Kobani yargılamaları sonucunda Kürt siyasetçilerle birlikte Kürt özgürlük mücadelesiyle Türkiye Devrimci Hareketinin mücadele birliğinin simgesi olan sosyalistler de ağır cezalara çarptırıldı. Yargılama sürerken daha önce yoldaşımız Bülent Parmaksız’ın savunmalarından bazı bölümler yayınlamıştık.
Bugün de savunmadan kısa bir bölüm yayınlıyoruz…
Yüzyıllar boyunca egemen sınıflar üzerinden kurulan Türk-Kürt ilişkisi, tarihte ilk kez bu sefer emekçi sınıflar üzerinden, HDP vasıtasıyla kuruldu. HDP’nin böylesine kıymetli tarihsel bir önemi de var. Kişisel olarak HDP’ye katılmamın en önemli nedenlerinden biri de budur. Diğer nedenlere gelince… HDP’ye sosyalist bir dünya görüşüne sahip olduğum için, ezilen bir halk olarak Kürtlerle dayanışmak için, Türklerle Kürtlerin birbirlerine düşmanlaşmasını engellemek için, Türk ve Kürt emekçi sınıflarının birlikte yeni bir düzen kurabilmeleri için, emperyalizme, kapitalizme, sömürgeciliğe karşı olduğum için, doğa merkezli bir hayata ve kadın-erkek eşitliğine inandığım için, ahlâkım ve vicdanım ezilenlerden yana olmamı gerektirdiği için, bu topraklara, bu toprakların kültürüne ve insanlarına bağlı olduğum için katıldım.
“Bir halkı ezen bir başka halk özgür olamaz” gerçekliğinden hareket ederek; hem Kürtlerin özgürleşmesine destek olmak, hem de Türklerin özgürlük alanlarının genişlemesi için HDP’ye katıldım. HDP sadece Kürtlerin değil Türkiye partisi olduğu için, Türklerin de partisi olduğu için katıldım. Nazi Almanyası yıllarında yaşayan tüm Almanlar ileriki yıllarda çocukları tarafından, “O suça sen de ortak oldun mu?”, “Olup bitenlere niye karşı çıkmadın?” sorularıyla sorgulandı. Nazileri onaylayan çoğunluk hayatları boyunca o utancı yaşadı ve evlatlarına utanç içinde cevap verdi. Ama o zulme ortak olmayan, Nazilere karşı mücadele edenler de vardı. İşte o insanlar, Alman halkının onurunu korudu. Aynı şekilde geleceğin Türkiyesi’nde, “Kürtlere haksızlık yapılıyorken sen ne yaptın?”, “Yapılan yanlışlıklara ortak oldun mu?” sorularıyla karşılaştığımda utanç içinde kalmadan gönül rahatlığıyla cevap verebilmek için HDP’ye katıldım.
Türk halkının, Türk sosyalistlerinin, Türk aydınının onurunu korumak için HDP’deyim. HDP’yi kimler ve hangi nedenlerle kurduğu meselesine gelince… HDP, “Demokratik Bölgeler Partisi (DBP)” gibi sadece Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde örgütlenen bir bölge partisi değildir. HDP; sekiz yıl önce içinde Kürtlerin, sosyalistlerin, aydınların, sendikacıların, Yeşillerin, Alevilerin, feminist kadınların, sol liberallerin emek yanlısı bir siyasi duruşu benimseyen İslâmcı çevrelerin, demokratların, LGBTİ’lerin ortak bir çatı örgütlenmesi olarak kuruldu. Ezilenlerin, “ana akım siyaset” tarafından dışlanan kişi, grup ve siyasal çevrelerin talepleri HDP programını belirledi. Emekten yana, halklar arasında gönüllü ve eşit bir ilişkiyi esas alan, cinsiyet eşitliğini benimseyen, doğa üzerinde hakimiyet kurmayı değil, doğayla uyum içinde yaşamayı temel bir felsefe olarak kabul eden bir program oluşturuldu (Az da olsa o dönemde kimi Kürt çevreleri, parti programının “Kürt Meselesi”ni başat bir sorun olarak ele almadığı ve hatta Kürtlerin taleplerini yeterince yansıtmadığı gerekçesiyle HDP’yi eleştirmişlerdi).
