“Sarp ve Dolambaçlı yollarda şimdi yere fırlatılan şişeler var, birisi BarışaRock’ta içilen Rock’un içine sığmadığı bira şişeleri, diğeri mahallelerde yere çalınan molotof şişeleri. Şişelerle ilişkilenişin işaret etmiş olduğu, o anda cisimleşen siyaset tahayyülünün ötesine geçmek, kurucu ile yıkıcı siyaset arasındaki ilişkiyi, reaktif siyaset yerine pro-aktif bir siyaset kurgusu için herhalde devlet ve piyasanın bizzat radikal öznenin dilinde yarattığı dönüşümü daha net anlamaya ihtiyaç var.”
adalının türküsü / düşmeyecek dillerden
geliyor adalılar / sarp yamaçlı yollardan
Giriş
Mahir Çayan, THKP-C ve Kızıldere kelimeleri Türkiye’de üç-dört kuşaktan farklı insanın hafızasında şöyle veya böyle yer edindi, farklı kesimlerden insanların hayatlarında en azından bir süreliğine de olsa merkezi bir rol oynadı. Şüphesiz ki bunlar, insanları başka bir dünyaya ve zamansallığa çağıran, Walter Benjamin’in dediği gibi mesihvari bir kurtuluş destanına davet eden bir anlam ve eyleyiş dünyasının anahtar kelimelerinden sadece birkaçı oldular.
1968′in öğrenci hareketinin içindeki tartışmalarda kendisini bulan birkaç gencin, dünyanın çeşitli ülkelerindeki toplumsal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinden etkilenerek kurduğu THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi), ‘iradeyi’ ve ‘zamanın monopolünü’ doğrusal bir zaman anlatısı içerisinde askeri kodlarla harmanlayan bir yapıydı; 70′li yılların sonuna gelindiğinde içinden Devrimci-Yol ve Devrimci-Sol olarak kendisini adlandıracak olan, aynı kelime haznesi ve argümanlara dayanarak farklı pratikler sergileyecek olan iki öznelliğin inşasına zemin hazırlayacaktı. 12 Eylül sonrasında ise biri ‘aşkın ve devrimin’ diğeri ise ‘umudun adı’ olacaktı. Farklı devlet ve piyasa pratikleri ile etkileşimlerinde Mahir Çayan’ın oluşturmuş olduğu üslübun nasıl bir kollektif hafıza inşasında rol aldığını; iktidarın, direnişin koordinatlarını belirleme sürecinde nasıl bir dönüşüme uğradığını, toplumsal bir alternatif tahayyülünün, şiddet ve piyasa tarafından nasıl yeniden biçimlendiğini THKP-C’nin iki ‘devamcısı’ olan DHKP-C ve ÖDP üzerinden analiz etmeye çalışacağız. Mahir Çayan ‘Devrim yolu engebeli ve dolambaçlıdır’ demişti, şu anda ise bu yollarda şişeler var. Birisi için ”molotofu” muhafaza eden diğeri için ”içine sığmayan rock’u” içeren cisim olarak. Ancak iki farklı toplumsal tahayyül de ‘şişenin’ içine hapsolmuş durumda. Şişeler, birisi için kendi varoluşunu ancak karşı-şiddet üzerinden mümkün kılabilen diğeri için ise renkli zevkler piyasasında ‘beleşe’ edinilebilecek başka bir ‘renkli nesneyi’ temsil ediyor. Bu hapsolma sürecini dil, zamansallık, (devlet) şiddet(i) ve piyasa döngülerinin alternatif bir toplumsal tahayyül ile girmiş oldukları etkileşim üzerinden analiz etmeye çalışacağız. Bu analiz, her ne kadar belli bir mesafeyi koruma kaygısı gütse de, temel alt-metini bunun ötesini tahayyül etmeye çalışan, bu tarihi kendi tarihi addederek sahiplenen, dolayısıyla ancak belli bir noktaya kadar nesnel olabileceğini önsel olarak kabul eden bir yaklaşıma sahip.
Halihazırda Türkiye’de var olan mevcut ekonomik-siyasi düzeni gündelik hayatı örgütleyerek yıkmak ve bu doğrultuda alternatif bir toplum tahayyülü etrafında insanları harekete geçirebilen öznelerin varlığından bahsetmek oldukça zor. Bu iddiayı koruyanlar dahi iddialarını gerçek hayatta tekabüliyeti olan bir projeye dönüştürme konusunda oldukça sıkıntı içerisindeler. Oysa ki, daha 90′lı yılların sonuna kadar Türkiye’de henüz AB süreci ile birlikte STK’cılığın bu denli gelişmemiş olduğu bir ortamda her türlü muhalefet şu veya bu şekilde ya Kürt Hareketi ya da kendisini Devrimci/Komünist olarak adlandıran öznelere çeşitli mesafelerle de olsa bağlıydı. Ancak özellikle 1996 yılındaki Ölüm Oruçları ve onu takiben 2000lerin başındaki Hayata Dönüş Operasyonu ile birlikte hem bu hareketlerde ciddi bir zayıflama, hem de ‘bağımsız’ STKcılık faaliyetlerinde ciddi bir artış gözlemlenebilir. En azından toplumsal muhalefetin ciddi bir kısmı için bütünsel bir hakikatin yitiminden bahsetmek herhalde abartılı bir tespit olmayacaktır, Slavoj Zizek’in dediği gibi:
”Tam bu nedenle kişi Marx’ın 11. Tez’ini tersine çevirmeye kalkıyor: Günün ilk görevi kesinlikle doğrudan müdahaleye, şeyleri değiştirmeye (kaçınılmaz olarak eli kolu bağlı ‘global sermayeye karşı ne yapılabiliriz ki?’ imkansızlığına varır) ve eylem yapmaya kapılmak yerine egemen ideolojinin koordinatlarını sorgulamaktır. Eğer bugün doğrudan eylem çağrısının peşinden gidilecekse, bu eylem boşlukta değil egemen ideolojik koordinatlar içindeki bir eylem olacaktır: ‘İnsanlara gerçekten yardım etmek için bir şeyler yapmak’ isteyenler Medicins sans frontiere [hümaniter tıbbi örgüt] , Greenpeace, feminist ve anti-ırkçı kampanyalar gibi, ekonomik alana karışır görünüyor olsalar bile (örneğin ekolojik koşulları hiçe sayan ya da çocuk işçi çalıştıran şirketleri boykot ve ifşa), hoş görülmekle kalmayıp medya tarafından da desteklenen (pek saygın) kahramanlıklarla ilgilenirler – bu kampanyalar belirli bir noktaya kadar hoşgörülür ve desteklenirler. Bu tür eylemler edilgenliğe kusursuz bir örnektir: Bir şeyin gerçekten değişmesini gerçekten olmasına engel olmak için yapılırlar. Bütün insancıl, siyaseten doğru ve benzeri eylemler ‘Hep bir şeyleri değiştirmeyi sürdürelim ki global olarak her şey olduğu gibi kalsın!’ formülüne uyar.”
Peki ama Türkiye tarihinin belki son 30 yılında bu denli ciddi bir rol oynayan bir siyasi yönelim, yani devrimci/komünist hareket, neden ve hangi yöntemlerle, siyasete, radikal müdahale etme araçlarından yoksunlaştı? Bir başka deyişle en azından şimdilik herhangi bir rol oynayamaz hale geldi/getirildi. Devletin ve piyasanın yönetimsel teknolojiler ile bu öznelerin siyasi stratejilerinin kesişiminin, toplumsal bir alternatif tahayyülünü nasıl bir yitime uğrattığını bugün için sormamız gerekir. Buna bakmak sadece bir hareketin yok oluşunun yasını tutmak değil, yönetimsel teknolojilerin ne denli etkili olup olmadığını anlayarak, alternatif bir siyaset tahayyülünün en azından bugün var olan alternatiflerden kendisini ayırt etmek durumunda olduğuna analitik kaygılarımız gereği sadece işaret edeceğiz. Bu analizimizin merkezine THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) ve onun 90′lı yıllardaki iki ardılı Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) ve Devrimci Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (DHKP-C) yapılanmalarının bir dünya yapıcı pratik olarak dolaşıma soktukları kültürel öğeler, dilleri ve üslupları üzerine oturtmaya çalışacağız. Arif Dirlik’in dediği gibi:
”Gerçek anlamda radikal bir kültür anlayışı, bizi, kültür kavramının kendi içinde barındırdığı çelişkiye dikkat etmek zorunda bırakır. Kültür, sadece bir dünyayı algılayış biçimi değildir; dünyayı yapma ve değiştirme biçimidir de.”
