“Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet um udunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının cereme-sini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yasamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar.”
Lenin, Sosyalizm ve Din
9. yüzyılın iki ünlü tasavvuf bilgini İbrahim Ethem’le öğrencisi Sakiki Belhii bir gün konuşuyorlarmış. Belhii Sakık, İbrahim Ethem’e sormuş: ‘Sizin yaşama ilkeniz nedir?” İbrahim Ethem, ‘bulunca şükrederiz; bulamayınca sabrederiz’ demiş. Sakiki Belhii bunun üzerine, ‘onu bizim Horasan’ın köpekleri de yapar. Bulamayınca şükretmeli, bulunca dağıtmalı’ demiş.
“Bütün yaratıklar, sudaki balığa, havadaki kuşa, yerdeki bitkiye kadar, cümle yaratık mülk haline geldi. Tanrının yarattıkları bile özgürlüğe muhtaç halde…”
Thomas Münzer’den Martin Luther’e…
Devrimciler, ülke gündemini işgal eden önemli politik sorunlar söz konusu olduğunda tutum alıp ilan etmek zorundadırlar. Bu sınıfa giren konular hakkında tutum almak kadar, almamak da aslında bir tür tutum almaktır.
Meseleleri etüt edip tutum belirlemenin iki boyutu vardır. Birincisi, o tutumun hangi tarihsel, siyasal, güncel, teorik, ideolojik gerekçelerle, ne amaçla, nasıl üretildiği; ikinci boyut ise, bu tutumun nasıl bir “politika” olarak şekilleneceği…
Birinci kısım daha çok devrimciler arasındaki tartışmalar açısından ve o politikanın doğruluğunu ve gerçekliğini tüm boyutlarıyla kanıtlamak açısından; ikinci kısım ise, o politikanın ne olduğunun sarih olarak tarifi ve uygulanması açısından önemlidir. Devrimci örgütler politika yaparken, o politikanın nesnesi olan sınıflar, kitleler, halklar, taraftarlar veya üyelerin tamamı açısından ve tüm boyutlarıyla, meselenin birinci kısmi ilgi alanı dışında kalabilir, anlaşılamayabilir. Politikanın asli amacı açısından buna gerek de olmayabilir. Ancak bazen, aynen su anda olduğu gibi, meseleye bakışta farklı boyutlar olduğunun, bunlar ayrıştırıldıktan sonra birleştirilip tek bir politika oluşturulması gerekliliği anlaşılması öne çıkabilir.
Aynı gerekçelerden farklı tutumlar üretilebildiği gibi, ayni tutuma farklı gerekçeler üzerinden ulaşmak da mümkündür. Gerekçelerin nitelikleri, tarihsel akışları, değerleri, o tutumun üretilmesinde gerekli olup olmadıkları da doğal olarak tartışma konusu olabilir.
Türkiye’de devrimciler açısından türban meselesi, işte böyle yöntemsel açıklamalarla belirlenmek zorundadır. Aksi durumda, yani meselenin “türbana karşı mısın, taraftar mısın” seklinde konulmasına verdiğimiz yanıt bizi, İslamcı ağırlıklı liberal kanadın yanında ya da Kemalist devlet kanadının yanında konumlandırabilir. Her tür stratejik veya taktik açılımın ötesinde, 2008 Türkiyesi’nde devrimci politika açısından ikisi de son derece yanlış olacaktır. Türban meselesini aşacak şekilde, devrimci hareket açısından bağımsız politika yapılması gerekliliğinin önemsenmemesi, devrimci hareketin güçsüz olduğu su koşullarda hayati önemdedir.
Bizler türban sorusuna, sahiplerinin ya da karşıtlarının sorduğu şekilde, onların istediği gibi yanıt vermek zorunda değiliz. Ama türban konusundaki görüşlerimizi açıklayıp sonunda da bir tutum belirlememiz kaçınılmazdır. Neden “Kongar mı, Barlas mı” ikilemine düşmek zorunda olalım?
Tutumumuza açıklamak ihtiyacına binaen, bazı gerçekleri ve politik doğruları ilan ettikten sonra, meseleye bakışımızı net olarak koymak durumundayız. Her sorunun cevabi sanıldığı kadar basit olmayabilir. Ama yasamda ve politikada mutlaka her sorunun birisi uzun, öteki kısa iki cevabi olduğunu da bilmek durumundayız.
