Üç mektup, bir sembol – Arpen Alasia | Komün Çeviri

Kızıl Ordu Fraksiyonu: Bir Yenilginin Anatomisi

Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), 1960lardan 1980lerin başlarına kadar aktif bir mücadele yürüten Avrupalı silahlı örgütlerinden biri olarak bilinmektedir. Buna karşılık, örgütün dağıldığını açıklaması 28 yıllık faaliyetlerinin ardından 1998de olmuştur. Üç farklı kuşaktan militanların barındırılması, RAF’ın uzun bir zamana yayılmış faaliyetlerinin bir göstergesidir. Kökenleri 1970lerdeki protesto hareketlerinde bulunan ilk kuşak, birkaç yıllık gizli faaliyetlerinin ardından çabucak durdurulmuştur. İkinci kuşak, o sıralar hapsedilmiş olan ilk kuşak mensuplarıyla dayanışma hareketinin bir ürünüdür. Son olarak, üçüncü kuşak ise 1984 yılında ortaya çıkmıştır. Bu yazıda, RAF’ın yeraltına indikleri ve hapsedildikleri dönemde ilk kuşak mensupları üzerinde durulacaktır. Bahsi geçen üç kuşak içerisinde, bu kuşak RAF’ın en sembolik kuşağını temsil etmektedir (RAF bu dönemde basın tarafından Baader-Meinhof çetesi olarak adlandırılmaktaydı ve bu ad ilk kuşağın iki mensubundan gelmekteydi). Bu kuşak aynı zamanda sonraki iki kuşağın oluşmasını da sağlamıştır. Bu yazının başlıca amacı, kapitalizme ve emperyalizme karşı küresel bir muhalefetin olduğu 1960lar sırasında, RAF’ın Batı Almanyada dönemin protesto hareketlerinin karşılaştığı sorunlara nasıl bir tepki vermeye çalıştığını (başarısızlıkla sonuçlanan bir tepki) anlamak olacaktır.

RAF’ın ilk kuşak mensuplarının hikâyesi her şeyden önce tüm bir kuşağın hikâyesidir. RAF’ın kurucuları, İkinci Dünya Savaşı sırasında ya da sonrasında doğan bu genç Batı Almanyalılar kuşağından gelmekteydi. Bu kuşaktan gelen kişiler, Nazizm’i deneyimlemedikleri gibi geçmişi bir tabu haline getiren bir kuşakta kendilerini bulmuşlardı. Nazizm siyasi bir hareket olarak ortadan kaybolmuşsa da, bir zamanların ateşli Nazileri halen toplum içerisinde yaşamaktaydılar ve hatta bazıları Batı Almanya toplumunda önemli mevkileri işgal etmekteydiler. Eski bir SS subayı olan Hanns Martin Schleyer Alman İşverenler Birliğinin başkanlığını yaparken, Nazi partisine üye olan Kurt Georg Kiesinger de 1958-1966 yılları arasında ülkenin şansölyeliğini yürütmüştür.