Ellen Scarry, işkencenin, dili, yapı-sökümüne uğrattığını iddia ediyor; biz de devlet şiddetinin ve piyasa pratiklerinin radikal öznenin dilini/alternatif tahayyülünü yapı-sökümüne uğratıp, öznenin, kendi anlam dünyasında bir kırılmaya yol açmaksızın, aynı kavramsal envantere dayanarak ve tahayyül edilen semantiği sarsmadan teslim aldığını ve böylece bir içerme sürecini inşa etmeye yol açtığını iddia edeceğiz. Temel olarak iki yapının (Dev-Sol/Dev-Yol – DHKP-C/ÖDP) da dünyayı algılamak ve ‘yapmak’ için Mahir Çayan’dan devraldıkları kavramsal çerçevenin, nasıl devlet ve piyasa ile girilen ilişki içerisinde dönüşüme uğradığını; bu anlama/yapma pratiğinde kullanılan kavramların, referans noktalarından ve bağlamlarından nasıl koparıldığına bakacağız. Bu süreç içerisinde kavramların değil, bu kavramların dizgesinin ve bağlamının dönüşüme uğradığını aynı zamanda, bunun siyasi eyleyiş halinde olan öznenin anlam dünyasının içerisinden geliştiğini ve bu şekilde ‘radikalizm iddiasını’ ayakta tutarak, düzenin, kendisini bizzat söz konusu öznenin anlam dünyasının içinden yeniden ürettiğini iddia edeceğiz. Bunun devlet/piyasa ile girilen ilişkinin dinamikleri ile gelişen ve iktidara bir yönetimsellik pratiği için zemin sunduğunu saptayacağız. Burada Grup Yorum’un şarkı sözleri ve BarışaRock festivali aynı kökenden gelen iki öznenin dünyayı algılayış ve yapış pratiğini anlamak açısından önemli iki örneğimiz olacaktır.
Ancak bunu yapmadan önce kısaca devrimci-komünist geleneğin miras aldığı anlam dünyasına ve Türkiye’deki hareketin tarihine kısaca da olsa değinmekte fayda var.
Devrimin Zamansallığı
Türkiye’deki devrimci/komünist hareketin anlam dünyasının şekillenişini anlamak için her şeyden önce, dünya algısını şekillendiren temel ve tarihsel referans noktalarını irdelemeliyiz:
Avrupa’da 1800′lerde gelişen işçi hareketinin yaratmış olduğu çeşitli siyasi partiler zamanla 1900′lerin başına gelindiğinde modern siyasi kurumları baz alarak ve kapitalizmin meta-zamansallığını, siyaset yapış biçimini ve söylemsel haznesini kendi siyasal duruşları için işlevsel kılmak doğrultusunda siyasal yaşamda belirleyici bir yer edinmeyi başarmışlardı. Topyekün bir toplumsal dönüşüm projesi, şu veya bu şekilde baki kalsa da bunun nasıl gerçekleşeceğine dair ciddi görüş ayrılıkları vardı . 1800’lerde bir yandan işçilerin seçim hakkını savunmak ve işçilere siyasi haklar verilmesi için yola çıkan Çartist hareket ile diğer yandan Paris Komünü’ne yola açacak olan ve topyekün bir karşı duruş ve alternatif bir toplum tahayyülünü mümkün kılmaya çalışan anarşist/komünist gelenek mevcuttu; arasında bocalayan sosyal demokrat ve işçi partileri 1. Dünya Savaşı’nda ciddi bir kriz ile karşı karşıya kaldılar. Sosyal Demokrat siyaset anlayışında kapitalizm doğrusal gelişimi içerisinde çelişkileri ile kendiliğinden yüzleşecek ve bu bağlamda ya reform ya da devrim bir olanak olarak ortaya çıkacaktı, Walter Benjamin’in dediği gibi:
”Sosyal Demokrasi kuramı, özellikle de pratiği, gerçekliğe sadık kalmak yerine dogmatik iddialarda bulunan bir ilerleme anlayışı tarafından biçimlendirilmiştir. İlerleme denince Sosyal Demokratların kafasında öncelikle canlanan, insanlığın kendisinin ilerlemesiydi (sadece bilgi ve yeteneklerin değil). İkincisi, ilerleme sonu olmayan bir şeydi (insanlığın sonsuz yetkinleşme gücüne denk düşüyordu). Üçüncüsü, pek karşı konulmaz bir şeydi (kendi dinamiğiyle çizgisel veya sarmal bir yol izliyordu). Bunların hepsi de tartışmalı, eleştiriye açık iddialardır. Ama işin temeline inildiğinde, eleştiri bu iddiaların ötesine geçmeli, hepsinde ortak olan bir şeye yönelmelidir. Tarihsel ilerleme kavramı, insanlığın homojen ve boş bir zaman içinde durmadan yol aldığı tasavvurundan ayrıştırılamaz. İşte bu tasavvurun eleştirisi, ilerleme kavramının her eleştirisine temel oluşturmak zorundadır”
Bu esnada merkez kapitalist ülkelerin çeperinde yer alan Çarlık Rusyası’nda ‘yeni tipte bir parti’ projesi Lenin tarafından gündeme getirildi. Bu yaklaşım, yukarıda bahsi geçen zamansallık algısına en azından onun hakim yorumuna alternatif bir yaklaşım sunuyordu. Lenin’i önceleyen dönemde kimi ‘romantik’ aristokratlar ve soylular ‘halkı kurtarmak’ için köylere gidiyor, son derece spekülatif şiddet eylemleri gerçekleştiriyorlardı. Onlar için komünalist bir topluma geçiş, kapitalist ‘uğrak’ olmaksızın da gerçekleşebilirdi, bu halkçılar, bu Narodnik gelenek Lenin tarafından sert bir eleştiriye maruz kalmış olsa da en azından başka bir siyaset yapma biçimine işaret etmişti.
Lenin kendi deyimiyle var olan sosyal demokrat kitle partilerinin dışında, özellikle yukarıdaki zamansallık algısını savunan Karl Kautsky ile polemik içerisinde, ‘yeni tipte bir parti’ tasavvur ediyordu, tarihte Narodnikler gibi ‘irade koyan’ bir parti. Bu parti bir profesyonel devrimciler örgütü olacak ve siyasete iradi müdahalelerde bulunarak farklı toplumsal kesimlerde gelişen muhalefeti tarihte en azından fiktif bir zamansallığa sabitlenmiş devrim anı için sevk ve idare edecekti. Dolayısıyla Bolşevik Parti, zamanı, tekeli altına alarak, sosyal demokratlar tarafından kendiliğindenliğe havale edilen tarihsel gelişimi, bizzat ve iradi olarak organize edebilecek, kadroları mesihvari ve yarını örgütlemeye muktedir bir anlatının parçası kılacaktı.
Kadrolar, ‘kitlelere dışarıdan bilinç’ verme göreviyle yüklenmiş, tarihsel gelişim dinamiklerini ‘teşhir’ yöntemi ve çeşitli eylemlere didaktik bir biçimde çeşitli toplumsal kesimlere götürmekle sorumlu kılınmıştı. Parti Yayın organı ise temel bir siyasi tartışma platformu olmanın yanı sıra ‘kolektif bir organizatör’ rolünü üstlenecekti.
Dolayısıyla komünist kadro yarının habercisi haline gelecek, tarihin kaçınılmaz gelişiminin ‘ebesi’ olacaktı. Zira tarihin Marksçı algısına göre, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin antagonist çelişkisi, sınıflardan birinin galip geleceği bir sınıflar çatışmasının tarihiydi. ‘O anı’ yakınlaştıracak olan ise kitleleri kendi bünyesine örgütleyecek olan kadro/partiydi.
Zamanın, kaçınılmaz akışının bir dışavurumu olarak parti ve kadro sonralardan ulusal kurtuluş hareketlerinin de kurtuluşu ‘düşmanın def edildiği An’a sabitledikleri tarih algısıyla örtüşecek, Türkiye’de ‘devrimciliğin’ tartışıldığı 60’lı ve 70’li yıllarda Sovyet Devrimi ve ulusal kurtuluş hareketlerinin temsili en azından bu tarih algısı çerçevesinde şekilde suret bulacaktı, Devrim varılması gereken ve varılacak olan bir ‘an’ olarak ele alınacaktı.
Lenin’in döneminde veya gerçek ulusal kurtuluş hareketlerinde bu algının gerçekten böyle olup olmadığı başka bir araştırmanın konusu, ancak en azından Türkiye’deki temsilinin böyle olduğunu söyleyebiliriz. Bu zamansallık algısı belli bir siyasi pratiğin kendisini üzerine bina edeceği, geleceğin sabitlenerek bugünün kaçınılmaz olan yarın için kurulduğu bir görüngübilimsel (fenomenolojik) işlev görecekti.
Zaten THKP-C’nin kurucusu, teorisyeni ve eylemcisi olan Mahir Çayan da Türkiye İşçi Partisi ve onun yöneticisi Sadun Aren ile girdiği kurucu polemikte de yukarıda bahsi geçen iki siyaset algısının, iki tarih algısının 60′lı yılların sonu ve 70′lerin başındaki dünya ve Türkiye bağlamındaki bir yansıması olarak da okunabilir, Mahir ısrarla Lenin’i sahiplenerek Kautsky ile girşmiş olduğu polemiklere referans veriyordu. Bu kadar net, kesin ısrarcı bir üsluba sahip olması aslında kendisini içinde hissetmiş olduğu zamansallık algısı, ve bunun, o dönemin dünyasında ciddi bir karşılık bulabilmesinden kaynaklanıyordu. Dolayısıyla Mahir’in üslubunu ve devrim anlayışını buradan okumamız anlamlı olacaktır.
