Faşist AKP-MHP ittifakının uzunca bir süredir dillendirdiği Rojava’yı işgal planlarında her gün doz yükseliyor. Muhtemeldir ki tehditlerin yerini fiile bırakmasına ramak kaldı. Şimdiye kadar Erdoğan çok tarih verdi işgal saldırısını başlatacağına dair (özellikle son bir yıldır hemen hemen her yapılan açıklama bu minvalde seyretti), ancak son yapılan açıklama gelinen süreç itibariyle de daha farklı bir yerde duruyor. Şimdi her şey hazır. İşgal kuvvetleri sınırda konuşlanmış, her türlü lojistik, mühimmat, sağlık da dahil personel görevlendirmeleri yapılmış. Perde arkası yapılan sayısız görüşmelerde de belli ortaklıklar sağlanmış görünüyor. Geriye sadece atılacak ilk top, havada yükselecek bir işaret fişeği kalıyor. Sonrası mahşer. Şoven histeri. Resmi prosedüre uygun bol kameralı, takım elbiselerle dolu salonlardan destek ve kınama açıklamaları. Sosyal medyadan yapılacak çoğunluğu Arap, katil çete sürülerinin Türk bayraklarıyla verecekleri “türkün gücünü” gösteren fotoğraflar. Direniş. Katliam. Top atışları altında özgürlük sloganları ve zılgıtlar. Göç yollarına düşecek toz toprak içinde aileler. Açlık ve soğuktan ölecek bebekler. Atılan her topla gelecek zamlar, devlet terörü.
Sürecin gideceği tek yöndür diye söylemiyoruz bunları. Lakin sürekli halde pompalanan artık uyuşukluk ve normalleşmiş savaş çığırtkanlığı epey doydu. Ve buna karşı özellikle Türkiye kamuoyundaki suskunluğu ve ataleti, bir an sıyırmaya yarar umudu var. Gözümüzün önünde an be an gelişen bir kıyametin eşiğindeyiz. Savaşlardan bir savaş olmayacağını tüm taraflar çok iyi biliyor. Türkiye’nin Rojava’ya dönük başlatacağı işgal saldırısı, tam olarak Rojava halklarını katletmeyi hedefliyor. Bu işgalle, Rojava topraklarını bugüne kadar DAİŞ’ten özgürleştiren güçlerin, halkın seferberliğinin yarattığı devrim süreci boğmaya çalışılacak. Şimdiye kadar Ortadoğu halklarının DAİŞ’le savaşta ödediği bedel, verilen canlar olduğu yerde dururken; şimdi de DAİŞ’in en büyük işbirlikçisi Türkiye, bu coğrafyayı işgal edip talan etmek, sömürgeleştirmek istiyor. Kuşkusuz bu işgaldeki istek ve niyetlere kaynaklık eden ekonomik, politik, toplumsal bir zemin var ve bu oldukça güçlü. Erdoğan’ın her seferinde dile getirdiği savaş, kimilerinin değerlendirmesinde yer aldığı gibi bir akıl tutulması, şuursuzluk, delilik hali değil. “Toplumsal bir ilişki olarak sermaye”nin yaşadığı krizin derinliği, emperyalist kapitalist sistemde “yıkıcı yaratıcı” bir süreç olarak işleyen savaşa doğru yönlendiriyor faşist iktidarı.
Bu savaş, bugün en çok, beka sorunuyla karşı karşıya kalan, kendi bekası için tüm gemileri yakmayı göze alan faşist iktidarın savaşıdır. Ancak sadece bundan ibaret değildir. Bu savaş, sadece Erdoğan’ın ve temsilciliğini yaptığı faşist iktidarın ihtiyacı olan bir savaş değil. Bu noktada, salt AKP-MHP faşist iktidarını merkeze alarak yapılan her okuma eksik olacaktır. Tüm emperyal kapitalist güçlerin başlıca arzusu ve ihtiyacı, uzun süredir devam eden hegemonya ve rejim kriziyle bu altüst oluşu, dengesizlik halini bir eksene yerleştirmek, dengesizlik halini kısmi de olsa aşabilecek hegemonik bir pozisyon kazanmaktır. Şu an, dünyanın birçok yerinde, Asya’da, Pasifik’te, Doğu-Akdeniz’de yaşanmakta olan gerilim hattı tam da bu nedenledir. Kuşkusuz, Ortadoğu’da belirleyici bir odak olmak tüm emperyalist güçlerin; Türkiye, İran gibi bölgesel güç merkezlerinin ortak rüyası, hayalidir. Yemen, Filistin, Irak’ta yaşananlar da bunun bir yansımasıdır, Türkiye’nin güvenli bölge haritalarıyla desteklediği Rojava işgal planı da ha keza.
