Üçüncü havalimanı işçi direnişi ve düşündürdükleri – Bir işçinin yaşadıklarından

Türkiye dünyanın en büyük on yedinci ekonomisidir. Bu tanımlama rakamların gerçekliği gizleme noktasında nasıl önemli bir rol oynadığının açık ifadesidir. 2017 yılında dünyadaki toplam GSMH 80 Trilyon dolar civarındadır. 196 ülkenin bulunduğu dünyamızda yaratılan değer 80 Trilyon dolar… Bu paranın 20 trilyon doları ABD’nin iken, 15 trilyon doları Çin, 15 trilyon doları AB ülkeleri, 4 trilyon doları Japonya, 10 trilyon doların üzerindeki bir kısmı gelişmekte olan Uzak Asya ülkeleri, Avustralya ve Kanada’ya aittir. Rusya ve Hindistan faktörünü de göz önünde bulundurduğumuzda, geriye kalan 10 trilyonluk bir meblağ yaklaşık 160 ülke arasında paylaşılmaktadır. İşte Türkiye bu saydığımız ve makasın son derece açık olduğu ülkelerden sonra 17. sıradadır. Zaten kişi başına düşen GSMH rakamlarına baktığımızda 17. büyük ekonomi olan Türkiye bir anda kendisini 68. sırada bulacaktır. Elbette bir de gelir dağılımındaki adaletsizlik sıralamasını yaparsak ülkemiz gerçek yerini bulacak ve Avrupa’da ilk sıraya, dünya ölçeğinde ise 70. sıraya yerleşecektir. Bu rakamlardan da anlaşılacağı üzere iktisat sınıf savaşımının önemli mevzilerinden birisidir. Brecht’in dediği gibi “Herkes bilir 2 ekmeğin 1 ekmekten çok olduğunu.” Gerisi lafı güzaf…

Sınıf savaşımı yalanla gerçeğin savaşıdır. Kitlelerin sömürü ve eşitsizliğe rıza göstermesinin tek yolu yanılsamalı irrasyonel bir bilince sahip olmalarından geçmektedir. Bu yüzden iktidarlar doğum anından itibaren bireyi ve toplumu köleliğe gönüllü rıza gösterecek mekanizmalar kurarak yalanlarla kuşatırlar. Egemenlerin en güçlü silahı yalansa biz devrimcilerin de en güçlü silahı gerçektir. Bu yüzden “Gerçekler devrimcidir.”  Sınıf bilinci denilen şey tam olarak budur. Egemenlerin yarattığı illüzyon perdesini yırtıp atarak, kitlelerin bilincini özgürleştirmektir. Özgürleşen bilinçlerin yaratıcılığı ve motivasyonu yeni bir dünyanın kuruluşunda en önemli fenomenler olacaktır.

Böylesine kırılgan bir ekonominin büyük oranda inşaat sektörü üzerinden büyümesinin bir hata olduğunu düşünenler yanılmaktadır. Bu AKP iktidarı açısından bakıldığında bir hata değil, tercihtir. Bu konu kendi içerisinde başlı başına bir inceleme ve yazı konusudur ancak bu yazının konusu olmayacaktır. Yazımızın konusunu üçüncü havalimanı direnişçisi bir işçinin anlattıkları belirleyecektir.

Üçüncü havalimanı AKP iktidarının mega projelerinin (bütün projeleri inşaat üzerinedir. Hatta kekli çaylı millet kıraathanelerinin bile bir ayağı inşaata dayanmaktadır) en önemlilerinden birisi olarak gündemimize girdi. Öyle bir projeydi ki bu Almanya bizi kıskanıyordu. Büyüklüğü ve kapasitesi ile “Yeni Türkiye” nin alameti farikası olacaktı bu havalimanı. Faşizm mimari yapıtlar kadar hiçbir alanda kendisini açık etmez. Mimari yapıtlarda tek ölçüt büyüklüktür. Adolf Hitler, mimar bakanı Albert Speer’e Berlin kentinin projelerini yaptırırken Roma Olimpiyat Stadını model alan ama dört katı büyüklüğünde bir stadyum, Fransız Kahramanlar anıtının iki katı büyüklüğünde bir kahramanlar anıtı ve Manhattan Köprüsü’nün bir benzeri ama daha büyüğünün Berlin’de yapılmasını emretmişti.

Büyük binalar, güçlü ülkelerin binaları ile kıyaslanır ve böylece ülkenin de büyüdüğü o güçlü ülkelerle eşitlendiği hissiyatını yaratır. Büyük binalar kriz dönemlerinde yüzgeç istihdamlar yaratarak sosyal patlamaların önünde bir set çekmeye çalışır. Bunun en somut örneğini 1929 buhranı sonrasında ABD’de hayata geçirilen “New Deal” politik hattında görürüz. Büyük buhranın yarattığı tahribat ABD de dağa taşa barajlar binalar yaparak istihdam yaratmak ve sosyal yardımlar üzerinden aşılmaya çalışılmıştır. Tıpkı tarihte tapınaklar büyüdüğü oranda tanrılar küçüldüğü gibi bugünde yapılar büyüdükçe insanlık küçülmektedir. Üçüncü havalimanı çalışanı işçi arkadaşımız bu gerçekliği şu sözlerle ifade ediyor.

Üçüncü havalimanını devletin büyümesi olarak düşünen, kendisine bir getirisi olacağını düşünen insanlar vardı ama belki bu insanlar inşa ettiği havalimanında hiç uçağa binemeyecek.

Diğer ülkelerin insanlarına göre daha iyi şartlarda yolculuk yapabileceklerini ve Türkiye’ye ekonomik bir refah getireceğini düşünüyorlar. Orada çalışanların en az %30’u bu düşünceye sahipler. 3. Havalimanını inşaatında çalışan herkeste oranın bir iş imkânı sağladığı fikri var. Bu düşünce de kimsenin dilinden düşmüyor. Mesela 3. havalimanının yapılmasını destekleyen insanlar, devlet baba sağ olsun hepimizin karnını doyurdu diyorlar.

Çalışan herkes maddi açıdan bir getiri sağladığı üzerinde hemfikir. İş imkânımız oldu, evde boş boş yatacaktık ama devletin böyle bir projeyle iş imkânı sağlamasını işçiler çelişkili bir şekilde savunuyor.”

Üç yıldır devam eden bu inşaat alanında yaklaşık 36.000 işçi çalışıyor. Ancak üç yıl boyunca 200.000 in üzerinde işçiyi istihdam ettiğini biliyoruz. İşsizlik rakamlarındaki baskılanmanın önemli araçlarından birisi bu proje olmuştur. Diğer yandan bu rakamlar inşaat sektöründeki sirkülasyonun boyutlarını göstermek açısından da önemlidir.

İşçi sınıfının siyasal tercihlerinin nasıl şekillendiğine dair önemli bir gözlemi gene işçi arkadaşımızın sözleriyle aktaralım.

Herkes ezildiğinin farkında ve bu şartlarda çalışılamayacağını biliyor ama boş durmaktansa burada köle gibi çalışırız diye düşünüyor işçiler. Aslında onlara getirisi olmayacağını biliyorlar hatta götüreceğini de biliyorlar.” Bu tespitlerden sonra havalimanı inşaatında çalışan işçi arkadaşımız Halil’in gözlemlerinden şu sorunun cevabını bulmaya çalışıyoruz.

