15-16 Haziran Direnişi, Türkiye’deki işçilerin birleşerek ortak bir sınıf tavrı belirlemesi açısından tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu direniş, üzerinden 51 yıl geçse de emek ve hak mücadelesi verenler açısından çok önemli bir yerde duruyor.
15-16 Haziran 1970 yılında işçiler, örgütlülüklerine ve onurlarına sahip çıkmak için isyan etti. Sendikal örgütlülük ve grev hakkının önüne geçmek için devlet güdümündeki Türk-İş’i güçlendirmeyi hedefleyen CHP ve AP’nin uzlaşarak öne sürdüğü yasaya karşı 150 bini aşkın işçi, İstanbul’un dört bir yanında fabrikaları işgal etti, meydanları doldurdu. Tanıkların anlatımına göre ‘işçiler İstanbul’u ele geçirdi’. Asker, tanklarla bu direnişin önüne geçmeye çalıştı ancak başarılı olamadı. İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilan edildi. Asker ve polis tarafından açılan ateş sonucu 3 işçi hayatını kaybetti.
Bu büyük direniş üzerine Anayasa Mahkemesi yasayı iptal etmek zorunda kaldı. Sendikalar yasasındaki değişim ancak 12 Eylül 1980 darbesi sonrası yapılabildi. Direniş, sol içinde de işçi sınıfına dair bazı tartışmaları bitirdi. Bazı cevaplar sokakta verilmiş oldu. Bugün bu direnişi hatırlamak her zamankinden daha önemli görünüyor.
Bu büyük direnişi, o günleri yaşamış birisi olarak sendikacı Munzur Pekgüleç, Komün’e anlattı.
‘15-16 Haziran kendiliğinden gelişen bir direniş değil’
Munzur Pekgüleç 15-16 Haziran direnişinin kendiliğinden gelişen bir hareket olmadığını, bunun sermayenin isteklerini yerine getiren siyasi iktidarın planlarına kararlı bir karşı koyuşu ifade ettiğini söyledi:
’’15-16 Haziran direnişinin kendiliğinden bir eylemlilik olmadığını bilmek lazım. Siyasi iktidar, 274-275 sayılı sendikalar kanununu bir oldu-bittiyle meclisten geçirerek yasalaştırmak istedi. Temel amaçları, işçilerin hoşnutsuzluklarının devletin güdümünde olan Türk-İş sendikasının kontrolünden çıkmasını engellemekti. DİSK, kuruluşundan çok kısa süre sonra yüzbinlerce işçiyi örgütlemiş ve onlara ekonomik-demokratik kazanımlar elde etme konusunda yol açarak Türkiye burjuvazisini rahatsız eder bir boyuta gelmişti. 14 Haziran’da DİSK’li işçiler ortak bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda, ellerinden alınmak isteyen sendikal haklara, toplu sözleşme hakkına yönelik gaspı önlemek için direnişten başka çare olmadığını kararlaştırdılar. Bu karar, temsilciler toplantısında alındı. 15-16 Haziran, gerçekten de DİSK’in işçi temsilcileri ve yönetim tarafından ortakça belirlenen ve ortaya konan bir eylemlilikti. Bu eylemliliğin bir bedelinin de olabileceğini işçiler öngörüyorlardı. Buna rağmen bu kararlılık içerisinde tutum almışlardı. 15 Haziran sabahı DİSK’li işçiler fabrikalarının önünde sokağa dökülürken, aynı zamanda Türk-İş’e bağlı ve hatta sendikasız işçiler de bu direnişe katıldı. Bu direniş sonunda elde edilen kazanım, 3 işçi kardeşimizin şehit olarak bedel ödediğimiz bir kazanımdı. 16 Haziran günü, Anayasa Mahkemesi karar alarak sendikalar yasasında geri adım atmak zorunda kaldı. Bu açıdan 15-16 Haziran kendiliğinden gelişen bir hareket değil. Bu yasa, sınıf sendikacılığının gelişmesinden rahatsız olan burjuvazi tarafından, onlarının Çalışma Bakanı’nın söylediği şekliyle ‘DİSK’in çanına ot tıkamak’ için çıkarılmıştı. DİSK’in, sınıf sendikacılığının örgütlenmesini önlemek için alınmış bir karardı.’’