Bu dönemde, Batı Almanya toplumunda anti-komünizm bahanesiyle her türlü toplumsal değişime derin bir düşmanlık besleyen ve Nazizm’in halen yasını tutmamış kesim ile dönemin ilerici idealleriyle rehavete kapılmış ve bahsi geçen kesimi geçmişin sorumlusu olarak gören kuşak arasında belli bir çelişki ve ya da en azından bir gerilim bulunmaktaydı. Bu gerilim, 1960’larda Batı Almanya’nın büyük kentlerinde kendisini temsili demokrasi dışı muhalefet olarak göstermiştir (Almancada A.P.O. olarak kısaltılan bu muhalefet bir örgüt olmaktan çok bir hareket şeklindeydi). Esasen bir öğrenci hareketi olan A.P.O. bir dönem Sosyalist Öğrenciler Birliği ile özdeşleşmişse de, kısa bir süre içerisinde lise öğrencileri ve liberal entelektüeller arasında da rağbet görmüştür.         Bu dönemdeki temsili demokrasi dışı muhalefetin üç önemli yönü şunlardı: (i) emperyalizme karşı mücadele (ii) kurumsal düzenin dışındaki Alman kapitalizmine karşı mücadele (iii) mevcut toplumun otoriter yapılarına karşı mücadele. A.P.O. olarak adlandırılan bu temsili demokrasi dışı muhalefet iki etmen yüzünden büyük bir önem taşımaktaydı. İlkin, bu hareketin faaliyetleri oldukça sakin denebilecek siyasi bir atmosferde oldukça sert bir ton taşımaktaydı. İkinci olarak, bu hareketin ortaya çıkışı pek çok gelişmiş ülkede yeni ortaya çıkan ya da büyüyen “yeni sol” ile çakışmaktaydı. Bu hareketin protesto eylemleri, 1967-1968 yıllarında Batı Almanya ile diğer ülkelerde doruğa çıkmıştır. 2 Haziran 1967’de, İran Şahının Almanya’ya gerçekleştirdiği ziyareti protesto etmek için düzenlenen eylemlerde, bir öğrenci polis tarafından başından vurularak öldürülmüştür. Sosyalist Öğrenciler Birliği’nin önderlerinden biri olan Rudi Dutschke ise 11 Nisan 1968’de düzenlenen bir suikastla katledilmiştir. Bu suikasta tepki olarak isyanlar başlamış ve protestocu öğrencilere karşı nefreti körüklemekle suçlanan dönemin yayıncılık sektörünün devi Springer başlıca hedeflerden biri olmuştur. Öte yandan, bu toplumsal gerilime paralel biçimde gündelik hayata dair bir dizi radikal yenilik de (gençlik topluluklarının kurulması, geleneksel eğitim sisteminin tartışmaya açılması, cinsel özgürlük için kampanyalar düzenlenmesi, kadınların özgürleştirilmesi ve çocuk yetiştirmede otorite karşıtı deneyimler gibi) ortaya çıkmıştır. 1968 yazının ardından bir geri çekilme olmuş ve eylemler ve olaylarla dolu bu dönemi, gerçekleşen protestoları teorize eden bir dönem takip etmiştir. Sosyalist Öğrenciler Birliği, 1970’de kendisini feshetmiştir. RAF tam da bu dönemde kurulmuştur.

RAF’ın başlangıcına dair kesin bir tarih vermek güç olsa da, 2 Nisan 1968 gecesi Andreas Baader, Gundrun Ensslin, Thorwald Proll ve Horst Söhnlein tarafından Frankfurt’ta iki mağazanın yakılmasının ve ertesi gün bu kişilerin tutuklanmasının, hem sonradan RAF’ı kuracak kişiler için hem de bazı A.P.O. mensupları için bir dönüm noktası olduğu kabul edilmektedir. Vietnam’daki savaşın şiddetlenmesine karşı gerçekleştirilen bu eylem, öncelikle Andreas Baader ile Gundrun Ensslin’in o dönemler gazeteci olup bahsi geçen kundaklama olayının faillerinin haber yapan Ulrike Meinhof ile tanışmalarını sağlamış ve sonrasında bu üç isim RAF’ı kurmuşlardır. Aynı eylem ayrıca A.P.O. içerisinde bir süredir tartışılan bir konunun, yani silahlı mücadeleye geçişin hayata geçirilmesini de sağlamıştır. Önceki yıllarda protesto eylemlerinin sürekli olarak baskı görmesinden ötürü silahlı eylemin gerekliliği tartışması, bu dönemde bir zemin kazanmıştı. RAF’ın yanı sıra Tupamaros West Berlin gibi diğer silahlı örgütlerin ortaya çıkışı tam da bu dönemde, yaşanan bu tartışmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Yargılandıkları mahkemenin sonunda şartlı tahliye edilen Baader, Ensslin, Proll ve Söhnlein yeraltına inme yoluna gitmişlerdir. Ancak Baader 4 Nisan 1970’de Batı Berlin’de yakalanıp tutuklanmıştır. RAF’ın gerçek anlamda illegal bir mücadeleye başlaması, Baader’in bir ay sonra geri kalan üç sanık ve Meinhof gibi bazı örgüt sempatizanları tarafından kurtarılmasıyla olmuştur. Bu silahlı eylem RAF’ın resmi biçimde ortaya çıkmasını işaret etmektedir. Ki örgütün kendisi de aynı dönemde Building the Red Army (Kızıl Orduyu Kurmak) başlıklı metinde resmen kuruluşunu açıklamıştır. Metinde düzenlenen eylemin Batı Almanya’da bir ilk olduğu belirtilip şu sloganlarla sonlanmaktaydı: Sınıf mücadelesini geliştirin. Proletaryayı örgütleyin. Silahlı direnişi başlatın. KIZIL ORDUYU KURUN.