Senin gözlemlerine göre sandık 24 Haziran’da Atatürk Havalimanı’nda kurulmuş olsaydı sonuçları ne olurdu?

Halil: Eğer 24 Haziran seçimlerinde sandık Atatürk Hava Limanı İnşaat Sahasına kurulsaydı büyük bir ihtimal AKP birinci parti olurdu. İnsanlar yaşanan durumun derinliğini kavrayamamışlar, kavrayanlar da mecburiyetten bir şekilde bir gerekçeyle o destekleyenlerin arkasına yedekleniyor. Başka bir çaresi olmadığını düşünüyor ve bunu kendine gerekçe yapıyorlar ve karşılarına bir şeyi doğrudan almıyorlar.

AKP karşıtı ve sistem karşıtı konuşmalar yapıyor ama sonuç olarak kendini kurtarmayı düşünüyor. Ailesini düşünüyor. Ve sonuç olarak bir seçim yapılsa kağıt üzerinde AKP seçimi kazanır. Gerçekte ise daha muhalif bir parti seçimi kazanabilir. En azından CHP ve HDP toplamı seçimi kazanır.

Seçim sonuçlarında etnik ve mezhepçi tercihlerin belirleyici olduğunu biliyoruz. İnşaat işçileri baz alındığında etnik ve mezhepçi tercihlerin benzer şekilde belirleyici olduğu görülecektir. Elbette işçi sınıfının diğer bölüklerinin inşaat işçilerinden kentleşme, okur yazarlık oranı, güvenceli çalışma gibi çok belirleyici farkları olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Bu hatırlatma sonrasında sözü tekrar havaalanı işçisi arkadaşımıza bırakalım.

Halil: Çalışanların en az %60’ı Kürt’tür. %10’u da Kürt’tür ama asla Kürt olduğunu belli etmeyen bir kesimdir. Karadenizliler %10’u geçmez ama patronlar açısından bir dağılım düşünecek olursak Karadenizli patronlar kesinlikle daha fazladır. Özellikle taşeron şirketlerin patronları Karadenizli. Geriye kalan %20 ise başta Marmara bölgesi olmak üzere Ege ve Akdeniz bölgesinden gelen insanlardır.

Kürtleri düşünecek olursak başka şehirlerden gelenler ve İstanbul’da yaşayanlar arasında nasıl bir oran vardır?

Halil: Dışarıdan çalışmak için gelenlerin sayısı çok daha fazladır. Zaten şantiye alanında şehir dışından gelenler için konteyner kentler var.

Tanıdığın işçiler arasında eğitim durumu nedir?

Halil: Çalıştığım firmayı düşünürsek lise ve üniversite bitirmiş insanlar daha fazlaydı. Çoğunluğun eğitim seviyesi kesinlikle daha düşüktür.

Yaş ortalaması nasıl?

Halil: Yaş ortalaması genel olarak 25 ve 35 arasıdır. Ama 18 ve 23 yaş arasında da çalışan çok sayıda işçi var.

İnşaat sektöründe Kürt işçi sayısının yüksekliği dikkat çekici bir noktadır. Geçici tarım işçiliği ve Tersaneler, Kot taşlama işçileri gibi ölüm oranlarının yüksek olduğu riskli ve güvencesiz her çalışma alanında yoğun bir Kürt işçi kütlesi karşımıza çıkar. Ücretli işçilik mülksüzleşme sürecinin sonucudur. Ancak Kürt köylüsünün mülksüzleşme süreci kapitalizmin doğal döngüsü içinde olmamıştır. En azından tek faktör bu değildir. Önemli bir belirleyici 1990’ların başından itibaren köy boşaltmalarla yaşanan devlet zoruna dayalı mülksüzleşme sürecidir. Bu ayırt edici özellik AKP iktidarı döneminde inşaat sektörünün devasa büyümesi ile ihtiyaç duyulan vasıfsız emek ihtiyacının en önemli rezervi olmuştur. Aynı zamanda bu inşaat projelerinin özel sektör ve taşeronluk üzerinden büyümesi, Kürtler açısından başka bir avantaj doğuracaktır. Kürtler akrabalık ve hemşehrilik, güçlü kan bağı ilişkilerine dayanan yapısından dolayı doğal örgütlülüğü ile hızlıca organize olarak bu piyasanın ihtiyaç duyduğu işgücü talebini karşılamakta başarılı olmuşlardır. Zaten göçmenler işgücü piyasasına girene kadar, Kürtler dışında bu ve benzeri iş kollarında çalışmak için pek talep de yoktur. Bu talebin olmaması işçi sınıfı içerisinde etnik bir rekabetten kaynaklı bir ırkçılığın gelişmesinde önemli bir tampon işlevi görmektedir. Aynı zamanda Kürt işçilerin bu iş kolları içerisinde kümelenmesi bir arada olmaktan kaynaklı savunma mekanizmaları geliştirmektedir. Bu doğal savunma mekanizmasının Üçüncü Havalimanı eyleminin başlamasında ve hızlıca örgütlenmesinde belirleyici bir rolü olduğunu gözlemleyebiliriz.

Değinilmesi gereken bir önemli noktada İşçi sınıfı mekan ve zaman bağlamında sadece üretim süreci içerisinde anlaşılacak bir fenomen değildir. İş saatleri dışındaki zaman ve mekan ilişkilerini bilmek ve buradan gelişecek bir örgütlenme sınıfın örgütlenmesinde en belirleyici etkenlerden biri olacaktır. Üçüncü havaalanı sadece bir çalışma sahası değil aynı zamanda 20.000 bin civarında işçinin barındığı ve yaşadığı bir konteyner kenttir. Bu konteyner kentin sosyal donatı alanları da mevcuttur. Sinema salonu, kıraathane, bilardo salonu ve halı sahalar, Kahve Dünyası, Şok süpermarket bu donatının bazı parçalarıdır. Bu manzara bize 1930’lu yılların Kentucky şehrini anımsatır. Kentucky 80.000’in üzerinde işçinin Ford otomotiv fabrikasında çalıştığı bir şehirdir. 150 km’lik bir alana yayılan Ford İmparatorluğu; işçilerin yaşam ve çalışma alanı olarak kurulmuş bir kenttir. Bu dönemi tasvir eden İrlandalı bir işçinin şiiri bize bugün üçüncü havaalanı işçilerinin kaldığı konteyner kenti hatırlatmaktadır.

FORD İMPARATORLUĞUNDA

Ve Tanrı şöyle buyurdu: hakları olacak kullarımın

Hakları ve özgürlükleri sıradağlar gibi temelli

Bir araya gelecekler söz misali

Söz misali hak arayacaklar

Hesap soracaklar yüce katlardan

Barış içinde ve taşımadan yüreklerinde korku.