‘İşçiler tankların üstünden geçerek yürüyüşü sürdürdü’
15-16 Haziran’daki direniş günlerinde yaşananları aktaran Pekgüleç, işçilerin dört bir yandan sokaklara akarak, kendilerini durdurmak isteyen tankların üstünden geçerek güvenlik barikatlarını yıktığını anlattı:
’’İşçiler İstanbul’un dört bir yanından çıkıp sokaklara aktılar. Merter’de yola çıkan işçiler Unkapanı köprüsünü de işgal ederek buradan geçtiler. Türk sermayedarları köprüleri kesti. İşçilerin geçmesini engellediler. Hatta işçileri engellemek için tanklar dizilmişti, askerler sokağa çıkmıştı. Buna rağmen işçiler tankların üstüne çıkarak yürüyüşü sürdürdü. İşçiler, polise ve tanklara rağmen bütün bu barikatları aşarak hareket etti. Devletin almış olduğu güvenlik tedbirleri hiçe sayılarak, önündeki barikatlar ve engeller kırılarak direniş sürdürüldü.’’
![](http://komundergi4.com/wp-content/uploads/2021/06/isci-eylemleri-NgXN_cover-1024x576.jpg)
‘Ders çıkaramadığımız için faşizmle yüz yüze kaldık’
Türkiye devrimci hareketinin, direnişle birlikte ‘işçi’ gerçeğini kavradığını belirten Pekgüleç’e göre bu direnişten ders çıkarılamadığı için 12 Eylül faşizmiyle karşı karşıya kalındı:
’’O zamanlar Türkiye devrimci hareketinde işçi sınıfı yerine küçük burjuvazi ve köylülük gibi kavramlar çok daha fazla egemendi. Türkiye’deki kapitalizmin yeterince gelişmediği gerekçe gösterilerek, ‘Türkiye’de işçi sınıfının sınıf bilinçli işçi olup olmadığı’ yönünde tartışmalar vardı. Ancak bu direniş bize bir şeyi gösterdi: Kendisi için sınıf olabilen işçi sınıfının sermaye karşısında en ciddi örgütlü güç olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine devrimci hareketler işçi sınıfı ile ilişki kurmaya, işçi direnişlerinde yer almaya ciddi anlamda bir yönelim gösterdiler. O dönemde belki de devrimci örgütler aydınlar ve üniversite öğrencilerden oluşmaktaydı. Bazı devrimci güçler, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, modern bir sınıf olması için yüzbinlerce işçinin olması gerekmediğini ve emek ile sermaye arasında sanayi işçisi olması gerekliliğini söyler. Doktor, 1908’den itibaren işçilerin yapmış olduğu eylemlerle sınıf olgusunu ortaya koyduğunu belirtir. Ama devrimci güçler bu süreci daha geç anladı. Bu güçlerin 15-16 Haziran’dan sonra sınıfa yüzünü döndüklerini söyleyebiliriz. Yeterince ders çıkardık mı dersek… 12 Eylül’de örgütler yeterince ders çıkarmadıklarından dolayı bu faşizmle de yüz yüze kaldılar. Herkesin kafasında devrimci hareketlerin ciddi bir direniş gösterecekleri varsayılıyordu. Ancak ne yazık ki bu süreçte herkes olumsuz etkilendi. Ciddi bir direniş gösterilemedi. O dönemde ben de sendikacıydım. Ondan önceki yürütmüş olduğumuz işçi sınıfı örgütlülüğü ve eylemler, bizde gerçekten böyle bir darbe karşısında ciddi bir tutum alabileceğimiz fikrini oluşturmuştu. 12 Eylül sabahı durumun böyle olmadığını öğrendik. DİSK’e bağlı güçler, devrimci örgütler açısından darbenin geleceğini hissettik. DİSK’in işçileri direnişe sevk etmek yerine, bazı yöneticilerin Selimiye kışlası önünde gözaltına alınma sırasını beklemeleri sınıf açısından olumsuz bir durum oldu. Tabii ki Kenan Budak gibi direnen insanlar da vardı.’’