RAF, toplumun gerici doğası üzerine A.P.O’nun bazı fikirlerini desteklemişse de, topluma karşı bir mücadele geliştirmenin artık tek başına gündelik hayat üzerinden gerçekleştirilemeyeceğine inanmaktaydı. RAF’a göre, sistemin yıkımını hızlandırmak için şiddet gerekliydi. Ulrike Meinhof’un, RAF’ın resmen kurulmasında önce 1968 yılında yazdığı bir makalede tam da bu görüş ifade edilmekteydi: Rudiye [Dutschke] karşı sıkılan kurşunlar şiddete başvurmama rüyasının sonunu getirmiştir. Silahlanmayan kişi ölür. Ölmeyenler ise hapishanelere, ıslahevlerine… kasvetli yeni beton binalara, aşırı kalabalık anaokullarına ve okullara ve toplu konutların kusursuz biçimde donatılmış mutfaklarına ve yatak odalarına canlı canlı gömülürler. Meinhof’un bu cümleleri otorite karşıtı fikirlerin (sadece nicelik açısından zengin bir toplum sebebiyle gündelik hayatın bayağılaşması ve sıkıcılığın kol gezmesi) etkisini açıkça gösterdiği gibi, bu fikirlerden bir kopuşu ve daha müdahaleci bir siyaset tarzına yönelimi de gözler önüne sermektedir. Bu kopuş sadece pratik hayat deneyimiyle (Meinhof’un gazeteciyken silahlı mücadele eylemcisi olması gibi) ilgili olmayıp teorik bir içeriğe de sahip olmuştur. Bu dönemde, A.P.O. tarzı hareketlerden büyük ölçüde etkilenen eleştirel modern toplum felsefelerinden (Frankfurt Okulu gibi) devrim ve gerilla savaşı teorisyenlerine (Lenin, Mao, Che Guevara) bir yöneliş de söz konusudur.

1970 yılının Haziran ayından Ağustos ayına kadar birtakım RAF militanları Ürdün’deki Filistin kampında kalmışlardır. Bu kişiler, Filistin hareketinin temsilcileriyle görüşmeler gerçekleştirmişler ve askeri eğitim almışlardır. Bu militanların Avrupa’ya geri dönmeleriyle, RAF bir dizi mali ve lojistik operasyona girişmiştir: Batı Berlin’deki üç bankaya aynı gün (29 Eylül 1970) düzenlenen saldırılar; aynı yılın Kasım ayında belediye binalarından gece vakti çalınan resmi mühürler ve pasaportlar; Aralık ayında bir polisin öldürüldüğü bir banka saldırısı; Ocak 1971’de iki tasarruf sandığına düzenlenen saldırı. Bu eylemler karşısında, polis RAF mensuplarının peşine düşmüş ve en nihayetinde bir kısmını yakalayıp tutuklamıştır. 15 Temmuz 1971’de kadın bir RAF eylemcisi polis tarafından vurularak öldürülmüştür. Ocak 1972’de bir polis kontrol noktasında silahlı bir çatışma yaşanmıştır. Polis arabanın içinde Andreas Baader olduğunu açıklamış ve böylece gazetelerde büyük bir karalama kampanyası başlamıştır. 2 Mart 1972’de polis silahsız bir RAF eylemcisini vurmuştur. 3 Martta yaşanan bir silahlı çatışmada ise bir polis komiseri öldürülürken, bir RAF militanı ağır yaralanmış ve bir diğer militan da canlı yakalanmıştır.