Devrimciler türbanı kesinlikle sadece bir “kişisel hak ve özgürlük, demokrasi” sorunu sınırlarında tartışamaz. Bundan çok daha geniş tarif edilmek durumundadır. Devrimcilerin verili anda, “üniversitede kıyafet serbestliği olsun” seklindeki özgürlük talebine sahip çıktıkları için, türbanın takılmasını da savunuyor olmaları bu durumu değiştirmez. Devrimcilerin kişisel hak ve özgürlükleri, kendi politik kesimlerinin “hak ve özgürlükleri” dışında da savunmaları bir istisna değil, normaldir. Devrimciler bu konuda hep tutarlı davranmışlardır. Ancak bir devrimci, her türlü özgürlük tartışmasının aslında sürüp gitmekte olan sınıf mücadelesinin görünümü olduğunu bilmezlik edemez. Buradaki “sınıf mücadelesi” tanımı, dar anlamıyla proletaryanın sermayeye verdiği mücadele olarak değil, toplumsal yapının özünü oluşturan her türlü politik gerilimin ana zemini olarak algılanmalıdır. Sınıf mücadelesinin var olduğu gerçeği değişmeden sürüp gittiği, özgürlük istemi bu mücadelenin en evrensel politik taleplerinden birisi olduğu, ancak coğrafi, tarihsel farklılıklar sınıf mücadelesinin varlığını ve temel kurgusunu değiştiremeden farklılık göstermekte olduğu için, özgürlüğün anlamı değişir.
Ne İslamcılar özgürlükçüdürler ne de Kemalist laikler. Özgürlükleri Maraş’ta, Sivas’ta katliam yapanlardan da, “Marksizm’in bilim aleyhtarı bir din” olduğunu söyleyen kitap yazan, askerlerle telefonda konuşurken bile esas duruşa geçen, Harp Akademileri’nin açılış dersini verecek kadar “akredite” olan İTÜ’lü Profesör Celal Sengör’den de öğrenecek değiliz.
En fazla sahip çıkılan politik sloganlardan olduğu için, felsefe ve politika tarihi açısından “özgürlük” herkesin diline doladığı nakarattır. Oysa özgürlüğün ne olduğuna karar verilmesi tarihsel ve politik bir süreçtir. Söyle de söylesek yanlış olmayacaktır: “Özgürlük yoktur; özgürlüğe yönelen eylemler vardır.” Özgürlük bu eylemlerin var olması durumudur. Bu nedenle güncel olan, politik yapıların özgürlük olarak talep ettiklerine karşı başka yapıların politik tutumlarıdır.
Böyle konunca, devrimcilerin, komünistlerin özgürlük anlayışıyla, dincilerin ve Kemalistlerin özgürlük anlayışı arasında kapatılamaz uçurumlar olduğu, bizim insanin özgürleşmesinin tarihsel ve güncel taleplerini savunduğumuz, öte taraftaki kayıkçı kavgasının ise biçimsel olarak sahtekârlık, içerik olarak gerici mülk sahibi sınıfların çıkarları olduğu görülecektir.
Bu bahisten ilerlersek, İslam’ın diğer tek tanrılı dinlerle birlikte, insanlığın köleci ve feodal aşamalarının devrimci ideolojileri olarak ortaya çıktığını, ancak iktidar olur olmaz kaçınılmaz sonlarını yasayarak gericileştiklerini tespit etmek durumundayız. Burada bir saniye durup, sürmekte olan yazımızın mantığını bir cümlecikle bilince çıkartmamız gerekiyor. Görüldüğü gibi türban tartışması, bizi kaçınılmaz olarak genel olarak din fikrini, İslam’ı, sınıf mücadelesinin tarihsel akışını tartışmaya itiyor. Türban tartışmasının aslında bir sınıf mücadelesi nesnesi olduğunu tespit ettiğimize göre, bu normaldir. Ama bu tartışmayı günümüzde sürdürmekte olan birçok İslamcı, Müslüman ya da liberal bizim bu sulara girmemizden rahatsız olacaktır. İste basta ifade ettiğimiz, “onların sorularına, onların istediği gibi yanıt vermek zorunda değiliz” cümlesinin anlamı budur.