HDP, “Kürt Meselesi”nin barışçıl bir mutabakatla çözümlenebilmesi için hükümetle Kürt siyasal çevrelerinin yoğun diyalog içinde olduğu bir süreçte kuruldu. Fakat bu toplumsal mutabakat süreci ne yazık ki bozuldu. Kişisel olarak bu uzlaşma sürecinin bitirilmesinde, “FETÖ” türünden öznelerin provakatif müdahaleleri dışında esas olarak ‘Saray’ın ve ABD’nin belirleyici bir rolü olduğunu düşünüyorum. Çözüm süreci Saray’a oy kaybettirirken HDP’nin oylarını artırıyordu. Saray, bunun için süreci sonlandırdı. ABD ise dün de bugün de, hem Kürtleri hem de Türkleri, kendi etki alanında tutabilmek için onların birbiriyle ilişkilenmesini istemiyor. İki tarafı da kısmen zayıflatarak kendisine mecbur kılmaya çalışıyor. Bunu yapabilecek bir güce de sahip. ABD’nin, Türk sermayesi ve yönetenleri arasındaki gücünü NATO’ya üyeliğin ardından elde ettiği bir sır değil ve ABD’nin birbirini sürekli yıpratan iç çatışmalardan beslendiğini de dünya alem biliyor.
Gelinen noktada bugün, Türklerle Kürtler arasındaki yüzyıllara dayanan duygusal bağlar giderek zayıflıyor. Kürt siyasal hareketi bu bağı kimi zaman ordu ve/veya “ulusalcılar” üzerinden, kimi zaman da 1996’da olduğu gibi Erbakan’ın İslâmcı referansları güçlü partisi üzerinden kurmak istedi. Fakat Türk siyasal hayatında kısa süren Turgut Özal ve 2015 yılındaki “Çözüm Süreci” dönemleri hariç bu bağ ciddi biçimde hiçbir zaman kurulamadı. Uzun bir süredir aradaki duygusal bağlar sadece sol-demokrat-sosyalist güçler üzerinden kuruluyor. Biraz abartarak söylersem, şu an aradaki tek bağ durumundayız diyebilirim. Bunun pratikteki biçimsel karşılığı da HDP’dir. Hem ezilenlerin farklı eğilimlerini, hem de Türklerin ve Kürtlerin eşit ilişkiler içinde bir arada örgütlenebilmesini sağlayan bir güçtür HDP. Tutuklanan 17 kişilik MYK üyelerinin büyük çoğunluğunun Türk halkından gelen sol/sosyalistlerden oluşması bile aradaki bağları kimin kurduğunun -sınırlı da olsa- bir göstergesidir. Türkiyeli demokratik güçler bu anlamıyla tarihsel bir rol oynamaktadır.
Uluslararası bir sorun haline gelen “Kürt Meselesi”ne de birçok güç farklı niyetlerle müdahil olmak istiyor. Eğer Türk yönetenler, bin yıldan beri birlikte yaşadığı bir halkla yaşadığı sorunları kendisi çözemezse başkalarının da bu sürece müdahil olmasını engelleyemez. Kürtlerle aramızdaki bağların zayıflamasının olumsuz ikinci sonucu şu olacaktır; artan baskılar Batı’daki Türklerin HDP’den kopuşuna neden olursa, HDP o durumda gerçekten de sadece “Kürt Partisi” haline gelebilir. Bu durum ise iki tarafa da zarar verir. HDP, ayrıştırıcı değil tam tersine birleştirici bir partidir. Kürtler “ayrılma”yı siyasal bir program haline getirseydi, bu tavırlarından dolayı onları zorla birlikte yaşamaya zaten kimse zorlayamazdı. Ancak Türkiye’deki Kürtler, 2000’li yılların başından itibaren, Abdullah Öcalan’ın “İmralı Savunmaları”nda dile getirdiği gibi, “ayrılma” eksenli bir siyasal programdan vazgeçtiklerini ilân ettiler (Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin etkisindeki çok sınırlı sayıda gücü olan Türkiye’deki bazı Kürt çevreleri, bu görüşü kabul etmedi). İlk kez “İmralı Savunmaları”nda ilân edilen bu yeni paradigma, sonrasında “Çözüm Süreci” esnasında yapılan “Dolmabahçe Mutabakatı”nda yine Öcalan tarafından önerilen 10 maddelik programla bir kez daha teyit edildi. Bunun karşılığında ise genel anlamda demokratikleşme dışında, “kolektif haklar”ın anayasal /hukuksal güvencelere bağlanmasını talep ettiler. Bu talepler, Kürtlerin bir halk olarak siyasal-kültürel kimliklerinin tanınması, bunun anayasayla güvence altına alınması, yerinden yönetim, ana dilde eğitim vb. olarak sıralanabilir.