1972 Mayısında, RAF Mayıs Taarruzu olarak adlandırdığı eylemliliği başlatmıştır. İki yıllık bir hazırlığın ardından, örgüt Federal Almanya’ya ve ABD çıkarlarına karşı bir dizi saldırı düzenlemeye karar vermiştir. 11 Mayıs 1972’de, Frankfurt’taki bir ABD karargâhında üç bomba patlatılmış ve bir ABD askeri ölürken 13’ü de yaralanmıştır. Bir RAF komandosu eylemi şöyle diyerek üstlenmiştir: Batı Almanya ve Batı Berlin artık Vietnama karşı yürütülen soykırım stratejisinin güvenli bir bölgesi olmayacaktır. ABD, Vietnam halkına karşı işledikleri suçlar yüzünden kendisine yeni ve keskin düşmanlar yarattığını anlamalıdır ve ABD askerlerinin bu dünyada devrimci gerilla birimlerinin saldırılarına karşı güvende olabilecekleri bir yer artık hiç yoktur. 13 Mayıs’ta, bir başka RAF komandosu, Augsburg polis karargâhında iki bomba patlatmış ve altı polis bu eylem sonucu yaralanmıştır. Gene aynı gün içerisinde, Münih Emniyet Müdürlüğü’nün park yerinde bir boma patlatılmış ve 10 polis yaralanırken 100 araç da kullanılmaz hale gelmiştir. 16 Mayısta, tek kişilik bir hücreye konan bir RAF militanının yaşadığı eziyetten sorumlu tutulan bir yargıcın arabasına bomba konmuş ve yargıç öldürülmüştür. RAF, bu dönemde ayrıca Cenevre Sözleşmesi’yle savaş esirlerine tanınan haklardan faydalanmak istediğini de açıklamıştır. 19 Mayısta, Springer yayınevine iki bomba atılmıştır. Çoğu bu yayınevinin çalışanı 34 kişi bu eylem sonucu yaralanmıştır. Bu eylemi gerçekleştiren komando beş gün sonra bir Alman radyosuna mektup göndermiş ve saldırı yüzünden yaralanan çalışanlar için duyduğu üzüntüyü ifade edip patlama öncesi yaptıkları uyarıları ciddiye almayarak çalışanlarının yaralanmaları ya da ölmeleri riskini açıkça göze alan Springer’i suçlamıştır. 24 Mayısta, Heidelberg’deki bir başka ABD karargâhına saldırı düzenlenmiş ve Kuzey Vietnam’daki ABD bombardımanlarını koordine eden merkez bilgisayar yok edilmiştir. Aynı saldırıda üç ABD askeri de öldürülmüştür. Bu saldırı sonucunda, ABD’nin Kuzey Vietnam’daki bombardıman saldırıları üç günlük bir kesintiye uğramıştır. Sonuç olarak, bu eylem ülke dışında derin bir etki yaratmıştır.

Daha önce de bahsedildiği üzere, özellikle Springer’in sahibi olduğu basın kuruluşları RAF’a karşı bir karalama kampanyasına girişmişlerdir. 31 Mayıs 1972’de, bazı gazeteler RAF’ın Stuttgart’ta bombalı saldırılar düzenlemek istediğini yazmıştır. RAF’a karşı böylesi psikolojik harekâtlar sürekli devam etmiştir. Basında yazılanlara göre, RAF futbol maçları oynandığı sırada stadyumlara roketli saldırılar düzenlemek, çocukları rehin almak ya da içme sularını zehirlemek istemekteydi. RAF basın tarafından tüm ülkeye karşı “psikolojik bir savaş” yürütmekle suçlanmaktaydı. Basının yürüttüğü bu psikolojik harekât, RAF’ın ülke içinde elde ettiği sempatiyi hedeflemekteydi. Zira 1971’de yapılan bir araştırmaya göre, genç Batı Alman nüfusunun yüzde 20’si RAF’a sempati beslemekteydi. Haziran 1972’de, içlerinde Baader, Ensslin ve Meinhof’un olduğu örgütün çekirdek kadrosu yakalanarak tutuklanmıştır.

