Emperyalist-kapitalist sistem; doğa, kadın ve insan yıkımında son sürat pupa yelken yol alırken, dünya genelinde düşünce yaşamı ve davranışlarımızı da, yozlaştırmaya devam ediyor. Öyle ki, kapitalist haz ve tüketim kültürü, zihin dünyamızı çepeçevre kuşatarak daha çok esir alıyor.
2020’nin Mayıs sürecindeyiz. Dünyanın büyük küçük, bütün kentlerinde başta gıda sektörü olmak üzere hemen tüm market ve mağazalar satışlarını sürdürüyor. Korona ile birlikte özellikle beslenme, temizlik gibi temel ürünlerde daha bir yoğun durum yaşanmıştır. Ki virüsün ilk günlerinde burjuva basının da yönlendirmesiyle marketlerde, tuvalet kâğıdı başta gelmek üzere, temizlik maddeleri kısa sürede tükenmiş, adeta karaborsa durumuna gelmişti. Tıpkı maske vakasında olduğu gibi. Egemenlerin kitlelerde yarattığı panik, endişe, korku, yalan ve demagojilerin yönlendirmesiyle, tuvalet kâğıdı, sabun, ıslak mendil vb ürünlerden fazlasıyla alarak evlerinde stok yapmak zorunda kalınmıştır. Bu durum bir ay kadar devam etmiş, akabinde ise hiçbir şey olmamış gibi hareket edilmiştir. Oysa yaratılan şok ile gıda sermayesi, epeyce kar elde ederken, kısa süre içerisinde de kendini yapılandırarak, aşırı kar hırsından hiçbir şey kaybetmeden yönelimini sürdürmüştür.
Yine, halkın sınırlı ekonomik imkânsızlıklarından kaynaklı, giyim ve ikinci-üçüncü ya da esas olmayan ürünler yerine, daha çok beslenme yani yaşam malzemelerine yöneldiğini söylemek mümkündür. Her kötünün içinde, iyi bir şey ya vardır ya da iyi şeylerde çıkabilir argümanını böylesi durum açısından da düşünmek gerek. Keza aşırı haz ve tüketim kültürü, öylesine almış başını gitmiştir ki, emperyalist-kapitalist kötü virüsler, düşünce dünyamızı kontrol eder ve yönlendirir duruma gelmiştir.
Giyim kuşam sektörü ise virüsün ilk yansımasıyla kısa süreli bir şok yaşayıp kapalı kalsa da, mesafe ve sınırlı tüketici kabulüyle, satışlarına çoktan başladı. Her biri uluslararası tekel durumuna gelmiş bu firmalar ve markalar, virüs öncesi kadar olmasa da, ürünlerini satmaktalar. Kısa bir süre kepenkleri kapatsalar da, çok geçmeden, kapitalist piyasadaki yaşa ya da öl yasası gereği, kapılarını sonuna kadar açmak zorunda kaldılar. Covid-19 pandemisinin şok etkisinden kurtulmuş olarak, kendilerini yeni sürece göre, esas da yapılandırdıklarını söyleyelim. Bazı mağazaların giriş kısmında, dışarıya taşan insan sıralarını görüyoruz. Öyle görünüyor ki, emperyalist-kapitalist haz kültürü, her ne kadar kısmi-nispi törpülenmeye maruz kalsa da, ısrarlı duruşundan çok da fazla bir şey kaybetmemiştir.
Hormonlu, genetiği değiştirilmiş gıdalar, sigara, içecekler, iletişim araçları ve daha birçok ürün karşısında, tüketim ve haz kültürü, almış başını gidiyor. Bu yönüyle, günümüz toplumu insanlarının, uzunca süredir ikili bir virüs süreci içerisinde olduğunu söylemeden geçemeyiz. Bir yandan gerçekten Korona, diğer yandan kapitalist haz kültürünün korkunç halleri.