Tanrı belki böyle buyurdu

Nerede isterlerse orada,

Neyi isterlerse onu haykıracaklar ağız dolusu

Yalan: piskoposça bir yalan bu

Sökmez Ford imparatorluğunda Tanrının buyruğu

Deneyin, deneyin hele bir işbaşı yapmayı işi paydos etmeyi

Ford’un fedaileri önünde Ford’a şükretmeden…

Deneyin hele bir çevrenizdeki güllere başka gözle bakmayı

Ford’un baktığı gözden

Deneyin deneyin de görün

Nasıl da iner silleler, nasılda iner tekmeler, boş böğürlerinize birden.

Bu yaşam alanının detaylarını, işçilerin günlük ilişkilerini, bilinçlerinde yer tutan önceliklerini siyasal tercihlerini tekrar sözü işçi arkadaşımıza bırakarak anlamaya çalışalım.

Arkadaşlık ilişkilerinin geliştiği sosyal alanlar nerelerdir?

Halil: Kahvehane kültürü var.

Akşam paydos yapınca ne yapılıyor?

Halil: İşten çıkanlar duşunu alır. İki, üç farklı alan var. Biri beyaz baretlilerin takıldığı alan.

Bu alanlar inşaat sahası içinde mi dışında mı?

Halil: İçinde. İşçilerin kaldığı yer yani konteyner kent Akpınar girişinde. 15-20 dakikalık mesafede ise çalıştığın alan var. Oradan iş bitince servislerle dinlenme alanına ya da koğuşlara geçtiğin zaman işçiler genellikle kahvede zaman geçiriyor.  Gün içinde genellikle mesaiye kalıp uzun süreli çalışıldığı için birçok işçi koğuşundan dışarı çıkmıyor. Özellikle son zamanlarda havaların biraz daha soğumasıyla beraber işçiler genellikle koğuşlarında daha dar gruplar içinde sosyalleşiyor.

Bu konteynerlerde işçilerin birlikte kalacağı kişileri seçme hakkı var mı? Yoksa dağıtım rastgele mi oluyor?

Halil: Dağıtım rastgele oluyor. Yönetim çalışmaya gelen işçiyi boş olan bir koğuşa yerleştiriyor. İşçiler büyük oranda akrabasını veya arkadaşını çağırdığı için bir süre sonra bu insanlar beraber kalma talebiyle yönetime gidiyor. Biz beraber geldik bu yüzden aynı yerde kalmak istiyoruz diyorlar. Bu talep büyük oranda kabul edilmiyor.

Bunun nedeni ne? Birbirini tanıyan insanların bir arada kalmasının önüne bilinçli şekilde geçiliyor olabilir mi?

Halil: En büyük neden oranın çok kalabalık olması. Bundan dolayı kalacak yer yetersizliği var. Bu kadar derinlikli düşünüp buna özel olarak engel olmaya çalışmıyorlar.

İşçiler kendi aralarında yer değiştiriyorlar mı? Tanıdığı birine sizin koğuştan biri buraya gelsin ben sizin yanınıza geleyim diyenler oluyor mu?

Halil: İnsanlar birbirleriyle anlaşabilirse bunu yapabiliyorlar. Ancak bu durum fark edilirse işlemlerde sıkıntı çıkartıyorlar. Tanıdığın yönetici yoksa sokak ağzıyla söyleyecek olursak tanıdık dayın, amcan yönetici değilse istediğin kişiyle veya istediğin yerde kalman çok zor.

Şimdi konteynerlere gelelim. Mesela konteyneylerde yemek yapılıyor mu?

Halil: Konteyner kentin hemen alt kısmında yine konteyneylerden yapılmış yemekhaneler var. Yemekhanelerin belli numaraları ve belli başlı saatleri var.

Saatleri nasıl?

Halil: Sabah 6 buçuk ve 7 buçuk arası açıktır. Öğlen 12 ila 1 buçuk arası açıktır. Akşam da 5 ila 6 buçuk arası açıktır. Ayrıca gece mesaiden gelenler için nöbetçi yemekhane olur.

Ramazan ayında orada mıydın? Yemekhaneler gece açık mıydı?

Halil: Hayır Ramazan ayında orada değildim. Ama açık olan yemekhaneler varmış ama tamamı açık değilmiş. Yemek saatlerini iftar saatine göre düzenlemişler.

Akşam insanlar konteynerlerde bir araya geliyorlar. Akşam 21.00’de 4 kişi bir konteynerde bir araya geliyor. Şimdi bu durumda birkaç faktör devreye giriyor. İlki konteynerde kalanlar arasında yaş farkı olabilir. İşçilerden biri 18 diğeri 30 yaşında olabilir. Bir diğer faktör bölgesel farklılıklar. Mesela 4 kişilik bir konteynerde 3 Kürt, diğer 1 kişi Türk olabilir. Buna benzer durumlar oluyor mu? Öncelikle bunu soralım.

Halil: Zaten büyük çoğunluğu bu şekilde oluyor. Çok nadiren çok anlayışlı insanlar bölgesel farklılıklara rağmen aynı ortamı paylaşabiliyor. Bundan dolayı herkes milliyetçi tavırlarla birbirini yanına çekip beraber kalmaya çalışıyor. Koğuşlarda sık sık kavgalar yaşanıyor. Zaman zaman şantiye alanında da yaşanıyor. Bu kavgalarda bölgesel farklılıklar etkili oluyor. Örneğin bir insan geç kalkıyorsa veya odasını kirli bırakıyorsa bu durum o kişinin kişiliği üzerinden değerlendirilmiyor daha çok milliyetçilik üzerinden değerlendiriliyor. Mesela ‘şu Araplar da hep şöyle deniyor’.

Orada Araplar var mı? Araplar derken Suriyelileri mi kastediyorsun?

Halil:  Araplar var. Türkiye’de ikamet eden Mardinli, Siirtli Araplar var.

Kürtlerde Arapları bu şekilde eleştiriyor mu?

Halil: İktidarı destekleyen Kürtler bu eleştiriyi yapıyorlar. Ama daha çok muhalif Yurtsever Kürtler insani özellikler üzerinden değerlendirmeler yapıyorlar.

Araplara yönelik bu tutumun Suriyelilerin Türkiye’ye göç etmesiyle bir ilgisi olduğunu düşünüyor musun? Mesela Suriye göçü olmasa Suriyeliler ile ilgili mevcut önyargılar oluşmasa yine mevcut salt Arap olduğu için bir Mardinliye veya Siirtli Araplara aynı yaklaşım olur muydu?

Halil: Suriye göçü olmasa belki bu denli bir eleştiri olmazdı ama yine de milliyetçi bir yaklaşım olurdu. Suriye’de yaşanan savaştan dolayı olan göçten kaynaklı bir kin ve öfke bu eleştirinin boyutunu arttırmıştır.

Akşam konteyner sohbetlerinde hangi konular konuşulur?

Halil: O işgünü… Yapılan iş günlük puantaj tablosuna yazılır. İşçinin ne gün hangi saatte ne kadar iş yaptığı gün sonunda yazılır. İşçinin önüne öyle bir çalışma sistemi koymuşlar ki insanlar resmen birbiriyle yarıştırılıyor. Akşam işçi koğuşuna geliyor sen kaç metre kablo attın, ben kaç metre kablo attım üzerinden bir diyalog geliştiriyor. Bu işle ilgili diyaloglarda bir rekabet özü var.