Çekirdek kadrosunun yakalanmasından ötürü, RAF 1975’e kadar herhangi bir gerilla eyleminde bulunmamıştır. Bu dönemde, bazı RAF militanları tutuklanmamış olsalar da, bu kişiler göründüğü kadarıyla izole bir halde yaşamaktaydılar ve herhangi bir güçleri yoktu. Bu koşullar altında, örgütün devamlılığı için hapishane içerisinde kolektif eylemler gerçekleştirmek, gerilla faaliyetlerinin yerini almıştır. RAF’ın hapishanedeki tutsakları, bu dönemde kendilerini psikolojik açıdan yok etmeyi amaçlayan özel muamelelere maruz kalmışlardır. Mahkûmlar tecrit edilmişler, elleri arkadan bağlı bir şekilde havalandırmaya çıkmaya zorlanmışlar, ses geçirmeyen koğuşlarda aylarca kalmışlar ve kendileri üzerinde zorla anestezi uygulanmıştır. Mahkûmların kaldıkları koğuşlar, penceresiz ve güneş ışığının içeri girmediği koğuşlardı ve koğuşlarda yapay ışık kullanılarak mahkûmların uyku döngüsü de bozulmaktaydı. Koğuşların duvarları herhangi bir manzara oluşturmaması için beyaza boyanmıştı ve hiçbir şekilde ses geçirmiyordu. Tüm bunlara tepki olarak, Ocak 1973’te RAF mahkûmları, tecridin sona erdirilmesi için ilk kez açlık grevine gitmişlerdir. Devlet yetkililerinin açlık grevi yapan mahkûmlara su vermeyi reddetmesiyle açlık grevi daha da “güç” hale getirilmiştir. Bu açlık grevi bir ay sonra sona erdirilmiştir. En kötü tecrit koşullarına maruz kalan Meinhof, bir erkek hapishanesinde insan seslerini duyamayacağı bir tecrit hücresine yerleştirilmiştir. Aynı yılın Mayıs ayında ikinci bir açlık grevi başlatılmıştır. Sayıları kırkı bulan mahkûmlar, diğer mahkûmlarla aynı haklara sahip olmayı talep etmişlerdir. Gene bu açlık grevinde de eylemci mahkûmlara su verilmemiştir. Bu seferki grev bir buçuk ay sürmüştür. 13 Eylül 1974’te üçüncü açlık grevi başlamış ve bu grev 3 Şubat 1975’e kadar sürmüştür. Bu açlık grevinde Holger Meins isimli bir RAF mahkûmu hayatını kaybetmiştir. İlerleyen zamanlarda iki RAF mahkûmu daha hapishanelerde hayatlarını kaybetmişlerdir. Katharina Hammerschmidt 1975’te gerekli sağlık tedavisini görmemesi yüzünden hayatını kaybederken, Ulrike Meinhof’un ise 1976’da kaldığı koğuşta intihar ederek öldüğü açıklanmıştır.

Hapishanelerin dışarısında, 1973 yılı itibariyle oluşturulmaya başlanan “tecrit yoluyla işkenceye karşı komiteler”, RAF mahkûmlarının mücadelelerini aktararak ve açıklayarak, tutsak edilmiş RAF mensupları ile dış dünya arasında aracılık rolünü üstlenmişlerdir. 1975’te, bu mahkûmları kurtarmak amacıyla RAF’ı yeniden organize eden kişiler bu komitelerin mensupları arasından çıkmıştır. Holger Meins’ın açlık grevinde hayatını kaybetmesine misilleme olarak 10 Kasım 1974’te Berlin Yüksek Mahkemesi başkanı öldürülmüştür. Bu eylemden birkaç gün sonra da, RAF davasına bakan bir yargıcın evi bombalanarak tahrip edilmiştir. RAF, böylece Mayıs 1972’deki saldırı eylemlerinin ardından ilk kez yeniden eyleme geçmiştir. 24 Nisan 1975’te, RAF’a bağlı “Holger Meins Komandoları” öğle vaktinde Stockholm’deki Batı Almanya büyükelçiliğini işgal etmiş ve 12 sivili rehin alıp 26 RAF mahkûmunun serbest bırakılmalarını talep etmişlerdir. Polis binaya saldırmış ve iki sivil ile Ulrich Wessel isimli bir RAF mensubunu öldürmüştür. Bir diğer RAF komandosu Siegfried Hausner ise ağır biçimde yaralanmış ve alelacele doğrudan Batı Almanya’ya gönderilmiştir. Batı Almanya’da hastaneye yatırılmayan Hausner, o sıralar RAF mahkûmlarının soruşturmasını yürüten savcı Buback’ın talimatıyla doğrudan yüksek güvenlikli Stammheim Hapishanesi’ne nakledilmiştir. Hausner 4 Mayıs 1975’te gerekli sağlık tedavisini görmemesi sebebiyle hayatını kaybetmiştir. Stockholm’deki büyükelçilik baskınında yakalanan diğer dört RAF mensubu da Batı Almanya’ya iade edilmiştir.