Devamla, bir üstyapı kurumu olan dinler, yaygınla şıp iktidar olduktan sonra, soyut tek tanrıcılığı da formülleştirmiş olmalarının verdiği avantajla, sadece “bir” üstyapı kurumu olarak kalmamışlar, üstyapının önemli bir bölümüne denk gelmeye başlamışlardır. Bu nedenle, tarih boyunca birçok felsefe, mantık, siyaset, edebiyat gerilimi kaçınılmaz olarak ya doğrudan din tartışması olarak sürüp gitmiş ya da onun eteklerinde cereyan etmiştir. Böyle olduğu için, dini suçlamaya hakkımız yoktur. Başka türlü olamazdı. Suçlanacak olan köleci, feodal ve kapitalist egemenlik düzenleridir. Çünkü bu düzenler dini kullanmışlar ve kullanmaya devam etmektedirler. Ama dinle ilgili tüm fikrimizi bu gerçeğin belirlemesine de imkân yoktur. Bu gerçeklik anlaşılamazsa, “dini olan her şeyin gerici, dinsel olmayan, laik olan her şeyin de ilerici” olduğu seklindeki aydınlanmacı-burjuva görüşe saplanıp kalmak kaçınılmazdır. Bu görüş, maalesef sol hareketimizin saflarında ciddi bir problem olarak durmaktadır. Tarihin Marksist yorumunun dışındaki bu yöntem, ne Marks’ın en çok alıntılanan eserlerinde birisi olan Hegel’in Hukuk Felsefesi’ni Eleştiriye Katkı makalesindeki o ünlü anlatımı kavrayabilir, ne de sonucunda kaçınılmaz olarak burjuva dünya görüsünün sol kanadı olmaktan kendisini kurtarabilir. Marx bilindiği gibi, “Dinsel acı, ayni zamanda gerçek acının da, gerçek acıya karşı protestonun da ifadesidir. Din, ezilen yaratığın iç çekisi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu gibi. O, halkın afyonudur.” diye yazmıştı. Bu alıntının “din halkın afyonudur” kısmının her boydan dinci tarafından tekrarlanarak Marks’a saldırılmasının, ancak paragrafa ruhunu veren bölümün atlanmasının nedenini her devrimci düşünmek zorundadır. Burada anlatılmak istenen, dinin basitçe ve sadece bir illüzyon nesnesi olmadığı, pratikte bir isyanın da dile getirilmesi olduğudur. Bu anlaşılamazsa, neden çağlar boyunca materyalist, komünist fikirlerin de her dinin kılıfı altında kendisine nasıl yer bulduğu anlaşılamadığı gibi, bu fikirlerin tarihsel ilericiliklerinin idealizm konusunda aldıkları tutum tarafından değil, toplumsal eşitsizlikler meselesinin neresinde durduklarına göre belirlenmesi gerçeği de ıskalanmış olur.
Hristiyanlık henüz muhalefetteyken, Romalılar tarafından “kölelerin ve kadınların dini” olarak aşağılanıyordu. Bu durum, Hristiyanlar’ın çağlar boyunca kölecilik yapmalarını ve Papalık’ın dini kadın düşmanlığıyla da tanımlamasına engel olmadı. Engels, İlkel Hristiyanlığın Tarihine Katkı adli makalesinde bu durumu söyle anlatmıştı: “İlk Hristiyanlık tarihinin modern isçi sınıfı hareketiyle dikkate değer benzerlik noktaları vardır. Her ikisine de baskı uygulanmış ve zulmedilmiş, taraf-tarları hor görülmüş ve birinciler insanlık düşmanı olarak, sonuncular ise devlet düşmanı, dinin, ailenin, toplumsal düzenin düşmanı olarak özel yasalara tâbi tutulmuştur. Ve tüm bu baskılara karşın, hatta bunların teşvik etmesiyle, onlar muzaffer bir şekilde ağır ağır ilerlerler.”
1381 İngiliz köylü ayaklanmasına öncülük eden “Düşkün Rahipler” hareketinin önderleri, komünist fikirlerini İncil’e atıfta bulunarak, “Adem toprağı beller, Havva ip eğirirken, soylu diye biri mi vardı?” sorusuyla dile getiriyorlardı. Papalık buna rağmen çağlar boyunca, en büyük toprak sahibi, cennet tapusu satıcısı, sömürgecilik savunucusu, devrimci düşmanı olmaya devam etti. Bugün de öyledir. Şimdiki Alman Papa Ratzinger, 1980’li yıllarda Güney Amerika’da çalışırken, Papalık tarafından görevlendirilerek, devrimcilerle çalışan, içinden şehit düşmüş gerilla papazlar çıkartan Katolik Kurtuluş Teolojisi’nin yanlışlığını anlatan teorik bir çalış-maya imza atmıştı. Karşı devrimci, anti-komünist olunmadan Papa olunamaz. Ama bu gerçek, Alman köylü devrimcisi Thomas Münzer ’i görmemizi de engellemez. Bilindiği gibi Marx ve Engels, ilk dönem Hıristiyanlık fikirleriyle devrimci-sosyalist fikirler arasında paralellik kuran teorik çalışmalar imza atmışlar; Münzer’i uzun uzun konu edinmişlerdir. Şüphesiz eğer varlığından haberdar olsalardı Şeyh Bedreddin’e de, Karmatiler’e de, Babek’e de, Mazdek’e de büyük değer verirlerdi. Selçuklu İmparatorluğu’nun “direği” Nizamülmülk Siyasetname’de söyle anlatmak-tadır: “Mazdek, mal insanlar arasında ortaktır, diyordu. Çünkü insanlar, tanrının kulları ve Adem’in çocuklarıdır. Her biri ihtiyacına göre diğerinin malını kullanmalı ve hiç kimse bu haktan yoksun kalmamalıdır. Herkes malca eşit olmalıdır. Mazdek’in bu sözleri üzerine herkes malini ortaklığa koymuştu… Mazdek öldürül-dükten sonra karisi Hürrem Binti Kade, iki adamıyla birlikte Medayin’den kaçtı. Rey kasabasına giderek halkı kocasının yoluna çağırdı. Peşine takılanlara Hürrem Din adi verildi. Hürrem Dinliler her yana dağıldılar ve her kentte başka bir ad aldılar ve her yerde de sürekli olarak bas kaldırdılar… ” Tarih böyle akıp giderken, bu Müslüman devrimci önderleri, “Niye Komünist Manifesto’yu yazmadılar” diye suçlamak ya da bu yüzden yok saymak hiç aklımıza geliyor mu?