İçerisinden geçtiğimiz süreç, her alanda stratejik ve temel bir biyo-politikaya sahip olmamızı daha fazla gerektiriyor. Sadece tüketim de değil düşünce ve zevklerimizde bile biyo-politikaya o kadar ihtiyacımız var ki… Bunun için, emperyalist-kapitalist insan merkezli politikalardan kökten kopmak zorundayız. Adına uzay, dünya vs ne dersek diyelim genel olarak doğa-ekolojik merkezli bir düşünce ve eyleyiş, başlangıç noktası olmalıdır. Şimdilerdeki insanın bencilliği, açgözlülüğü, vurdumduymazlığı ve küresel düzeydeki egemenlik anlayışı ve pratik yönelimini törpüleyip geriletemez ve ortadan kaldıramazsak, zaten yeterince yıkımlardayken, mevcuda kadarki acılarımız daha da derinleşecektir.
İnsan ile doğa arasındaki uyum, özel mülkiyetçi toplumsal sistemlerin gelişim süreci ile darbelenerek gerilemiştir. Doğanın komünal toplumdaki önemi ve toplum yaşamının canlı uyumlu dinamiği ve toplumsallık içindeki yeri, önemi ve değeri, gelişen özel mülkiyetçi toplumsal sistemlerinin çıkarlarıyla uyuşmayan bir öze, değerler sistemine sahip olmasından dolayı, sistemin yıkım ataklarına maruz kalmıştır. Kadın köleliği, doğa köleliği, insan köleliği ve düşünce köleliği zincirinin derinleşmesi, egemen sınıfların, her tarihsel süreçte, zihniyet köleliğini oluşturma anlayışlarının temeli olmuştur. İnsanın emeğine ve ürettiğine yabancılaşma süreci, bu bağlamda komünal toplumun kimliğinden kopması ile ilişkilidir.
Yaşamın hemen bütün çeşitli yanlarında, yabancılaşma ve yozlaşma biçiminde ortaya çıkan olgu, kontrol edip denetim altına alarak ve yönetme sistemleri olarak, özel mülkiyetçi barbarlık sistemlerinin gelişme trendine yol açmıştır. Özel mülkiyetçi sistemler sürecinin, tarihsel evreleri itibariyle köleci, feodal ve kapitalist sistemler, belirli biçim ve tanımlarla ortaya çıkan bu kölelik sistemleri ve bunun insan toplumundaki sınıfsal ayrışımlarıdır. Ama aynı zamanda bir sürekliliğidir de.
Kapitalizme karşı mücadele, kesinlikle ekolojik yıkıma ve aşırı tüketimle ortaya çıkan haz kültürüne karşı mücadeledir. Kapitalist-emperyalist aşırı kar hırsı, insanı ve inşa düşüncesini de aşırı tahrip etmektedir. Bunun için tüm insanlık, kendi öz iradem temelinde özgür düşüncemi istiyorum diyebilmelidir. Emperyalist-kapitalist sistem, bu temel özün gelişimi ve yoğunlaşmasını da bizlere dayatmaktadır. Bu anlamda insanın insana ve insanın doğaya yabancılaşmasında varılan en ileri bir durumu da yaşamaktayız. Günümüzde toplumsal ilişkilerin her düzeyde metalaştırılması süreci, tekrarı olmayan biçimde daha yoğun olarak, dünün yasallıkları üzerinden yükselmektedir. Bu anlamıyla, her şeyin ticari mal olarak görüldüğü bugünkü özel mülkiyet sisteminde, insan düşüncesi ve doğa da bu metalaştırılma süreci ile çok büyük yıkımlara uğramaktadır.
Bundandır ki insan- doğa ilişkisinin, komünal toplumsal yönelimle uyumlu ele alınması, bütün fikri ve uygulamalı alanlarda kökleştirilmesi gerekmektedir. Salt düşünce bağlamında kalmak, tecrit bir durum olarak öz karartmasına yol açmaktadır. Bütün sorunlar toplumsaldır. Yıkılan toplumsallıktır. Yıkan, özel mülkiyetçi toplumsal sistemler silsileleridir. Bu bağlamda düşün dünyamızın perspektiflerini ilerletmesi, öncelikle doğru temelde ekolojik komünal toplumsallaşma için zaruridir.