Stockholm baskının ardından RAF’ın yeniden silahlı bir eylemi üstlenmesi iki sene sonra olmuştur. 1977 yılında, hem RAF hem de Batı Almanya devleti şiddeti tırmandırmışlardır. 1977 yılı öncesinde, Batı Almanya devleti RAF mensuplarının sıkı biçimde takip altına alan ve kişisel özgürlükleri kısıtlayan bir dizi baskıcı kanunu geçirdiği gibi, terör şüphesiyle pek çok RAF avukatını yapılan yargılamalarda görevlerini yerine getirmekten men etmiştir. Bu avukatların bir kısmı daha sonra RAF’a katılıp yeraltına inmişlerdir. 7 Nisan 1977’de, RAF, Siegfried Hausner’ın ölümünden sorumlu savcı Buback’ı öldürmüştür. 30 Temmuzda ise bu kez sıra Almanya’nın önemli bankalarından Dresdner Bankası’nın başkanına gelmiştir. En büyük patron olarak adlandırılan Hans Martin Schleyer de 5 Eylül’de örgüt tarafından kaçırılmıştır. Bu kaçırma eyleminde, Schleyer’in şoförü ve korumaları öldürülmüştür. RAF defalarca mahkûm örgüt mensuplarının serbest bırakılmalarını talep etmişse de, Batı Almanya devleti örgütle herhangi bir diyaloga girmeyi reddetmiştir. En sonunda, 13 Ekim’de bir Batı Almanya sivil uçağı Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin Filistinli komandoları tarafından kaçırılmıştır. Uçağı kaçıran militanlar, RAF mahkûmlarının serbest bırakılmalarını talep etmişlerdir. Üçüncü Dünya militanlarının Batının büyük şehirlerindeki devrimcileri doğrudan desteklediği ilk eylem, bu olmuştur. 17 Ekim’i 18 Ekim’e bağlayan gece, Batı Almanya’ya bağlı elit polis güçleri, Somali’ye inmiş uçağa bir saldırı düzenlemişlerdir. Üç Filistin militanı vurulup öldürülürken, biri de ağır yaralanmıştır. Ertesi gün, Baader, Ensslin ve Raspe hücrelerinde vurularak ya da asılmış biçimde ölü bulunmuşlardır. Irmgard Möller isimli bir RAF mahkûmu göğsündeki bıçak yaralarına karşın mucizevi bir şekilde sağ kalmıştır. Bu mahkûmların hapishanede idam edilip edilmedikleri üzerine Batı Almanya’da bir tartışma çıkmıştır. Möller daha sonra bu olayın gizlenmiş bir katliam olduğunu iddia etmiştir. RAF’ın 1977 yılındaki saldırıları, bu katliama karşı misilleme olarak kaçırdığı Schleyer’i Ekim 1977’de idam etmesiyle son bulmuştur.

