Tohum taşa düşüp çürürse Nedim, toprağa düşüp yeşerirse Ceren oluyor – Halil Yılmaz

Nedim Şener, 15 Aralık tarihli yazısında, Özge Aydın (Ceren Güneş) üzerinden yola çıkarak CHP’nin dikkatini bir “tehlikeye” çekmeye çalışıyor! Uzun uzun Ceren Güneş’in siyasi gelişim/değişim sürecini anlatarak bugünün masumu olan “terör örgütü sempatizanlarının” adım adım yarının eli silahlı “militan”ı ve sonrası aşamada “dirijan”ına dönüşebildikleri konusunda CHP’ye uyarılarda bulunuyor.

Yazısının son paragrafında ağzındaki baklayı çıkarıyor: “Peki bizim çıkarmamız gereken ders ne derseniz; terör örgütü PKK’nın siyasi kolu HDP’lilerin referanslarıyla, sempatizan düzeyinde bile olsa terörle ilişkisi olanları belediyede işe almak, yaratacağı güvenlik riskleri açısından da ateşle oynamaktır.”

Nedim Şener bu yazıyı ister âli-devletinin bekası kaygısı gibi “ulvi” nedenlerden kaleme almış olsun, ister yeni sahibinin önüne attığı yağlı kemiği hak ettiğini gösterme güdüsüyle “işgüzarlık” yapmış olsun, isterse yeni efendisinin sofrasındaki yağlı kemiğin tadına vardıktan sonra eski efendisinin masasının altında sıyrılmış kemiklerle geçen günlerini düşündükçe hayatının çalındığı hissiyatı ile öfkesinden eski efendisine olan nefretini diş gösterme duygusu ile yazmış olsun. Bu “yazının” yazılış amacı bizi hiç ilgilendirmiyor. Derdimiz Nedim Şener’in yapı sökümü ile uğraşmak değil. Bu yapı söküm çok öncesinde yapıldı zaten. Meraklısı, bir küçük burjuvanın hangi nesnel koşullarda, hangi irrasyonel histerilerle bir faşiste dönüştüğüne dair epeyce kaynak bulabilir. Edebiyattan tarihe, psikolojiden sosyolojiye kadar birçok disiplin “küçük adam”ın hikayesine dair çok söz söylemiş bugüne kadar.

Derdimiz Nedim Şener’in yapı sökümü ile uğraşmak olmadığı gibi Nedim Şener’in Ceren Güneş’e yönelik itibarsızlaştırma çabalarına cevap vermekte değil. Aziz Mahmut Hüdai’nin dediği gibi “bir parça çamur deryayı bulandırmaz.”

Yeri gelmişken bir dipnot daha. Nedim Şener’in yazısını okurken yaşadığım hissiyata dair: Her satırını okurken bir iğrenme duygusu sardı bilincimi ve bedenimi. İyi ama neden nefret değil de iğrenme? Ayrımına vardım ki nefret güçlü bir duygu. Böylesine güçlü bir duyguyu ancak muhatap aldığı bir birey/kuruma hissediyormuş insan. Öyleyse “sınıf kini” devrimci bir duygu mudur? Sınıf karşıtlığının yarattığı duygu “nefret” mi olmalı, yoksa “iğrenme” mi? Nihayetinde bizim tahayyülümüz insanı aşağılanmış, köleleştirmiş, kendine yabancılaştırmış bir varlık haline getiren tüm koşulları ve nesnelliği alaşağı etmekse bu köleliği var eden mekanizmalar ve bu mekanizmaların etten kemikten hali canlıları niye önemseyip nefret ederiz ki? Primo Levi, toplama kamplarında yaşadıklarının şaşkınlığı ile Nazilere ithafen şu soruyu soruyordu: “Bunlarda mı insan?” Nedim’in yazısını okurken aynı soruyu sordum kendime “Bunlarda mı insan?”