THKP-C ve Mahir’in Devrim Anlayışı
Mahir için, o dönemin konjonktürü içerisinde, dünyada gelişen ulusal kurtuluş savaşları ve ABD’nin oynamış olduğu rol ile birlikte, ‘baş düşman’ ABD idi ve devrim stratejisinin ilk aşaması anti-kapitalist bir mücadele değil, anti-emperyalist/anti-oligarşik bir demokratik halk devrimi idi, zira Türkiye ‘emperyalizmin üçüncü bunalım döneminde’ emperyalizmin örtülü işgali altında olan bir ülkeydi, burada halkı emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı bir bağımsızlık savaşı için harekete geçirmek üzere proletaryanın ideolojisi ile donanmış öncünün (parti-cephe), yani proletaryanın ideolojik öncülüğünde bir öncü savaşı verilerek giderek bu durumu kesintisiz ama aşamalı bir devrim süreci için halk savaşını örgütlemek gerekiyordu. İlk hedef, diğer benzer hareketler olan THKO’da (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) ve TKP-ML’de (Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist) olduğu gibi çeşitli sınıflarla da ittifak kurarak anti-emperyalist demokratik halk devrimini gerçekleştirdikten sonra ‘kesintisiz devrim’ süreci içerisinde sosyalizme giden yolun önünü açmaktı. Bu süreçte tarihe iradi müdahale esastır, bu müdahalenin temel biçimi ise ‘devrimci şiddet’ veya daha ziyade Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’dir (PASS):
“Evet, kitlelere, oligarşiye karşı savaşan silahlı devrim cephesinin güçlü olduğunu göstermemiz, bir bakıma kuvvet gösterisi yaparak düşmanı yıpratmamız, moralman çökertmemiz gerekmektedir. Bunun tek yolu öncünün bir dizi askeri zaferleridir. Sağlanan potansiyelin kaybolmamasının, giderek genişlemesinin tek yolu budur… Kitle önce silahlı devrim cephesine sempati duyacaktır. Ama gözünde büyüttüğü merkezi devlet otoritesinden dolayı, silahlı devrim cephesinin ezileceği düşüncesi ile eylemleri tereddüt ve büyük merakla izleyecektir. Gerilla savaşının başarı ile yürütülmesi üzerine görecektir ki, silahlı devrim cephesi önemli bir güçtür; yıkılmaz ve yok olmaz. O zaman sempatisi güvene dönecektir. Bu ikinci evredir. Güvene dönmesi çoğunluğun desteğinin kazanılması demek değildir. Ancak gerilla savaşı devamlı ve istikrarlı kılındıktan sonra, güven yavaş yavaş desteğe dönecektir.”
Mahirlerin bu stratejiyi uyguladıkları bağlamdan farklı olarak, buradaki devrim stratejisinin sonralardan nasıl devletin yönetimselliği açısından başka bir sosyal bağlamda işlevsel kılındığına ileriki bölümlerde değineceğiz, şu anda odaklandığımız konu Mahir Çayan’ın ne dediğinden ziyade kendisini nasıl ifade ettiği. Kullandığı üslupta doğrusal bir sebep-sonuç ilişkisi dikkat çekici, zira belirli sebeplerin kesin olarak belli sonuçlara yol açacağı bir zarruret olarak ortaya konmuş durumda. Bu zamansallık algısının da ötesinde ortaya konacak olan iradenin zaten tarihin kaçınılmaz akışının -belki Hegelyan denebilir- bir görüngüsü sadece onu katalize eden bir parçası olduğuna kapılmak mümkün. Onun da ötesinde devrim ulaşılması gereken bir hedef, bir süreç değil muhayyel bir an olarak kurgulanmış bir ‘kurtuluş’ anı, dolayısıyla kullanılan dil bizzat bir irade beyanına dönüşüyor. İradeye yapılan bu vurgu aslında öncüye ve kadroya yüklenen tarihsel misyonu, bir sebep-sonuç ilişkisi tarafından meydana gelen bir tarihsel zorunluluk alanı içerisine oturtarak aslında tarihin merkezine koyuyor.
Devrimci-Yol ve Devrimci-Sol
Mahirler tıpkı Denizler ve İbrahimler gibi silahlı mücadele ekseninde kimi eylemlere giriştikten sonra, Kızıldere’de Deniz Gezmişleri idamdan kurtarmak için giriştikleri eylemlilik süreci esnasında öldürülürler, dolayısıyla THKP-C’nin merkez kadrosunun hemen hemen tümü fiziki bir imhayla karşı karşıya kalır.
12 Mart sonrası üniversitede ülkücülerle çeşitli yoğunluklarda çatışmalar yaşayan ve THKP-C’ye sempati duyan gençler örgütlenmeye başlayarak, 1977 1 Mayıs’ında kendisini deklare edecek olan Devrimci-Yol hareketinin temelini oluşturdular. Bu hareket bir parti veya örgüt olmaktan ziyade çeşitli dinamikleri içerisinde barındıran, daha yatay ve THKP-C’nin ana tezlerini sahiplenen ancak öncü savaşı stratejisini farklı yorumlayarak, onun yerine ‘anti-faşist’ mücadeleyi ana eksenine oturtan bir hareket olarak ortaya çıktı. İşin ilginç yanı Mahir’in tezlerine hiçbir zaman cepheden karşı çıkmadan tam tersine onun kavramlarını kullanarak öncü savaşı stratejisi dışında, yaygın kitlesel ve tam olarak yapısı belirli olmayan bir harekete dönüştü. Dili, üslubu özellikle üniversitelerde ve Anadolu’da yükselen bir gençlik hareketini Mahir Çayan ‘efsanesi’ üzerinden kucaklayabilecek, onun otoritesine dayanarak tespitlerini benimseyip bambaşka bir siyaset kurgusuna oturtabilecekti. Varlığı süresince Fatsa’daki yerel yönetim deneyinden ODTÜ-ÖTK deneyimine kadar özgün ve çeşitli yerel mücadele pratikleri yaratabilmiştir. 1978 yılında ise Mahir’in tezlerini uygulamadıkları ve öncü savaşının esas alınmadığı iddiasıyla Devrimci-Yol’un İstanbul grubunun ciddi bir çoğunluğu ayrılır ve Devrimci-Sol dergisi etrafında toplanarak PASS’ı uygulamaya çalışır. Devrimci-Yol her ne kadar militan bir gelenek olsa ve Türkiye’deki ‘sağ-sol’ çatışmasını bir iç-savaş olarak değerlendirse ve sistematik bir silahlı mücadele vizyonuna her ne kadar sahip olduğunu iddia edip bu doğrultuda bir eyleyiş sürecine girmiş olsa da, her daim toplumsal hareket ile anti-faşist mücadele arasında bir gerilim yaşıyordu, Dev-Yol için her ne kadar bu ikisi ayrıksı durmuyorduysa da.
12 Eylül darbecilerinin sonradan temel argümanı olacak olan ‘sağ-sol’ çatışması süreci içerisinde Ellen Feldman’ın da bahsettiği gibi tüm mekansallıkların şiddetle anılması ve savaşan tarafların dışında bir politik alan tahayyülünü neredeyse imkansız kılma durumu 70′lerin sonuna gelindiğinde genel olarak tüm hareketlerin özel olarak da aralarında en kitleseli olan Devrimci-Yol’un, Türkiye’deki ana mücadele hattını anti-faşist mücadele olarak koyması önemli bir faktör. Bunu da bir ‘iç savaş’ olarak nitelemesi ve sonradan çok eleştirileceği üzere anti-faşist mücadeleden aslında geniş bir toplumsal mücadelenin bir parçası olarak uygulanan bir anti-faşizm değil ‘faşistlere karşı mücadeleye’ fiiliyatta dönüşmesi, faşizm tanımının bazen ülkücülere bazen de rejimin niteliğine atıfta bulunması ‘anti-faşist’ mücadelenin tam olarak ne olduğunu bulanıklaştırmaya da elverişliydi. Bunun ötesinde Devrimci Yol sadece iç savaş tespiti yapmıyor stratejik olarak ‘iç savaşın derinleştirilmesi’ yönelimini savunuyordu.