Aşırı tüketim ekonomisi ve haz kültürünün; sosyal, çevresel ve ekolojik sorunları çözemeyeceğini özellikle vurgulamak isteriz. Hazın ve aşırı tüketimin, özel mülkiyet dünyası ve sisteminden beslenerek insan emeğine yabancılaştığını belirtelim. Ve ortaya çıkan burjuva düşünce ve anlayışların da emek üretkenliğiyle uyumlu ve onunla örtüşen bir yerde durduğunu asla söyleyemeyiz. Aksine yabancılaşma o kadar derinleşmiştir ki, aşırı tüketim ve haz kültürü ne kadar artarsa, yabancılaşma ve yozlaşma da o kadar derinleşmektedir. Aşırı tüketim ve haz kültürü ile yabancılaşma ve yozlaşma, aynı paralelde birbirleriyle doğru orantıda gelişmektedir.
Tüketim ve haz kültürü, genel yerleşik bir toplumsal kültüre dönüştürülmüş ve bu durum, devlet destekli hal almıştır. Bilinçli tüketim adı altında, tüketim zehirlenmesi sonucu oniomania hastalığı çıkmıştır. İşte haz kültürüyle de daha yüksek oniomania durumu yaşanmaktadır.
Kapitalizmin sınırsız sermaye birikimine dayalı “büyü ya da öl” sistemi olarak kendisinin, bir imkânsızlık olduğunu belirtebiliriz. Kapitalizmin devamı ile çıkarları örtüşen kişi ve kurumların, kendilerini düşünce kuruluşu ve çevreci olarak da nitelemesi karşısında, düşünce ve çevresel sorunlar çözümünün kapitalizmden geçtiğini söylemektedirler. Buna en mantıklı haliyle “masum sahtekârlık” denebilir.
Dünya ve şimdiye kadar erişilen uzayın hemen tüm köşelerine hükmeden ekonomik sistem, emperyalist-kapitalizmdir. Şimdi kalkıp kapitalizmin bugüne kadar düşün dünyamıza karşı hiçbir girişimde bulunmadığı düşüncesi o kadar saçma ki! Unutanlara bir hatırlatma daha yapalım. Kapitalist sermaye, asla statik bir olgu değildir. Dinamiktir ve sürekli yayılma, genişleme özelliğine sahiptir. Birçoklarımız için kapitalizm, hayatımızın önemli bir bölümünde görünmezdir, tıpkı aldığımız nefes, soluduğumuz hava gibi. Gelişim sürecimiz içerisinde içine asimile edildiğimiz etik, perspektif ve manevi değerler, burjuvaziye ve elbette kapitalizme aittir. Farkında olmaksızın; hırsın, emekçilerin sömürülmesinin ve rekabetin (kişiler, şirketler ve ülkeler arası) yalnızca kabul edilebilir değil, bilakis ekonomimizin “verimli” bir şekilde işlemesine yardımcı olduğu için, toplumun bekası adına, gerçekten “iyi” olduğu fikrini öğreniriz.
Çoğumuz kapitalizmin ağına öyle gömülmüşüz ki, bunun pek farkında olamıyoruz. Bu açıdan kapitalizmin basit bir şekilde tanımlanması gerekiyor. En kısa ve öz şekliyle kapitalizm; sermaye sahiplerinin (kapitalistlerin), doğrudan üreticilerce (işçi ve emekçilerce) yaratılan artı-ürünü mülk edinerek, sermaye biriktirmelerini -yani servet toplamalarını ve yatırmalarını- sağlayan bir ekonomik ve toplumsal sistemdir. Üretim; kar etme ve birikimi ilerletme amacıyla, bir pazar için meta üretimi şeklindeki somut biçimi almıştır. Bu sistemdeki bireyler, bireysel çıkarlarının peşinden giderler ve yalnızca kendi karşılıklı rekabetleri ile pazarın gayri şahsi kuvvetlerince denetlenirler.
Tüketime verilen önem, günlük dilde dahi bir değişim yaratmıştır. Öyle ki, “insanlardan”, “halktan”, “kamudan” ya da “insanlıktan” bahsetmek yerine, “tüketici” terimine başvurmak sıradan bir hal almıştır. İnsanlığımız, artık bir birlerimize ve toplumlarımıza dönük bağlılığımız yerine metalara olan bağlılığımız ve hazlarımız-zevklerimiz şeklinde tanımlanmaktadır.