Soyuttan somuta giderek derdimizi anlatmak istersek, Dr. Hikmet Kıvılcımlının fikirlerine doktriner şekilde bağlı olduğunu ifade eden, Kıvılcımlının neredeyse Türkiye’nin tüm ideolojik, politik meselelerini yaz ıp aslında çözüme kavuşturduğunu savunun HKP (Halkın Kurtuluş Partisi), Kemalistlerin Ankara’da düzenlediği türban eylemine “ Şeriat Ortaçağ’dır” pankartıyla katılmış. Doğru mu, doğru. Bizim de yukarıda ifade ettiğimiz teorik belirlememize uygun mu, uygun… Peki, şeriat Ortaçağ’dır da, siz bu pankart, bu siyaset dizgesi ve bu konumlanmayla Yeniçağ’ın yanında konumlanmış olmuyor musunuz? Devrimciler Ortaçağ’a karşı Yeniçağ’ın mücadelesini verenlerin yanında mı olmalıdırlar; yoksa “yepyeni bir çağın”, Yeniçağ’ın sınıfsal dayanaklarının yıkılacağı bir dünyanın müjdecisi mi sayılmalıdırlar? Birincisi olunca, dediğimiz gibi burjuva ideolojisinin sol kanadı olursunuz. Biz, ikincisini tercih ediyoruz. HKP’nin yaptığı, teorik Kıvılcımlı’nın karsısına kendilerince politik Kıvılcımlı’yı koymaktır. Bu çelişki Kıvılcımlı’nın düşüncesinde hiç olmamış değildir. Lakin Kıvılcımlı’nın kendisi hiç bu kadar rezil duruma düşmemiştir. Doğrudur, ordudan beklentileri olmuştur Doktor’un ama 1971’in politik iklimi ve ordusuyla, 2008’in ordusu arasında çok fark vardır. Bunu görmek için Doktor kadar teorik emek harcamaya da gerek yoktur. Göremediğinizin saptırmak için de Kıvılcımlı’nın arkasına saklanmak bu arkadaşları kurtarmaz.
Laiklik bilindiği gibi, kapitalizmin boy verdiği Avrupa’nın 18-19. yüzyıllarının sınıf mücadelelerinin, esas olarak da Fransız devriminin eseridir ve sınıf mücadelesinin aldığı boyutlara göre, kapitalizmin içinde farklılıklar arz ederek kendisini var ettiği gibi, farklı dinlerde de yine değişik şekillerde tezahür etmiştir. Burjuva devrimlerinin hemen hepsinde, toprak sahibi olan, kralların ve kurulu düzenin değerlerinin savunucusu kiliseye karşı hareketler olmuş, ancak tüm restorasyon ve karşı devrim süreçlerinde kilise yeniden kendisini düzenlemiştir. Üstyapı kurumları, ekonomik ve siyasi kurumlar kadar hızlı değişmezler. Tanımı gereği böyledir. Din bu kurumlar içinde en direngen olanıdır. Laiklikle şekillenen burjuva devrimleri, din-sizlikle şekillenen sosyalist devrimlerin bugüne kadar gelen mücadele dinamikleri bu gerçeğin somut kanıtıdır. Troçki bu durumu söyle anlatıyor: “Dinsel fikirler, gerçekte diğer tüm fikirler gibi, hayatin maddi koşullarının toprağında ve hepsin-den öte sınıfsal çelişkilerin toprağında doğarlar ve ancak yavaş yavaş kaybolurlar. Tutuculuğun gücüyle, onları doğuran ihtiyaçlardan daha uzun yasarlar ve ancak ciddi sosyal şokların ve krizlerin etkisiyle tamamen yok olurlar.” Lenin de katkısını söyle koyuyor: “Kitleler dinin kaynak bulduğu toplumsal olgulara karşı birleşik, disiplinli, planlı ve bilinçli bir tarzda mücadele etmeyi öğrenene kadar, kapitalist egemenliğin tüm biçimlerine karşı mücadele etmeyi öğrenene kadar, hiçbir eğitsel kitap yığınların bilincinden dini söküp atamaz.”