Kapitalizm düz bir gelişim çizgisine sahip değil. Dalgalanmalarla giden bir seyirde, yükselişler çöküşler ve ara noktalarda büyüklüğü ve niteliği farklı krizlerle ilerliyor. Tıkandığı noktalarda ise fazlalıklarını ve yüklerini atacak yöntemler bulmaya çalışıyor. Bulması halinde bir başka form, bir başka yüzle devam ediyor. Kriz halleri, fazlalıklardan kurtulma yöntemlerini bulmaya çalıştığı zamanlar. Şimdi yaşandığı gibi. Olası seçenekleri değerlendirme, olası olmayan seçenekleri olası hale getirme, olasılıklardan en kuvvetli olana ya da olmasını istediği seçeneğe yoğunlaştığı bir nevi hazırlık süreci aslında. İç politikada da dış politikada da bu kurgu işler. Egemenler tarafında böyle seyrettiği gibi ezilenler açısından da böyle işler.
Türkiye’ye gelecek olursak durum daha sıkışmış vaziyette, öyle herhangi bir yerde, dar ve yüzeysel bir çatışma hali bu sıkışmışlığı aşmaya yetmeyecek durumda. Bakur’da yıllardır sürdürülen savaş bir rutin halini aldı. Bugün ne şoven histeriyi pompalamaya, ne muhalefeti “tek yürek” sloganında arkasına dizmeye yetiyor, ne de sermayeye nefes borusu açıyor. Başur da Bakur’a bağlı seyreden bir yerde durduğu, bir yerden sonra Başur’da yer alan mevcut statülere çarptığı için katliamcı fetih politikaları açısından kullanışlı değil. Statünün muğlak olduğu, muğlaklaştırmanın zemini de kolay olan Rojava’ya biçilmiş kaftan misali sarılmalarının nedeni burada. İktidarın, meşruiyetini yeniden sağlayacağı ve meşruiyetine dönük şoven, Kemalist, liberal cepheden –bir nevi aynı gemidekiler- ve kendi tabanında gelişen tartışmaların önünü keseceği fikri bu savaşa dair en çok dile getirilen şeylerden olsa da iş sadece siyaset sahnesindeki çarpışmadan ibaret değil. Bugün kapitalist sistemin krizinde sıkışıp kalmış, ne gelen ne giden bir akış içerisindeki burjuvazinin bir nefes almaya ihtiyacı var. Sermayenin fazlalıklarını dökeceği ve yenileneceği bir coğrafyaya ihtiyacı var. Ki şimdiden gerekli iş gücü, kapsamı, malzemesi vs. tüm detaylarıyla birlikte Rojava’da kurulması planlanan TOKİ projelerinden, açılacak üniversitelerden de bunu görüyoruz. Hiçbir şey olmasa bile, AKP’nin temsilciliğini yaptığı sermaye grubunun ana gövdesini oluşturan inşaat sektörü için savaşla talan edilmiş, yıkılmış bir bölge bulunmaz fırsattır.
Kim ne yapar ne yapmaz bilemeyiz. Rusya, kendi açısından işbirliğine gidebileceği Türkiye’yi ABD’ye tercih ettiğini zaten belirtti. Bugüne kadar tüm Ortadoğu politikasını bir mecburiyet olarak Rojava üzerinden şekillendirmiş ve YPG’yi müttefik olarak tanımlayan ABD’nin “istemeyeceği” bir durum olsa da amaç ve misyon itibariyle belli değişikliklerle birlikte seyirci pozisyonuna geçmesi muhtemel, ki birkaç gündür etrafı sessizlik bürüdü. Şimdiye kadar pazarlık konusu dahi yapılamayacağı söylenen hava sahası meselesi de bu sessizlik duvarına çarpıp duruyor öylece.
