Egemenlerin düşmanlıklar ve ayrımlar üzerinden halkları hizaya getirme, biat ettirme ve bunun üzerinden iktidarlarını tahakküm etme şeklindeki politik davranışı çok eskidir. Bu tarz kolay kolay da yok olacağa benzemiyor.
Egemenler sınıfsal ayrımları flulaştırmak için ve halkları kendi sınıfsal menfaatlerinin neferleri haline getirmek için bir süreklilik dâhilinde yer yer gizli yer yer de aleni bir biçimde özellikle dine, mezhebe, ten rengine, cinsiyete, milliyete ve birçok başka sosyolojik olguya dayalı yapay ayrımlar oluştururlar. Bu ayrımları elbette karşı hareketlerin güçsüz olduğu ve dolayısıyla tarihsel hafızanın kaybolduğu dönemlerde daha başarılı yaparlar. Ayrıca ihtiyaca binaen kâh bu ayrımlara dayanarak savaşlara gireler kâh iç savaş çıkartırlar. Bazen bu ayrımlar üzerinden katliamlar yaparlar bazen de arka planda durarak katliamlar, yağmalar ve linçler organize eder ve başkalarına yaptırırlar. Esasında daha temelde, bu ayrımları ezilenlerin kendi düşünsel ve davranışsal birlikteliğini oluşturmalarına engel olmak için yüksek bir ideolojik bilinçle ortaya koyarlar.
Bu ayrımları yeri gelir “afedersin Ermeni”, “Cemevi ibadet yeri değildir”, “Araplar da çok kirli” biçiminde gizli olarak; yeri gelir “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur”, “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” biçiminde alenen yaparlar. Bazen göçmenleri ikinci sınıf insan etiketiyle düşük maliyetli iş gücü olarak çalıştırarak sermaye birikimini arttırmak ve kendi işçi sınıfını terbiye etmek için gizliden; bazen de ekonomik-politik yalanlarla ülke sınırına göçmenlere yönelik duvar örerek ve onları aşağılayarak açıktan yaparlar.
Bu kadarı da yeterli gelmez, birde bahsedilen ayrımların üzerine bir sis perdesi örterler. Bütün insanlar hukuk önünde eşittir. Bireysel hak ve özgürlükler herkes içindir. Hiç kimse dili, dini, milliyeti ve sair farklılıkları sebebiyle ayrımcılığa maruz bırakılamaz. Hiç kimse milli, dini ve sair aidiyetleri üzerinden başkalarına üstünlük koyamaz. Bu cümleler verili sistemin sosyoekonomik gerçekliği ile örtüşmeyen ve asla gerçek manada kendisine yaşam alanı bulamayacak önermelerdir. Egemenler, sis bulutu içerisinde yolunu kaybeden tarihsiz muhalifleri kendileriyle aynı çuvala koyup elimine ederken bir diğer tarafta komünistleri sınıfsal temelde toplumu bölmekle suçlarlar.
Her şeye rağmen mızrak çuvala sığmıyor. Tarih sınıf savaşımları tarihidir ve asıl ayrım sınıf ayrımıdır. Diğer bütün ayrımlar egemen sistemin ekonomik ve siyasal rantının ürünü ve sonucudur. Irkçılık, yağma, linç ve göçe zorlama davranışları da asla tesadüfî ve avamın kendiliğinden davranışı değildir.
Yükselen ırkçılık
Bu bağlamdan devam edersek, günümüzde özellikle Avrupa ve Amerika’da -kısmen Türkiye’de- hızla yükselen yabancı düşmanlığını/ırkçılığı neo-liberal politikaların bir sonucu ve kapitalist dünyanın krizinin bir sonucu olarak kavramak gerekir. Yaşananların avamın kendiliğinden ırkçılaşması ve popülist hareketlere taban ihtiva etmesi olduğunu düşünmek yetersiz ve hatalı bir tutum olacaktır. Halkların ayrımcılık ve ırkçılık tutumlarının tarihsel arka planı vardır ve bu arka plana baktığımızda egemenlerin sınıf bilincini görürüz. Evet, Avrupa’da ve Amerika’da yükselen ırkçılık ile İslam/yabancı karşıtlığının konjonktürel sebepleri vardır; ancak halkların konjonktürel sebeplere bu yönde tepkiler vermeleri egemen sınıf bilincinin esareti altında olmaları gerçekline delalettir. Oldu ki bu konjonktürel sebepler de yine (neo-liberal ekonomi politikaları, din ve vekâlet savaşları vb.) egemen sistemin olağan işleyişinin dönemsel yansımalarıdır.
Örneğin Amerika’daki siyah düşmanlığını halk kendiliğinden icat etmemiştir. Siyah düşmanlığı, kolonicilik döneminde milyonlarca Afrikalı siyahı köleleştirerek Amerika’ya götüren ve kutsal sermaye birikimi amacının adeta hayvanları olarak kullanarak bunu yasal statülere kavuşturan, siyahların ikinci sınıflığını hala bir bilinç durumu olarak gizliden var etmeye devam eden egemenlerin eseridir.
Türkiye’deki gayrimüslim ve Arap düşmanlığının da Osmanlı’ya kadar uzanan bir arka planı vardır ve bu düşmanlıklar özellikle ulus devlet yaratma politikasının eseridir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Arapların Osmanlı egemenliğini kabul etmezken İngiliz egemenliğini reddetmemeleri ve bağımsızlıklarını oluşturamamaları onların ulusal kaderlerini tayin sorunsalıdır. Devamında ulus devletçi akıl, bu durumu “Araplar bizi sattı” safsatası biçiminde Batılılışmanın, sekülerleşmenin aracı ve ümmetçiliğin yerine milliyetçiliği tahkim etmenin bir argümanı haline getirerek bilinçli bir şekilde Arap düşmanlığını körükledi. Bugün bu tarihsel düşmanlık üzerinden, Suriyeli Araplar mevcut ekonomik siyasal krizin müsebbiplerinden biri olarak görülmektedirler.