‘15-16 Haziran’dan ders almayanlar sermaye ile diyaloğu savunan siyasal dönüşümler yaşadı’
Pekgüleç, 12 Eylül sonrası işçi sınıfı açısından oluşan yenilgiye dikkat çekerek, sermaye sınıfları ile diyaloğu savunan siyasal dönüşümlerin yaşandığını söyledi:
’’12 Eylül sonrasında özellikle sınıf ve kitle sendikacılığını savunan DİSK’li yöneticiler dahil ‘sorumlu sendikacılık’ gibi kavramlara sarıldılar. Sermaye ile diyalog yoluyla ilişki yöntemiyle hatta bir toleranslı davranarak hakların elde edebileceği görüşünü savunacak siyasal dönüşümler yaşadılar. Hem gidip teslim oldular, hem de politikada bir farklılık belirdi. 12 Eylül’ün özü 24 Ocak kararlarıydı. Bunun uygulanması için darbenin ve faşist bir baskının uygulanması zorunluluktu. Bu kararlarda işçilerin haklarının tümünün kısılması yönünde bir reçete vardı. 12 Eylül de bu reçetenin var olan siyasi hükümetlerle uygulanamayacağının farkındaydı. O dönem dokuz ay boyunca cumhurbaşkanlığı seçimini yapamadılar. Siyasi iktidarın yönetemediği bir Türkiye’yi darbe ile yönetmeye yöneldiler. O noktada da hem 24 Ocak kararlarını uygulamak hem de yönetilemeyen Türkiye’yi yönetmek için darbeyi sermaye örgütledi ve uyguladı. O dönemden önce sermaye karşısında durabilen işçi sınıfı darbenin karşısında duramadı.’’
![](http://komundergi4.com/wp-content/uploads/2021/06/12-eylul-ic.jpg)
‘Ortak bir cephe oluşturulmalı’
Bugün daha fazla bir biçimde sömürüyle karşı karşıya kalan bir işçi sınıfına rağmen örgütlerin ‘dağınık’ hallerine vurgu yapan Pekgüleç, ‘ortak bir cephe’nin gerekliliğine dikkati çekti:
’’Bugün için sendikalar örgütsüz ve dağınık haldeler. Toplam 20 milyon çalışanın olduğu ülkede 1 milyon 200 bin işçinin örgütlü olmasına rağmen, bu örgütlülükler de ekonomik temelli teşkilatlanmaları içermekte. Bunlar zam, ücret elde etmek için yürütülen mücadelenin ötesine geçmemekte. Bugün açısından bakarsak 15-16 Haziran’ın yaşandığı dönemden daha fazla bir biçimde işçi sınıfı yoksulluk, açlık ve işsizlikle yüz yüze. O yüzden belki de sendikalara, Türkiye’nin sosyalistlerine, örgütlere çağrımızın şu olması lazım: Ne sendikaların-örgütlerin ne de bugünkü var olan burjuva partilerinin bu egemen sermaye sınıfı karşısında bir tutum alabilmeleri çok olanaklı görünmüyor. Ortak bir cephe oluşturarak, ortak bir mücadele platformu oluşturarak, ortak bir tutum alarak buna direnç gösterebiliriz.’’