Kısacası şu veya bu biçimde PASS ve Mahir Çayan’ın retoriğinin izleğinden gidildiğinin bir ispatı ve Devrimci-Yol’un ilk temelini atan dinamiğin üniversitelerde ülkücü saldırılara karşı gençliğin örgütlenmesi ile oluşması, daha sonraki ülkücülerle/devletle karşı karşıya gelişlerde başvurulan kavram ve siyaset algısı haznesini ve hafızasını oluşturacak, dolayısıyla mücadele ana eksen olarak askeri terimlerle ifade edilmeye devam edilecekti, Dev-Yol’un çok yaygın kitle bağlarının yanı sıra silahlı birlikleri ve yapılanmaları da mevcuttu. Tüm hareket ‘faşizme karşı savaşabilecek bir örgütü’ yaratma hedefine odaklanıyordu, kitle ilişkileri ise şu veya bu biçimde ‘zaten var’ gibi bir anlayışla ele alınıyordu, dolayısıyla bir daralma ihtimali o denli kitlesel olunduğu dönemlerde pek algılanamıyordu. Benjamin, şiddeti hukukun temeli olarak görür ve bunun en önemli dışavurumunu da ölüm ve yaşam üzerindeki şiddet olarak görür. Hukuk, kendisini, şiddetin ölüm ve yaşam üzerindeki icrası dolayımıyla teyit eder. Tam da başka bir hukuku mümkün kılmamak üzere gelişen ülkücü hareket ve devletin müdahalesine 12 Eylül’den sonra bir yanıt, yeniden bir karşı-hukuk tahayyülü ancak Devrimci-Yol’un aslında 12 Eylül öncesi yapmış olduğu hatta daha da önce THKP-C’nin silahlı propaganda yöntemine başvurularak mümkün olabilirdi. 12 Eylül’e gelindiğinde ise Dev-Yol diğer gruplarla birlikte (Dev-Yol, PKK, Emekçi, SVP, TKEP, Acilciler, Devrimci Savaş ve İşçinin Sesi) amacını şu şekilde açıklayan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nin bileşeni olur:
”Ülkemizde, tekelci burjuvazinin açık zora dayanan faşist devletini yıkmanın, halkın devrimci demokratik iktidarını kurmanın tek yolu devrimdir. FKBDC bu hedefe uygun bir siyasal ve askeri çizgi izleyecek, örgütlenme biçimlerini bu hedefe göre biçimlendirecektir[…] Çok yönlü bir mücadele ve örgütlenme anlayışını benimseyen FKBDC’nin bu amaçla başlatacağı çalışmalar, Türk ve Kürt halklarının kurtuluş mücadelesi yolunda atılmış önemli adımlar olacaktır”
Ancak kırsalda gerilla faaliyeti yürütmeye çalışılsa da özellikle 1982 yılında parlamenter bir rejime geçildiği iddiasıyla hareketin o dönemki Avrupa Sorumlusu Taner Akçam’ın inisiyatifi ile bu girişim de bir son bulur:
”Aynı süreçte yurtdışındaki ‘politik merkezde’, Türkiye’de 6 Kasım 1982 tarihindeki referandum sonrasında parlamenter rejime geçişle birlikte izlenecek siyasal çizgi konusunda bir görüş ayrılığı ortaya çıktı. Taner Akçam ve çevresi parlamenter rejime geçiş sürecinde silahlı mücadelenin yanlış olacağını vurgulayarak başlattığı tartışmayı, süreç içerisinde ilerleterek örgütsel yapının tümüyle dağıtılması ve demokratikleşme dinamiklerine dahil olunmasına dek vardırdı. İbrahim Sevimli ve çevresi ise örgütsel yapının dağıtılmasına karşı çıktı. Dağdakiler, Taner Akçam’ın sivil toplumcu analizlerine kökten bir direniş göstermediler. Bu görüş ayrılığı sürmekte olan ‘bütün politik-pratik faaliyetlerin durdurulması ve toparlanmaya yönelik örgütlenmenin dağıtılması’ noktasına ulaştı. Devrimci Yol’u toparlamak için kurulan platform bu duruma bağlı olarak FKBDC’den çekildi.”
Kısacası 1977-1980 arası Devrimci-Yol’un kendisini üzerinden kurguladığı iç-savaş ve anti-faşist mücadele ile toplumsal hareket içerisinde oynayacağı rol arasındaki gerilim, veya en azından bu ikisini ne şekilde ‘Birleşik Devrimci Savaş’a dönüştürebileceği sorunsalı, tam da beslendiği kavramsal hazine ve hafızanın başka bir hukuk için, şiddeti, zarruri kıldığı bir anda, 12 Eyül’de, yine aynı kavramsal manzumenin sadece bir parçası olan ‘demokratik mücadelele’ lehine ortadan kaldırılarak, ‘tutarlı’ bir hat izleniyormuş izlenimi geçici olarak da olsa verdi, ancak bu içeriden gelen eleştirilerden yoksun kalmadı da.
Dolayısıyla ‘iç-savaş’ kavramı 12 Eylül öncesi yükselen toplumsal hareket ile bağları koparıp, mekanı ve zamanı iki karşıt gücün çatıştığı ve başka bir siyasal duruşun tahayyül bile edilemediği, siyasetin yalnızca silahlı eyleyiş dolayımıyla var olabileceğini daha da ötesi bunun giderek, bu yazının da girişinde belirttiğimiz üzere, öncüye/kadroya yüklenen ‘tarihsel misyon’ üzerinden giderek ‘devrimcilerle’ ‘faşistler’ arasında bir çatışmaya dönüşmesi, bu şiddet ekonomisinin temsil siyasetiyle kesişmesi (çünkü devrimci, her ne kadar halkı örgütlemesi gerekse de bu süreçte iyi veya kötü kendi bedenini onun tarihsel çıkarlarının yumağına dönüştürmüş kişiydi ve böylece ‘faşistlerle’ mücadelede bir yandan ‘halk’ diğer yandan da ‘faşistlerin’ olduğu varsayılabiliyordu) ve Devrimci-Yol literatüründe de giderek karşılığını bulması devletin yönetimsellik stratejisi için aslında bir bağlantı noktası oluşturabilmişti. Dolayısıyla THKP-C’den devralınan o kavramsal hazine, tam da devletin yöneliminin kendisini üzerine kurabileceği bir zemin sunmaya başlıyordu. Aynı şekilde ‘demokratik mücadele’ söylemi ve Devrimci-Yol’un bu kavrama atfettiği yer üzerinden, belki 12 Eylül sonrası asıl şiddetle kurulan bir hukuka karşı şiddetle bir karşı-hukuk tahayyülüne yol açabileceği koşullarda aslında tam da bunun önünü kesen bir söyleme dönüştüğünü görmemiz pekala mümkün, tabi ki bu süreçlerin hiçbiri doğrusal ve çelişkisiz gelişmedi, bizzat kendi içerisinden direnişle karşılaştı, bu direniş her ne kadar politik bir projeye evirilememiş olsa da; Dev-Yol gerillası Mahmut Memduh Uyan, durumu şu şekilde ifade ediyor:
”Yaşadığımız en büyük moral bozukluğu Avrupa’daki arkadaşların bizlere duyurmadan kendi kendilerine daha önce birlikte oluşturduğumuz politikalardan uzaklaşıp başka fikirlerle, konumlara ulaşmalarıydı. Devrimci mücadele bir yana, sıradan arkadaşlığa bile yakışmayan bir yaklaşımı arkadaşlar bizlere karşı yapmıştı.
[…]
Bütünsel bir devrimci hareketin kırsal alandaki politikalarını yürüten bir yapılanma olarak kendimizi düşünürken, kırsal alan dışında politikaların hayata geçmediği, toparlanma çalışmalarının yapılmadığını gördük.
[…]
Toplumsal mücadele ‘demokrasi mücadelesi’ ekseni üzerine gelişecekti. Bunun anlamı sisteme karşı nasıl bir toplum ve demokrasi istediğimizi alternatif olarak ortaya koyabilmekti.
[…]
Yurtdışındaki tartışmalar bize ulaşıncaya kadar neredeyse hiç kaybımız olmamıştı ama tartışma, yeni durumu aşma çabası içerisindeyken üst üste kayıplar vermeye başlamıştık. Bunun üzerinde (şehirde faaliyet yürütmek üzere kısa bir süre kaldıktan sonra) tekrar kıra arkadaşlarımızın yanına dönerek tartıştık. Kırdaki varlığımızı en asgariye indirme kararı aldık.”
Sonralardan bu ekip, gecekondu halkı, aydınlar ve ‘eski ilişkiler’ ile yurtdışındakilerle şehirde devrimci faaliyet yürütmeye çalışır. Ancak Devrimci Yol geleneği, 1980’lerin sonundaki öğrenci hareketinin yükselişine kadar, tarihsel bir rol oynayamayacak, devrimci-yolcular mücadelenin içinde olsa bile Devrimci-Yol diye bir yapılanmadan artık söz edilemeyecekti. Şu anda büyük bir kısmı ÖDP yöneticisi ve Birgün gazetesi yazarı olan ve Mamak cezaevinde ‘çözülen’ tüm önder kadrosunun cezaevinde bulunmasıyla birlikte uzun süre merkezi bir yapıdan yoksun kalacak, uzun bir ‘tartışma sürecine’ girerek ancak sonradan yasal alanda kurulacak olan ve çeşitli geleneklerden sosyalistleri kapsayan ÖDP’ye evrilecek, 80′lerin sonunda öğrenci hareketinden çıkan kadroların bir kısmı ise bu sürece katılmayıp şu anda Halkevleri/sendika.org etrafında toparlanacaktı.
80’lerin ortasında PKK tam da darbe koşulları altında THKP-C’nin öne sürdüğü strateji yani öncü savaşı ile bir halk hareketine dönüşebildi, öte yandan Türkiye’nin batısında ise 80’lerin sonunda yükselen işçi-öğrenci-memur hareketiyle birlikte yine başka bir toplumsallık tahayyülünü ve örgütlenmesini sistematik şiddet üzerinden kuran Devrimci-Sol da aynı şekilde başka bir hukuku tahayyül edilebilir kıldı, Fanon’un veya Satre’nin deyimiyle şiddet özne yapıcı/kurucu bir olguya dönüşme zeminine sahipti bu koşullar altında. Zira 1980′lerde Mamak Cezaevinde Devrimci-Yol tüm ‘büyük’ iddialarının tersine tek-tip kıyafet uygulamalarından, savunmalarında bir örgüt olmalarını reddetmeye kadar varan süreç içerisinde iddialarının hiçbiri gerçek hayatta karşılık bulamadı; ki bu Türkiye Devrimci Hareketinde Dev-Yolculara karşı en sık kullanılacak olan tarihsel bir gerçek olacaktı. Ancak yine aynı zaman kesiti içerisinde Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) 12 Eylül zindanlarından ve işkencelerinden tüm örgüt olarak ‘çözülmeyerek’ çıktığı, nicel olarak ufak ancak sert bir tutum aldığı için ‘demir leblebi’ olarak anılacaktı.