Kablo atmanın maddi bir getirisi var mı?

Halil: İşçiye hiçbir getirisi yok. Sadece patrona var. Patron daha fazla kablo atana veya daha fazla iş yapana daha fazla yakınlık gösterdiği için dolaysıyla sevilen bir kişilik ortaya çıkıyor.

Bu durum tersinden diğer işçilerde bir öfkeye yol açmıyor mu?

Halil: Öfkeye kesinlikle yol açıyor ama öfkesini kesinlikle doğru bir şekilde yansıtmıyor. Patrona veya işverene yansıtacağı halde onu yok sayıyor ve görmezden geliyor onun yerine iş arkadaşıyla rekabet içine giriyor.

İşçiler bu kişi yüzünden biz de daha fazla çalışmak zorunda kalıyoruz ve daha fazla yoruluyoruz diye düşünmüyor mu?

Halil: Bütün işçiler aynı koşulda ve aynı şartlarda çalışmıyorlar. Mesela birinin malzemesi eksik belki yarım gün malzemesi gelmiyor. Birinin malzemesi tam o kişi akşama kadar işini tam yapıyor. Mesela normal bir beden işçisine şu aleti versem yapacağı iş belli ama bir ustaya versem onun yapacağı iş belli dolayısıyla buradan bile bir alt üst ilişkisi kurulmuş. O yüzden koşullar farklı dedim.

Ekipman veya malzeme sıkıntısı işçilerin iş yükünü arttırıyor mu?

Halil: Arttırıyor. Mesela en sık kullanılan ve en çok ihtiyaç duyulan şey manliftir. Üstünde bir platform olan ve 4 tekerlekli bir alettir. Fabrikalarda mutlaka kullanılır. İşçilerin en az %60’ı manliftle iş yapıyor. Eğer manlift arıza yaptıysa veya yoksa beden gücüyle iş yapmak üzere oraya gelenlerin o gün çalışması mümkün değil. İş yapamadığı takdirde de akşam puantaj tablosuna hakkedişler yazılıyor. Buradan da aslında patronun eksikliği işçiye kendi eksikliği gibi yansıyor.

Puantajı biraz daha açabilir misin? Siz maaşla çalışmıyor musunuz?

Halil: Evet maaşla çalışıyoruz. Ama patron bu puantaj üzerinden şantiyede buna maaş verdim ama bu bugün kendi yevmiyesini bile çıkarmadı diyor. Dedikodu kültürüyle bu sözler işçiye yansıtılıyor ve işçi psikolojik baskı altına alınıyor. Yani bir çeşit mobbing yapılıyor.

Yeniden konteyner muhabbetlerine dönecek olursak kadınlar konusunda neler konuşuluyor?

Halil: En başta herkes kendi özelini konuşuyor. Ya ailesinden ya da sevdiği bir kadından bahsediyor herkes. İşçilerin birçoğu genelde kadın konusunda sapkınlığa varan bir bakış açısı var.

İnsanlar orada bir kamp alanındalar. Cinsellik biyolojik bir ihtiyaç olarak düşünüldüğünde mesela o kamp alanında aslında kadın konusu genellikle dar bir çevre içinde konuşuluyor. İnsanlar cinselliğin verdiği o duygularla kadınlara yönelik daha çok cinsel anlamda sohbetler oluyor. En azından benim izlenimlerin bu şekilde oldu.

Orada ki işçilerde parayla seks yapma gibi eğilimler yaşanıyor mu?

Halil: Böyle şeyleri insanlarla geliştirdiğin sohbetin seviyesine göre öğrenebiliyorsun. Ama benzer durumların yaşandığı duyuluyor. İnsanların hal, hareket, davranış ve söylemlerimden ne yaptığını az çok anlayabiliyorsun. Detaylı anlatmasa bile anlayabiliyorsun. Açıktan ne yaptığını söyleyen insanlar da var.

Kadınlar üzerine yapılan sohbetlere girmeyen bir erkek orada kendi ‘erkekliğine’ dair bir eksiklik hissediyor mu?

Halil: Bu muhabbetlerden rahatsız olup girmek istemeyen insanlar da gördüm. Böyle insanlar daha çok mekân değiştirmeyi tercih ediyor. Aslında kendine yediremediği için değil de sohbete dahil olmadığı için mekân değiştirenler var.

Peki evliler de bu durum nasıl?

Halil: Evli insanlar daha çok başka şehirden gelen insanlar. Daha çok ailesini düşünüyor. Eşini, çocuklarını düşünüyor. Daha çok feodal ilişkiler üzerinden sohbet geliştiriyor.

İşçiler arasında evlilik oranı nasıl?

Halil: Evlilik oranı çok yüksek değildir. En azından benim tanıdığım ve sohbet ettiğim işçiler bu haldeyken yani ekonomik olarak zor durumdayken evlenemiyorlar. Neyle geçineceğim, çocuğum olsa neyle besleyeceğim diyorlar. İşçiler, sohbet ederken eskiden bir defteri 1 liraya alırken artık 10 liraya alır olduk bu ortamda şimdi nasıl aile yaşamı kurabileceğim diyebiliyor.

Konteynerlerde futbol üzerine neler konuşuluyor?

Halil=:Futbol zaten işçilerin vazgeçilmezi. İşçilerin büyük çoğunluğu kahvehanede maçları canlı olarak izliyor. Spor toto oynayanlar, iddia oynayanlar bu oynadıkları oyunlar üzerinden de sohbet geliştiriyor. Maç günleri özellikle ilk gündem futbol oluyor. Spor sohbetleri insanların birbirleriyle sohbet etmelerinde, arkadaşlık kurmalarında çok önemli bir yerde duruyor.

Siyaset oradaki yaşamda nasıl bir yerde duruyor?

Halil: Bölgesel farklılıkların da çok fazla olmasından kaynaklı siyaset konuşulmaması imkânsız.

Siyasi fikirlerini insanlar açıkça ifade ediyorlar mı?

Halil: Büyük bir çoğunluğu ifade ediyor.

AKP’liler siyasi görüşlerini ifade ediyor mu? Hem görsel medyadan hem yazılı medyadan hem de sosyal medyadan AKP’nin kullandığı argümanları orada sohbetlerinde kullanıyorlar mı?

Halil: AKP iktidarının günlük politik dili neyse grup toplantılarında ne konuşuluyorsa özellikle bu dönemde 24 Haziran seçimlerinden sonra bölgesel odaklı bu sohbetler gelişiyor. Seçimden sonra bölgesel olarak oy oranları üzerinden şurada arttı şurada azaldı diyerek birbirleriyle çok iyi tartışabiliyorlar.