‘AKP’ye karşı olmak anlam ifade etmiyor, pratik anlamda sermaye ile yüzleşmek gerekiyor’
İktidar karşıtlığının pratik bir karşılığı olmadığı sürece bir anlam ifade etmediğini söyleyen Pekgüleç, riskleri de göze alarak devrimci bir tutum takınabilmenin önemine değindi:
’’Susurluk Kazası sonrası mafya-siyaset-aşiret işbirliği, faili meçhullerin olduğu bir dönemde ortaya çıkmıştı. Birçok sorun o dönemde Susurluk kazasıyla ile birlikte konuşulmuştu. Ama ne yazık ki bu kirli ilişkiler tasfiye edilmek yerine üstü örtülerek günümüze taşındı. Bugün Sedat Peker’in itiraflarıyla, ilişkilerin kirliliği daha da fazla ortaya çıktı. Mafya-siyaset ticaret kol kola gezer halde. Ama o günlerden farklı olarak sendikalar zayıf, parlamento işlevsiz. Örgütlülük yok. Tek parti yönetimi söz konusu, daha doğrusu tek kişi. Yargının tek kişiye bağlı olduğu bir iktidarla karşı karşıyayız. Bu iktidar, diğer iktidarlardan çok daha sermayenin yanında. İşçileri yok sayan, onların hak arama mücadelelerini daha acımasız bastıran bir iktidar var. Bugün açısından bu süreci tersine çevirmenin tek yolunun ortak bir mücadele cephesini örgütlemek ve yan yana durabilmek olarak görüyoruz. Bunu yapabilmenin temel noktası da riskleri de göze alarak devrimci bir tutum takınabilmekten geçiyor. Siyasi partilerin tümünün söylediği sözler ya da AKP iktidarına karşı olmak hiçbir anlam ifade etmiyor. Pratik anlamda sermaye ile yüzleşmedikçe bu süreci emekçilerin lehine değiştirebilmek çok kolay değil. Pandemi nedeniyle sokağa çıkma yasakları pratik eylemlilik içerisinde olmayı, grevlere çıkmayı daha da olanaksız hale getirildi. Bu olanaksızlığı, siyasi iktidar kendi menfaatleri için binlerce insanla kongre yaparak kullanıyor. Tarikat şeyhlerinin cenazesi kaldırabiliyor. Bir tarafıyla sermayenin hukuki olarak kendine tanıdığı hakları diğerlerine tanımadığı gerçeğiyle de yüz yüzeyiz.’’
![](http://komundergi4.com/wp-content/uploads/2021/06/tekel4.jpg)
‘Dar grup çıkarlarını öncelemeden tutum almayı becermemiz lazım’
Munzur Pekgüleç, son olarak 15-16 Haziran’dan Gezi Parkı direnişine, oradan bugünlere bakarak devrimcilerin yapması gereken görevlere değindi:
’’16-16 Haziran’a dönersek… Son yıllarda devrimci güçler açısından bir fırsatı da Gezi Direnişi ile yakaladık. Bu harekete kendiliğinden diyebiliriz. Burada çok farklı eğilimlerden milyonlarca insan, ülkenin birçok bölgesinde yaşam tarzlarına yapılan müdahaleye karşı, kendilerine dayatılan yaşamı kabul etmediklerinden dolayı ayağa kalktı. Bu durumda işçi sınıfı, devrimci örgütler, örgütlü bir biçimde eski klasik alışkanlıklarından ve dar grup çıkarlarını öncelemeden gerçekten bu hareketle ve toplumla entegre olup, buradan bir tutum alabilmeyi becerebilseydik bu süreci tersine çevirebilmek olanaklıydı. Bütün siyasi partiler alternatifin seçim olduğunu söylüyor. Bunun yolu da mücadeleden geçiyor. Bunu göz ardı etmemek lazım. Bugünkü iktidar mafya eliyle muhalefet partisi mensuplarını linç ettirebiliyor, tehdit edebiliyor. Konuşmak isteyenleri sokak ortasında dövebiliyorlar. Bunun karşısında pratik bir tutum geliştirilemezse, gerçekten bu süreci tersine çevirmek olanaklı gözükmüyor. Boğaziçi Üniversitesi ile başlayan, mütevazı, demokratik bir tutum söz konusu oldu. ‘Aydınlık için 1 dakika karanlık’ eylemi bile birçok şeyin değişmesine vesile olmuştur. Orada asıl nokta pratik tutum almaktan kaynaklanmıştır. Biz sendikaların da siyasi partilerin de pratik bir mücadele yöntemi belirlemeleri lazım. Bunu da ortak bir çizgide yapmak gerekiyor. Demokrasi, ifade özgürlüğü deniyorsa, bütün bu taleplerin etrafında bir bütün olarak davranmaktan başka da bir şansımızın olduğunu düşünmüyorum.’’