3-4 milyon mültecinin İdlib’ten, bir o kadarının da ülke içinden sınır duvarına aktığı Türk devletinin bu sıkışmışlığını kusacağı Rojava duruyor önümüzde. Her ne kadar AKP ve Erdoğan’a karşı eleştiriler yapan, seçimlerde Kürt hareketinin taktik manevrasıyla belediye koltuklarını kazanan CHP Kürtçe dil kursları açsa da, dilinin döndüğünce faşist baskılar, kayyım atamaları karşısında hak, hukuk, özgürlük anlatsa da bunları kendi siyasi pozisyonu içerisinden yani muhalefetin ana partisi -işlevinden ziyade meclisteki niceliği açısından böyledir- olma halini unutmadan okumak gerek. Son kertede, savaş düdüğü öttüğünde büyük bir güruhun faşizme ve sömürüye karşı değil, hemencecik onun arkasına diziliveren kodlara sahip olduklarını biliyoruz, kendileri de bununla gurur duyuyor zaten. İzaha gerek yok.
Karataş çatladı çatlayacak
Türkiye Suriyelileşti, iç dış oldu bugün. Her senaryo şu anda olasıdır. Bizlerse bu olasılıklardan hangisini gerçek kılacağız? Bu kadar lafın tek varacağı nokta, bu sorudur. Rojava, Ortadoğu halklarının savaşarak, can vererek, yaratarak gerçek kıldığı bir devrim sürecidir. Rojava, Kürt halkının bitmeyen direnişi ve zaferidir. Rojava, Gezi’nin daha büyük sahada, daha sert geçen ve başarılı olan bir devamcısıdır. Rojava, Türkiye halklarının AKP-MHP faşist iktidarı karşısında sahip olduğu kudrettir. Dönüm noktası, keskin bir virajdır. 11 bin savaşçının her bir mermisiyle tüm bir dünyaya yayılmış Daiş zulmünü durdurduğu yerdir. Rojava, bugünün enternasyonalizmidir. Bu nedenledir ki Rojava’ya dönük işgal girişimi, Türkiye’nin tüm sınır hattı boyunca içeriye doğru yayılacak bir savaş anlamını taşır. Bu noktadan sonra her şey çok sade ve net olacaktır. Devrim mi kazanacak yoksa sömürü ve kölelik mi, ezilenler mi tarihi yazacak yoksa zulmedenlerin kanlı elleri mi. Barış pınarları faşist iktidara mı akacak yoksa özgürlüğe, halkların özgürlük mücadelesine mi.
Biliyoruz ki neden-sonuç bütünlüğünde; sonuç, tek bir nedenden doğmaz. Sonuç; sadece bir nedenin dönüşümünü için de barındırmıyorsa, karşılaşacağımız her sonuç da sadece bir şeye kaynaklık etmeyecektir. Aynı şekilde, aynı biçimde ilerleyen belirlenmiş bir ilişki yoktur. Olası her sonuç, birbirinden farklı birçok olasılığın nedeni olabilir.
Bugün Türkiye’de her şeyin ötesinde faşizmi sarsacak ve yıkacak bir güce ihtiyaç vardır. AKP’nin dile getirdiği beka sorunu Türkiye’de ve Kürdistan’da ayrı okunmak zorundadır. Kürdistan’da Kürt halkının örgütlü bir şekilde verdiği mücadele faşist iktidarla bir güçler ilişkisi yaratmıştır. Türkiye’de özgürlükten yana kazanım, ancak ezilenler cephesinden kurulacak bir güçler ilişkisi ile mümkündür. Bunun gelişeceği zeminse; antikapitalist, antifaşist özgürlük cephesi olabilir ancak. Açlıktan ve işsizlikten, hapishaneleşmiş hanelerde yaşamak iddiasını dahi kaybetmiş, vazgeçmiş bir toplum gerçeği var. Ve faşist ittifakın baskısı ve sıkıdenetimi altındaki bu toplum gerçeği ancak kendi mücadelesini kurduğu oranda taleplerini gündemleştirebilir ve hak talebi kazanıma dönüşebilir. İşte o zaman, ezilenlerin eliyle AKP’nin Türkiye’de gerçek anlamda beka sorunu oluşacak, faşist devlet geleneği hiçbir aracıyla iktidarını sürdüremez hale gelecektir. Bu sömürü sisteminin krizinde daha da boğuculaşmış dumanın içerisinde zehirlenmeden çıkmanın tek yolu, el yordamıyla da olsa duvarda bir gedik açmaktır.
Kaynak: Komün Gücü