Aynı şekilde, yekpare bir biçimde bir direniş sergileyemese de Devrimci Sol çevresi de cezaevlerindeki direnişlere ve özellikle de Ölum Oruçlarına katılacaktı. 1980’lerin sonunda ve 1990’ların başında özellikle devlet görevlileri ve birçoğu emekli askeri personele karşı yürüttüğü silahlı eylemlerle, Armutlu’da gecekondu kurma süreci içerisinde göstermiş olduğu inisiyatif ve her şeyden önemlisi bünyesinden bu mücadeleleri toplumun anlam/ahlak dünyasının kavramsal hazinesi ile devrimci söylemi estetik bir biçimde birleştirebilen Grup Yorum’u ortaya çıkarabilecekti. Devrimci Sol Güçler ve onların çeşitli askeri-örgütsel uzantıları toplumsal mücadelenin yükselişe geçtiği 90’lı yılların başında Türkiye’de demokratik alanların ancak kısıtlı olarak kullanılabildiği koşullarda toplumsal mücadeleye seslenen sivil itaatsizlik, milis ve daha sofistike askeri eylemler ile o konjonktürde hangi ‘halk kesimi’ daha dinamikse ona seslenebilecek bir esneklik sergileyebildi. Bunun yanı sıra bütünsel bir söylem, militan bir eylem, halkın anlam dünyasına uygun bir retorik/estetik ile gündeliği örgütleyen bir pratiği örtüştürmeyi başarmıştı. Esnekliği, birçok siyasi yapının Marksizm’i emek-sermaye eksenli ve dolayısıyla hedef kitle olarak da salt işçileri seçmesinin aksine; önceden Devrimci Yol hareketinin ve benzer ‘halkçı’ hareketlerin başardığı gibi toplumda var olan kültürel kodları esas alıp, bunu devrimci söylemle harmanlayıp, pratiğiyle ‘devrim’ ile kurulacak başka bir toplumun kolektif yapılarını bugünden inşa edebilme, Benjamin’in anlattığı mesihvari bir mücadele destanı ve ahlak anlayışı içerisine silahlı mücadeleyi oturtabilmişti. Gerek Armutlu’daki mahalle kuruluşu, gerek işçiler arasında yürüttüğü faaliyetler, öğrenci hareketi içerisindeki nüfuzu ve yürütmüş olduğu silahlı mücadele örgütün yayın organını Mücadele’de kullanılan üslubun Grup Yorum’un şarkılarıyla diyalog içerisinde bugünde vücut bulabilen alternatif bir toplumsallık tahayyülünü ve zaman algısını mümkün kılabiliyordu. Yıkıcılık (silahlı mücadele) toplumsal hareketin yükseldiği dönemlerde aslında kurucu (Armutlu veya Simitçiler Derneği -SİM-DER- veya İşportacılar-Derneği –İŞPOR-DER- gibi kolektif yapılarla) bir politikanın bütünsel bir parçası haline gelebiliyordu.
Böylece o dönemler Türkiye solunun bir parçası olarak görülen PKK bir yana Dev-Sol, devrimci siyasetin merkezine oturacaktı; tüm diğer grup/çevre ve partiler ancak ve ancak Dev-Sol’un ortaya koymuş olduğu şiddet dozajını esas alarak kendi ‘devrimcilik iddialarını’ koruyabiliyorlardı, zira özellikle sosyalizmin dünya çapında bir alternatif olduğu dönemlerden kalan bir alışkanlıkla, ağırlıklı olarak ‘yıkıcılık’ ile eşdeğer olarak algılanagelen silahlı mücadele Türkiye devrimci hareketi için merkezi bir kriter, bununla birlikte öncüye yüklenen misyonla beraber de ‘cesaret’ ve ‘fedakarlık’ bir devrimcide aranan ve örgütlerde inşa edilmeye çalışılan olmazsa olmaz ruh halleri idi.
Hiçbir muhalif siyasi faaliyetin devlet şiddetine maruz kalmaksızın yürütülemediği 90′lı yılların Türkiye’sinde her türlü mücadelenin içinde, yani Benjamin’in anlattığı üzere hukuk koruyucu şiddete karşı gelmenin tek yolu; karşı hukuku oluşturabilecek kolektif yapılar inşa ederek ve onların bir dışavurumu olarak, bu hukuku evrenselleştirme ve var olan egemen hukuku geriletmek için karşı-şiddet uygulamaktan geçiyordu, 12 Eylül günlerinde bu alternatif hukukun vuku bulacağı yapıları bile tahayyül edebilmek için şiddet (sadece silahlı mücadele değil) zaruri bir mücadele bileşeni halini alıyordu.
Sesin kelime şeklini alıp dünya kurucu bir şeye dönüşmesi, benliğin üzerinde inşa edilebileceği kavramsal düşünceye zemin sunması için Holloway’in dediği gibi önce bir çığlık gerekiyordu:
“Önce çığlık vardı. Feryat ediyoruz.“
Okuma ve yazma eylemleri, bize önce sözün değil çığlığın varolduğunu kolaylıkla unutturabiliyor. Kapitalizm sonunda kötürüm ettiği insan yaşamıyla karşı karşıya kalan keder çığlığını, öfke çığlığını, red çığlığını: HAYIR
Kuramsal düşüncenin çıkış noktası muhalefet, reddediş ve mücadeledir. Düşünce, aklı selim tavırdan veya ‘düşünürün’ beylik imajı olan varoluşun-gizemlerine-kusur-bulan-makul-duruştan değil, hiddetten doğmuştur”
Çığlığın kelimeye şiddet dolayımıyla dönüşmesi için –Franz Fanon’un da bahsettiği üzere özne olabilme süreci- kendi farkındalığı üzerinden dünyaya varoluşunu kanıtlayıp, varoluşunun bu dünyadaki reddiye ve kabul gerilimi içerisinde tarif edip, bunu evrenselleştirme, bir hukuka dönüştürme pratiği diyebiliriz; PKK ve Dev-Sol’un da yaptığı buradan da okunabilir.
1996 yılına kadar yükselen Kürt, öğrenci, işçi, memur, gecekondu ve Alevi mücadeleleri Dev-Sol gibi yapıların varlığını idame ettirmek ve toplumsallaşabilmek için zemin hazırlarken, diğer yandan özellikle 1996 Ölüm Orucu sürecinin geçici kazanımları ve gerilla faaliyetleri giderek toplumsal mücadelenin geri çekilmeye başladığı bir ortamda kullanılan söylemin giderek devletin yönetimsel teknolojileri ile farklı bir diyaloğa girdiği bir hal almaya başlıyordu. Dev-Sol kamusallığını, başka bir hukuka ve zamansallığına çağrısını ağırlıklı olarak bütünsel bir ahlak-pratik-estetik manzumesi, yani dünya kurucu bir pratik olarak yaratmış olduğu ve dolaşıma soktuğu ve gerçek hayatta tekabüliyeti olan kültürel değerler üzerinden yapabiliyordu. Bunun da merkezi Grup Yorum’un kurmuş olduğu anlatılardı.
Diğer tarafta ise özellikle artık AB süreci ile birlikte görece devlet şiddetinin dışında kendisini var etme olanağına sahip sivil toplumcu anlayış üzerinden Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin yörüngesinde bulunan Mor ve Ötesi, Bulutsuzluk Özlemi, Moğollar vb. Rock grupları egemen popüler müzik kültürünün ‘karşısında’ Türkiye’de Coca-Cola’nın düzenlemiş olduğu Rock’n Cocke’a alternatif BarışaRock organizasyonları etrafında biraraya geldiler, bu festival ÖDP ve çevresi tarafından hâlâ örgütlenmeye devam ediliyor, her yıl binlerce genç bu festivale katılıyor.
Devletin ve piyasanın yaratmış olduğu sonuçlar ve formlar üzerinden bir yandan Dev-Sol’a yakınlığı ile bilinen Grup Yorum diğer yandan da BarışaRock’a bakarak Dev-Yol’un devamcısı olan ÖDP’nin dünyayı hangi eksenlerde tahayyül ettiklerini, hangi kültürel eksenler üzerinden pratiklerini inşa ettiklerini ve bunun egemen kodlar ile ne kadar etkileşim halinde olduğunu anlamaya çalışacağız.
Bir Kar Makinesi
Eğer çığlık söz olabiliyor, söz ise dünyayı soyutlayıp öznenin gerçek zaman içindeki varoluşsal konumunu yansıtarak bir dizge halini alarak bir semantik oluşturabiliyorsa, burada öznenin kendisini içinde konumlandırdığı muhayyel bir zamansallık vardır demektir, çünkü her söylenen aslında söylenmek isteneni ve dolayısıyla söylenecek olanı çağırır. Bundan dolaydır ki çığlıktan doğan söz, aslında bir hafızayı temel alan bir gelecek projeksiyonu ve bugün öznenin kendisini hafıza ile muhayyel gelecek arasındaki gerilimde konumlandırdığı bir işlev görür. Devlet şiddeti de aslında tam da bu gerilimli alana müdahale ederek, bu zamansallığa kendisini dayatarak öznenin kendisini kuruş biçimini o anlatının tutarlılığını bozmadan değiştirir, o cümleleri yapı-sökümüne uğratmaya yeltenir. İktidar ile girilen ilişki içerisinde devlet şiddeti karşısındaki öznenin siyaset tahayyülünü yapı-sökümüne uğratmıyor sadece aynı zamanda bizzat muhalif öznenin kendi siyaset algısının ve belli bir bağlamda oluşturmuş olduğu kültürel pratiklerin öncelik sıralamalarını değiştirerek bizzat kendi yönetimselliğine uygun bir dilin oluşmasına yol açıyor. Yani belli bir anlam dizgesi içerisinde üretilmiş olan kavramların dizgesi değiştirilerek yeni bir anlamsallık bizzat o öznenin anlamsallık hafızasının içerisinden oluşuyor. Halk-Öncü-Mücadele algısında neyin ön plana çıkacağı ve kendisini mücadelenin merkezine konumlandıracağı devletle girilen şiddet ekonomisi içerisinde dönüşüme uğruyor; üstelik o öznenin ne hafızası ne de anlam dünyası ile çelişmediği izlenimi vererek, iktidar kelimeleri değil kendisi üzerinden ona alternatif olarak kurulan cümlelerin kelime dizgesini değiştiriyor.