Marksistler açısından, “işçilerin 2008 Türkiyesi’nde daha fazla ücret almaları gerektiğini” söylemenin, “isçilerin eziliyor, sömürülüyor, ücretlerinin yetmiyor olması” dışında tarihsel gerekçeleri olması gibi, günümüzde Türkiye’de bazı kadınların türban takıyor olmasının ve bu şekilde üniversiteye de girmek istemelerinin bir altyapısı, bugünü ve geleceği vardır. Tüm bu düzeylerle sınıf mücadelesinin bir ilgisi vardır. Bu ilgiyi kopartarak, aslında Marksizm’in tarih yorumunu abra kadabrayla ortadan kaldırmak isteyen bir gerici ya da liberal meseleyi kişisel bir sorun olarak koymaya cüret edebilir. Bu bahiste bir gericiyle liberalin niyetleri arasında fark yoktur. Birisi dünyayı değiştirmenin tanrının emirlerine aykırı olduğunu düşünür; öteki pozitivist aklının… Bizler ise, dünyayı bütünsel kavrayıp ve Asya’daki çıplak açla, Kaliforniya’daki obez arasında bir ilişkiyi dert etmeye devam ettiğimizden, türbanla kafaların ve siyasetlerin arasındaki ilişkiyi, hoşa gitse de gitmese de kurarız.
Biz devrimcilerin farkı sudur: Her kuşu karga, her sakallıyı dedemiz sanmadığımız gibi, bilimden de vicdandan da nasibimizi almışızdır. Bunun için, ne üniversite kürsüsüne ihtiyacımız vardır, ne Ayet el Kürsi’ye. Farkımız odur ki, her türbanlıyı ya da başörtülüyü gördüğümüzde, “yasam biçimimizin bozulacağını, cumhuriyetin elden gideceğini, Atatürk’ün mezarda ters döneceğini, dincilerin bizi kıtır kıtır keseceğini” düşünmeyiz. Bu cumhuriyetten de, Atatürk’ten de hiçbir beklentimiz yoktur. Yaşam biçimleri de öyle kolay kolay değişmez; değiştiği kadarıyla da kapitalizmin rezilliklerini tarif etmede biz, hacı tüccarla ya da Vakko eşarplı cipli “ha-nim” patronla, İsviçre’de kayaktan sonra Viyana kafelerinde oturmaktan haz duyan “gusto sahibi” arasında bir fark görmüyoruz. İkisi de rezildir ve birisinin dağıttığı kurban eti ve öğrenci yurdu ile ötekinin kapıcısına verdiği eski kıyafetlerinin tümü halkımızı köpekleştirme çabasıdır. Sahibinin Kâbe’si çok önemli değildir; sonuçta hepsinin Kâbe’si paradır.
Türk ve Kürt halkının kadınlarının çoğunluğunun giyinme tarzının, Kemalist orta ve üst sınıfın temsilcileri tarafından “itici” bulunması bizim açımızdan kabul edilemez. Bu tutum, sadece basit bir yasam tarzı seçiminin ilanı değil, ayni zamanda alt sınıflara duyulan nefretin de bir parçasıdır. Devrimcilerin buna cevaz vermesi, bu duyguyu paylaşması mümkün değildir. Devrimciler halkçıdırlar, halktandırlar ve bu halkla beraber, kendilerini ve halkı değiştirme kavgası vermektedirler. Sadece annemizin başörtüsü değil, genç kızların türbanı da bizi kişisel olarak rahatsız etmez, ondan iğrenmeyiz. Biz “kafaların içiyle” ilgiliyiz ve bu bahiste annemizin dahi kafasında olsaydık, devrimci olmamız mümkün değildi. Hepimizin annesi bu yolun yol olmadığını hepimize söyledi.
Söylenmeye çalışılan odur ki, bu üst sınıf tavrı, Türk ve Kürt emekçi sınıflarda hakli olarak ezilmişlik duygusu yaratmaktadır. Bu tavır sahipleriyle yan yana gelmemiz mümkün değildir. Anılan tavrı ister Batıcı sermaye sahipleri, ister eğitimli orta sınıf devlet görevlileri, ister sol görünümlü aydınlar savunsun bizim için sonuç değişmez. “Liberal aydınlanmacılık” adına da, “solcu aydınlanmacılık” adına bunu savunmamız olanak dışıdır. Devrimcilerin bazılarının bu bakışla duygudaşlık hali varsa da asılmalıdır. Bu bahiste, CHP, DSP, SHP, IP, TKP, HKP arasında hiçbir fark yoktur. Ruh aynidir. Birisi araya Mustafa Kemal dolgusu yapar; öteki Fransız devrimi. En trajik olan da HKP’nin Lenin ve Mustafa Kemal fotoğraflı pankartla yürümesidir. İkisini yan yana koymak, Mustafa Kemal’i Lenin’e değil, Lenin’i Mustafa Kemal’e yaklaştırır ki, bunu kabul etmemiz mümkün değildir. Zaten Kemalistlerin de kabul etmesi mümkün değildir, etmemişlerdir. Çünkü o kesim açısından devrimci ve sosyalizm düşmanlığı en az dinci düşmanlığı kadar nettir. İnanmayan 15’lere ve 22,5 yıl hapis yatan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya sorsun.