AKP’liler 15 Temmuz üzerinden sohbetlerinde bir savunma mekanizması oluşturuyor. Eğer karşısındaki bir muhalifse veya AKP’li ama AKP’nin yanlışlarını söyleyen veya eleştiren biriyse sohbetlerde 15 Temmuz üzerinden bir üstün gelme çabası oluyor. 15 Temmuz’da şöyle oldu böyle oldu deyip sohbeti vatan millet sakarya ile bitiriyor. Buradan doğru AKP’lilerin genelde çok kısır döngülü sohbetleri oluyor. AKP’ye oy verenler, AKP’nin inşaat projeleri üzerinden yürüttüğü ve yürütmekte olduğu siyaseti yaşamalarında dillendiriyorlar. Zaten o inşaat projelerinin en büyüklerinden biri olan 3. Havalimanı inşaatında çalışınca sohbetlerinde de bu siyasi dili kullanıyorlar.

Peki HDP’liler sohbetlerinde neler konuşuyorlar?

Halil: HDP’lilerin birçoğu sohbetlerinde seçimi ve Selahattin Demirtaş’ı konuşuyor. Tutuklanan insanları ve kayyumları da sohbetlerinde duyabilmek mümkün. Karşılarındaki insanlara HDP’liler demokratik bir sohbet etme imkânı sağlıyorlar. Çözüm sürecinin başlamasından ve bitmesinden, ardından yaşanan olaylardan, Suruç’tan, Ankara’dan, Antep’ten, Diyarbakır mitinginden hepsinden söz edilebiliyor. Bunu bütün HDP’liler de görebiliyorsun. Sohbetlerde bunlar konuşulsa dahi ama en son söz yine Demirtaş’a ve mecliste etkili olan milletvekillerine ve onların yaptıkları pratikler konuşuluyor. Çoğunlukla zaten başka şehirlerden gelen insanlar Kürdistan’ın kayyum atanan şehirlerinden ve ilçelerinden geliyorlar. Yaşanan hendek savaşlarında yakıp yıkılan yerlerden gelenler de var. Buralardan gelen insanların %40’ı İstanbul’a gelip yerleşmiş ve borç batağında olan insanlar. %60’ı ise yeni bir yaşam kurmak için sırt çantasını alıp gelmiş konteyner kentte yaşayan insanlar. Haliyle çoğunluk konteyner kentte yaşayınca bu bahsettiğim konular üzerine konuşuluyor.

Eylem gününe dönecek olursak?

Halil: Bunu tam anlatabilmem için biraz baştan almam gerekiyor. Sabah işçiler kalktığında uzun servis kuyrukları oluşuyor. 2 gün önce sahada iki tane servis aracı kafa kafaya çarpıştı. Toplam 27 kişi yaralandı. Aslında direnişi fitilleyen de bu kaza oldu. Özellikle son zamanlarda da hava şartları kötüydü. İstanbul’a göre oraya yağmur yağma olasılığı daha fazla. Biz taşeronda çalışıyorduk. En fazla yarım saat servis bekliyorduk. Ama başka insanlar yağmurun altında 2 km uzunlukta kuyrukta servise binmeyi ve işe gitmeyi bekliyordu.

Servisler nereden kalkıyor?

Halil: Servisler, koğuşların arasında olan ana caddeden kalkıyordu. Caddenin altı üstü konteynerlerle dolu. Servis sayısı da çok fazla değil. Ayrıca iş güvenliği yasalarınca ayakta kimseyi servise bindirmiyorlar. Ama artık insanlar öyle bir dereceye gelmişlerdi yığıla yığıla işe gidiyorlardı. İş güvenlikte buna göz yumuyordu.

Konteynerler ve saha arasında mesafe kaç kilometre?

Halil: Sahaya 15-20 km uzaklıkta. Bu nedenle işçiler sahaya da yürüyerek gidemiyorlardı. Bu durumunda getirmiş olduğu bir öfke ve bezginlik vardı.

Konteyner kentle saha arasında neden bu kadar uzun bir mesafe var?

Halil: Bunu işçiler de düşünüyordu. Kendi aramızda da epey sohbetini yaptık. Hatta sorduk neden daha yakın bir yerde değil diye, bize zeminin çok uygun olmadığını söylediler. Aslında işverene daha ucuz maliyetli olacağı için bu kadar uzak bir mesafeye konteyner kent kurulmuş. İşverenin servislere verdiği para, işçilerin havalimanına yakın bir yerde kalmasından daha ucuza geliyor. Başka gerekçeler de söyledikleri zamanlar oldu ama esas neden bizce bu.

Şimdi tekrar eylem anına dönecek olursak…

Halil: Sabah kalktık, bir eylemin başladığını ıslık seslerinden anladık. Koğuşlardan çıkıp eyleme hemen destek vermeye gittik. Biranda 500-600 kişiyken 3 bin kişi olduk. Öncüsü olmayan bir kitle vardı ama öfkeliydi ve biranda her yere yürümeyen bir hal aldı. Mesela öfkeyle Kahve Dünyası yağmalandı.

Orada Kahve Dünyası mı var?

Halil: Evet. Burada şu açığa çıkıyor. Beyaz baretliler var. Onların oturduğu yerde biz oturamıyoruz. Aslında keskin bir ayrım yok ama ekonomik durumdan kaynaklı kimse oturamıyor. Yukarıda kahvehanede çay 75 kuruş iken orda 1 buçuk lira. Beyaz baretliler işçilere göre daha yüksek ücret alıyorlardı. Bunun yarattığı öfkeyle Kahve Dünyası yağmalandı.

Buraya bir dipnot düşelim. Beyaz baretliler ücretli çalışanlar değil mi?

Halil: Evet ücretli çalışanlar ama işçilerin onlara karşı öfkeleri esas şuradan kaynaklanıyor; sahada beyaz baretliler işçilere emir veriyorlar, kötü davranıyorlar.

Beyaz baretliler, inşaat mühendisleri, elektrik mühendisleri, tesisat mühendisleri vb. mühendislerden oluşuyor. Beyaz baretliler, daha çok işi yürüten insanlardan oluşuyor.

Sahada çok bürokratik bir ortam var. Mesela bir sorun oluyor birisi hemen şefine soruyor. Beyaz baretliler arasında da şeflik durumu var.

Usta başları da var. Onlar da mavi baret takıyor. Ama tıpkı beyaz baretliler gibi emir veriyorlar.

Bu sınıfsal ayrım ve rekabetin getirdiği olumsuzluklar işçilerin günlük yaşamında sohbetlerinin konusu oluyor muydu?

Halil: Oluyordu! Beyaz baretlilere yukarıdan emir gelir. İşin şu tarihte yetiştirilmesi gerekir, şöyle olması gerekir diye onlar da bu süreçte yediği fırçadan dolayı hıncını gelip işçiden alıyorlar. Bağırıp çağırıyor. Yer yer küfür eden insanlar da oluyor.

Direniş günü işçilerin talepleri arasında işçilere hakaret edilmemesi gibi bir talep var. Mesela o talep buradan kaynaklı olarak var.

Patronlar genel olarak isteklerini beyaz baretliler üzerinden dile getiriyorlardı. Bizim işveren olarak muhatap olduğumuz kesim beyaz baretlilerdi. Patronları çok nadiren görüyorduk ama onlar işçilerle konuşmaz etmezler genelde beyaz baretlilerle muhatap olurlardı.

Sence orada taşeron şirket sayısı nedir? Senin bulunduğun taşeron şirkette kaç işçi çalışıyor?