Bir dünya yapıcı pratik olarak kültür ve özellikle devrimci kültür tam da buraya oturur. O, muhayyel yarını üzerinden ona ulaşmak için bugün içerisinde yarını performe eder, bu performans toplumsal bir karşılık bulduğu oranda tutarlılığını ve devamlığını koruyabilir. Grup Yorum’un şarkı sözleri devrimin zamansallığı üzerine durduğumuz bölümlerde de bahsettiğimiz algı çerçevesinden, toplumsal hareket-örgüt-kadro ekseninde bunları çeşitli projeksiyonlar ve dizgeler içerisine oturtarak başka bir zamansallığı çağıran ancak devlet ile girişilen ilişki içerisinde dönüşen bir pratik olarak okunabilir.
Grup Yorum, 1985 yılında üniversite öğrencileri tarafından kurulan ve bin bir türlü devlet baskısına rağmen birçok grup üyesinin değişmesiyle de beraber hâlâ günümüze kadar varlığını devam ettirebilen, son derece geniş yankı uyandırmayı başarmış bir müzik grubudur. Kendi deyimleriyle ilk kuruluşlarından günümüze dek nerede bir mücadele varsa orada sazları ve sözleriyle var olmaya çalışan ve hayatı savunma mücadelesinin bir parçası olduklarını iddia ettiler. Alanlardaydılar, mahallelerdeydiler, okullardaydılar. Ancak sonraları bu söylem DHKP-C’nin Ölüm Orucu yönelimi konusunda özellikle 2000′li yılların başından itibaren ısrar etmesiyle hayatı savunmak için feda siyasetinin bir parçası olmaya dönüştü ve dolayısıyla zaten cılız olan toplumsal hareketle köprüler atılmasa bile bağlar zayıfladı, hem fiili anlamda hem de şarkıların içeriği bakımından.
İlk ortaya çıktıklarında Yeni Türkü veya Ezginin Günlüğü gibi daha dolaylı bir dil üzerinden anlatılarını kuran gruplardan farklı olarak doğrudan mücadele ile organik bir bağ kurdular ve bunu yaparken marjinalleşmek bir yana tam tersine en yaygın dinlenen gruplardan biri olmayı başardılar.
Özellikle geleneksel türkü formatını koruyarak kendi deyimleriyle Çağdaş Halk Müziği yaptılar. 12 Eylül’ün psikolojisini yansıtan ama aynı zamanda referansı belirsiz bir umudu tasvir ettikleri Sıyrılıp Gelen albümleri ve şarkısı geniş bir yankı uyandırdı. Ruh halindeki dönüşüme işaret eden ‘Hüznün İsyan Olur’ parçası aynı albümde yer aldı, yine şarkı sözlerinde belirsiz bir özne, sadece duyguların dönüşümü ve ilişkisi üzerinden tasvir edilebilen bir zamansallık ve mekansızlık hali söz konusuydu; bu aslında o dönemdeki mücadelenin ucunun açık olması ve henüz bir toplumsal hareket halini alamamasına ancak bir değişimin ‘ufukta olduğuna’ işaret ediyordu.
Türkiye’de özellikle toplumsal mücadelenin gelişmesi ile birlikte artık bir öznenin, gerillanın, tasvir edildiği Berivan albümü ve onu takip eden Cemo albümünde hem gerilla ve bu sefer bir temsil siyaseti üzerinden hakkında konuşulan değil, bizzat konuşan ezilenler ön plana çıkıyor, özellikle ‘İnsan Pazarı’ şarkısı ile Cemo şarkısının aynı albümde bulunması öncünün mücadelesi ile ezilenlerin mücadelesi arasında kurulmaya çalışılan hattı net bir biçimde ortaya koyuyordu. Dolayısıyla artık ‘umut’ referanssız değil, bizzat var olan gerçeklilik içerisinde vücut buluyordu; umut artık adressiz, mekansız ve öznesiz olmaktan çıkıp filli bir reddiyenin biçimini alıyor, hem de öznelere referans yapılarak, mekan ve mücadelenin zamansallığını tasvir ederek bu (Sıyrılıp Gelen’den farklı olarak), ayrıca bu zamansallığın ucu açık yani reddedilenin yerini alacak olan projeksiyonun ancak bir alt metin olarak ima edilmesi, aslında son derece ‘hareketçi’ diyebileceğimiz bir anlayışa uygun bir biçim alıyordu.
Ancak süreç içerisinde özellikle, toplumsal hareketin doruk noktasına varıp yavaş yavaş düşüşe geçtiği dönemlerde zaten hali hazırda DHKP-C ve Grup Yorum’un siyaset algısında önemli bir rol oynayan öncü, giderek temsil siyasetinin de etkisiyle siyasetin üzerinden kurgulandığı yegane unsura dönüştü.
Özellikle Ayçe İdil Erkmen’in ve 18 yaşında çatışmada ölen Sibel Yalçın’ın ardından Grup Yorum giderek ‘halkın adaleti’ni bedenininde cisimleştirmiş, dolayısıyla aslında en azından belli bir süreliğine, halk, siyaset alanında olmaksızın onu temsil etme kudretine sahip ‘öncü’ye odaklanmaya başladı. Sibel Yalçın Destanı ve sonralardan ölüm oruçlarını konu edinen Boran Fırtınası ve Feda albümleri bu çizgiyi sürdürecekti. Grup Yorum bundan sonra yaptığı müziği Çağdaş Halk Müziği olarak değil kendi deyimleriyle kahramanları konu edinen Destan olarak adlandıracak, Destan’ın merkezinde ise yüceltilen öncü olacaktı. Umudun veya Kurtuluşun somut bir toplumsal mücadeleye referans veremediği noktada, yaygın bir kamusallığın gündeliğinin bir parçası olamadığı noktada, zaten halkın çıkarlarını ve ‘halkın adaletini’ kendi bedeninde cisimleştiren öncü, artık bugünden referans veremeyecek bir zamansallık içerisinde ancak ölüm dolayımıyla ‘bayrağın yarınlara’ devredildiği ve bizzat halk adına, onu temsilen devletle toplumsal mücadeleden yalıtılmış bir biçimde girmiş olduğu şiddet ekonomisi içerisinde mücadelenin sürekliliğini feda üzerinden üretebilir hale geldi.
Bu anlayışların hiçbiri yeni değil, bizzat DHKP-C ve Grup Yorum’un kavramsal envanteri içerisinde olan öğeler olmalarına rağmen, devletle girilen şiddet ekonomisi somut bir toplumsal kesimdeki mücadeleye referans veremediği koşullar altında tüm mücadele algısını devlet ile öncü arasındaki mücadeleye indirgiyor.
Zira THKP-C’den devralınan siyaset algısına göre bir yanda emperyalizm ile bağlantılı oligarşi ve onun karşısında halk ve onun öncü gücü vardı. Ancak halk sahneden çekildiği sürece, hâlâ halkı temsil etme kudretinde kendisini tanımlayan öncü ile ‘oligarşik-devlet’ kalıyor. Dolayısıyla aslında DHKP-C’nin her zaman için ön plana çıkardığı öncü olma hali böylesine bir bağlamda devletin bu özneyi her türlü toplumsal meşruiyetten yoksun kılabildiği, yalıtabildiği bir noktaya itebiliyor. Mücadelenin sadece devlet karşıtlığı üzerinden kurgulanabildiği bir yerde, devletsiz ve ona karşıtlık olmaksızın kurgulanamayan bir siyaset algısının ‘cesaret’ vb. Kodlar üzerinden harekete geçirebildiği kitle ancak mahalle ve üniversite gençliğinin çok kısıtlı bir kesimi olabildi. Öncünün ve daha doğrusu kadronun ön plana çıkıp siyasetin merkezine oturması hem mücadele eden öznenin kendisi için iddia ettiği ‘öncü’ olma iddiası ile çelişmiyor hem de tam da bu yüzden devletsiz ve onunla girişilen şiddet (fiziki veya sembolik) ilişkisinden bağımsız başka türlü siyasal tahayyülü imkansızlaştırarak iktidara direnişin koordinatlarını belirlemek açısından işlevsel bir durum sağlıyor. Bunun ötesinde ‘umudun adı DHKPC’ sloganı somut bir toplumsal/kitlesel mücadeleye referans yapamadığı noktada, öncüye umut bağlıyor, umut ise yarını bugünde örgütleyen bir bağlamdan koparak kitlesel eyleyişin önünü tıkıyor, ezilenler nezdinde şimdi-burada çözümler üretmeyi hayli imkansız kılıyor. Bunun ötesine neoliberal dönüşüm ve sistematik devlet şiddetinin bu atmosferi yarattığını söylemek pekala mümkün. Dolayısıyla ezilenlerin gündeliğine nüfuz eden ve buradan kolektif çözümler üreterek karşı-hukukunu şiddet vasıtasıyla inşa etme stratejisinden yoksun kalınıyor, tek çözüm yolu öncünün uygulayacağı fiziki şiddet kalabiliyor, hatta bunu bile artık idame ettirmek zorlaşıyor. Buradan hareketle devrimci çözümü bugünün kolektif ve alternatif toplumsallıklar dolayımıyla yürütme perspektifinin yerini giderek şiddet monopolüne sahip devletin hukuku karşısında ona karşıt olarak ezilenlerin şiddetini ve hukukunu başka bir monopol altına alma girişimi baş gösteriyor. Ki bu yaklaşım da zaten Dev-Sol’un anlam dünyasının bir parçasıydı ancak tarihsel bağlam içerisinde bu yaklaşım aslında son derece farklı pratiklere ve iktidarın yönetimsel teknolojileri için nüfuz alanı sağlıyor.