İlgilenmeye çalıştığımızı kafaların içi konusunda türbanlıların önemli bir kısmı elbette dinine bağlı Müslüman ve politik olarak sa ğ partilere oy veren insanlardır. Ancak çok somut olgu bile Kemalistlerin sandığı kadar kesinlik içermez. Her türbanlı mutlaka yasam biçimi olarak onların anladığı anlamıyla “gerici” değildir. Daha muhafazakâr olduğu kesindir ama bu olgular zamanla ve iktisadi gelişmelerle değişir. Her muhafazakârlık mutlaka Kemalizm’in karşıtı olmadığı gibi, ona karşı savaşacağının garantisi de yoktur. Türbanlılar AKP’ye oy veriyorlar da, başı açıklar devrimcileri mi destekliyorlar? Devrimciler açısından ölçü bu değildir ve olmamalıdır. TC’nin tüm tarihi bir yandan simdi de sürmekte olan laik-dinci gerilimiyle geçerken, öte yandan bu muhafazakâr taban, rejimin asli unsuru olmaya devam etmiştir. Ayrıca bu ask karşılıklıdır. Bir yanda Komünizmle Mücadele Dernekleri, Mehmet Şevket Eygiler, Fethullah Gülenler, Hizbullahlar var dır; öte yanda ABD kaynaklı Yeşil Kuşak operasyonları, Rabıta skandalları, 12 Eylül’de çokça açılan imam hatipler, devrimcilere karşı Kenan Evren’in meydanlarda okuduğu ayetler, Dolmabahçe Sarayı görüşmesinde ABD tarafından öpüştürüldükten sonra, Kürt gerillasının üstüne bomba yağdıran laik ve dinci işbirlikleri vardır. Fethullah Hoca’yı memlekete sokmayan Genelkurmay, simdi ABD planı olarak Fethulahçılar’ın Kürdistan’a kurban bayramında et dağıtmasına ya da sağlık taraması yapmasına niye ses çıkarmıyor acaba? Mecbur da ondan. Kürt halkı da, Türk halkının çoğunluğu gibi köpekleştirilmeye çalışılıyor.
Bunları generaller bilmiyorlar mı? ABD Irak’da 1 milyon Müslüman’ı öldürmüş de, Müslüman AKP mi itiraz etmiştir? Bu isler bu düzende böyle yürütülür. Bağlantı noktasına “altı kere gidip, yedi kere gelmiş” Demirel’i de koyduğunuzda; iste size Türkiye’nin son 60 yılının tarihi. Bu kadar büyük hesap ve kapitalist-emperyalist rant varken biraz itişip kapışma olması normaldir tabii… Mesele, sermaye gruplarının kapışmasına giydirilmiş farklı tarihsel, politik ve ideolojik akımlar arasındadır. “ABD’nin BOP açılımında Fethullahçılık’ın oynadığı emperyalist rolü” sol Kemalistlerden dinlemeye karnımız toktur. Onu biz de biliyoruz. Bundan türban takan tüm insanlar sorumlu değildir. Türban takanların bir kısmına bu gerçeği anlatamazsak sonumuz zaten ağlak laikler gibi olur. Anlattığımızda da, kimin türban taktığının hiç ama hiç önemi yoktur. Malum yapılan bütün araştırmalara göre, Türk ve Kürt kadınlarının yarıdan fazlası başını su ya da bu şekilde örtmektedir.
Kemalist laik kesim, sola da sızmış şekilde halkını, İslam’ı, Doğu’yu, tarihi bir karanlıklar geçmişi olarak algılamaya devam ediyor. Karanlığın üstüne doğan güneş de Mustafa Kemal… Bizim bu denklemle hesabımız var. Öyle bir hesap ki, hangi alanlarda hesabın olduğunu söyleyip ayrıntıya girmesek bile yazımızın sınırlarını çok aşıp konuyu dağıtmış oluruz. Zaten konu geniş olduğu için dağılmaya müsait-tir. Hesap, üniversitelerdeki kıyafet meselesinden önemli bizim için. Onun için Kemalistler, üniversiteyi dincilerden, Marksist öğretim üyelerinden, devrimci ve Kürt öğrencilerden arındırmak için durmadan çalışıyorlar. Üniversite paralı hale getirilecek, büyük sermayeye, Batılı sosyal bilimle re teslim edilecek. Tek dertleri bu. İslamcılar da üniversiteyi ayetlerin ve “diyalogcu” imamların yönetmesine istiyorlar. Her ikisi de politik güçleri oranında mümkün dür ve her ikisi de bizim için tehdittir.