Halil: Biz taşeronunda taşeronuyuz. Benim bildiğim en az 5-6 tane büyük taşeron var. Onların altında küçük taşeronlar var. Örneğin büyük taşeronlardan NOVA şirketi var. İspanyol bir firma var. Bir katın tüm işini almış. Onlardan NOVA almış. NOVA’dan başka biri almış. Onlardan Bayraktar almış. Bayraktar’dan biz almışız. Bizden de başa bir şirket almış. Tesisat işini başka bir firmaya vermişler, elektrik işini başka bir firmaya vermişler. Çok fazla taşeron şirket vardır. Ayrıca biz kat kat çalışıyoruz o yüzden diğer bölgelerde olan taşeron şirketlerin durumunu ve sayısını da tam bilemiyorsun. Bazen sohbetlerde biraz bilgi öğrenebiliyorsun. Hangi firmadasın şu taşerondayım, sen hangi firmadasın şu taşerondayım gibi… Ana firmaya bağlı çalışan çok az insan vardır.

Tekrar eyleme dönersek…

Halil: Barikatlar kuruldu. İnsanlar işçi arkadaşlarını çağırıyorlar. Eyleme katılmayan işçilerin servislerinin önü kesiliyor. Bir yandan yolda ateş yakılıyor. Tam bu sırada yağmur yağmaya başladı. İnsanlar sığınacak bir yer aramaya başladılar. Kimi insanlar servis otobüslerinin kapılarını açtılar ve bindiler. Kimi insanlar çardak altında yağmurun geçmesini beklediler. O arada 500-600 kişilik bir sinema salonu var. İnsanlar oraya da sığınırken sendika orada dahil oluyor. Aslında sendika insanları sinema salonuna getirmedi. O sırada mesela biz koğuşlara çıkmış insanları çağırıyorduk.

Kitlenin içinde de farklı farklı gruplar vardı. Bir grup oraya çağrı yapıyor. Bir grup buraya çağrı yapıyor. Böyle bir durumda bizim sendikadan haberimiz yoktu bilmiyorduk. Mikrofonu ele almışlar konuşuyorlar. Biz o konuşanların ne sendikacı olduklarını anladık ne de görünce sendikacı olduklarına inanamadık. Onlarla çok anlaşamayınca sohbete giremedik. Baktık insanlar yine toplanıyor. Biz de topladığımız 100-150 kişilik bir grupla oraya dahil olduk.

Aslında o sırada orada yönetim bekleniyormuş. Sendikanın açıklaması yönetim bize haber verdi buraya gelecekler onları bekliyoruz ‘Sizin talepleriniz ne’, ‘siz ne istiyorsunuz’ diye soruyorlar. İşçiler de orada sendikacılara kızdılar siz niye bizi buraya getirdiniz, bizi burada kıstıracaklar, polis gelecek GBT yapacak, buradan dışarı çıkmak lazım gibi şeyler diyorlardı. Aslında bence de haklı sözlerdi dışarı çıkmak lazımdı.

Orada 1 saat boşa harcandı. Orada sözde toplantı yapılacaktı ama işçiyle sendika arasında uzlaşılamayan bir yer oldu orası. Daha sonra bir sendikayla iletişime geçtik. Onlara, siz 2 buçuk senedir burada olduğunuzu söylüyorsunuz hatta sendikalı işçi olduğunuzu söylüyorsunuz ama neyin ne olduğunu bilmiyor musunuz dedik. Su sıkıntısının çekildiğini, koğuşlarda tahtakurusu olduğunu, yemeklerin zamanında çıkmadığını, servis sıkıntısının olduğunu, bayram mesaisi sorunu olduğunu ve genel taleplerin bunlar olduğunu söyledik. İnsanların bunları size anlatmasına gerek yok dedik.

O ara biz 2,3 tane işçi grubuyla dışarı çıkmayı örgütledik. Biz yine koğuş koğuş insanları çağırmaya devam ettik.

Bu çağrıya insanlar kulak veriyor muydu?

Halil: Sabah 3 bin kişi olan kitle yağmurun da etkisiyle 500-600 kişiye kadar gerilemişti. Ama tekrar yaptığımız çağrıyla 2 bin kişi civarında bir sayımız oldu.

Direnişte çoğunluklu göze çarpan bir toplam var mıydı? Mesela Kürtler gibi…

Halil: Hayır çok karışık bir kitle vardı.

Ateş yakma, barikat kurma gibi simgesel direniş motifleri sence apolitik işçilere nasıl aktarılıyor?

Halil: Eyleme katılanlar o kadar da apolitik insanlar değildi. Gayet bilinçli ve önceden sendikal mücadele içinde olan insanlarında sayısı az değildi. Bir dönem aktif siyasetin içinde olan, devrimcilik yapmış olan insanların diğer muhalif insanları yönlendirmesiyle ortaya çıkan bir bilinç vardı. O güne kadar aşılanamamış olan bilinç pratikte iyi bir şekilde aşılandı.

İlk defa direnişe katılan insanlar var mıydı?

Halil: Benim bizzat tanıdığım ilk kez eyleme katılan insanlar vardı.

O insanlarla eylem sonrasında veya eylem esnasında konuşma fırsatınız oldu mu?

Halil: Eylem esnasında da sonrasında da konuşma fırsatımız oldu. Eylem sonrasında baskının artmasıyla insanlar şunu açıkça söylediler mesela artık daha fazla risk alamam ben bu işe mecburum dediler. Ne yapması gerektiğini, yönetime talepleri nasıl kabul ettireceğini biliyor insanlar ama ekonomik koşullar o an daha ağır basıyor. Ben belli bir yere kadar destek verebilirim aslında diyor ve zincirlerini insanlar tam olarak kıramadı. Sohbetlerde eylem sonrasında insanlar bunu söylediler.

Polis ve jandarma müdahalesinden de bahsedebilir misin?

Halil: Kampın iki tane giriş ve çıkışı var. Kitle ilk ön kapıda Akpınar girişi dediğimiz yerde yolu tutmaya çalışıyor. Ana girişte kimlik vb. sorgu sualler yapılıyor. Orada kitle yolu tutmuş şekilde bekliyor. Sadece ambulans geçişlerine izin veriyor. Bu dediğim yerden gelip gidiyor ana firmanın servisleri de.

Sahaya yakın olan diğer giriş çıkışı taşeronların servisleri kullanır. Taşeron servislerin işe gelip gitmelerini engellemek için oraya bir barikat kuruldu. İşi tamamen durdurmak amaçlı yapıldı tüm bunlar. Mesela otobüsü çalıştıran şoförler oldu, onlar tartaklandı otobüsten aşağı indirildi. Kamyon çalıştıran şoförler oldu girişte o kamyonların etrafını işçiler sardı ve kamyonda olan yükü yola boşalttırdı. Amaç o gün tüm işi durdurmaktı. O gün sahaya Nepalliler dışında kimse gitmemiş.

Nepallilerin sayısını biliyor musun?

Halil: Tam olarak sayılarını bilmiyorum ama benim çalıştığım katta 100-150 kişi vardır. Nepalliler de temizlik işçisi adı altında getirtiliyor ve gün boyu temizlik yaptırılıyor. Nepallilerin de tamamı erkeklerden oluşuyor.