RAF’ın bu saldırıları, tartışmasız biçimde bir başarısızlıktı. Peki, bunun nedeni neydi? 1977 saldırılarında, ikinci kuşak RAF mensupları mülk yerine şahıslara saldırılar düzenlemeye başlamış ve Buback ve Schleyer gibi Batı Almanya devletinin siyasi ya da ekonomik alanının önde gelen kişilerini hedef almıştır. Örgüt artık emperyalist sistemin suçları” yerine Batı Almanya devletinin suçlarına karşı bir tepki vermekteydi. RAF mahkûmlarının maruz kaldığı eziyetler ve Meins ve Meinhof’un ölümü bu eylemleri teşkil etmekteydi. RAF’ın bu eylemlerini en fazla eleştirenler, aşırı solun legal kesimleri olmuştur. Vietnam Savaşı’na karşı genel bir mobilizasyonun olduğu dönemde, RAF’ın ABD karşıtı ilk saldırılarını memnuniyetle karşılayanlar, bu eylem çizgisinden dolayı onu aradan geçen beş yılın sonunda sadece kendi militanlarını hapisten kurtarmaya çalışan bir örgüt haline gelmekle suçlamışlardır. RAF militanlarının hapishanelerdeki ve mahkemelerdeki mücadelesiyle topladığı sempati, 1977 saldırılarıyla (özellikle de Batı Almanya sivil uçağının kaçırılmasıyla) sarsıntıya uğramıştır. Bu eylem pratiği, örgütün sivillerin ölümüne ya da yaralanmasına yol açabilecek eylemlerden kaçınma ilkesiyle de çelişmekteydi. Kaçırılan uçaktaki kişilerin rehin tutulması, örgütün ahlaki ve siyasi imajına büyük zarar vermiştir. Bu eylemin gerçekleştirildiği dönemde, Af Örgütü ve İnsan Hakları Derneği gibi belli başlı uluslararası örgütleri seferber etmeyi başarmış olan RAF, böylece hedeflerinden birini (Batı Almanya devletinin faaliyetlerinin uluslararası arenada kınanması) aslında gerçekleştirmiş durumdaydı. Ancak uçak kaçırma eylemi bu kazanımı ortadan kaldırmış ve oldukça tartışmalı olan RAF mensuplarının toplu intiharına karşı tepkiler, Batı Almanya’da ve yabancı ülkelerde hafif olmaktan öteye gitmemiştir.

Peki, tüm bu deneyimlerden ne öğrenebiliriz? İlk olarak, yaşanan bu olayların ardından geçen onca seneden sonra, Batı Almanya’nın 60’larda ve 70’lerde devrimci bir potansiyel barındırdığını söylemek güçtür. Fransa ya da İtalya gibi diğer Batı Avrupa ülkelerinin aksine, bu dönemde Batı Almanya’da grevler ya da sokak eylemleri yoktu. RAF’ın bu dönemdeki metinlerine bakıldığında da, “devrim” ya da “komünizm” gibi ifadelerin çok seyrek kullanıldığı ve “emperyalizm” ve “faşizm” ifadelerinin çok daha fazla kullanıldığı görülmektedir. Bu durum, Batı Almanya’daki gerici ortam sebebiyle RAF’ın toplumla kurduğu olumsuz ilişkiyle ilgilidir. Dünyayı radikal biçimde değiştirmek isteyen herkesin karşısında pek çok düşman bulacağı şüphesiz olsa da, devrimci bir coşkunun sisteme ve onun destekçilerine karşı gelmenin ötesine geçmesi gerektiği de bir gerçektir. 1977 yılında, İtalya’da komünizme dönük bir istek bulunmaktaydı ve bu yıl içerisinde İtalya’da yaşanan siyasi şiddet, komünizm isteğiyle gerici güçler arasındaki çelişkinin bir yansımasıydı. Ancak Batı Almanya’da, aynı yıl içerisinde siyasi şiddet doruğa ulaşmışsa da, bu şiddet komünizm ya da başka türlü bir ilerici düşüncenin yansımasını oluşturmamaktaydı. Birinci kuşak RAF mensuplarının hayatları ve ölümleri, belki de bu yüzden adeta dini bir nitelik taşımaktadır. RAF’ın kökenleri, daha iyi bir gelecek fikri yerine yönetici elitlerin muhafazakârlığına ve Batı Almanya üzerindeki ABD tahakkümüne karşı bir isyanda yatmaktaydı. Dolayısıyla, devrim stratejisi olan her örgütün yapacağı şekilde bir eylem planı geliştirmek yerine, RAF mensupları göründüğü kadarıyla şehit olma mantığıyla hareket etmişlerdir. Örgütün resmen kurulup yeraltına inmesiyle birlikte, ülkenin geri kalan nüfusundan tecrit olduğu da yadsınamaz bir gerçektir. Örgüt mensuplarının kaderi de daha bu sürecin en başından beri çizilmiş gibidir. Acı olan gerçek şudur ki, karşıdaki düşmanın sayısı ne kadar az olsa da, belli bir kalabalığa ulaşmadan zafere ulaşmak hiçbir şekilde mümkün değildir.


Not: Okuduğunuz bu yazı dergimizin 6. sayısında yer alan “Doğrudan Eylem ve Komünist Savaşçı Hücreler hakkında tarihsel adımlar” başlıklı yazının devamı niteliğindedir.