Eski Ahit’te peygamberlerin soy kütüğü ve her birinin kaç yıl yaşadığı kayıt altına alınmış. Buradan yola çıkarak, Adem’in yani ilk insanın 6000 küsur yaşında olduğunu görüyoruz. Bilim’in farklı disiplinleri ile bakarak insan soyunun çok daha yaşlı olduğu sonucunu çıkaran bazı ateistler, bu “çelişki”den yola çıkarak, İncil ve Tevrat’ın çürütülebileceğini savunurlar. Diğer yandan, bazı teologlar (özellikle kurtuluş teologları) ise insan soyunun insan olma vasfının tarih bilinci ile oluştuğunu ve tarih bilincinin başlangıcının yazı olduğunu savunurlar. Kayıt altına alınan “tarih”, tarih olabilir ancak onlara göre. Bu savın eleştirilebilecek yanları olmakla birlikte, ciddiye alınabilecek bir kerteriz olduğunu düşünürüm. Üzerine düşünmeye değer derim. Gel gör ki; Nedimgillerin yazdıklarını görünce “yazının bulunuşunun” insan ve toplum bilincinin nitel bir sıçrama eşiği olduğu ön kabulü bile sorgulanabilir hale geliyor. Öyle ya; Nedimgiller bile yazı yazmayı öğrenebiliyorsa, yazının soyut düşünmenin somut dışavurumu mu yoksa güdüsel bir şartlanma olduğu mu bile tartışmaya açık hale gelebilir. Yarın başka bir primat türünün şartlanma yoluyla yazabilme ihtimali Nedimgiller örnekleminden yola çıkarak pekala mümkün olabilir. Bunun için herhangi bir primatın düşünsel bir evrim geçirmesi pek de gerekli olmayabilir.

Haydi şimdi biraz daha yakın zamana çekelim tarihi. Sanayi devriminin başlangıç yıllarına. Üretici güçlerin niteliksel sıçraması ve sanayi çağıyla birlikte, insanın üzerindeki hayatta kalma baskılanması ortadan kalkacak diye düşünülüyordu. Bu hissiyat daha 200 yıl önce tüm insanlığı kof bir iyimserliğe sürüklemişti. Geleceğe dair müthiş bir iyimserlik havası hakimdi. Artık kimse kıtlıklardan ve salgın hastalıklardan ölmeyecek, beslenme ve su alanlarına ihtiyaçlar ortadan kalkacak savaşlar ortadan kalkacak, makinelerin üretim kapasitesi ile insan emeği özgürleşecek ve bireyin kendisini gerçekleştirebileceği serbest zamanlar ortaya çıkacaktı. İnsanlığın kadim ütopyası “evrensel devlet” ve “evrensel yurttaş” platonik bir aşktan mümkünlüğe doğru evriliyordu. Bu iyimserlikle o dönemlerde ütopya romanları yazıldı. Bu iyimserliğin motivasyonu ile aydınlanmanın büyük bilim insanları kendilerini insanlığa adadılar. Bu büyük düşünürlerin, bilim insanlarının, sanatçılardan bir teki bile o zamanlar 200 yıl sonra dünyanın böyle bir yer olabileceğini düşünür müydü acaba?

Fütüristler ve hatta Jules Verne bile bugünün dünyasındaki üretici güçlerin gelişim düzeyini hayal edemezlerdi muhtemelen. İnsan eliyle yaratılan makineler ve bu makinelerin kapasiteleri karşısında hayal güçlerinin ne kadar dar olduğunu sorgularlardı. Diğer yandan üretici güçlerin gelişimi ile ortak emeğin maddi ürünlerinin paylaşımı arasındaki eşitsizliği, Gulliver karakterini yaratan ve bu karakterin maceraları ile insanın zalim, bencil yanını göstermeye çalışan, bu zalim ve bencilliği var eden toplumsal kurumları sorgulayan distopya edebiyatının köşe taşı Jonathan Swift görse kendi yarattığı karakterlerin birer melek olduğunu düşünebilirdi. Ama insan aynı zamanda çağının körüdür neylersin… Bir markete girdiğinde, eline aldığın yağın, peynirin, yumurtanın etiketine tekrar tekrar bakıp alıp almamaktaki kararsızlığındır terör. Akbilinin yetersiz bakiye uyarı vermesi ve yolda kalma korkusudur terör. Faturalardır, kiradır, yol boyu adım başı karşına çıkan dilencilerdir, kadına yönelik şiddete tanıklığında korkunun edilgenliği ile müdahale edip etmeme arasındaki duygu çatışmasıdır, adım başı polis çevirmesidir, GBT’nin “temiz” olduğunu bile bile çevirme noktasına yaklaşırken nedenini bilmediğin halde yaşadığın gerilim ve korkudur. Korku imparatorluğu dört yandan kuşatmıştır tüm bedenini ve benliğini. Yaşam enerjisini soğurup hayattan yıldırır insanı. Öyle bir pelteleşir ki zamanla insan, yerçekimi duygusunu bile yitirebilir. Faşizm sıradanlaşır ve ilişkilerde normatif davranış kalıplarına dönüşür.