Dolayısıyla Grup Yorum örneği üzerinden iktidara direnirken aslında onun dolaylı yönetim teknolojilerinin tam da nasıl etkili olabileceğini, en azından şimdilik, okuyabiliriz. Tabii ki, bu iktidarın pür bir başarı öyküsü değil, sadece kaba hatlarıyla tarihsel bir gelişim seyridir, ne Grup Yorum bunu amaçlamıştır ne de DHKP-C; iktidar ile girilen ilişkinin dinamikleri böyle bir manzarayı açığa çıkarmıştır.
Aşkın ve Devrimin Çılgın Eylemcesi
2003 yılında Irak Savaşı Sonrası özellikle rock’un muhalif olduğu ve dolayısıyla Coca-Cola’nın, Rock’n-Coke gibi bir festival düzenlemesinin tam da bu muhalifliğin altını oymaya çalıştığı iddiasıyla özellikle kendisini ‘aşkın ve devrimin partisi’ olarak tanıtan ÖDP’ye yakın çevreler tarafından ilk BarışaRock düzenlendi. Bu festival kendisini küreselleşme karşıtı hareketin bir parçası olarak tanımlayarak, çeşitli STK’ları ve siyasi partileri bünyesine organizatör olarak kabul ederek büyüdü. Buraya katılan kitlenin politika ile ilişkisi oldukça heterojen olmasına rağmen genel olarak çok genç ve en genel hatlarıyla ya ‘beleşe takılmak’ ya da ‘güzel bir dünya’ istemi kodlaması altında bir araya gelen insanlardan bahsetmek pekala mümkün. Ancak festival her ne kadar kendisini siyasi ve ‘karşı festival’ olarak ortaya koysa da geçen yıllar içerisinde ‘kültürel etkinlikler’ vurgusu giderek artmış, ilk festivalde olduğu gibi Rock’n Coke ile tarihler bilinçli olarak çakıştırılmamıştır, kullanılan dildeki siyaset vurguları giderek azalmıştır, özellikle Türkiye’deki sol siyasetin gençliği merkezine koyan karakteri ele alındığında ilkin örnek olarak gösterdiğimiz Mahir Çayan veya Devrimci-Yol üslubundan ne denli uzaklaşılıp, halkçılıktan orta-sınıf ve batılı bir kültürel akımı kendisi için işlevsel kılmaya çalışırken o kadar muhalif olduğu neo-liberalizmin retoriğini meşru olmak için nasıl kullandığını görmek mümkün. Devletin ve piyasanın şiddeti tam da bu şekilde Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’ndeki ‘savaş’ vurgusunu ‘BarışaRock’taki ‘barış’ vurgusuna dönüştürebiliyor. THKP-C, Dev-Sol ve Dev-yol’da olan halkçılık, sonraki aşamalarda bir popülizme ve ÖDP üzerinden popüler kültür kodları üzerinden ve egemen nuhalefet yapma anlayışı içerisinde dünyayı ‘yeniden anlamlandırmaya’ dönüşüyor, sadece bununla kalmayıp 2003′ten bugüne kadar yapılan BarışaRock açıklamalarından da bu görülebilir:
2003 – ”Rock Şişede Durmaz!
Hepimiz biliyoruz ki, Coca Cola sadece bir içecek markası değil. O bir hayat tarzı… o bir duruş… o bir küresel sistemin logosu! Bu bilgiden kaçış yok. Aslında hepimiz farkındayız… ROCK ŞİŞEDE DURDUĞU GİBİ DURMAZ! Bizim o küresel sistemle sorunumuz var. Dünyadaki adaletsizliğin ve savaşların sorumlusu bizce o sistem. İşte o sistemin kafamıza hayatımıza çaktığı logolardan en önde olanı Coca Cola! Üstelik hiç de masum değil. Daha 2001 temmuzunda Kolombiyalı Yiyecek İçecek Çalışanları Birliği’nin (SINALTRAINAL) 8 liderinin Coca Cola yöneticileri tarafından finanse edilen çetelerce öldürülmelerini unutamıyoruz. Biz rock dinleyenler, sevenler, yapanlar…Coca Cola’nın 6-7 Eylül’de Hazerfan Havaalanı’nda 4 milyon $ döküp yapacağı Rock’n Coke Festivalini protesto ediyoruz! Gitmiyoruz!, dinlemeyeceğiz, çalmayacağız… Hatta Cola’yi bahçemizden çıkmaya davet ediyoruz! Rock gücünü samimiyetinden alır! Şizofreniyi reddediyoruz! Kendi kendimize soruyoruz? Rock ne? Coke kim? Yanıtımız yaratıcı bir öfkeye dönüşüyor. Yanıtımızı örgütlüyoruz! Rock imparatorluğa karşı! Rock adaletsizliğe karşı! Rock savaşa karşı! Şöyle mutlu olacağız: BarışaRock!”
2004 – ”Evimiz Dünya
Evimiz işgal altında. Müziğimiz, doğamız, emeğimiz, dünyamız, bizi biz yapan bütün değerlerimiz işgal edilmiş durumda. Kimler tarafından? Müziği sermayenin egemenliği altına sokmaya, tek tip müzisyen yaratmaya, sanatı markalaştırmaya çalışanlar; Irak’ı işgal edenler, Filistin’de insanlık suçu işleyenler, savaş çığırtkanlığı yapanlar, işkenceciler, çocuk katilleri; Kyoto protokolünü imzalamayanlar, çılgınca nükleer silah üretenler, bilim adına canlıların genetik yapısıyla oynayanlar; Şovenistler, çocuk emeğini sömürenler, topraklarımızı altın çıkarma hırsıyla zehirleyenler tarafından! İşte onlar yüzünden dünyamız acı çekiyor. Kasaları dolsun, piyasaları coşsun diye aptalca bir körlükle, zalim bir hırsla mahvediyorlar onu. Ama bu dünya onların değil bizim evimiz! İşte bunu onların yüzüne bir kez daha haykırmak için, bu yıl 21-22 Ağustos’ta Mehmet Akif Ersoy Piknik alanında bizler, yani barışçı rock müzisyenleri, barışçı rock sevenler, çevreciler, barıştan yana olanlar, yine BarışaRock festivalinde bir araya geliyoruz. Bu yıl BarışaRock’ta sadece müzik değil, sivil toplum kuruluşlarının açacağı standlar; boyama, heykel, tiyatro atölyeleri, film gösterimleri; müzik, kadın, savaş, çevre sorunu konusunda toplantılar da olacak. Böylece iki gün boyunca bizler, yani bu dünyanın gerçek sahipleri, hem eğleneceğiz hem tartışacağız ve sadece rock müziğini değil bu dünyayı da onların kirli ellerine teslim etmeyeceğimizi bir kez daha göstereceğiz. İtirazımızı haykırmak, insanları yardıma çağırmak için iki gün boyunca Sarıyer Mehmet Akif Ersoy Piknik alanında olacağız. Şarkılarımızı dünyamıza sahip çıkmak, evimizi korumak için söyleyeceğiz. Yine Barış, yine rock diyeceğiz”
2005 – ”BarışaRock 2005 – Karşı Festival
BarışaRock, karşı festivalimiz 3 yaşında. Her şey 2002 yılında bir uluslararası içecek tekelinin gözlerimizin önünde müziğimizi çalıp, şişeleyip, bize geri satma isteğine karşı, hep birlikte “Rock Şişede Durmaz” diye haykırmamızla başladı. Bizler ters gittik, oyunu bozduk, haylaz çocuklardık, hadi ordan dedik. Bu da kolaya kapak olsun diyerek ilk sponsorsuz, siyasi talebinde ısrarcı ve iki gün boyunca barış ve özgürlük şarkılarının söylendiği rock festivalini yaptık. ÖZGÜRLÜK SOKAKTA! Biz durmadık, hep sokaktaydık. Ama kötü adamlar da hinlik peşindeydi. Bush’lar, Blair’ler, sekizibiyerdeler (G8) geri dursun, Irak için, Afganistan için, Filistin için, hayatımız, kendimiz, çalınan benliğimiz için barış yoksa adalet de yok, evimiz dünya şarkımız yeryüzüne dedik. Geçen 21 Ağustos’tan bu yana dünyada değişen pek bir şey yok. Bush vuruyor, Blair gülüyor, çocuklar ölüyor, hayatımızın her alanına sızan, evlerimizi yıkan, gözlerimizi alan, müziğimizi çalan işgal büyüdükçe büyüyor. Ama işte buradayız, sokaktayız. Daha kalabalık, daha hevesli, daha haylaz ve daha arsızız. BarışaRock, bizim büyük eylemimiz, eğlencemiz yani bizim dilimizle “eylemce”miz bu yıl ücretsiz. Dünyanın efendilerine, müziğin menajerlerine, rockstarlara, popstarlara, G8’e, İMF’ye, hayatımızı tahakküm altına alan herkese, her şeye, savaşa, işgale, işgalciye KARŞI FESTİVAL. Her yerde, her şekilde, savaşı, işgali, işgalciyi teşhir etmek, rezil etmek ve barış şarkılarımızı söylemek için, Haydi sokağa, haydi BarışaRock’a.”