Şurası kesin ki, bugün Türkiye de 2,5 milyonu aşkın Suriyeli mültecinin bulunuyor olması Ortadoğu’daki egemenlik savaşlarının ve Suriye’de yürütülen vekâlet savaşının bir sonucudur. Bu sonucu yaratan egemenlerdir. Egemenlerin siyasal öznesi AKP iktidarı, bir ülkenin moloz yığınına dönmesinin ve o ülkede yaşayan milyonlarca insanının mülteci olmasının sorumlularından biridir. Yetmedi Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin Avrupalı egemenlere karşı pazarlık unsuru olarak kullanılmasının ve ülkemizde içinde bulundukları koşulların katlanılmaz sonucu olarak aşırı düşük ücretlerle işgücü olarak kullanılmalarının temel sorumlusudur. Diğer taraftan, Suriyeli Arapların kültürel ve davranışsal uyumsuzluğundan ırkçılık çıkarmak yine egemen bilincin eseridir. Kaldı ki aynı uyumsuzluklardan kaynaklı olarak, Türkler ve Kürtler de (Kürtler burada da) özellikle batıda aynı bilincin gazabına uğramaktan kaçamamaktadır. Nitekim Almanya’nın eski merkez bankası müdürü Thilo Sarrazin’in kaleme aldığı ve Türkleri aşağıladığı bir kitabının iki milyon üzerinde satması bu duruma etkili bir örnek olacaktır.
Bugün Türkiye’de yaşayan nüfusun çok önemli bir kısmının tarihinde mültecilik vardır. Bu tarih büyük çoğunluk için çok da uzak bir tarih değildir. Son yüz yıl içerinde bile Türkiye’nin demografik yapısında büyük altüst oluşlar yaşanmıştır. Buna rağmen halkların kendi trajedilerini unutup, yeni mültecilik trajedilerine karşı tutumlarında reddiyeci ve ayrımcı olmaları; egemenlerin bu silahı ne kadar etkili kullandıklarının ve bu bilinç durumunun ne kadar köklü olduğunun göstergesidir.
Maraş katliamı ve 6-7 Eylül pogromu
Maraş vb. Alevi katliamlarının da ekonomik-sınıfsal arka planında bu realite vardır. Maraş katliamı öncesinde kent içindeki ekonomik ve sosyal yaşamda etkinlik hâkimiyeti Alevilerdedir. Katliam sonrasında adeta bir servet transferi söz konusu olmuştur. Alevi nüfusun önemli bir kısmı en iyi ihtimalle, can havliyle zenginliklerini yok pahasına elden çıkarıp kenti terk etmiştir. Devamında ekonomik ve sosyal etkinlik diğer hilal illerinde olduğu gibi Türk-Sünni nüfusa geçmiştir.
Bu anlamıyla 6-7 Eylül pogromu da tek başına ele alınarak incelenebilecek bir hadise değildir. Asla kendiliğinden cereyan etmiş bir olay şeklinde değerlendirilemez. Tabi ki onun da güçlü bir ekonomipolitik arka planı vardır, bu zemin olaylar zincirinin halkasını oluşturur. Bu tarihin öncesinde, varlık vergisi, 1964 sürgünleri, 1940 yılında gerçekleşen azınlık erkeklerinin toplama kamplarına yollanması, ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampanyası gibi girişimler vardır. Ayrıca Kıbrıs da bir sebep değil bir fırsattır. Kıbrıs burada bir sebep olmadığı gibi bir taşın hedefindeki ikinci kuş olmuştur.
Egemenler bir servet transferinin ve nüfus aktarımının bütün ön hazırlıklarını çoktan yapmış ve 6-7 Eylül pogromunu bizzat devletin istihbaratı ile kolluk güçleriyle birlikte tasarlayarak hayata geçirmiştir. Bunu da halklara zerk ettiği o yapay ayrım zehri sayesinde tarihte önceden olduğu gibi başarmıştır.
6-7 Eylül pogromunda, 4 bin 214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5 bin 317 mekân saldırıya uğramış, ‘resmi rakamlara göre’ üç kişi ölmüş, 30 kişi yaralanmış ve 60 kadın tecavüze uğramıştır. Resmi olmayan rakamlarsa bunlardan kat be kat fazladır. Sonuçları itibariyle Türkiye tarihinin en büyük pogromudur ve derin politik sonuçları olmuştur.
Sonuç olarak tekil manada vuku bulan ayrımcılık, linç, yağma vb. sosyo-politik durumlarla mücadele etmek elbette önemli bir gerekliliktir; ama bunu tarihsel bilinç ve sınıfsal refleks ile yapmak son derece elzemdir. Bugün Türkiye’de giderek artan Arap mülteci karşıtlığına (politik ve fiziki linç girişimlerine) da politik olarak müdahale etmek gerekmektedir. Her şeyden önce bu tablo esas olarak bir bilinç durumudur ve bu bilinç durumu komşuluk ilişkileri edebiyatı, din kardeşliği, hümanizm ya da insan hakları bağlamında çözülemeyecek ciddiyettedir. Temelde, kapitalist düzenin kendi varlığını tahkim etmesinin önemli bir yapı taşıdır.
Bu bilinç durumunu halkların lehine çevirmek, pratik tutum almanın yanı sıra aynı zamanda güçlü bir ideolojik ve politik üretkenliği de gerektirmektedir.
Vedat YILDIZ