Belki sıradanlaştığı için ve normatif davranış kalıplarına dönüştüğü için bunları görmez ya da yadsımaz Nedimgiller. Belki de tam tersine gördükleri ve daimi için “Ceren Güneş”leri hedef gösterirler. Elbette bunun cevabını biz bilemeyiz. Elimizden gelen, insan olmaktan kaynaklı insanın yeteneği empati yapabilmektir. Nedimgiller ile empati yapabilmemiz ise bu tamda bu nedenle mümkün değildir. İyi ki de değildir. Primo Levi, toplama kamplarında yaşadıklarından sonra Nazilerle empati yapmaya çalışmıştı belki de ve bunu beceremeyince sormuştu kendi kendine “Bunlarda mı insan?” diye.

Yazının bir başka takıntısı ise Ceren’in doktor kimliğine dair. “Bu olaydan Özge Aydın’ın ve ailesinin payına, bir hekim olarak ülkesinin insanlarına hizmet etmek varken, sempatizanlıktan militanlığa uzanan yolda, siyasetçilerin malzemesi ve terör örgütlerinin kurbanı olmak düştü.” Buyurmakta büyük düşünürümüz. Aslında ne söylemediğini bilmek için Nedim’in bilinçaltına arkaik bir kazı bile yapmaya gerek yok. Hoş böyle bir kazı yapsak bile zaten o kadar derine inebilecek bir bilinci de yok. Nedimgiller, hiyerarşik bir piramit olarak örgütlenmiş toplumsal yapıyı peşinen kabullenir ve sorgulamayı bile aklına getirmezler. Doktorluk mesleğinin bu piramitteki saygınlığını ve ayrıcalığını elinin tersiyle iten bir insan Nedim’e göre olsa olsa “kurban” olabilir. Cem Karaca’nın Safinaz şarkısının bir yerinde ne diyordu? “Okuduğu kitapta yazıyordu bir doktorun işçiden şerefli olduğu”. Nedim Şener de Safinaz ile aynı kitabı okuyup aynı tedrisattan geçmiş besbelli. Aslında hepimiz aynı tedrisattan geçtik zamanında. İş odur ki tohum taşa düşerse çürüyüp Nedim oluyor, toprağa düşüp yeşerince Ceren oluyor. Ceren doktordu ve evet istese “makul bir ücret” karşılığında ülkesinin insanlarına “hizmet” verebilirdi. Ama Ceren ülkesinin insanlarına başka bir “hizmet” vermeyi tercih etti. Önce senin amentün olan kitabın hani “bir doktorun işçiden şerefli olduğu” yazan kitabının içine tükürmekle başladı onun serüveni. Bir doktorun bir işçiden şerefli olmadığı bir ülkenin kurulması için devrime hizmet etmeyi tercih etti.

Elbette senin hafızan yetmez bu işe Nedim. Belki Ceren’in haberini yapman için sana servis edilen bilgileri okuduğunda kendine tekrar tekrar şu soruyu sordun. “Hiç ihtiyacı olmadığı halde, Ceren’i kızıl bayrağın altına sürükleyen şey ne olabilir ki?” Bak sen de bu sorunun cevabını bulabilecek empati yeteneğinden yoksunsun. Onca insanın sefaleti ve yaşadığı acı karşısında sıkışan varlık sebebini sorgulaması bir nedendi Ceren’in yaptığı tercihte. Doktorluğundan dem vuruyorsun ya kendisi gibi ayrıcalıklı birçok insanın bu sefalet ve acının faal iştirakçisi olması öfkelendiriyordu Ceren’i. Al bir neden daha sana. Elbette bu sayılanlar tek başına eylemli bir devrimci sonuç yaratmaz hiç kimsede, fazlası lazım. Fazlası nedir diye merak ediyorsan Ceren’den öğren. İdrakla beraber yüksek bir ahlak düzeyine sahipti Ceren. Yüksek ahlakı mı komünist idrakini tetikledi, komünist idraki mi yüksek ahlakını bilmiyorum. Doğrusunu istersen Nedim, Ceren’e sorsak bu sorunun cevabını Ceren’de bulamazdı. Bildiği şeyler gibi cevaplarını bulamayacağı sorularda devrimciydi Ceren’in.