Bizim bu kavgada dolgu malzemesi olmamız mümkün de ğildir. Hiçbir gerekçeyle generallerin arkasında sıraya girmedik, girmeyiz. AKP BOP projesi de, Tayyip’i ABD destekliyor da, generaller mi devrimci? ABD, Genelkurmay ve AKP Kürt halkına karşı birleşmediler mi? Onun için türban meselesinin en azından ilk hamlesinde Kemalistler ordudan yana hayal kırıklıklarını dile getirmiyorlar mı? ABD’nin emriyle bir sürü darbe yapmadılar mi? 27 Mayıs da bile Albay Alpaslan Türkeş’in ağzından ilk açıklamaları “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” olmadı mi? Adnan Menderes Türk ordusunu Kore’ye gönderdi de generaller mi itiraz etti. Iran-Kürdistan pazarlığı bugünlerde tam boy sürmüyor mu? İsrail ordusu ile çok sıcak işbirlikleri onların değil mi? Filistin halkının tepesine bomba yağdıran İsrail pilotları Konya ovasında eğitim almıyorlar mi? Türk Genelkurmay yetkilileri İsrail Ortadoğu’daki tek nükleer silah sahibi ülke olarak dururken, “İran’ın nükleer silah sahibi olması bizim için de tehdittir” diye değerlendirmeler yapmıyorlar mı? Bu adamlar değil mi Pentagon’dan çıkmayan? Daha biz ne diyelim? Herkes istediğine inansın ama sağcılığı, sosyal şovenizmi, halkına yabancılaşmayı, düzenin sol kanadı olmayı da devrimcilik diye yutturmaya kalkmasın. Öyle devrimciliği Lenin’in fotoğ-rafı değil, kendisi bile kurtaramaz. Kurtarmak mümkün olsaydı, İnönü Menderes’i kurtarırdı. HKP’nin ve TKP’nin siyaseten durumu o kadar kötüdür yani…
Kemalist laikler, türbanın kadını kölele ştirdiğini söylüyorlar. Tabii ki do ğrudur; türban kadını köleleştirir. Türban kadını köleleştirir de, başını açan her kadın özgürleşmiş midir? Tabii ki hayır… Özgürlük büyük bir davadır ve insan özgürle şecekse, dini bağları kadar başka tarihsel ve sınıfsal bağlardan da kurtulmalıdır.
Devletten mesela… Laiklerin açmazı buradadır. Tüm dinlerin insani köleleştirmesi, tüm ücretli emek ilişkilerinin insanları köleleştirmesi gibidir. Ancak bu tarihsel bir sömürü ilişkisidir; karmaşık bir gelişimi vardır ve ancak devrimin insanların yaşamına egemen olmasından sonra da sürecek uzun mücadeleler sonrasında bu köleliklerle beraber tasfiye olacaktır. İnsanlar dillerini, uluslarını daha kolay unutabilirler. Ama dinlerini uzun süre korurlar.
Alan M. Woods bu bahiste söyle diyor: “Burada erkek ten bahsediyoruz; çünkü yazılı tarihin büyük bir kısmında, topluma erkekler egemen olmuş, kadınlarsa kölelerin köleleri rolüne indirgenmiştir. Bu yüzden erkek, lordunun, kralının ve tanrısının uşağı olmak, kadınsa kocasının –onun lordu ve efendisi–uşağı olmak zorundadır. Birçok kadın için din avuntusu, kendi köleliğinden kaynaklanan yoğun ıstıraptan kurtulmanın tek yoludur. Bu, pek çok toplumda kadınların dine niye böylesine bağlandığını açıklıyor. Din olmadan hayatları büsbütün çekilmez olurdu. Din, duyuları uyuşturan ve onları acıya karşı dayanıklı kılan bir uyuşturucu gibidir. Fakat acının nedenini ortadan kaldırmaz veya kadınların kaderini değiştirmez.” İlk günahı kadının üzerinden almanın yolu, bütün günahları kaldırmaktır. Ancak bu olduğunda başarılı olunabilinir. Bu programa sahip tek politik akim Marksizmdir. Yoksa Mustafa Kemal şapka kanunun çıkardı da ne oldu? 85 sene sonra ne kimse yasayla şapka takıyor, ne de o günlerde fes takanların fikirleri ortadan kalktı. Bir şeyin adi değişince kendisi değişmez. Biz devrimciler şeylerin adini değil, kendilerini değiştirmek zorundayız.