Nepalliler nerde kalıyor?

Halil: Onlarda yine sahaya yakın başka bir yer kampta kalıyor. Yine ayrı servisleri var. Sahada çalışırken gri baret takıyorlar.

Polis ve jandarma geldiğinde işçilerin tavırları nasıl oldu? Müdahale nasıl oldu?

Halil: Sinema salonunda toplanıldığı sırada ve yağmurun da etkisiyle sabah toplanan kitleden geriye 500-600 kişi kalınca o ara bir polis müdahalesi olmuş; haber yukarı gelince yukarıda yeniden toplanan yaklaşık 1500-2000 kişilik kitle girişe gitti. O sırada biz diğer işçilere seslenirken sinemada konuşulup mutabakata varılmış jandarma ve sendika arasında… işçiler ; ‘Basın gelmeden biz bir şey konuşmayız.’ Şeklinde tavır almışlar. Biz o ara girişi tutalım diye girişe doğru giderken sinemadaki arkadaşlar bizi görüp: “Burada kısır bir döngü, burada bir hapis var, bir çember var. Basın da gelse biz buradan çıkamayacağız. Basının da geleceği yok buraya ne olursa girişte olacak.” Onlar da bize katıldı. Ondan sonra jandarma müdahalesi hiçbir şekilde olmadı. Göze alamadılar; zaten sayıları da ilk başta çok azdı. Yağmurun yağmasıyla az sayıda insan kalmıştı. Onlara da gözdağı vermek için bir dağılın anonsu yapılmış ve arkasından müdahale oldu.

Basın geleceğini söylemiş ve geldi. Sendikayla böyle bir diyalog kurulmuş, bir kısım işçi de sendikanın yanında bizimle iletişim halindeler. Büyük bir çoğunluğun öfkesi hala duruyor; bir o barikat tutuluyor, bir bu barikat, giriş-çıkışlar kontrol ediliyor. Yönetimin getirdiği basını da gördük orada: ‘A Haber’ Biz bu duruma müdahil olduk ve A Haberi içeri sokmayacağımızı söyledik.

Hangi basın gelsin diye konuşulurken sendikadan bağımsız bir grup işçi gelecek basın kuruluşun Artı TV olmasını talebini iletmiş yönetime. Yarım saat bir saat bir kadar sloganlar eşliğinde insanların birbirini çağırması devam etti. Daha sonra Artı TV geldi. Belli başlı görüşmeler oldu. Yönetimden birkaç kişi geldi. Bir basın açıklaması oldu.

Daha önceki sinema pratiğinden sonra yönetimden 2-3 kişi kamyonetin arkasında işçi konteynerlerinin arasında dolaşarak durumu yatıştıracaklarını söyledi, işçiler de onları taşlayarak kovaladı.

Saat bir buçuk iki gibi basın geldi. Artı TV’ye canlı yayın yapıldı. Canlı yayından sonra herkes acıkmıştı. Açlık giderildi.

Yemeklerinizi nerde yediniz. Direnişte yemekhane açık mıydı?

Halil: Yemekhanede yemek çıkardılar o yenildi. Yemekhanede yemek çıkmasının sebebi eylemin o tarafa da yansımasını önlemekti. Mecburen yemek çıkardılar korkudan. Onlar yatıştırılırken kitle kazanım elde etmeye çalışıyordu.

Olaylar yatışmaya başlıyor, basın açıklaması yapılıyor, öfke biraz olsun diniyor. Aynı anda kitleyi yarma amaçlı belli başlı provokasyonlar da yapılıyor. Misal ambulansın içinin baş olduğunu görüyoruz ama patronu korumak için insanların arasından geçiyor. Ya da baygınlık geçiren bir işçi olduğu söyleniyor.

Kitle tekrardan duruldu. Halay çekmeye başlayanlar oldu ateş başında. Yemek yedikten sonra tekrar gelenler oldu. Sendikanın öncü konuma gelmesi öğleden sonraya doğru. Yavaştan dağılmaya başlayan kitleyi görünce yedi buçuğa tekrardan buluşma koydular. Yedi buçuktan sonra insanlar bağımsız şekilde direnişlerini sürdürdüler. Biz bir ara oradan ayrıldık ne olduysa o ara oldu; sabah bir karar almışlar. Sosyal medyadan da duyurdular. “Şimdi gidelim zafer yakın. Sabah 06.30’da yeniden buluşacağız.” Diye oradaki kitleyi koğuşlarına yolluyor. Ama bunun öncesinde atılan bir tweet var; “Bir duyum aldık, bu sabah koğuşlara baskın olabilir.” Bunu bilerek insanları koğuşlara gönderdiler. İşçi direnişinin azalmasında son dönemde yağan yağmurların büyük etkisi oldu. İnsanlar biliyordu; büyük yığınaklar yapılınca akşam kendisine dönüşü olacağını ama başka çaresi olmadığını düşünüyorlardı. O ara işçilere ne söyledilerse (basın gelecek, milletvekilleri vs.) işçileri tav ettiler, evlerine yolladılar. Bence bu vaatler olmasaydı işçiler yağmura rağmen kalabilirdi. Normalde maç günlerinde maç dışında bir şeyle ilgilenmezdi işçiler. O gün yine bir maç vardı kimin maçı bilmiyorum ama o gün 500-600 kişi her zaman yaptığı şeyi yapmaktan vazgeçip maçı izlemek yerine yağmur altında bekliyordu. Ama bizim hatamız oldu yarım saatlik bir boşluk oldu o arada herkes dağılmış. Hiç kimsede bir şey yok. Sessizlik. O gece herkes gözaltına alınmayı bekledi. 543 kişi konteynerlerden alındı. Bugün için de bizim kaldığımız bölüme bir baskın olacağı söyleniyor. Sabahtan bunun sinyallerini vermişlerdi. Gözaltı sayısının artma ihtimalli yüksek oldukça. Aslında devlet de stratejik davrandı.

3. Havalimanı AKP’nin devasa projelerinden biri, sürekli gündem olan bir yer… eğer bu direniş birkaç gün daha devam etseydi büyük bir etki yaratabilirdi. İşçiler arasında bu konuşuldu mu?

Halil: Kimse tarafından göz ardı edilebilecek bir şey değildi, edilmedi de zaten. Özellikle basın açıklamasından sonra işçiler; “Ülke gündemine oturduk, yıllardır övünerek bizim havalimanımız bölgenin en büyüğü, Avrupa’nın ikincisi laflarını gördük işte.” Bana kalırsa sendikanın çok büyük bir hatası var bu konuda. Sendika adına konuşma yapan insanları da gördüm çok tecrübeleri yokmuş gibi geldi bana. Bu sadece benim fikrim değil sabah ki sohbetlerde de işçiler sendikanın yetersiz kaldığını söylüyorlardı.

36 bin çalışan var 3. Havalimanında. Bu işçilerin hepsi konteynerlerde kalmıyor. İstanbul içinden servislerle gelenler var. Direniş günü şehir içinden gelenler içeri girebildi mi yoksa iş tamamen durdu mu?