Ceren’in bilmediğin bir özelliği de mütevazılığıydı. Şimdi yaşıyor olsa yüzü kızarır utanırdı, kendisinden bunca övgüyle bahsettiğimiz için. Onun gül hatrına bu faslı bitirelim. Hadi başka şeylerden konuşalım… Biraz da sana dönelim mi ne dersin Nedim Şener? Dur yahu hemen kızma mahreminle işimiz yok. Bin sen söyledin müsaaden varsa bir de biz söyleyelim. Hele hele mevzuyu kişiselleştirmek gibi bir derdimiz hiç yok. Sınıf kavgası bu daha çok Cerenler olacak ve de Nedimler. İyisi mi son bir alıntı ile anlatayım meramımı. Nazımdan bir dize gelsin. Nasılsa sen alırsın kıssadan hisseyi. Gerçi sen komünistleri sevmezsin ama mevzu Nazım olunca herkesten çok sen sahip çıkarsın. Ekmek parası be(!) Nedim, kınadığımız yok seni, halden anlarız biz.

“Bir düşün oğlum

bir düşün ey yetimi Safa 

bir düşün ki, son defa

anlayabilesin:

Sen bu kavgada 

bir nokta bile değil

bir küçük, eğri virgül

bir zavallı vesilesin!…

Ben kızabilir miyim sana?

Sen de bilirsin ki, benim adetim değildir

bir posta tatarına

bir emir kuluna sövmek 

efendisine kızıp

uşağını dövmek!”

Biz düşmanımızdan bile öğreniriz Nedim Şener. Gördüğün gibi senden bile öğrendiğimiz bir şeyler var. Son alıntı demiştim Nazım’ın dizelerine. Ama şimdi Bloch’un hatrı kalır. Şu bölümü okurken sanırsın üşenmemiş Bloch, senin kahve falına bakmış. Çağdaşın olsa diyeceğim ki seni tanıyor. Ama diğer taraftan bu paragrafı okurken anlayacaksın ki çok da kendine münhasır bir insan değilmişsin aslında. Bak senden tarihin her döneminde varmış. Haksız mıymışım Nedimgiller derken? 

“Böylesi daralmış insan, gerçi kendisini ilgilendirdikleri ölçüde ve sürece, müşterek hadiselere katılıyor hissedebilir kendini. Gelgelelim meselesi halledilmeye görsün, derhal iyice özel alanına ve kendi haline çekilir. Ona tamamen dışsal görünen ortak esenliğin kartlarını masaya bırakıverir ve tatil ilan eder. Lakin kendisine tamamen zıt kardeşleri olmadan, yani tamamen işe gömülmüşler olmadan bu hale gelmezdi bu tip. Ne de olsa işin esası hilafına, burjuvalıktan uzak, dolayısıyla ruhsuzlaşmamış ve şeyleşmemiş gibi de görülebiliyordur. Nitekim onun kendi başınalığı da küçük dar bir kulübeye sığmaz. Küçük burjuva konformizmiyle veya snobca özel alanda barınamaz bütünüyle, dışarıdaki bir dizi ilişki içinde çözelir. İcabında bazen kamu yararına da olsa, işinin gerektirdiği sürat koşusu alıp götürür. Oradan da kendine mahsus, insani, anlamlı pek az şey alabildiği, daha ziyade doğuştan veya mamül hiçlik elde ettiği için, çok defa pek az sahici fayda meydana gelir. Çünkü bir topluluk genellikle onu oluşturanlardan daha değerli değildir, içinde kimsenin devinmediği telaşe nihayetinde sadece tekrara dolayısıyla tıkanmaya dönüşür. Gerek mamül gerek gönüllü sıfırlar toplanamazlar ve çiğnenen çökelek yayılır, pekleşmez.”

Ah benim çiğnendikçe yayılan Silivri çökeleğim. Sen ve Perinçek çiğnendikçe yayılan Silivri çökeleklerinin en meşhurusunuz lakin sizin namınız hiç de lezzetinizden gelmiyor ama ne olacak ki? Yeter ki meseleniz halledilmeye görsün bu aralar ne kadar mutlusunuz.