işçi sınıfının en devrimci kanadını temsil etmektedirler.
Devrimler kendi tarihini kendi yazan kadrolarla gelir. Burada elbette kuşaklar arası deneyim aktarımını, devrim için toprağa düşenleri unutmuyoruz. Ancak ne kadar unutulmaz ve yüce olursa olsunlar geçmişin örgüt ve kadro pratiklerinin tekrarına düşenler başarılı olamayacaklardır. Hiç bıkmadan usanmadan tüneller kazarak bizi bugünlere getiren “ihtiyar köstebekler” elbette hiç unutulmayacak, mücadelemizde yaşayacak ama artık onların yolu ile değil, başka bir yol ile yürünecek. Burada sözünü ettiğimiz “yeniden yapılanmak” değil, yeniyi yaratmaktır. Unutmayalım geçmiş devrim deneyimleri birer strateji değil, sadece tarihsel birer örnektiler. Gündemimiz süreklilik içinde kopuş değil paradigmasal bir kopuştur.
Devrimci Hareketin iktidar stratejisi uzun yıllardır birbirini sabit konumlarda zayıflatmaya çalışan, fiziki olarak biri diğerinden çok üstün iki eşitsiz güç arasında uzun ve hareketsiz bir mevzi-konum savaşı biçimindedir. Bu durağan politik tarzdan kesinlikle kopuşmak gereklidir. Burada bir algoritma değişikliğine ihtiyaç var. Biz buna kısaca “Hiçbir yerde ve her yerde!” diyoruz.
Yeni kadrolar ideolojiye sonsuz bağlılığı olan otonom birer güç olmalılar; adları değil sanları ile konuşulmalıdırlar.
Tarih, reel sosyalizmin tüm tortularından sıyrılmış, bu meseleyi geride bırakmış, kafalarındaki tüm ulusal çitleri yıkmış, mücadele ederken başta kadınlar olmak üzere dünyanın tüm emekçilerinin ve ekosistemin kurtuluşunu birlikte düşünen ve pratikte sürekli “saha” da bulunan, hareket içinde kendi özgün görüş ve eylemlerini ortaya koymaktan çekinmeyen öz yaratım ruhu ile dolu bir kadro tipini çağırıyor…
Metalar dünyasının son yapıtı Teknopolis’i ele geçirecek tek güç gençliktir!
Çünkü gençlik ruhsuz dünyaya ruh verebilecek yegâne güçtür!
21.04.2025