Halil: Üç farklı konteyner kent varmış. Bizim kaldığımız Akpınar bölgesi yerleşkesi. Diğer konteyner kentlere orada yaşamıyorsan giremiyorsun. Bir kısmı şoförler için bir kısmı işçiler için bazıları da karışık. Zaten bu konteyner kentler arasında bir Beyaz Baretliler dediklerimizin yatakhanesi var bir de işçi yatakhanesi var. Kitle ana girişi tutunca hiçbir şekilde giriş yapılamadı. İstanbul içinden servisle gelip direnişe katılanlar da oldu, direnişe katılmayıp içeri giremeyince geri dönenler de oldu. Tam tersi bi dünya vardı. Yönetim işçilerin olmuştu. Sabah uyandığımızda; dün bu otobüsü ters çevirmiştik bugun şoför var, güvenlik var, özel harekât var onlar eşliğinde biniyorsun diye düşünüyorduk. Dün neydi bugün ne… İşçiyi uykuya göndermeleri her şeye ket vurdu. Yine de AKP’nin imajını fazlasıyla çizdi bu direniş. Teşhir oldular. Birçok haber kanalı verdi gözaltıların haberini direnişi olmasa da. Sonra da haber yasağı kondu. Belli başlı haber ajanslarına para verilmiş yayın yapılmaması karşılığında.

Basında anlaşma şartların kabul edildiği söylendi.

Halil: O tamamen İGA dediğimiz yönetimin karizması çizilince bir açıklama yapmak zorunda kaldılar. O açıklamayla ilgili sendikayla görüştük. Öğleden sonra bir boşluk oluştu o sırada yönetimle görüştüklerini söylediler. Eş zamanlı iki açıklama yapıldı yönetim ve sendika tarafından. Sendika açıklamasında şunları söyledi: ‘Yönetim odasında bir toplantı oldu. Talepleri sunduk, kabul edildiğine dair bir şey söylemediler.‘ Medyada yer alan açıklama yalan yanlış durumu kurtarmak için yapılan bir şeydi. Kesinlikle şartların kabul edilmesi diye bir şey yok.

Dört senedir faaliyette olan bir iş sahası resmi rakamlar ölen kişi sayısını 500 olarak gösteriyor. Ben 1000 kişi sayabilirim. Direniş günü şu slogan atıldı: “İşçileri temele gömdünüz!”

Ölüm nedenleri nedir?

Halil: Büyük bir çoğunluğu iş kazası olarak niteleniyor. Bugün benim çalıştığım bölgede iki insan mobil vinçten düştü, biri ağır yaralıydı. İş güvenliği sadece kağıt üstünde var. Sağlık kontrolleri yapıldıktan sonra İşe giren her işçiye eğitim veriliyor. Baret neden önemlidir, genel hırdavatlar nasıl kullanılır diye. İş güvenliği tarafından verilen eğitim 15 dakika sadece. Halbuki işçiye Manlift nedir, nasıl kullanılır diye eğitim verilmesi gerekiyor ama gelen işçi anında Manlift’e çıkarılıyor. Kullanılan malzemelerin çoğu bu işlere uygun değil. Baretlerin ortadan ikiye çatladıklarını gördüm. Yaşam halatı hiç yoktu. İş güvenliği sorumlusu bunu görünce sana ceza yazabiliyor ama sen yaşam halatı istediğinde sana halat vermiyorlar. Her şey kağıt üstünde. Son zamanlarda iş güvenliği açığı arttı. Birileri bu havalimanını yetiştirmeye çalışıyor. İşçi sabah kalkıyor akşama kadar çalışıyor, akşam mesaiye kalıyor ertesi gün sabahtan akşama kadar bir mesai daha. Gece 02.00-03.00’de giden işçi var 06.00’da kalkıyor ertesi gün tekrar 03.000’e kadar. Çok basit, uykusuzsun bir şeye takılır düşersin, ölürsün. Bir şeyleri yetiştirmek için sürekli mesailer, baskılar…

Psikolojik sıkıntılar dışında toplu yaşanan yerlerde Bedensel hastalıklar da çok görülür böyle bir durum var mı?

Halil: Bir koğuşta biri hastaysa önce o koğuşa sonra diğerlerine yayılıyor salgın. Birçok insan aynı şikayetle revire gidiyordu sürekli. Çok küçük bir ortamda bulunuyorsun en ufak grip bile bi anda yayılıyor.

Diğer sıkıntılardan biri de tahtakurusu meselesi. En başından beri olan sorunlardan biri. Ben bir gece arkadaşımla 60 tanesini öldürdüğümü biliyorum; gece uyuyamıyorsun çünkü.

Sık sık sular kesiliyor. Ama başka bir koğuşta duş alabiliyorsun. Su taşıyıp getirebiliyorsun. Ama tahtakurusuna çözüm yok. Çünkü taşıyamıyorsun.

Tuvaletler, duşlar kullanılacak gibi değil. Hijyen diye bir şey yok hiçbir yerde.

İş güvenliği ekipmanlarının olmayışı ve önleyici sağlık hizmetlerinin yetersizliği tüm işyerlerindeki işçilerin ortak kaderidir. Burada sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi önemli bir rol oynamaktadır. Özelleştirme süreci kamunun yaşamsal olan tüm ihtiyaçlarını birer sermaye birikim sürecine dönüştürmüştür. Enerji, su, gıda, eğitim, barınma gibi sağlıkta artık sadece parası olanların yararlanabileceği bir hakka dönüşmüştür. Burjuvazi için önemli olan mevcut iş piyasasındaki işçilerin yedeği olup olmamasıdır. Eğer ölen yada sakatlanan veya hasta bir işçinin yerini hemen doldurabilecek bir işsizler ordusu varsa işçilerin yaşadığı sağlık sorunları ve işgüvenliği için burjuvazinin para ayırması kendileri açısından rasyonel değildir. Çalışan işçiler üzerindeki ücret ve kötü koşullarda çalışmayı dayatan baskılanmanın tek nedeni dışarıdaki işsizler ordusu değil, aynı zamanda göçmen işgücünün yoğun olarak Türkiye piyasasına girmiş olmasıdır. Bu realite aynı zamanda sınıf örgütlenmesinde gözardı edemeyeceğimiz bir gerçekliktir. Göçmen işçilerin mücadeleye kazanılması ivedi bir sorundur. Göçmeniyle yerli işsizler ordusuyla artık nüfus olarak tabir edilen bu toplam sermaye birikim sürecinin sonucu ve ihtiyacıdır. Sözü bu konudaki Marx’ın tespitini hatırlatarak bitirelim.

Ancak emekçi artık-nüfus, kapitalist temeldeki birikimin ya da servet gelişiminin bir ürünü ise, bu artık-nüfus tersine, kapitalist birikimin bir kaldıracı, hatta kapitalist üretim tarzının bir varlık koşulu haline gelir. Sermayeye, sanki tıpkı onu kendi cebinden besliyormuşçasına mutlak biçimde kendisine ait olan, kullanılıp atılabilir bir yedek sanayi ordusu oluşturur. Gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, sermayenin değişen öz-genişleme ihtiyaçları için, sömürülmek üzere daima hazır olan bir insani malzeme kitlesini yaratır.”