Marksizm’in ustaları dinle ilgili olarak, “devlete ilişkin olarak din, bütünüyle kişisel bir sorundur” diye yazıyorlardı. Lenin de 1905’de söyle ekliyordu: “Devlet dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz, yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıkla-makta özgür olmalıdır.” Yine Lenin, devrimcilerin işçilerin dinsel inançlarına karşı yapılan en küçük hakaretin dahi kesinlikle karşısında olduklarını ilan ediyordu. Bu tutumların bir tür laiklik olduğunu bilmek ve öyle adlandırmak ayrı şeydir; laik olduklarını iddia ettikleri şeyin peşinden gitmemizi isteyen Kemalistlerin ardına takılmak ayrı şeydir.
Bizim solumuz, çatışmada şehit düşsen Latin Amerikalı gerilla papaza şaşırmaz da, türbanıyla gazete satısı yapan Kızıl Bayrak taraftarı herkese garip gelir. Özgürlük kavgasına sahip çıkan yoldaşımızın dini inanışlarının bizi sadece bir tartışma konusu olarak ilgilendirmesi gerektiğini Türkiyeli devrimciler çoktan unuttular. Çünkü uzun süreden beri tarikat gibi yaşıyorlar. Bu yüzden de, devrim kavgasının sadece tarihsel materyalizme imanlı militanlar tarafından verildiğini sanıyorlar. Dünyanın hiçbir devrimi böyle yapılmadı. Eğer devrimin olması için tüm emekçilerin bizim gibi ateist olması gerektiğini bekleyecek olsaydık, dünyada hiçbir devrim olmazdı. Devrimler olduğuna ve olmaya devam edeceğine göre, emekçilerin dini inanışlarını kişisel tercih seviyesine indirmeye çalışıp, dini tartışmaları politik mücadelenin nesnesi olmaktan çıkartmak en doğru taktiktir. “Dini politikaya alet ediyor” diye Tayyip’i şikâyet etmek değil.
Türkiye Cumhuriyeti bizim bildiğimiz ve devrimciler olarak savunduğumuz anlam-da laik değildir; hiçbir zaman da olmamıştır. Kemalist cumhuriyetin modeli, Osmanlı’nın devamıdır. Devlet, Sünni İslam’ı düzenin bekası için kullanmış; bunun için büyük bir din teşkilatı örgütlemiş; binlerce memur yetiştirmiş; Alevileri bu yapı-dan dışlamış; İslam’ı kendi fikirleri doğrultusunda yorumlamıştır. Gelinen noktada, bu modelin tutan ve tutmayan tarafları vardır. Ama o değerlendirme ne olursa olsun, devlet laik değildir. Eğer laik olsaydı Diyanet İsleri Başkanlığı olmazdı; laik olsaydı, bize göre yanlış ama en azından orada Aleviler de temsil edilirlerdi. Baksanıza Diyanet’inki öyle bir İslam anlayışı ki, “türbanın İslam’ın kesin şartı olmadığını” söylerken devlet ağzıyla, “Alevilere Diyanet’ten pay verilmemesi, cemevlerinin ibadet yeri olmadığını” söylerken Sünni ağzıyla konuşuyor. Bu çelişkiden kaç kişi rahatsız oluyor dersiniz? Laikliği “din ve vicdan özgürlüğü” olarak tanımlayan Tayip Erdoğan kafası mı, “dincilerin gelişiminden rahatsız olan Ordu veya CHP’mi? Gerçek laiklik genel merkezde aşure kaynatmakla olmuyor tabii. Gerçekten laik olacaksanız, Kemalist cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle de hesaplaşmanız gerekir… Bu da, doğrudan söylersek, devrim sorunudur…
Devrimciler de laiktirler; ama Kemalistler gibi değil. Lenin bunu çok güzel özetlemiştir: “Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler . Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel bir sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir. Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve din sel kurumlara hiç bir devlet yardımı yapılmamalı, hiç bir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, ayni düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaşların ise kiliseye feodal bağımlılıklarının sürdüğü, (bugüne kadar ceza yasalarımızda ve hukuk kitaplarımızda yer alan) engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulandığı, insanları inançları ya da inançsızlıkları nedeniyle cezalandırdığı, insanların vicdan özgürlüğünü baltaladığı ve kilisenin su ya da bu afyonlanmasıyla hükümetten gelir ya da mevki sağladığı utanç verici geçmişe son verilebilir. Sosyalist proletaryanın modern devlet ve modern kiliseden istediği, kilise ile devletin birbirinden kesinlikle ayrılmasıdır.”
Simdi hepsini okuyunca, yazdıklarımızla ortaya çıkan tutumumuzun karışık gibi göründüğü duygusu uyanabilir. En basta söylemiştik, “bu iş zaten biraz karışık” ve biz devrimciler her iki taraf gibi düşünmüyoruz.
Oynanan, çadır tiyatrosudur. Ahırda bunlar tepişirken, halkımızın ekmek derdi, samimi inanç derdi, özgürlük derdi, kardeşlik derdi yerlerdedir. Ama o değerler altındır, çamurdan kararmaz. Devrimcinin görevi, altının üzerindeki çamuru temizlemektir.