“Ayrılma hakkı”ndan vazgeçme tavrı açık ki, “gönüllülük” temelinde kurulmak istenen bir duruşa işaret ediyor. HDP’nin kuruluş sürecinde, bu felsefi ve programatik arka plân çok etkili oldu. Türkiye açısından bu programatik eksen, Öcalan’ın defalarca belirttiği gibi “büyümek” ve bölgedeki diğer Kürtlere “model” oluşturmak için önemli olanaklar da yaratmaktadır. Türk siyasal hayatında egemen sınıflar açısından benzeri bir politikayı I. Körfez Savaşı (1991) esnasında Özal ifade etti. Öte yandan Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin siyasi temsilcileri bölgede illâki bir tercih yapmaları gerekirse, Türkiye ile ilişkilenmek istediklerini kimi dönemlerde ifade ettiler. Tabii ki bunun da ancak Türkiye’deki Kürtlerin kolektif haklarının hukukî güvenceye alınması ön şartıyla mümkün olabileceği açıktır.
Ortadoğu’nun en kadim halkı Kürtler; tıpkı Türkler, Çerkesler, Araplar, Fransızlar, Ruslar, Almanlar, Çinliler, Aborjinler ve Eskimolar gibi farklı etnik kökene sahip bir halktır. Fakat Türk yönetenleri, Kürtlerin ayrı bir halk olarak varlığını son dönemler hariç hiçbir zaman tanımadı. “Erken Cumhuriyet” dönemindeki inkârcı yaklaşımlara girmeye hiç gerek yok. O yıllarda geç milliyetçiliğin etkisiyle Türkler dışındaki bütün halkların varlığı zaten hiçbir biçimde kabul edilmiyordu. Fakat Cumhuriyet döneminin en demokrat, toplumcu ve özgürlükçü anayasasının yapıldığı ve 1950’lerin baskıcı yıllarının ardından özgürlükçü bir döneme geçildiği yıllar olarak görülen 1960’larda bile devletin Kürtlere bakışı değişmedi.
100 yıl sonra bu inkârdan vazgeçildi. Peki, tarihin en büyük aldatmacalarından biri olan bu yalan onlarca yıl boyunca niye söylendi? Günlük hayatta yalan söylemek; hem dinen, hem ahlâken, hem de geleneklerimiz açısından düşkünlük-zayıflık olarak kabul edilirken, koca bir devletin 100 yıl boyunca yalan söylemesi kabul edilebilir mi? İnsan yalan söylediğinde bu durum toplumsal olarak onaylanmazken, devlet söylediğinde bu koca yalan nasıl onaylanabiliyor? Bütün toplum ve bütün sistem yıllarca bu koca yalanla birlikte nasıl yaşayabiliyor? Yalanla yaşamayı kabullenmek ve ortada dağ gibi duran bir gerçeği yokmuş gibi varsaymak; insanlarıyla, kurumlarıyla, değer yargılarıyla, velhasıl bir bütün olarak toplumda bozulma değil midir? Koca bir hayat, koca bir düzen, koca bir toplum yalan üzerine inşa edilebilir mi?