2006 – ”BarışaRock 2006 – Karşı Festival
BarışaRock nedir? BarışaRock 26-27 Ağustos tarihlerinde Sarıyer Mehmet Akif Ersoy Piknik alanında yapılacak. Bu dördüncü senemiz, geçen yıllarda da yüzlerce aktivistin katılımıyla örgütlendi BarışaRock. BarışaRock sadece bir konser değil, bir festival, bir eylem… Sahnede müzik varken, alanda yapılacak tiyatro, sinema, söyleşilerle, derdi olan ve ifade etmek isteyenler için bir kürsü olacak Sarıyer. BarışaRock, gönüllüler tarafından örgütleniyor. Her Çarşamba bir araya geliyor, ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı konuşuyoruz. Kararlarımızı toplantılarda ve uzlaşarak alıyoruz. Birbirimizi ikna ederek ilerliyoruz. Bütün aktivistler eşit söz hakkına sahip, dileyen katılabilir. Katılım bireyseldir, herhangi bir kurum-örgüt temsiliyeti üzerinden yürümüyoruz. Karşı olduklarımıza karşı olanlarla, bir eylemi birlikte hayata geçirmek istiyoruz. Şimdi yaz sonundaki bu büyük eyleme hazırlanmak gerek… Müziği alıp satmayanlar, müziği yapanlarla birlikte, barış isteyenler, başka bir dünyaya çapkınca göz kırpanlar, arsız muhalifler, biz yaramaz çocuklar 26-27 Ağustos’ta Sarıyer Mehmet Akif Ersoy Piknik Alanı’ndayız. Ki gelen meydanlarda bağırmak ve sokak başlarında adını anmak vaktidir… Gelen şarkı söyleme, tiyatro yapma, muhalefet icra etme, karikatür çizme, barış için bin turna uçurma, çakırkeyif olma, kamera obscura ve şenlik ve şenlik ve şenlik mevsimidir. Hadi gelin BarışaRock’ta buluşalım…”
Açıklamalara bakıldığında özellikle şunu belirtmekte fayda var ki, bu festivale katılan gençlerin en azından azımsanmayacak bir kesimi Greeberg’in de bahsettiği üzere bir önceki kuşağın siyasi algısının ve eyleyişinin yenilgisi altında, yani bütünlüklü bir devrim algısının dışında kendisini konumlandırıyor, küresel bir algının parçalı ve konu odaklı muhalefet anlayışının içerisinde kendisini ifade ediyor. Bu yazının girişinde Zizek’in bahsettiği ve eleştirmiş olduğu siyaset algısı tam burada vuku buluyor. Özellikle ÖDP’nin içinde bulunduğu pratiklere bakacak olursak, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’ndan (Küresel BAK) eylemlerde Lolipop olarak adlandırılan yuvarlak dövizlerin taşınmasından, taleplerini pozitif bir biçimde formüle edilmesine kadar (örneğin ‘bir arada yaşamı savunalım’ sloganına) kadar aslında Devrimci-Yol’dan devraldığı ve egemen değerlerle belli bir ilişkileniş biçimine işaret ediyor. Öyle ki, Dev-Yol ve sonraları Dev-Sol ‘halkın’ yerleşik değerleriyle mümkün mertebe çatışmaya girmeksizin onların içeriğini yeniden anlamlandıran bir halkçılık anlayışına sahipti. Ancak özellikle neo-liberal kültür fabrikasının içerisinde bu giderek piyasanın çeşitliliğini, yapıcı üslubunu ve ‘çok renkliğini’ alarak ona ‘karşı’ kullanıyor. Ancak burada filli olarak yine sonralardan DHKP-C’de de yaşanacağı üzere gündelik hayatta kapitalizmin yarattığı sorunlardan kopuk, genel bir kamusal alanın kabul gördüğü kodlar içerisinde ancak siyaseti tahayyül edilebilir kılan bir yaklaşım söz konusu. DHKP-C bunu devlet ile girdiği ilişki üzerinden yaparken, ÖDP özellikle Mamak deneyiminin de bir sonucu olarak devletle girmediği ama özellikle eski Dev-Yolcuların piyasa ile girmiş oldukları ilişkileniş üzerinden kurmaya başladı. ÖDP özellikle mevcut olarak rejimin inşa etmiş olduğu siyaset formatları ile piyasanın yaratmış olduğu ve dolaşımda bulunan, genel kabül gören kültürel kodlar üzerinden kendisini kurar hale geldi.
DHKP-C yerleşik değerlerle girmiş olduğu ilişkiyi daha çok Anadolu (ve Mahalle kültürü) ve ‘geleneksel’ kültürel formlarla yaparken (giderek aslında bir içerilme ve parçalanma sürecine giren Chaterjee’nin siyasal toplumuna tekabül edebilecek bir hedef kitleye yönelmeye çalışmasından ötürü), başka bir alana seslenen ÖDP de bunu orta-sınıf ve yerleşmekte olan bir kamusal alan (Chaterjee’nin sivil-toplumuna tekabül edebilecek bir hedef kitleye yönelmeye çalışmasından ötürü) diye tanımlayabileceğimiz alanda yapıyor. Ancak iki ilişkileniş de eyleyişini bu alanlarda kendisini çeşitli yönetimsel teknolojilerle hakim kılmaya çalışan devlet ve sermayenin belirlediği paradigmalar ekseninde tahayyül edebiliyor.
Ancak bunlar sadece bir siyaset yapış biçimi olmakla kalmayıp aynı zamanda başka bir toplumsallık tahayyülü nasıl DHKP-C için tek devlet karşıtlığına dönüştüyse, ÖDP için de bu tahayyül kendisini var olan rejimin bileşenlerinin hassas dengesi üzerinden kurabildi. Devrimci-Yol’daki ‘savaş’ vurgusu tam da devletin 12 Eylül’de ürettiği şiddet ve Türkiye’de statükoya alternatifmiş gibi ortaya çıkan neoliberal renkli metalar dünyası, bu geleneğin halkçılığından beslenen bir konformizmini ancak piyasa kodları içerisinde üretilmesini mümkün kıldı. 68’in muhalifliğine ve batılı muhalefet yapma anlayışına denk düşen Rock ise muhalefet ile konformizm arasında kurulan muğlak dengenin neoliberal bir bağlamda çok somut bir biçimine büründü ve bir siyaset algısını dışavuran bir olgu olarak ele alınabilir.
Üstelik ÖDP hiçbir zaman ne Mahir Çayan, ne THKP-C ne de Dev-Yol ile tarihsel bağlantısını kesmedi, hatta sık sık bu geçmişe referans yaparak kendisini var edebildi. Nitekim Ufuk Uras Meclis’e ilk gittiği gün Ankara’da bir eylem yapmış ve burada ‘Mahir, Hüseyin Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş’ sloganı atmıştır/atılmıştır. Ancak şimdi özellikle 22 Temuz seçimlerinden sonra ‘gelenekçilere’ karşı burada daha ‘reel politikacı’ olarak adlandırabileceğimiz kesim arasında tam da bu geleneğin ne kadar işlevsel olup/olmadığı görüntüsü altında bir iktidar mücadelesi hüküm sürüyor. Ancak baki kalan ise rejimin tesis etmiş olduğu formlarla uyum içerisinde muhalefet yürütmek.
Sonuç
Devlet şiddetinin ve piyasanın parçalı renkliliğinin özellikle kitlesel toplumsal mücadelelerin yoksunluğu esnasında THKP-C ve ardılı olan iki siyasi çizginin kelime ve kültür haznesinde bulunan kavramlar manzumesi içerisinden bir meşruiyet bulup, o öznelerin anlam dünyasını sarsmayacak bir biçimde tersinden tam da onun içinden aslında iktidarın direnişin tahayyül ve koordinatlarını belirlediğini anlamaya çalıştık. Sarp ve Dolambaçlı yollarda şimdi yere fırlatılan şişeler var, birisi BarışaRock’ta içilen Rock’un içine sığmadığı bira şişeleri, diğeri mahallelerde yere çalınan molotof şişeleri. Şişelerle ilişkilenişin işaret etmiş olduğu, o anda cisimleşen siyaset tahayyülün ötesine geçmek, kurucu ile yıkıcı siyaset arasındaki ilişkiyi, reaktif siyaset yerine pro-aktif bir siyaset kurgusu için herhalde devlet ve piyasanın bizzat radikal öznenin dilinde yarattığı dönüşümü daha net anlamaya ihtiyaç var. Belki de bugün grameri hazır bir dile değil, kelimelere değil, yeniden bir çığlığa ihtiyaç olabilir, kelimeleri reddeden ve kendi kelimelerini kuran bir haykırışa; bu ise analitik bir kaygı güden böylesine bir yazının sınırını ve amacını hayli aşmakta.
Suphi Nejat Ağırnaslı
( Yayıma hazırlanma tarihi: 2009 )
Kaynak: Nejat Ağırnaslı.com