Kapitalizm; doğa, emek, insan ve toplumla olan bağın yitirilmesine neden olur. Sistem tarafından beslenen bencil ve tüketim odaklı kültür, insanların düşünce yaşamı ve doğayla olan yakın bağlarını da yitirmesi anlamına gelir ki bu doğa da artık, ağırlıklı olarak diğer insanların ve diğer toplulukların sömürüsünü arttırmak için bir kaynak havzası olarak görülmektedir. Refah düzeyi yüksek olan ülkelerde yaşayanların, her geçen gün daha da mutsuz olduklarını ifade etmelerini doğru anlamalıyız. Görünen o ki pek az kimse, en azından problemin gerçek anlamda farkındadır.
Kapitalizm, ideolojik olarak, herhangi bir kimsenin kendi ferdi çıkarlarını (açgözlülük) kollamasının, genelin çıkarlarını ve büyümesini teşvik edeceği önermesine dayanır. Adam Smith “Yemeğimizin sofrada olacağına dair beklentimiz; kasabın, bira üreticisinin ya da fırıncının iyilikseverliğinden değil, onların kendi çıkarlarını gözetmelerinden kaynaklanır” demektedir. Böylesi bir sistemin aksamadan çalışabilmesi ve böylesi haris bir toplumda bireylerin başarılı olabilmeleri için gereken tutumlar ve gelenekler -zevk, açgözlülük, bireysellik, rekabetçilik, diğerlerine karşı sömürü ve tüketicilik- okullar, medya ve işyeri tarafından insanlara sürekli olarak aşılanmaktadır. Bu açıdan Benjamin Barber’in “Tüketilmiş: Piyasalar nasıl çocukları yozlaştırır, erişkinleri çocuklaştırır ve vatandaşları yutar” adlı kitabının salt başlığı bile işin özünü anlatır niteliktedir. Kapitalist piyasa, insan düşüncesini hemen her yönüyle de yönlendirir duruma gelmiştir dersek, yanılmamış oluruz. Rekabet ile tüketicilik arasındaki ilişkiye Albert Einstein’da “Ben, bireylerin böylece felce uğratılmasını, kapitalizmin en büyük kötülüğü olarak değerlendiriyorum. Tüm eğitim sistemimiz, bu kötülükten mustariptir. Abartılmış bir rekabetçi tutum öğrenciye aşılanmakta ve öğrenci, gelecek kariyerine bir hazırlık olarak edinmeci bir başarıya tapınmak üzere yetiştirilmektedir” vurgusuyla, onu eleştirmektedir.
Servet sahibi kimseler servetlerini hak ettiklerine inanırlar; çünkü onlara göre bu servetin altında kendilerinin ve atalarının yoğun çabaları vardır. Pek tabi kendi servetleri ve refahlarının sayısız kimselerin toplumsal emeği üzerinden hangi yollarla yükseldiği meselesini göz ardı etmektedirler. Bu kimseler, yoksul insanlarda bir hata olduğunu (tembellik, eğitimsizlik vs) düşünürler ve kendilerini kötülemeye alıştırılan yoksullar da buna sıkça katılırlar.
Kapitalizm tarafından beslenen nitelikler, yaygın olarak “insan doğasına” içkin olarak görülürler ve böylelikle kar dürtüsü dışındaki herhangi bir amaç etrafında örgütlenmiş bir toplum fikri düşünülemez kılınır. Emperyalist-kapitalist tüketim ve haz kültürüyle esir alınan bir toplum, nasıl doğru düşünebilsin. Korona ile birlikte, emperyalist- kapitalist dünya bir yandan kendini yeniden yapılandırırken aynı şekilde toplumdaki bireylerin düşüncesini de yeniden yapılandırmaktadır.
Burjuva haz kültürüne karşı, “herkes için yeteri kadar, fazlası değil” şiarını, genel yaşam perspektifine dönüştürmeliyiz. Bunun için, korona virüsüyle ortaya çıkan koşulların da esiri olmadan emperyalist-kapitalizme karşı daha fazla sadeleşmeliyiz. Emperyalist-kapitalizmin tüketim ve haz kültürüne karşı, ekolojik komünalizm perspektifli sosyalizm bayrağını, başta düşün dünyamız olmak üzere teorik-pratik her alanda yükseltelim!